O |
|
O |
|
169- Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız,
tersine onlar yaşıyor ve Allah katında
besleniyorlar.
170- Allah'ın, keremiyle kendilerine sunduğu
nimetlerden dolayı sevinç içindedirler. Arkadaki henüz
kendilerine katılmamış olanlar için korku ve
üzüntü söz konusu değil diye onlar adına sevinçlidirler.
171- Onların sevinci Allah'tan gelen nimet ve lütuf ile
O'nun müminlerin mükâfatını kayba
uğratmayacağı müjdesinden kaynaklanıyor.
172- O müminler ki, yaralandıktan sonra Allah'ın ve
peygamberin savaşma çağrısına uydular,
onlardan "İhsan" (Allah'ı görüyormuş
gibi ibadet etmek -Mütercim-) ilkesine uyanlar ile takva
sahiplerini büyük bir ödül beklemektedir.
173- O kimseler ki, insanlar kendilerine "Düşmanlarınız
size saldırmak için yığınak yaptılar,
onlardan korkmalısınız"dediklerinde, bu sözden
imanları daha güçlenerek `Allah bize yeter, O ne güzel bir
vekildir" dediler.
174- Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri
döndüler, kendilerine hiçbir zarar dokunmadı,
Allah'ın rızasına uydular. Hiç kuşkusuz Allah
büyük lütuf sahibidir.
175- O şeytan sizi yardakçıları ile korkutur, o
halde eğer gerçekten mümin iseniz onlardan değil,
benden korkunuz.
Yüce Allah mümin kalplerde kader ve ecel hakikatini iyice
belirginleştirmek, münafıkların "Eğer
bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi" sözleriyle
öldürülenler hakkında yaydıkları; kuşku,
karışıklık ve hayıflanma
duygularını: "De ki; Eğer doğru söylüyorsanız
ölümü kendi başınızdan savın bakalım"
meydan okuyuşuyla bertaraf etmek istemiştir.
Yüce Allah, bu değişmez hakikatin eşiğinde
mümin kalpleri huzura kavuşturduktan sonra, bu kalplerin
huzur ve güvenini artırmak için Allah yolunda öldürülen
-Allah yolunda öldürülen, kalplerini bu mananın
dışındakilerden arındıran ve diğer tüm
şartlardan soyutlananlardan başkası şehid
değildir- şehidlerin varacağı sonucu açıklamayı
dilemiştir. Bu şehidler diridirler. Bütün hayat
özelliklerine sahiptirler. Onlar, Rabblerinin yanında "rızıklanmaktadırlar".
Rabblerinin fazlından verdiği ile sevinmektedirler.
Geride kalan müminlere vardıkları sonucu müjdelemek
istemektedirler. Ayrıca geride kalan kardeşlerinin
yaşadığı olaylarla da ilgilenmektedirler.
Kuşkusuz bütün bunlar; yararlanma, müjdeleme, ilgilenme,
etki etme ve etkilenme dediğimiz hayat belirtileridir. Onlar,
elde ettikleri Allah'ın fazlı ve O'nun yanındaki
makam ve rızkın yanında hayat ve olaylarla
ilişki içindeyken ayrılıklarından dolayı
duyulan bu hasret de ne oluyor? İnsanların, dipdiri
şehidle geride kalan kardeşlerine ilişkin düşüncelere
koydukları mesafe de nerden çıktı? Burada ve orada
sürekli Allah'la birlikte olan müminlerin nazarında,
mesafelerin ve engellerin hiçbir değeri yokken, bu hayatla
hayat sonrası alem arasında konulan bu engel de nedir?
Bu büyük gerçeğin iyice belirginleşmesi,
olayları değerlendirmede büyük önem arzetmektedir.
Bir kere o, farklı hayat çeşitleri ve durumlarıyla
birlikte varlıkların hareketine ilişkin düşünceyi
de dengeler. -Hatta yeni baştan inşa eder. Artık bu
bir sürekliliktir, kesintiye uğramaz. Çünkü ölüm
yolculuğunun sonu değildir. Hatta ölüm öncesiyle
sonrası arasında mutlak anlamda bir engel de söz konusu
değildir.
