O |
|
O |
|
165- Karşı tarafa iki katını
tattırdığımız musibet, bu kez sizin
başınıza gelince "Bu nereden geldi?"
demediniz mi? De ki; "O musibet kendinizden kaynaklandı."
Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter.
166- İki topluluğun
karşılaştığı gün başınıza
gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu
musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için meydana geldi.
167- Bir de münafıkları ayırd etmesi içindi.
Onlara "Geliniz, Allah yolunda savaşınız, ya
da savunma yapınız "
denince "Eğer
savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik "
dediler. O gün onlar imandan çok
küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi
ağızları ile söylüyorlardı. Hiç kuşkusuz
Allah, onların gizli tuttukları duyguları çok iyi
bilir.
168- Onlar, evlerinde oturup savaşa katılan
kardeşleri için "Eğer bizim sözümüzü
dinleselerdi, öldürülmezlerdi"diyenlerdir. De ki; "Eğer
doğru söylüyorsanız, ölümü kendi başınızdan
savın bakalım."
Yüce Allah; sancağını taşıyan ve
akidesine inanan dostlarına yardım etmeyi üzerine almıştır.
Ancak bu yardımı, kalplerinde iman gerçeğinin
olgunlaşmasına, düzen ve hayat tarzlarında
imanın gereklerini yerine getirmelerine, güçleri oranında
hazırlık yapmalarına ve imkanları nisbetinde
çaba sarf etmelerine bağlamıştır.
İşte Sünnetullah budur. Ve Sünnetullah'ta hiç kimse
kayırılmaz. Müslümanlar ne zaman bu işlerden
birinde bir eksiklik yaparlarsa, bu eksikliğin sonucuna
katlanmalıdırlar. Çünkü müslüman oluşları,
kendileri için adetin bozulmasını ve kanunun iptalini
gerektirmez. Onlar, hayatlarının tümünü
Sünnetullah'a uydurmak ve ilahi kanunlar doğrultusunda düzenlemekten
dolayı müslümandırlar zaten.
Ancak müslümanlıkları boşa gitmeyecektir,
ziyan olmayacaktır. Çünkü teslimiyetleri Allah içindir.
Allah'ın sancağını taşımaları,
O'na uymaya gayret etmeleri ve O'nun metoduna tabi
olmalarından dolayı, hataya uygun düşen, acı,
yara ve kayıpları tattıktan sonra bu hatayı
iyiliğe çevirmek akidenin daha bir netleşmesi,
kalplerin daha iyi arınması, safların iyice
temizlenmesi, onları vaad edilen zafere
yaklaştırması, böylece hayır ve bereketle
sonuçlandırması yüce Allah'ın şânındandır...
Müslümanlar hiçbir zaman Allah'ın korumasından, gözetiminden
ve yardımından uzaklaştırılmazlar. Aksine,
yolda başlarına birtakım darbeler, acı ve
sıkıntılar geldikçe, Allah tarafından hep yol
azığıyla desteklenmişlerdir.
Bu açıklık ve kesinlikle beraber yüce Allah,
meydana gelen olaydan dolayı paniğe kapılıp
sorular sorup duran müslüman kitleyi ele almakta, onlara
takdirinden kaynaklanan uzak hikmeti açıkladığı
gibi kendi davranışlarından kaynaklanan yalçın
sebebi de ortaya çıkarmaktadır. Bu arada münafıkları
da, ne sakınmanın ne de geride kalıp oturmanın
kendisinden koruyamadığı ölüm gerçeğiyle yüzyüze
getirmektedir:
"Karşı tarafa iki katını
tattırdığımız musibet
başınıza gelince `Bu nereden geldi?' demediniz mi?
De ki; O musibet kendinizden kaynaklandı. Hiç şüphesiz
Allah'ın gücü herşeye yeter."
Müslümanların Uhud'da başlarına bir felaket
geldi. Bu acı günde karşılaştıkları
bunca yara ve acıların dışında
ayrıca yetmiş şehid verdiler. Müslüman oldukları
halde Allah'ın düşmanı müşrikler onlara
galip geldi. Halbuki onlar müslümandılar ve Allah yolunda
cihad ediyorlardı. Fakat aslında bu felaketi tadan müslümanlar,
bunun iki katını müşriklere isabet ettirmekle daha
üstün durumda idiler; çünkü Bedir günü Kureyş'in ileri
gelenlerinden yetmiş tanesini öldürmekle benzeri bir
musibeti düşmanlarının başlarına
getirmişlerdi.
