159- Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak
davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri
olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı.
Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af
dile, yapacağın işler hakkında onların görüşlerini
al, ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz
Allah kendisine dayananları sever.
160- Eğer Allah size yardım ederse sizi hiç kimse
yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa
O'ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece
Allah `a dayansınlar.
161- Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk
yapması söz konusu değildir. Kim bir yolsuzluk yaparsa
kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak
gelir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak
verilir, hiç
kimseye haksızlık edilmez.
162- Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın
gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun
varacağı yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir varış
yeridir!
163- Onların Allah katındaki dereceleri
farklıdır. Allah onların neler
yaptıklarını görmektedir.
164- Allah, müminlere kendi özlerinden bir peygamber
göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber
onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları
arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor.
Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde
idiler.
Bu bölümde yüce peygamberlik gerçeği eksenine
sıkı sıkıya bağlı birçok temel
gerçeği ve aynı zamanda kısa ifadelerin içerdiği
büyük esasları görürüz. Öncelikle Peygamber'in (salât
ve selâm üzerine olsun) ahlâkında, kalplerin üzerinde
toplanması, ruhların etrafında birleşmesi için
hazırlanan şefkatli, hoşgörülü, yumuşak ve
güzel tabiatın da somutlaşan ilahi rahmeti görürüz.
Aynı zamanda, İslâmî toplum hayatının
dayandığı temelin şûra olduğunu ve bunun
sonucunun dış görünüşü bakımından
acı da olsa yeri geldikçe emredildiğini görürüz.
Şûra ilkesinin yanında, verilen kararın büyük
bir kararlılık ve kesinlikle uygulanması ve yürütülmesi
ilkesini görürüz. Şûra ve uygulamanın yanında,
tasavvur, hareket ve düzenlemeyi tamamlayan Allah'a güvenip
dayanma gerçeğinin yeraldığını görürüz.
Ayrıca Allah'ın çizdiği kaderi görürüz. Herşeyin
neticede O'na döneceğine vakıf oluruz. Olaylar ve sonuçları
üzerinde kendisinden başka hiçbir etken gücün bulunmadığı
gerçeğini de kavrarız. Ganimet konusunda; ihanet, hile
ve ihtirastan sakındırmanın
yeraldığını görürüz. Değerlerin,
ölçülerin, kazanç ve zararın gerçeğini ortaya çıkaran
Allah'ın hoşnutluğuna uyanlar ile O'nun
hışmına uğrayanların arasındaki
kesin farkı gördüğümüz gibi... Bölüm, bu ümmete
peygamberini göndermekle yüce Allah'ın
yaptığı iyiliğin yüceliğini göstermekle
son buluyor. Öyle ki bu iyiliğin yanında, ganimetler
gibi çekilen acılar da çok küçük kalır.
Evet bütün bu hususlar şu az sayıdaki ayette
toplanmıştır:
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak
davrandın. Eğer sert ve katı kalpli biri
olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı.
Onları bağışla. Kendileri için Allah'tan af
dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini
al. Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz
Allah kendisine dayananları sever."
Ayetlerin akışı burada Resulullah'a ve O'nun
şahsında da Medine'den çıkmak için başta
öne atılan, sonra safları karışan ve böylece
savaş öncesinde üçte biri geri dönenlere, hitabını
tevcih etmektedir. Bunlar daha sonra O'nun emrine karşı
gelmiş, ganimet arzusuna yenik düşmüş ve
Resulullah'ın öldürüldüğüne ilişkin söylenti
karşısında zayıflık göstermişti.
Yine bunlar yenilerek topukları üzerinde geri dönmüş,
O'nun az kişiyle başbaşa ve yara bere içinde peşlerinde
çağırır halde bırakıp, buna rağmen
hiç kimseye dönüp bakmamış kişilerdi.
Peygamberin gönlünü hoş tutmak, müslümanların da
Allah'ın nimetini anlamalarını sağlamak için
onlara yönelmekte ve çevresinde kalplerin toplandığı
Peygamberin yüce ve şefkatli ahlâkında somutlaşan
Allah'ın rahmetini O'na ve onlara hatırlatmaktadır.
Böylece O'nun kalbindeki gizli rahmeti harekete geçirmekte ve bu
davranış sonucu kalbinde yereden
kırgınlığı da gidermektedir. Müminlerin
de, bu şefkatli peygamberle kendilerine ulaşan ilahi
nimeti duyumsamalarını sağlamaktadır. Sonra
Peygamber'i, onları affetmeye, onlar için bağışlanma
dilemeye ve meydana gelen sonuçtan ötürü İslâmî hayatın
bu temel ilkesini iptal etmeksizin her zaman olduğu gibi
onlarla müşavere yapmaya çağırmaktadır.
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak
davrandın. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın,
kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı."