Kuşkusuz bu, müminlerin hayat ve ölümü karşılayışlarına
ve buradan orayı tasavvur edişlerine ilişkin
duygularda büyük etkisi bulunan yepyeni bir bakış açısıdır.
"Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız.
Aksine onlar yaşıyor ve Allah katında besleniyorlar."
Ayet, Allah yolunda öldürülen, böylece hayattan ayrılıp
gözlerden uzaklaşanların "ölü" sayılmasını
yasaklayan bir hükümdür. Ayrıca onların "Rabbleri
katında diri olduklarını" da isbat eden bir
nasstır. Bu yasaklama ve isbatı canlılara özgü
bir sıfat takip etmektedir. Onlar "besleniyorlar."
Bununla beraber -şu fani dünyada yaşayan- bizler,
sahih hadislerin bildirdiklerinin dışında
şehidlerin sürdüğü hayatın şeklini
bilemiyoruz. Ancak herşeyi bilen ve herşeyden haberdar
olanın zatından gelen bu doğru nass, tek
başına ölüm ile hayat ve her ikisinin arasındaki
ayrılık ve bütünlüğe ilişkin
anlayışımızı değiştirmeye
yeterlidir. Aynı zamanda meydana gelen olayların gerçek
mahiyetinin bizim algıladığımız
dış görünüşleri gibi
olmadıklarını öğretmeye de yeterlidir.
Çünkü biz, mutlak hakikatlere ilişkin
anlayışımızı,
algıladığımız dış belirtilere
dayandırmaktayız. Bu da hakikati bütünüyle kavramak
için yeterli değildir. O halde bu konuda gerçeği açıklamaya
kadir yüce Allah'ın açıklamasını beklemekten
başka seçeneğimiz yoktur.
Onlar bizim gibi insandırlar. Öldürülüyorlar, dış
görünüşünü bildiğimiz hayattan kopuyorlar. Bize göründüğü
kadarıyla hayattan ayrılıyorlar. Ancak onlar, "Allah
yolunda öldürüldükleri" ve
O'nun uğrunda her türlü nimetten; cüz'î ve küçük
amaçlardan soyutlandıkları, ruhlarını Allah'a
bağladıkları ve O'nun yolunda canlarıyla mücadele
ettikleri... Evet onlar bu şekilde öldürüldükleri için
yüce Allah, dosdoğru bir haberle onların "ölüler"
olmadıklarını bize bildirmekte ayrıca onlara
ölü dememizi yasaklamaktadır. Kendi katında diri
olduklarını te'kid etmekte ve onların
beslendiklerini bildirmektedir. Allah'tan gelen rızkı
canlılar gibi almaktadır bunlar. Nitekim yüce Allah,
onlarda bulunan diğer hayat belirtilerini de bildirmektedir:
"Allah'ın keremiyle kendilerine sunduğu
nimetlerden dolayı sevinç içindedirler."
Allah'ın rızkını sevinerek
karşılıyorlar; çünkü onlar bunun yüce Allah'ın
kendilerine karşı bir lütfu olduğunu
algılıyorlar. Bu da, yüce Allah'ın onlara kendi
yolunda öldürülmesinden hoşnut olduğunun
kanıtıdır. O halde O'nun hoşnutluğunun göstergesi
olan rızkından çok, onları ne sevindirebilir?
Sonra onlar geride kalan kardeşleriyle de ilgileniyorlar.
Yüce Allah'ın mücahid müminlere olan hoşnutluğundan
bildiklerini müjdelemek istiyorlar:
"Arkadaki henüz kendilerine katılmamış
olanlar için korku ve üzüntü söz konusu değil diye onlar
adına sevinçlidir."
"Onların sevinci Allah'tan gelen nimet ve lütuf ile
O'nun müminlerin mükâfatını kayba
uğratmayacağı müjdesinden kaynaklanıyor."