Müslümanlar aynı galibiyeti Uhud
savaşının başlangıcında, henüz
Allah'ın ve O'nun Resulünün emrine uyuyorlarken, ganimet
arzusu karşısında zaafa kapılmàmışken
ve mümin gönüllerde yer etmemesi gereken duygular ruhlarında
depreşmemişken tekrar elde ediyorlardı.
Onlar panik içinde sorup duruyorlarken yüce Allah bütün
bunları onlara hatırlatıyor ve meydana gelen
olayı direkt yakın sebebine döndürüyor:
"...De ki; O musibet kendinizden kaynaklandı."
İş konusunda sarsıntı geçiren, bozulan ve
çekişen bizzat sizin nefsinizdir. Allah ve Resulünün
şartını yerine getirmeyen sizdiniz. Arzu ve
heveslerin etkilediği, kendi nefsinizdi. Resulullah'ın
emrine ve savaş stratejisine isyan eden sizdiniz. Bu sonuç
meydana gelmesini istemediğiniz şey. Sopra da "bu
nasıl olur?" diyorsunuz. Sünnetullah'ta kendi
durumunuza uygun olanıyla
karşılaştınız. Müslüman veya müşrik
olsun insan kendini Sünnetullah'ın işleyişine
sundu mu gerekli karşılığı alacaktır.
Hiç kimsenin kayırılması için bu kanun bozulmaz.
Bir kere, insanın ilk önce Allah'ın sünnetine kendini
uydurması, teslimiyetin olgunluk derecesini göstermektedir.
"Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye
yeter."
Gücünün gereği, sünneti uygulaması, kanunuyla hükmetmesi,
her işin hükmü ve iradesi uyarınca hareket etmesi ve
varlık alemini, hayatı ve olayları
dayandırdığı yasalarını askıya
almamasıdır.
Bununla beraber, her işin ötesinde gördüğü bir
hikmetten dolayı Allah'ın takdiri yer almaktadır.
Meydana gelen her olayın, her hareketin, her gelişmenin
ve bütün evrende yeralan her akışın ötesinde
Allah'ın takdiri sürekli mevcuttur.
İLÂHÎ KANUN
"Îki topluluğun
karşılaştığı gün başınıza
gelen musibet Allah'ın izni ile gerçekleşti."
Hiçbir şey rastlantı sonucu ve boşuna meydana
gelmemiştir. Faydasız ve başıboş da
değildir. Her hareket, şu evrenin
yaradılışında planlanmış ve
kendisine özgü sebep ve sonuçları olan bir kadere göre
hareket etmektedir. Bütün hareketler, -bozulmaz, askıya
alınmaz ve hiç kimseyi kayırmaz sağlam adet ve
kanunlara uygun meydana gelmekle beraber- belirlenen
proğramları plânında gizli bir hikmeti gerçekleştirmekte
ve hep birlikte evrenin nihai "proje"sini
tamamlamış olmaktadırlar.
İslâm düşüncesi bu alanda, insanlık tarihi
boyunca hiçbir düşüncenin ulaşmadığı
bir evrensellik ve dengecilik düzeyine ulaşmıştır.
Evrende değişmez bir kanun ve kesin kurallar
vardır. Değişmez kanunun ve kesin kuralların
ötesinde de etkin bir irade ve serbest ilahi meşiyet
vardır.
Bu kanun, kurallar, irade ve meşiyetin ötesinde de herşeyin
çerçevesinde cereyan ettiği ince bir hikmet
yatmaktadır. Aralarında insan da olmak üzere herşey
hakkında hükümran olan bu kanun ve geçerli olanlar da bu
kurallardır. İnsan, özgür iradesinin ürünü
hareketleri ve kendi düşünce ve değerlendirmesinin
sonucu davranışları neticesinde bu kurallarla
karşılaşır, böylece kuralların
işlemesini sağlar ve onlardan etkilenir. Ancak, bütün
bunlar, Allah'ın kaderi ve dileyişi uyarınca
meydana gelmekte, aynı zamanda O'nun hikmet ve takdirini gerçekleştirmektedir.
İnsanın iradesi, düşüncesi, hareket ve davranışları
Allah'ın adet ve kanununun bir parçasıdır.
İnsan bütün yaptıklarını bunlarla yapar.
Allah, çizdiği kader ve plan çerçevesinde gerçekleştirdiği
herşeyi bu adet ve kanun sayesinde gerçekleştirir. Hiçbir
şey bu adet ve kanunun dışına çıkamaz.