Bu O'nu ve onları kuşatan Allah'ın rahmetidir. Yüce
Allah, Peygamberini müminlere karşı şefkatli ve
son derece yumuşak kılmıştır. Şayet
kaba ve katı kalpli olsaydı etrafında kalpler
birleşmez ve çevresinde duygular toplanmazdı. Çünkü
insanlar sürekli; şefkatli üstün bir gözetime, güler
yüzlü bir hoşgörüye, kendilerini saran bir sevgi
atmosferine, bilgisizlikleri, zayıflık ve eksiklikleri yüzünden
sıkmayan bir yumuşaklığa ihtiyaç duyarlar.
Ayrıca, kendilerine veren; ancak onlardan birşey
beklemeyen, üzüntüleriyle ilgilendiği halde kendi derdiyle
onları üzmeyen, yanında her zaman, ilgi, gözetim,
şefkat, hoşgörü, sevgi ve hoşnutluk
buldukları büyük bir kalbe muhtaçtırlar.
İşte Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
kalbi böyle bir kalpti ve insanlarla birlikte böyle yaşıyordu.
Bir kerecik olsun kendi şahsı için onlara kızmadı.
Beşeri zaaflarından dolayı onlara karşı
kalbinde bir sıkıntı hissetmedi. Hayatın
nimetlerinden hiçbir şeyi kendine mal etmedi; aksine, elinde
ne varsa hepsini büyük bir hoşgörü ve cömertlikle onlara
verdi. Yumuşaklık, iyilik, şefkat ve yüce sevgiyle
onları sardı. O'nunla konuşan, O'nu gören hiç
kimse yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve geniş gönlünden fışkıran
sevgi duygularıyla dolmasın.
Bütün bunlar O'na ve ümmetine Allah'ın bir rahmetiydi.
Yüce Allah, bütün bunları, bu ümmetin hayatı ve
dilediği düzeni yerleştirmek için hatırlatmaktadır.
İSTİŞARE ETME
"...Onları bağışla, kendileri için
Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında
onların görüşlerini al."
"Yapacağın işler hakkında onların
görüşlerini al."
Yüce Allah şu kesin ayetle İslâm toplumunun
yöneticisi Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) de olsa,
yönetimde "şûra" ilkesini getirmiş oluyor.
Bu ayet, müslüman ümmet için "şûra"nın
temel bir ilke olduğu ve İslâm düzeninin bundan başka
bir ilkeye dayanmadığı konusunun, hiçbir kuşkuya
yer bırakmayacak kadar kesin olduğunu
vurgulamaktadır. "şûra"nın şekline
ve gerçekleşme yöntemlerine gelince; bunlar, ümmetin
durumu ve hayat şartlarına uygun olarak
değişebilirler. Çünkü "şûra" gerçeğinin
-göstermelik değil- uygulandığı her yöntem
İslâm'dandır.
Bu hüküm, "Şûra" ilkesinin görünürde acı
ve tehlikeli sonuçları ortaya çıktıktan sonra
gelmektedir. Açık sonuçlarından biri de, müslüman
saflarda bozulmanın ve görüş
ayrılıklarının baş göstermesiydi.
Müslümanların bazıları Medine'de kalıp düşmanın
saldırmasını beklemeyi ve sokak
başlarında onlarla savaşmayı öngörüyordu.
Başka bir topluluk da cesaret gösterip düşmanı
karşılamaya çıkma görüşündeydi. Bu görüş
ayrılığının sonunda, safta bozulma
baş göstermişti. Çünkü düşman kapıya
dayanmışken Abdullah bin Ubey bin Selul askerin üçte
biriyle geri dönmüştü. -Kuşkusuz bu, büyük olay ve
korkunç bir bozulmaydı: Ayrıca uygulanan taktik; görünüş
itibariyle de askerî açıdan sağlıklı bir
taktik değildi. Nitekim bu taktik, Abdullah b. Ubey'in
dediği gibi eskiden beri uygulanan Medine'yi içerden savunma
taktiğine de uymuyordu. Müslümanlar daha sonra meydana
gelen Ahzap (Hendek) savaşında bunun tersini
uygulamış ve fiilen Medine'de beklemişlerdi.
Uhud'da başlarına gelenden ders alarak "Hendek"
kazıp, düşmanı karşılamaya çıkmamışlardı.
Kuşkusuz Resulullah, Medine'nin dışına çıkmakla,
müslüman safları bekleyen tehlikeli sonuçtan habersiz değildi.
Kesinlikle doğru olduğunu bildiği sadık bir rüya
görmüş ve bu yüzden Medine'de kalma taraftarı idi.