Onlar "Arkalarındaki henüz
kendilerine katılmamış" kardeşlerinden
uzaklaşmamışlar ve onlarla bağlarını
koparmamışlardır. Çünkü onlar, beraberlermiş
gibi "diridirler" dünya
ve ahirette elde ettikleriyle müjdeliyorlar birbirlerini,
müjdelerinin içeriğini de "kendilerinde korku ve
üzüntü söz konusu olmadığı" gerçeği
oluşturmaktadır. Kuşkusuz onlar bunu öğrendiler,
"Rabblerinin katında" 'ki hayat O'nun nimet
ve fazlından elde ettikleri lütuflar, bunun gerek müminlere
karşı Allah'ın bir iyiliği olduğuna ve
O'nun müminlerin ecrini zayi etmeyeceğine olan kesin inançlarıyla
ikna olmuşlardır.
Şehidlerin, -Allah yolunda öldürülen- gerçekleştirmediği
hangi hayat belirtisi kaldı ki? Arkalarında kendilerine
katılmamış kardeşlerinden ne ayırabilir
onları? Hangi şey canlılar ve hayatla ilişki içinde
olmakla beraber, yüce Allah'ın katına yapılan
yolculuktan dolayı; gıpta, hoşnutluk ve
yakınlık duyulacak bu aşamayı arkalarında
kendilerine katılmamışların ruhlarında
meydana getirebilir?
Bu -Allah yolunda olduğu zaman- ölüm kavramında,
canlarıyla cihad edenlerin ölüm karşısındaki
duygularında ve arkalarında kalanların
ruhlarında gerçekleştirilen büyük bir değişikliktir.
Aynı zamanda bu, dünyanın çerçevesini ve basit hayat
görüntülerini aşmak suretiyle, hayatın
alanının belirtilerini, şekillerini daha da
genişletmektir. Onun böylesine geniş ve büyük bir
sahayı kapsaması, bir şekilden başka bir
şekle, bir hayattan başka bir hayata geçişte
belleklerimizde ve düşüncelerimizde oluşan engelleri
etkisiz hale getirmektedir.
Bu ve benzeri Kur'an ayetlerinin müslümanların
kalplerine yerleştirdiği bu yeni anlayışa
uygun olarak aziz mücahidler -Allah yolunda- şehadet talep
etmeye yöneltiliyorlar. (Bazı örneklerini savaşı
ele aldığımız sözlerimizin başında
anlatmıştık; oraya başvurulabilir.)
Bu büyük gerçeğin yerleşmesinden sonra, savaş
alanında şehid düşenler tarafından Rabbleri
katında kendileri için hazırlanan nimetlerle müjdelenenler
"müminler"dir. Bunlardan söz edilmekte, kim oldukları
belirtilmekte, özellikleri, nitelikleri ve Rabbleriyle olan
hikayeleri anlatılmaktadır:
"O müminler ki yaralandıktan sonra Allah'ın ve
peygamberin savaşma çağrısına uydular.
Onlardan "ihsan" ilkesine uyanlar ile tak va
sahiplerini büyük bir ödül beklemektedir."
"O kimseler ki insanlar kendilerine `Düşmanlarınız
size saldırmak için yığınak yaptılar,
onlardan korkmalısınız' dediklerinde bu sözden
imanları daha güçlenerek `Allah bize yeter. O ne güzel bir
vekildir' dediler."
"Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri
döndüler, kendilerine hiçbir zarar dokunmadı.
Allah'ın rızasına uydular. Hiç kuşkusuz
Allah, büyük lütuf sahibidir."
Onlar, bu acı çarpışmanın ertesi günü,
beraberinde tekrar savaşmak için Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun) tarafından çağrılan
kişilerdir. Üstelik yaralardan dolayı bitkin düşmüşler,
daha dün savaş alanında ölmekten kıl payı
kurtulmuşlardı. Saldırının korkusunu,
yenilginin acısını ve felaketin şiddetini henüz
unutmamışlardı. Aldıkları bunca yarayla
beraber birçok yiğitlerini de kaybetmişlerdi.