Onlara karşıt olamaz, Allah'ın iradesini ve
takdirini bir kefeye, insanın irade ve faaliyetlerini de
karşıt kefeye koyanların düşündükleri gibi
faaliyetine karşı koyamazlar. Asla!.. İslâm düşüncesinde
durum böyle değildir. Çünkü insana; varlığını,
düşüncesini, iradesini, takdirini, değerlendirme
yeteneğini ve yeryüzünde faaliyet imkânını
bahşederken, bunlardan hiçbirini, kendi sünnetine zıt,
yüce iradesine muhalif kılmamıştır. Şu büyük
evrene ilişkin kaderinin ötesindeki nihai hikmetin dışına
da çıkamaz. Ancak yüce Allah, insanın takdir edip
idare etmesini, hareket etmesini, etkilenmesini, Sünnetullah'la
karşılaşıp onlara uymasını, bu
karşılaşmanın insana verilecek
karşılığını; lezzet, acı,
rahatlık, yorgunluk, mutluluk ve bedbahtlık
şeklinde tam olarak almasını, bu
karşılaşma ve sonucunun ötesindeki herşeyi
kuşatan kaderinin ahenk ve denge içinde gerçekleşmesini
sünnetin ve takdirinin bir gereği
kılmıştır.
Uhud savaşında meydana gelen bu olaylar, evrensel ve
mükemmel İslâm düşüncesi hakkındaki sözlerimize
örnektir. Kuşkusuz yüce Allah müslümanlara, zafer ve
yenilgi hakkındaki sünneti ve şartını öğretmişti.
Onlar da bu sünnet ve şarta aykırı hareket
etmişlerdi. Bunun sonucunda da acı ve yaralarla
karşılaşmışlardı. Ancak mesele bu
noktada bitmiyor, çünkü bu karşı çıkmanın
ve acı çekmenin ötesinde, saftaki müminlerle münafıkların
ayrılması, mümin kalplerin arındırılması,
düşünce bulanıklığından, zaaf ve
eksikliklerden temizlenmesine ilişkin Allah'ın kaderinin
gerçekleşmesi yer almaktadır.
Bu da işlevi bakımından -acı ve
zararın ötesinde- müslümanlar için hayırlı
olmuştur. Kuşkusuz bu sonucu, Kanûn-u İlâhî uyarınca
elde etmişlerdi. Çünkü Allah'ın metoduna teslim olan,
bütün hayatlarında onu uygulayan müslümanlara yardım
edip onları gözetmek, sonuçta acılarını
tatmış olsalar bile işledikleri hataları nihai
hayırlarına bir araç kılmak Allah'ın sünnetidir.
Nitekim, acı çekme; arınma, eğitim ve
hazırlık için de bir araçtır.
Bu sert ve yalçın konumda müslümanların
ayakları rahatlamakta, kalpleri hiçbir kararsızlık,
sıkıntı ve şaşkınlık duymadan
tatmin olmaktadır. Çünkü onlar, Allah'ın kaderi ile yüz
yüzedirler. Hayatlarında O'nun kanunlarıyla hareket
etmektedirler. Onlar, yüce Allah'ın gerek kendilerine
gerekse çevrelerindekilere dilediğini
yapacağını biliyorlar. Çünkü onlar, yüce Allah'ın
onunla dilediğini gerçekleştirdiği kaderi için
birer hammadde konumundadırlar. İşledikleri tüm
yanlışlar ve doğrular -yanlışları ve
doğrularından dolayı
karşılaştıkları tüm sonuçlar Allah'ın
kaderi ve ince hikmeti ile hareket ettiğini ve bu yolda
hareket ettikleri sürece de kendilerini iyiliğe doğru götüreceğini
gayet iyi biliyorlar:
"İki topluluğun
karşılaştığı gün başınıza
gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu
musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için meydana
geldi."
"Bir de münafıkları ayırd etmesi içindi.
Onlara `Geliniz, Allah yolunda savaşınız' denince;
`Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden
gelirdik' dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar.
Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı.
Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttukları
duyguları çok iyi bilir."