Ailesinden birinin, arkadaşlarından bir kaçının
öldürülmesine ve Medine'yi de sağlam bir zırha
yormuştu. Kuşkusuz "şûra" sonucu kararlaştırılan
görüşü benimsemeyebilirdi. Ancak, gerisindeki acıları,
zararları ve kurbanları gördüğü halde bu "şûra"daki
görüşe uydu. Çünkü bir ilkenin yerleştirilmesi, bir
kitlenin eğitilmesi ve bir ümmetin terbiye edilmesi geçici
zararlardan daha önemlidir.
En sakıncalı şartlarda meydana getirdiği bölünme
ve savaş sonunda çekilen bunca acıları
doğurması karşısında; Nebevî komuta,
savaştan sonra "şûra" ilkesini tümden atma
yetkisine sahipti yine kuşkusuz. Ancak İslâm, bir
ümmet oluşturuyordu, onu eğitip insanlığa
önderlik yapmaya hazırlıyordu. Ve yüce Allah,
toplumları eğitmek ve onlara gerçek önderliği
hazırlamak için, en iyi yöntemin "şûra"ya
başvurması olduğunu benimsetiyordu. Bunu
sağlamak için sorumluluk taşımaya
alıştırmak ve (ne kadar büyük, sonuç bakımından
ne kadar acı da olsa) hatalarını düzeltmelerini öğretmek,
görüş ve uygulamasının sorumluluğunu
taşımasını bilmelerini sağlamak için
hata da işlenebileceğini biliyordu. Çünkü hata işlenmedikçe
doğru, gerçek anlamda bilinemez. Alıştırılmış
ve sorumluluğunun bilincine vardırılacak bir
ümmetin inşası söz konusu olunca, zararlar
önemsenmez. Halâ bir ümmet vesayet altındaki bir çocuk
gibi hayatını sürdürüyorsa bunun hayatındaki
hatalar, kaymalar ve zararlar ona bir şey
kazandırmıyor, demektir. Bir insanın zararlardan
sakınması ona birtakım maddi kazançlar sağlayabilir.
Ancak bu insan ruhsal olarak kaybedecektir. Gelişimi ve
eğitimi sekteye uğratacaktır. Pratik hayattaki
dayanıklılığı bakımından
kaybedecektir. Tıpkı, kayıp düşmemesi ya da -Örneğin-
ayakkabısını yıpratmaması için
yürümekten alıkonulan çocuk gibi...
İslâm bir ümmet inşa edip eğitiyordu. Onu
önderlik makamına hazırlıyordu. Bu nedenle,
olgunlaşıp pratik hayattaki
davranışlarının üzerinden vesayetin kaldırılması
için Resulullah'ın hayatındaki pratik uygulama ile
eğitilmeleri gerekiyordu. Şayet olgun bir önderliğin
varlığı "şûra"ya engel teşkil
etseydi, her yandan düşmanlar ve tehlikelerle
kuşatılmış ve henüz yeni olgunlaşmakta
olan İslâm ümmeti için çok önemli bir sonucu
getirebilecek Uhud savaşı gibi en tehlikeli durumlarda
buna başvurulmazdı. Ve yine pratik ve fiilen ümmetin
oluşmasına engel olsaydı, bunca tehlikeli bulunan
bir işte önderlik kurumu Şûra'dan bağımsız
davranabilseydi ve olgun bir önderliğin
varlığı en tehlikeli işlerde "şûra"nın
yerini tutabilseydi, yüce Allah'tan vahiy alan Hz. Muhammed'in
(salât ve selâm üzerine olsun) varlığı müslüman
ümmeti o gün "şûra" hakkından yoksun
kalmasına neden olabilirdi. Özellikle, müslüman ümmetin
oluşması için tehlikeli olan şartların gölgesinde
ve beraberinde getirdiği bunca acıdan sonra.. Ancak
ilahi vahiye muhatab olan Hz. Muhammed'e, (salât ve selâm
üzerine olsun) bu tür olayların meydana gelmesi ve bunca
olumsuz şartın varlığı bile hakkı
ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Çünkü yüce Allah,
sonuç ne olursa olsun, zarar ne derece büyük olursa olsun,
saftaki bölünme ne kadar tehlikeli olursa olsun, verilen
kurbanlar ne denli acı verirse versin ve tehlikeler her
yanı sarmış da olsa en kritik işlerde bile
"şûra" ilkesinin uygulanmasının gerekli
olduğunu biliyordu. Çünkü bunların hiçbiri, pratik
hayatta pişmiş, görüş ve uygulamanın
sorumluluğunun bilincinde ve farkında olan bir ümmetin
oluşmasına engel teşkil edemezler. Bizzat böyle
bir ortamda bu ilahî emrin gelmesinin nedeni budur.
"Onları bağışla, kendileri için
Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında
onların görüşlerini al."