Sayıları da azdı.
Ancak Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onları
çağırıyordu.. Yalnız onları...
-Bazılarının söyleyebileceği gibi,
onları güçlendirmek ve sayılarını
artırmak için- savaşa katılmayanların
kendisiyle birlikte gelmesine müsaade etmemişti.. Onlar da
çağrıyı kabul ediyorlar. Resulullah'ın çağrısına
uyuyorlar -ayetlerin akışının
yerleştirdiği, özü itibariyle ve anlayışlarında
da böyle yer ettiği gibi bu aynı zamanda Allah'ın
çağrısıdır- Böylece kendilerine yara isabet
ettiği, büyük zarara uğradıkları ve
yaralarla bitkin düştükleri halde Allah'ın ve Resulü'nün
çağrısına koşmuşlardır.
Kuşkusuz Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
onları çağırıyordu. Yalnız onları...
Bu çağrı ve ondan sonra gelen icabet, içinde çeşitli
ilhamları taşımakta ve bir kısmına
değineceğimiz büyük hakikatleri göstermektedir.
Bununla Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
müslümanların gönüllerinin ve duygularının
buluştuğu noktanın; yenilgi, acı, eziyet ve
yaralarla dolu olmamasını dilemiş olabilir. Bu yüzden,
gönüllerinde bunun bir deneme ve imtihan olduğunu, yoksa
yolun sonu olmadığını yerleştirmek için
Kureyş'i takip etmeye ve onları kovmaya çağırmaktadır.
Kuşkusuz onlar hâlâ güçlüdürler. Galip düşmanları
da zayıftır. Bu olay bir kere oldu ve geçti artık.
Nitekim onlar da zaaf ve dağılmaktan kurtulup Allah ve
Resulü'nün çağrısına uyunca üstünlük sağlamışlardı.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) müşriklerin
gönüllerinde ve duygularında zafer sarhoşluğunun
uzun sürmemesini dilemiş olabilir. Bu yüzden dünkü savaşta
hazır bulunanlardan arta kalanlarla Kureyş'i takip
ediyor. Böylece Kureyş'in müslümanlara karşı amaçlarına
ulaşamadıklarını ve kendilerini takip edip
tekrar saldıracak kişilerin
kaldığını hissetmelerini sağlıyordu.
Siyer rivayetlerinde anlatıldığı gibi
bunlar gerçekleşmiş olaylardır. Belki de
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bununla müslümanların
ve onların ötesinde tüm dünyanın, yeryüzünde
varolan bu yepyeni gerçeğin yerleştirdiğini
duyumsamamalarını dilemiştir. Kendisine
inananların ruhlarında herşeye bedel bir akidenin
varolduğu gerçeği... İnsanlık da ondan
başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadıklarını,
hayatlarında onun dışında bir amaçlarının
olmadığını, sırf bu akide için yaşadıklarını
bilsin istemiştir. Ayrıca ondan sonra kendileri için
herhangi bir şeyin kalmasını istemediklerini, onun
için harcayamayacakları, onun uğruna feda etmeyecekleri
hiçbir şeylerinin olmadığını bilmelerini
dilemiştir.
Kuşkusuz bu, o zaman için şu yeryüzünde yepyeni
bir olaydı. Bu yüzden -müslümanlardan sonra- tüm
yeryüzünün, bu olayın meydana gelişini ve büyük
gerçeğin varlığını hissetmesi kaçınılmazdı...
Hiçbir şey, bu büyük gerçeğin doğuşunu,
yaralı oldukları halde, Allah ve Resulü'nün çağrısına
koşanların, saf, heybetli ve korkutucu bir şekilde;
sırf Allah'a dayanıp güvenerek, insanların sözlerine,
-Ebu Süfyan'ın elçisinin bildirdiği gibi-
Kureyş'in toparlanmasıyla korkutmalarına ve münafıkların
Kureyş'in yapacaklarını abartmalarına
aldırmadan tekrar savaşa çıkışları
kadar ifade gücüne sahip değildir:
"O kimseler ki insanlar kendilerine `Düşmanlarınız
size saldırmak için yığınak yaptılar,
onlardan korkmalısınız' dediklerinde bu sözden
imanları daha güçlenerek `Allah bize yeter, O ne güzel
vekildir ' dediler."