Yüce Allah burada, Abdullah bin Ubey bin Selul ve
beraberindekilerin konumuna işaret etmekte ve onları
"münafıklar" diye adlandırmaktadır. Bu
noktada yüce Allah, onları ortaya çıkarmakta, müslüman
safları onlardan temizlemektedir, o günkü gerçek konumlarını
belirlemektedir: "...O gün onlar imandan çok küfre yakın
idiler..." Orada müslümanlarla müşrikler
arasında savaş çıkacağını
bilmediklerinden dolayı geri döndüklerini iddia ederken doğru
söylemiyorlardı. Gerçek neden bu değildi, onlar: "...kalplerinde
olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlar." Tamamen
akidenin kontrolüne bırakmadıkları kalplerinde
nifak vardır. Kişiliklerini ve beşerî değerlerini,
akide ve iman değerlerinin üstüne çıkarmışlardır.
Uhud günü Resulullah, (salât ve selâm üzerine olsun) görüşünü
kabul etmedi diye ayrılan münafıkların
başı Abdullah b. Ubey ne yaptıysa, bundan önce de
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) ilahî bir
mesajla Medine ye geldiğinde kendilerinin
başkanlıktan yoksun bırakılması ve
başkanlığı bu dine ve onun
taşıyıcısına vermesi
karşısında da aynı davranışı göstermişti.
Kalplerde bu vardı. Müşrikler, Medine'nin
kapılarına dayanmışken münafıkların
geri dönmelerinin sebebi buydu. Kendilerine "Geliniz
Allah yolunda savayız ya da savunma
yapınız" diyen gerçek müslüman Abdullah b.
Haram'a "Eğer
savaşmayı bilseydik mutlaka peşinizden
gelirdik" diyerek itiraz
etmeleri bundandı. İşte bu ayette yüce Allah
gerçek durumlarını ifşa ediyor:
"Hiç kuşkusuz Allah onların gizli
tuttukları duyguları çok iyi bilir."
Sonra, saflarda ve ruhlarda sarsıntının meydana
gelmesindeki konumlarını ortaya çıkararak sürüyor
ayet-i kerime:
"Onlar evlerinde oturup savaşa katılan
kardeşleri için `Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi
öldürülmezlerdi' diyenlerdir."
Özellikle başta kavmi arasındaki otoritesini sürdüren,
münafıklığı henüz daha ortaya çıkmamış
ve müslümanlar arasındaki mevkisinin sarsılmasına
neden olan bu vasıfla henüz vasıflandırılmamış
Abdullah b. Ubey olmak üzere, diğer münafıklar
ayrılık sonucu saflarda ve ruhlarda kargaşa ve
sarsıntı meydana getirmekle yetinmiyorlar:
"...Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi
öldürülmezlerdi" diyerek, savaştan sonra
şehid ailesi ve arkadaşlarının kalplerine
sarsıntı ve hayıflanma duygularını
yaşamaya çalışıyorlardı.
Böylece, ayrılmalarında bir hikmet ve maslahat
olduğunu, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun)
itaat edip uymakta da bir zarar ve ziyan olduğunu yaymak
istiyorlardı. En fazla da, Allah'ın çizdiği
kaderi, ecelin kesinliği, ölüm ve hayatın hakikati ve
bunların yalnızca Allah'ın kaderine
bağlılığı konusundaki saf İslâm düşüncesini
bozuyorlardı. Bu yüzden ayet-i kerime, bir taraftan
hilelerini bozmak, diğer taraftan İslâm düşüncesini
düzeltip onu bulanıklıktan kurtararak kesin ve
doğru olanı yerleştirmek suretiyle gerekli
karşılığı vermektedir:
"Eğer doğru söylüyorsanız, ölümü kendi
başınızdan samız bakalım."
Ölüm, hem cihada çıkan hem de evinde oturanı, hem
cesuru, hem korkağı, hülâsa herkesi alır götürür.
Ne hırs, ne korunma geri çeviremez ölümü. Korku ve geride
beklemek de ertelemez. Bunun en güzel kanıtı
tartışma götürmez pratik hayattır. Kur'an-ı
Kerimde bu pratik hayatla onlara cevap vermekte, iğrenç
hilelerini bozmakta, gerçeği yerine oturtmakta, böylece
müslümanların kalplerini sağlamlaştırıp
üzerine güven, huzur ve yakîn duygularını
akıtmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in savaştaki olayları sunarken,
olayların öncesinde, savaşın hemen arefesinde
meydana gelen bu olaya -Abdullah b. Ubey ve beraberindekilerin
savaştan geri kalmalarını- değinmeyi
ertelemesi, oluşun içinde bu noktaya yer bırakması
dikkat çekicidir.