Beraberinde büyük tehlikeler getirse de bu ilkenin her koşulda
yerleşmesi gerekir. Uygulanışı
sırasında meydana gelen tehlike son derece büyük olsa
da, müslüman ümmetin hayatında yer etmesi ve
uygulanışı Uhud'daki gibi düşman
kapıdayken safta bölünmeye sebep olsa da, müslüman
ümmetin hayatından bu ilkeyi kaldırmaya ilişkin
korkunç mazeretlerin geçersiz kılınması için...
Çünkü doğru yoldaki ümmetin varlığı bu
ilkeye bağlıdır. Ve doğru yoldaki ümmetin
varlığı da yolda karşılaşılan
diğer tüm zararlardan daha önemlidir kuşkusuz.
Üstelik İslâm düzeninin gerçek görüntüsü, ayetin
sonunu getirmeden tamamlanmış olmuyor. Ayete
baktığımızda görüşler arasında
tercih yapmak, bazısını uygulamadan
alıkoymanın "şûra" ilkesinin yerine
gelmesi için yeterli olmadığını görürüz.
Sonuçta Allah'a güvenip dayanmaktan alıkoymamalıdır
insanı.
"Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz
Allah kendisine dayananları sever."
"şûra"nın görevi, en isabetli görüşü
ortaya çıkarmak, ortaya atılan ihtimallerden birini seçmektir.
İş bu noktaya varınca "şûra"nın
rolü biter artık "uygulama" fonksiyonu devreye
girer.
Allah'a güvenip dayanarak kararlaştırılan görüşü
büyük bir azim ve kararlılıkla uygulama işi,
Allah'ın çizdiği kadere ve sonuçları
dilediği gibi yönlendiren Allah'ın iradesine
bağlar.
Resulullah, Rabbanî ve Nebevî zırhını
giyerken, ümmete "şûra"yı yani görüş
bildirmeyi, en tehlikeli ve en büyük işlerde bile uygulama
sorumluluğunu taşımayı öğretiyordu.
"şûra"dan sonra hareket etme, Allah'a güvenip
dayandıktan sonra (sonunu ve varacağı yeri
bildiği halde) kendini Allah'ın kaderine teslim etmekten
ibaret ikinci zırhını da kuşanıyordu. Böylece
çıkış emri uygulandı. Resulullah eve girdi,
nereye gittiğini, kendisini ve beraberindeki
arkadaşlarını bekleyen acıları ve
kurbanları çok iyi bildiği halde zırhını
ve silahlarını kuşandı. Ardından
Medine'nin dışına çıkmaya taraftar olanlar,
Resulullah'ı istemediği bir şeye
zorladıklarına ilişkin endişeleri ve tereddütleri
ile düşmanı karşılamak veya Medine'de
beklemek konusunda dilediği gibi davranması hususunda
Resulullah'ı serbest bırakmaları... Evet böyle bir
fırsatın doğması bile O'nun kararından döndürmeye
yetmedi. Çünkü O, onlara toplu bir ders vermek istiyordu.
"şûra" dersini, Allah'a güvenip dayanmak ve O'nun
kaderine teslim olmakla beraber azmedip kararlılık göstermek
dersini de vermek istiyordu. Onlara "şûra"nın
bir zamanının olduğunu, bundan sonra tereddüte,
görüş tercih etmeye ve görüşleri yeni baştan
değerlendirmeye yer olmadığını öğretmek
istiyordu. Çünkü bu, aceleciliğin, edilgenliğin ve
bitmez tükenmez kararsızlığın belirtisidir.
Oysa yapılacak iş, görüş bildirip "şûra"ya
başvurmaktır. Allah'a güvenip dayandıktan sonra
azim ve kararlılık göstermektir. Allah da bunu seviyor:
"...Allah kendisine dayananları sever..."
Allah'ın ve O'nun taraftarlarının sevdiği
dostluk, müminlerin özenle koruması gereken dostluktur.
Hatta bu, müminlerin ayırıcı özelliğidir.
Allah'a güvenip dayanmak, her işi sonuçta O'na döndürmek
İslâm düşüncesinde ve İslâmî hayatta beliren
son denge çizgisidir. Bu, her işin Allah'a döneceğine
ve Allah'ın dilediğini yapabildiğine ilişkin büyük
gerçekle birlikte hareket etmektir.
Kuşkusuz, bu "Uhud"dan çıkarılan büyük
derslerden biridir. Herhangi bir çağda yaşayan özel
bir nesil için değil tüm müslüman nesiller için bir
tecrübe birikimidir.
Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yerleşmesi ve
sağlam temelleri üzerinde yükselmesi için sûrenin akışı,
zafer ve bozgun konusunda etkin gücün Allah'ın gücü olduğunu,
yardımın o'ndan bekleneceğini, yenilgi konusunda
O'ndan korkulacağını, yönelişin O'na
olacağını, hazırlık
yapıldıktan, sonuçtan el çekip onu tamamen Allah'ın
kaderine bağladıktan sonra O'na güvenilip dayanılacağını
bildirerek sürmektedir:
"Eğer Allah size yardım ederse sizi biç kimse
yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa
O'ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece
Allah'a dayansınlar."