Şu heybetli ve ürpertici tablo, bu büyük gerçeğin
doğuşunun kesin bir ilânıdır... Bütün
bunlar, Peygamberin hikmetli uygulamasının işaret
ettiği bazı gerçeklerdir.
Bazı siret rivayetleri, bu yaralanma ve Resulullah'ın
(salât ve selâm üzerine olsun) çağrısına
koşma olayını detaylı anlatmaktadırlar.
Muhammed bin İshak şöyle der: Bana Abdullah b.
Harice b. Zeyd b. Sabit Hz. Osman'ın kızı
Aişe'nin kölesi Ebu Saib'den anlattı;
Resulullah'ın Beni Abdul Eşhel'den olan bir
arkadaşı Uhud savaşını görmüş ve
şöyle anlatmıştı: Ben ve kardeşim
Resulullah'la birlikte Uhud'a katılmış ikimiz de
yaralı geri dönmüştük. Resulullah'ın (salât ve
selâm üzerine olsun) müezzini düşmanı takibe çıkacağını
duyurunca, kardeşime -belki de kendime- şöyle dedim:
"Resulullah'la birlikte savaşa çıkmayı kaçıracak
mıyız? Vallahi binecek bir hayvanımız
olmadığı gibi ağır yaralıydık
da. Buna rağmen Resulullah'la (salât ve selâm üzerine
olsun) beraber çıktık. Benim yaralarım daha
hafifti, kardeşim ağırlaşınca müslümanların
konakladığı yere kadar onu sırtımda
taşıdım."
İbn-i İshak şöyle der: Uhud savaşı
Şevval ayının onbeşinde olmuştu,
onaltıncı gecenin sabahında Resulullah'ın (salât
ve selâm üzerine olsun) müezzini halkı düşmanı
takip etmeye çağırıyordu. Bu arada dün bizimle
beraber olmayanlar bugün bize katılmasınlar diyordu.
Bunun üzerine Cabir b. Abdullah b. Amr b. Haram, Resulullah'a
gelerek şöyle dedi: Ya Resulullah, babam, aralarında
bir erkek bırakmadan bu kadınları terk etmemiz ne
sana ne de bana yakışmaz diyerek beni, yedi kız
kardeşime bakmam için geride bıraktı. Ve bana
"Resulullah'la birlikte savaşa çıkmaya seni
kendime tercih etmem ve burada kardeşlerini koru"
diyerek beni geri bıraktı. Ben de onlarla birlikte
kaldım. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) onun kendisiyle birlikte çıkmasına müsaade
etti.
Allah'tan başka güvence tanımayan, O'ndan
hoşnut olan, O'nunla yetinen, zorluk
karşısında imanları artan ve insanların
kendilerini düşmandan korkutmaları
karşısında "Allah
bize yeter, O ne güzel vekildir" diyen
büyük ruhlarda bu büyük gerçeğin yer etmesi için işte
böyle yardımlaştılar onlar.
Sonuç da, beklendiği ve sırf Allah'a dayanıp güvenen,
O'nunla yetinen ve O'ndan başka herşeyden soyutlananlara
Allah'ın vaadettiği gibi oldu:
"Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri
döndüler. Kendilerine hiçbir zarar dokunmadı.
Allah'ın rızasına uydular."
Kurtuldular -hiç kötülük görmeden- Allah'ın
hoşnutluğunu elde ettiler. Kurtuluş ve
hoşnutlukla geri döndüler.
"...Allah'tan gelen bir nimet ve lütufla..."
İşte bu noktada ayet-i kerime onları
bağışlar konusunda ilk sebebe döndürüyor: Allah'ın
dilediğine, verdiği nimet ve bolluğa... Bu arada
heybetli konumlarını da zikretmeyi ihmal etmiyor.