KUR'AN EĞİTİMİ
Bu erteleme, Kur'an'ın eğitim metodunun belirgin
özelliklerinden birini taşımaktadır. Kuşkusuz
bu olayı, yerleştirdiği İslâm düşüncesinin
belli başlı kurallarını yerleştirmek,
yerleştirdiği gönüllere doğru duyguları
oturtmak ve değerler için koyduğu bu ölçüleri
belirlemek için ertelemişti. Sonra da "münafıklara",
davranışlarına, bundan sonraki uygulamalarına
işaret etmektedir. Çünkü ruhlar bu davranışları,
doğru düşünceden, doğru ölçütteki doğru
değerden sapmanın ürünü bu uygulamaları
algılayacak düzeye gelmiştir artık... İmanî
düşüncenin ve değerlerin müslümanın nefsinde böyle
yer etmesi, düşünce ve değerlerin gerçek mahiyetini,
iş ve şahısların gerçek ölçüsünü verecek
doğru ölçütlerin bu şekilde yerleştirilmesi
gerekmektedir. Bundan sonra, işleri ve
şahısları bu ölçüte göre değerlendirir
insan... Ve bu saf imanî duyguyla onlara, aydınlık ve
doğru hüküm uygulanabilir...
Bu ertelemede, eşsiz Kur'an metodunun bir başka
özelliği de gizlidir. Çünkü Abdullah b. Ubey -daha önce
değindiğimiz gibi- o ana kadar kavmi arasında
saygın bir konumdaydı. Bu yüzden "Şûra"
ilkesinin yerleşmesi ve uygulaması toplum içinde itibarı
olanların görüşüne başvurmayı
gerektirdiğinden Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
kendi görüşüne başvurmadı diye
kibirlenmişti. Bu büyük münafığın
uygulamaları müslümanların safında
sarsıntı ve düşüncelerinde karışıklıklar
meydana getirmişti. Nitekim bundan sonra öldürülenlere ilişkin
sözleri de gönüllere hasret, duygulara karışıklıklar
serpmişti. O'nun davranışlarının ve sözlerinin
küçümsenmesi, savaşın öncesinde meydana gelmesine rağmen,
Kur'an'ın sunuş tarzında öne alınması ve
bu işi yapmaya kalkışanların
vasıflarının "münafıklık
yapanlar" olarak adlandırılması gerçekten
anlamlıdır. Ayrıca bu davranışları
şu hayret sigasıyla -münafıkları görmez
misin- diye özetlemek ve en büyüklerinin adını veya
şahsını anmadan, yine bu davranışı
yapmaya kalkışan herkesin, hakettiği gibi iman
ölçeğinde onunla eşit durumda olmaları yüzünden
surenin akışında başka münafıkları
değerlendirdiği gibi münafıklar arasında
belirsiz olarak kalması için açıklamaması ve sona
bırakması bu eşsiz eğitim metodunun içerdiği
bir hikmet olsa gerektir.
ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLER
Kalpler huzura kavuşup vicdanlar, evrende yürürlükte
olan yasa, işlerin ötesindeki Allah'ın kaderi, bu
takdir ve planın arka planındaki hikmeti... Sonra
olması için yazılmış ecel ve geride
kalmanın erteleyemediği savaşa çıkmanın
çabuklaştıracağı; hırs, sakınma ve
tedbirin önleyemediği mukadder ölüm gerçeği ile
istikrar bulduktan sonra...
Evet bundan sonra ayetlerin akışı bir diğer
hakikati açıklamakla sürüyor. Hem özü hem de etkisi
itibariyle büyük bir hakikat... Allah yolunda öldürülenlerin
ölüler olmayıp diri oldukları hakikati... Onlar
Rabblerinin izinden, kendilerinden sonra oluşan hayattan ve
olaylarından kopmamışlardır. Bu cemaatin
yaptıklarından etkilendikleri gibi ona da etki
ediyorlar. Bilindiği gibi etki ve etkilenme hayatın
belirtisidir.
Ayet Uhud savaşında şehid düşenlerin
hayatı ile şehadetlerinden sonra meydana gelen olaylar
arasında sağlam bir ilgi kurduktan sonra, kendilerine
isabet eden bunca yaraya rağmen, Allah ve Resulü'nün çağrısına
karşılık veren, savaş alanını
bırakıp gittikten sonra Medine'ye
saldırmalarından korkup Kureyş'i takip eden,
Kureyş'in toparlanmasıyla kendilerini korkutmaya çalışan
insanlara aldırış etmeyip sadece Allah'a güvenip
dayanan ve bu konumlarıyla imanın anlamını ve
hakikatini gerçekleştiren bir grup müminin konumlarını
tasvir ediyor.
|
|
O |
|
O |
|