İslâm düşüncesinde, Allah'ın kaderinin mutlak
etkinliği ile bu kaderin insanların; davranış,
eylem ve işlerinin sonucunun gerçekleşmesi
arasında şaşmaz bir denge vardır. Yüce Allah'ın
kanunu sonuçların sebeplerden sonra gelmesini
öngörmektedir. Ancak sonuçları doğuran bizzat
sebeplerin kendisi değildir. Müessir etken Allah'tır.
Ve yüce Allah, kaderi ve iradesi uyarınca sonuçları
sebeplerden sonraya bırakmıştır. Bu yüzden
insandan, görevini yerine getirmesini, çaba sarf etmesini,
gereken neyse onu yapmasını istemektedir. Sonra da
bunların miktarına uygun sonucu meydana getirmektedir.
Böylece sonuçlar ve akıbetler, Allah'ın dilemesine
ve kaderine bağlanmış olur. Çünkü yalnızca
O, birşeyin olmasına ve dilediği gibi
oluşmasına izin verir. Bu şekilde müslümanın
düşüncesiyle eylemi arasında denge
sağlanmış olur. O, elinden geldiğince çalışır,
çaba sarf eder, bunların sonucu konusunda da Allah`ın
kaderine ve iradesine bağlanır. Onun düşüncesinde,
sonuçlarla sebepler arasında kesinliğe yer yoktur. Hiçbir
işte Allah'ı zorunlu kılamaz.
İşte burada ayet-i kerime, savaşın -hangisi
olursa olsun- kaçınılmaz sonuçları olan zafer ve
yenilgi konusunda müslümanları, Allah'ın kaderine ve
dilemesine döndürmektedir. Onları Allah'ın iradesine
ve gücüne bağlamaktadır. Şayet Allah onlara
yardım ederse kimse onları yenemez. Bu varlık
aleminde yaradan, tam ve mutlak bir gerçektir. Çünkü, Allah'ın
kuvvetinden başka kuvvet, O'nun gücünden başka güç
ve O'nun dilemesinden başka dileyiş söz konusu değildir.
Herşey ve her olay O'ndan kaynaklanır. Ancak tam ve
mutlak gerçek olan bu anlayış, müslümanları
metodu uygulamaktan, direktiflere uymaktan, yükümlülükleri
yerine getirmek ve çaba sarf etmekten alıkoyamaz. Bütün
bunlardan sonra da Allah'a güvenip dayanmak zorundadır müslüman:
"Müminler sadece Allah'a dayansınlar."
Böylece müslümanın düşüncesi, Allah'tan başkasından
birşey isteme düşüncesinden kurtulmuş olur. O,
kalbini doğrudan varlık aleminde etkin olan güce bağlar.
Böylece zafer, korunma ve sığınma için ham
hayallerden ve boş sebeplerden elini çeker. Sonuçların
meydana gelişinde varılacak noktanın gerçekleşmesinde
ve her işi hikmeti uyarınca plânlamasında
yalnızca Allah'a güvenip dayanır. Bundan sonra da her
ne şekilde olursa olsun, Allah'ın takdiriyle meydana
gelen herşeyi içtenlikle kabul eder.
Bu teslimiyet İslâm'ın dışında olan
her insan kalbinin tanımadığı olağanüstü
bir dengedir.
Daha sonra ayet-i kerime; emanete, yönetime, ihanetten sakındırma,
hesap gününü hatırlatma ve ruhları hırpalamadan
görevi yerine getirmeye sevk etme konusunda bu eksenden çizgiler
uzatmak için Nübüvvete ve onun ahlâki, özelliklerine
dönmektedir:
"Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk
yapması söz konusu değildir. Kim bir yolsuzluk yaparsa
kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak
gelir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak
verilir, hiç kimseye haksızlık edilmez."
Okçuların dağdaki mevzilerini terk etmesinin
nedenleri arasında, Resulullah'ın ganimetten kendilerine
pay ayırmayacağı endişesi de yer
almaktaydı. Aynı şekilde bazı münafıklar
daha önce "Bedir" ganimetlerinden bir kısmının
saklandığını söylemiş ve bu konuya
Resulullah'ın ismini de karıştırmaktan
çekinmemişlerdi.
İşte burada surenin akışı, bütün
peygamberlerin ihanet etme ihtimalini ortadan kaldıran bir hüküm
yerleştirmektedir. Yani mallardan veya ganimetten herhangi
bir şeye el koymaları, askerden bazısına pay
ayırmadan diğerleri arasında
paylaştırmaları, yahut herhangi bir şeye
ihanet etmelerinin söz konusu olmayacağını
bildirmektedir:
"Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk
yapması söz konusu değildir."