Çünkü onlar bu konumlarıyla işi Allah'ın nimet
ve fazlına döndürüyorlar. Zaten bu, her iyiliğin döndüğü
büyük esastır. Onların bu konumları da bu sonsuz
nimetin bir yönünü oluşturmaktadır.
"...Allah büyük lütuf sahibidir."
Bununla yüce Allah, bu durumlarını, bu
konumlarını, ölümsüz kitabında ve evrenin her
tarafında yankılanan kelamında tescil etmektedir.
Kuşkusuz bu; harika bir tablo ve şerefli bir konumdur.
İnsan bu tabloya ve konuma bakınca bu cemaatin bünyesinin
bir günle gece arasında tamamen değiştiğini,
olgunlaştığını, durulduğunu,
üzerinde bulundukları yerle mutmain olduklarını, düşüncelerindeki
kapalılığı giderdiklerini, her işi
ciddiyetle ele aldıklarını, daha dün saflarda ve
düşüncelerde baş gösteren kararsızlık ve
kargaşadan kurtulduklarını hissediyor. Oysa bu
kitlenin dünkü konumlarıyla şimdiki konumları
arasında sadece bir gece geçmişti. Fark ne kadar da büyük...
Mesafe ne kadar da uzak!
Kuşkusuz acı tecrübeler, olayların
şiddetle sarstığı ruhlara
yapacağını yapmıştır.
Kapalılık giderilmiş, kalpler
uyandırılmış, ayaklar sabitleşmiş ve
ruhlar azim ve kararlılıkla dolmuştur.
Evet... Acı imtihanlardaki Allah'ın lütfu son derece
büyüktür.
Sonunda bu bölüm, korku, panik ve ümitsizliğin sebebini
açıklayarak son bulmaktadır. Buna göre dostlarını
korku ve dehşetin kaynağı kılan, onlara güç
ve heybet görüntüsü kazandıran şeytandır. Bu yüzden
müminin, şeytanın hîlesini bozması ve çabasını
boşa çıkarması gerekmektedir. Öyleyse şu
şeytanın dostlarından korkmamalıdırlar ve
onlardan ürkmemelidirler. Yalnız ve yalnız Allah'tan
korkmalıdırlar. Korkulması gereken, kuvvetli, güçlü
ve Kahhar olan Omdur çünkü.
"O şeytan sizi yardakçıları ile korkutur.
O halde eğer gerçekten mümin iseniz onlardan değil,
benden korkunuz."
Dostlarının durumunu olduğundan büyük
gösteren, onlara güç ve kuvvet kisvesi giydiren, kalplere onların
güç ve iktidar sahibi oldukları, fayda ve zarar
dokundurmaya güçleri yettiği duygusunu salan bizzat
şeytandır. Bununla arzu ve amacını yerine
getirmeyi, yeryüzünde kötülük ve bozgunculuğun gerçekleşmesini,
başların kendi önünde eğilmesini, kalplerin
kendisine uymasını, kendisine karşı bir itiraz
sesinin yükselmemesini, kimsenin kendisine isyan edip şer ve
bozgunculuktan alıkoymaya kalkışmayı düşünmemesini
dilemektedir.
Şeytan, batılın yaygınlaşmasında,
kötülüğün artmasında ve hiç kimsenin karşı
duramayacağı, hiçbir savunmanın
engelleyemeyeceği, hiçbir muhalifin yenemeyeceği
şekilde; güçlü, kuvvetli, caydırıcı ve
zorba olmasından yarar ummaktadır. Şeytan,
işin böyle olmasında yarar ummaktadır. Çünkü
O'nun dostları, korku ve endişe perdesi altında,
terör ve zorbalığın gölgesinde, yeryüzünde onun
direktiflerini uygulamaktadırlar. Böylece iyiliği kötülüğe,
kötülüğü de iyiliğe çevirirler. Bozgunculuk, batıl
ve sapıklığın
yaygınlaşmasını sağlarlar. Hakk'ın,
doğruluğun ve adaletin sesini gizlerler. Kendilerini
yeryüzünde kötülüğün koruyucusu, iyiliğin katili
tanrılar yerine koyarlar. Kimsenin kendisine isyan etmesine,
karşı çıkmasına, önderlik makamından
uzaklaştırmasına müsade etmezler. Hatta hiç
kimsenin yaygınlaştırdıkları
batılı küçümsemesine ve susturdukları
Hakk'ı ortaya çıkarmasına bile göz yummazlar.