Olur şey değil. Kesinlikle hiçbir peygamberin
özellik, tabiat ve ahlâkında böyle bir şeyin
olması mümkün değildir. Buradaki olumsuzluk, eylemin
meydana geliş ihtimaline ilişkindir.
Helallığını ya da olabilirliğini
yasaklamak için değildir. Çünkü peygamberin; güvenilir,
adil ve tertemiz tabiatlı oluşu başından
itibaren ihanetin meydana gelmesine engeldir. Bir diğer
kıraatte (Yeğullu) fiili meçhul sığasıyla
okunmaktadır. Bu durumda bir peygambere ihanet
edilmeyeceği ve ona uyanların kendisinden herhangi bir
şey gizleyemeyeceği anlamı ortaya çıkar.
Dolayısıyla herhangi bir şeyde peygambere ihanet
etmeye nehyetme söz konusu edilmiş oluyor. Bu kıraat
Hasan el-Basri'nin kıraatıdır.
Ardından, emanete ihanet edenlere, kamu malından ya
da ganimetten herhangi bir şey gizleyenlere yönelen şu
korkunç tehdit yer almaktadır:
"Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk
malını taşıyarak gelir. Sonra herkese
kazandığı eksiksiz olarak verilir, biç kimseye
haksızlık edilmez."
İmam Ahmed şöyle rivayet eder: Süfyan Zührî'den
aktardı. O da Urve'nin şöyle dediğini
işitmişti. Ebu Hamîd es-Saîdî anlattı:
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Ezd kabilesinden
İbn-i Uteybe adında birini zekâtları toplamak için
görevlendirdi. Adam gelip şöyle dedi: "Bunlar sizin,
bunlar da bana hediye edildi. Bunun üzerine Resulullah mimbere çıktı
ve şöyle dedi: `Bu iş için görevlendirdiğimiz görevliye
ne oluyor da, bunlar sizin, bunlar da bana hediye edildi' diyor.
Babasının ya da anasının evinde oturup
bekleseydi bunlar hediye edilecek miydi? Muhammed'in nefsi elinde
olana and olsun ki sizden biriniz ondan birşey götürürse kıyamet
günü hayatında götürdüğü o şeyle gelir. Ya
bağıran bir deve, ya böğüren bir sığır
ya da meleyen bir koyunla gelir. Sonra biz koltuklarının
altını görene kadar iki elini kaldırdı.
Sonrada üç kere şöyle dedi: "Allah'ım
tebliğ ettim mi?" (
Buhari-Müslim)
Bir başka rivayette İmam Ahmed kendi isnadiyle Ebu Hüreyre'den
şöyle nakleder:
"Birgün Resulullah aramızdayken ayağa
kalktı ve emanetten sözetti. Emanete ve onu korumaya büyük
önem verilmesini istedi. Sonra da şöyle buyurdu: `Sizden
birinizin boyunda bağıran bir deve olduğu halde
gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona
`Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam, çünkü
sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. `Sizden birinizin
boynunda kişneyen bir at olduğu halde gelip `Ya
Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a
karşı sana hiçbir şey yapamam. Çünkü sana tebliğ
etmiştim' diyeceğim. Sizden birinizin boynunda
altın ve gümüş olduğu halde gelip `Ya Resulullah
yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı
sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ
etmiştim' diyeceğim." ( Buhari-Müsli
m)
İmam Ahmed kendi isnadiyle Adiyy b. Umeyre el-Kindî'den
şöyle rivayet eder:
"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle
buyurdu: `Ey insanlar sizden kimi bir konuda vazifelendiririz de
bu kişi bir iğne dahi gizlerse bu emanete ihanettir.
Kıyamet günü bununla getirilir.' Adiyy der ki: Ensardan
siyah derili biri kalktı -mücahid der ki: O Sa'd bin Ubade
idi. Şu an O'nu görür gibiyim ve O `Ya Resulullah benden
verdiğin işi geri al' dedi. Resulullah `Niçin?' diye
sorar. Adam `Şöyle şöyle dediğini işittim'
der. Resulullah bunun üzerine şöyle buyurdu: `Aynı
şeyi şimdi de söylüyorum. Kimi bir işe görevlendirdiğimizde
az çok ne varsa getirsin. Verileni alsın, verilmeyeni
bıraksın " (Müslim-Ebu Davud değişik
yollardan İsmail b. Ebu Raf'den rivayet etmişler.)
İşte Kur'an ayetleri ve hadisi şerifler müslüman
kitlenin eğitimindeki fonksiyonlarını böyle icrâ
edip onu hayret verici bir noktaya getirdiler. Onları
insanlar içinde benzeri görülmemiş bir şekilde
emanete riayet eden, takva sahibi ve her ne şekilde olursa
olsun emanete ihanet duygusundan uzak bir topluluk halinde
yetiştirdiler. Müslümanlar arasında en basit bir insan
bile ganimet olarak eline geçen çok kıymetli bir şeyi
alırken, hiç kimse görmediği halde, getirip
komutanına teslim edebiliyordu. Müslüman, Kur'an'ın
ürkütücü nassına muhatap olmaktan ve kıyamet günü
peygamberinin kendisini sakındırdığı
korkunç ve utandırıcı durumla
karşılaşmaktan korktuğu için bu konuda
nefsinde olumsuz bir duyguya yer açmazdı. Müslüman, bu
gerçeği pratik olarak yaşıyordu. Ahiret O'nun
duygularında yereden bir olguydu. Müslüman heran kendisini,
peygamberinin ve Rabbinin karşısında görüp kötü
duruma düşmekten titizlikle korunuyordu. Çünkü ahiret, yaşadığı
bir gerçekti, uzak bir vaad değil. Hiçbir kuşkuya yer
bırakmayacak şekilde, herkese
kazandığının verileceğini ve kimseye
haksızlık edilmeyeceğini çok iyi biliyordu.
İbn-i Cerir Taberi tarihinde şöyle anlatır:
"Müslümanlar Medain şehrine girip ganimetleri
topladıklarında adamın biri beraberinde bulunan bir
malı getirip ganimetleri toplayan kişiye verdi.
Ganimetleri toplayan kişiyle orada bulunanlar `Bunun gibisini
görmedik. Yanımızda bulunanlar değil buna denk
olsunlar, yanına bile yaklaşamazlar. Adama bundan
birşey aldın mı?' dediler. `Allah'a andolsun ki
onun korkusu olmasaydı bunu asla getirmezdim' dedi. Bunun
üzerine adam da bir özellik olduğunu anlamadılar ve
`Kimsin?' dediler. `Adımı sizi
beni övmemeniz için sizden başkasına
da beni methetmemeleri için söylemem; Ancak Allah'a hamd eder
O'nun sevabıyla yetinirim' dedi. Peşine bir adam
taktılar ve arkadaşlarına gidip kim olduğunu
soruşturmasını istediler. Böylece bu kişinin
Amr b. Abdi Kay olduğunu öğrendiler." (Taberi
Tarihi c.4, s.16)
İşte İslâm, müslümanları bu olağanüstü
eğitim yöntemiyle eğitiyordu. Öyle ki bu konuda anlatılanlar
nerdeyse efsane sayılacak derecededir.
Daha sonra ayetin akışı ganimet ve ihanet
konusundan, değerlerin ölçülmesine geçiyor. Mümin kalbin
ilgilenip uğraşmasına yol açan gerçek değeri
bildiriyor:
"Allah'ın rızasına uyan kimse,
Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun
varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varı
ş yeridir."
"Onların Allah katındaki dereceleri
farklıdır. Allah onların neler
yaptıklarını görmektedir."
Bu, gölgesinde ganimetlerin ve çeşitli malların
çok küçük kaldığı bir değişimdir.
Ayrıca, kalplerin eğitimi, önem verdiği
şeylerin yükseltilmesi, ufkunun genişlemesi ve
asıl meydandaki gerçek yarışı göstermesine
ilişkin olağanüstü eğitim metodundan bir temas
örneğidir:
"Allah'ın rızasına uyan kimse,
Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun
varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varış
yeridir."
İşte "değer" budur. İlgi ve seçim
alanı burasıdır. Kâr, zarar ortamı
burasıdır. Àllah'ın hoşnutluğuna uyan ve
onunla kurtuluşa erenle, O'ndan yüz çevirip Allah'ın
hışmına uğrayarak böylece Cehenneme (o kötü
dönüş yerine) giden arasındaki fark ne kadar açıktır.
Bu ayrı bir derece, bu da apayrı bir derece... Çok
farklı şeyler...
"Onların Allah katındaki dereceleri
farklıdır."
"Herkes derecesini, hak ederek elde edecektir. Ne bir
haksızlık ne de bir kısma, ne tolerans ne de
fazlalık...
"Allah onların neler yaptıklarını görmektedir."
Bölüm asıl eksenine: Resulullah'ın
kişiliğine, Risaletine ve O'nunla müminlere
yapılan iyiliğin büyüklüğüne
dönerek son buluyor.
ALLAH'IN LÜTFU
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber
göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber
onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları
arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor.
Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde
idiler."
Bu bölümün şu büyük gerçekle; Peygamber'in
(salât ve selâm üzerine olsun) kişisel değeri onunla
gerçekleşen ilahi lütfun büyüklüğü, şu
ümmetin inşasında, eğitim-öğretiminde,
önderliğinde apaçık sapıklıktan, ilim hikmet
ve temizliğe dönüşümündeki rolünün gerçeğiyle
son bulması... Evet bu sonuç Kur'an'a özgü derin ve değişik
işaretleri içermektedir.