Hileci, aldatıcı ve hain şeytan, dostların
arkasına gizlenir, vesvesesine râm edemediği kimselerin
gönüllerine onlarla korku salar. İşte burada yüce
Allah O'nun hile ve tuzaklarını, hiçbir kisvenin
gizleyemeyeceği şekilde ortaya çıkarmakta ve ondan
sakınabilmeleri için onun gerçek mahiyetini, hile ve
tuzaklarının gerçek durumunu müminlere
göstermektedir. O halde şeytanın dostlarından
çekinmemelidirler ve onlardan korkmamalıdırlar. O ve
dostları, Rabbine sığınan, O'nun gücüne
dayanan müminin kendilerinden korkmayacağı kadar
zayıftırlar. Kuşkusuz, korkulup endişe
duyulacak tek güç, fayda ve zarar dokundurabilen güçtür. O da
Allah'ın gücüdür. Allah'a iman edenler yalnızca O'nun
gücünden korkarlar. Onlar sadece O'ndan korktukları sürece
herkesten daha güçlü olurlar. Yeryüzünde hiçbir güç onların
karşısında duramaz olur. Ne şeytanın ne
de dostlarının gücü...
"...Müminseniz onlardan değil benden korkunuz"
TESELLİ
Olayların sunulması ve değerlendirilmesinin
sonunda ayetlerin akışı Resulullah'a (salât ve
selâm üzerine olsun) yönelmekte; kâfirlerin küfürlerinden
dolayı mübarek kalbinde oluşan keder ve hüzün
üzerine, kendisini teselli edip desteklemekte ve bu durumun yüce
Allah'a hiçbir zarar dokunduramayacağı
bildirilmektedir. Bu Allah'ın bir denemesidir ve O'nun
takdiri doğrultusunda meydana gelmektedir. Kuşkusuz yüce
Allah onların yaptıklarını, küfürlerini ve
ahirette kendilerini bekleyen yoksunluklarını
bilmektedir. Bu yüzden onların küfür içinde sonuna kadar
yüzmelerine müsaade etmektedir. Oysa onlara hidayet sunulmuştu.
Onlarsa küfrü tercih etmişlerdi. Bu yüzden küfür içinde
yüzer durumda bırakıldılar. Günahlarının
artması için hem zaman hem de rahatlık
bakımından kendilerine süre veriliyor. Bu mühlet ve
süre omuzlarına bir vebal, başlarına bir
musibetten başka birşey değildir. Olayların
sunulması, her olayın arkasında gizli,
Allah'ın hikmet ve planını açıklanmasıyla
son bulmaktadır. Kuşkusuz müminlerin denenmesi ve
kafirlerin bir süre bekletilmesinin ardında pisin temizden
ayrılması bulunmaktadır. Kuşkusuz kalplerin
durumu, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı
gaybın kapsamındadır. İnsanların herhangi
birşey bilmesi söz konusu değildir. Ancak yüce Allah
bu gaybı, insana, münasip bir şekilde ve onun
algılayacağı bir yöntemle ortaya çıkarmayı
dilemiştir. Müminlerin denenmesi ve kafirlere süre tanınması,
kalplerin gizliliklerinin ortaya çıkması, pisin
temizden ayrılması, müminlerin Allah'a ve Resulü'ne
kesin ve yakinî bir şekilde bağlanmaları
amacına yöneliktir.
|
|
O |
|
O |
|