Öncelikle ganimetler, ganimet tutkusu, ganimete ihanet ve savaştaki
durumun değişmesine, zaferin yenilgiye dönüşmesine
ve müslümanlara yapacağını yapmasına
doğrudan neden olan bu değersiz işle
uğraşma konularına değinmektedir. Çünkü
büyük Risalet gerçeğine ve onda somutlaşan büyük
lütfa yönelik işarette, gölgesinde tüm yeryüzü
ganimetlerinin, eşyalarının ve nimetlerinin anmaya
ve değerlendirmeye değmeyecek kadar değersiz ve
önemsiz kaldığı, Kur'an'ın eşsiz
eğitim temaslarından derin bir temas yer
almaktadır. Bu gerçeğin yanında mümin başka
şeyleri anmaktan utanır, bunları düşünmek
bile yüzünü kızartır; nerde kaldı ki bunlarla
ilgilenmek söz konusu olsun.
Sonra savaşta müslümanların başına gelen
yenilgi, yara, acı ve zararlardan söz edilmektedir. Çünkü
böylesine büyük bir gerçeğe ve onda somutlaşan lütfa
değinmek, gölgesinde her türlü acının ve
zararın yanında bütün yaralanma ve kurbanların
son derece küçük kaldığı Kur'an'a özgü olağanüstü
eğitim metodunun derin temaslarından biridir. Böylece
lütuf tazim edilmekte, müslümanların hayatındaki
herşeye kesinlikle tercih edilen iyilik tamamen
belirginleşmektedir.
Sonra... Bu lütfun müslüman ümmetin hayatındaki
etkilerine işaret edilmektedir:
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber
göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber
onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları
arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor.
Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde
idiler."
Bu da bir halden diğer bir hale, bir durumdan başka
bir duruma ve bir dönemden başka bir döneme geçişi
ifade etmektedir. Böylece müslüman ümmet, bu değişimin
arka plânındaki yeryüzü tarihi ve insanlık
hayatında bu ümmetten büyük bir görev isteyen ve
peygamber göndermekle ümmeti bu büyük göreve hazırlayan
Allah'ın kaderini kavramış olur. O halde böylesine
önemli bir görevi bulunan bir ümmetin şu önemli hedefin
gölgesinde basit ve değersiz kalan şeylerle
kafasını meşgul etmesi uygun değildir. Şu
büyük gayenin gölgesinde rahat ve kolay görünen kurbanlar ve
acılarla muzdarip olması yakışık almaz.
Bunlar, ayetlerin akışında
hatırlatılan bu lütfun akla getirdiği bazı
duygular... Tüm duyguları ve gölgeleriyle kuşatıcı
Kur'an ayetini karşılayabilmek için özetleyerek genel
bir değiniyle yetiniyoruz:
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber
göndermekle onlara karşı lütufta bulundu."
Yüce Allah'ın içlerinden bir peygamber göndermesi ve bu
peygamberin
"kendilerinden"
olması büyük bir lütuftur.
Celal sahibi Allah'ın bazı yaratıklarına kendi
katından peygamber göndermekle iyilikte bulunması ancak
Allah'ın kereminden fışkıracak bir lütuftur.
Beşerin hiçbir davranışı bu yüce lütfu karşılayamaz.
Yaratıklarının hiçbirinden karşılık
beklemeden sınırsız keremine gark eden yüce Allah'ın
onlara ayetlerini ve sözlerini anlatan bir peygamber göndermekle
kendilerini saran lütfu olmasaydı, şu insanlar ve
şu yaratıklar ne yapabilirlerdi? Yine yüce Allah bu
şekilde onlara uyarıda bulunsun ve bu iyiliği
yapsın?
Peygamberin "kendilerinden" olması da bu lütfu
arttırmaktadır. "onlardan" denilmiyor.
Çünkü Kur'an-ı Kerimin kullandığı
"kendilerinden" deyimi duygu ve anlam
bakımından derin bir kapsayıcılığa
sahiptir.
Kuşkusuz peygamberlerle müminler arasındaki
bağ, ruhun bir diğer ruhla kurduğu
bağdır; bireyle tür arasındaki bağ
değildir. Sorun peygamberin onlardan biri olmasıyla
bitmez. Sorun bundan çok daha köklü ve yücedir. Sonra,
müminler peygamberle kurdukları bu bağa ve
Allah'ın bahşettiği yüce ufka iman sayesinde ulaşıp
yükselebilirler. Bu da müminlere büyük bir lütuftur.
Peygamberin gönderilmesi, ruhlarıyla peygamberlerin ruhu,
kendisiyle peygamber arasında bu sevimli bağın
olmasına da somutlaşan bu iyilik böyle dahada artmaktadır.
Ardından bu üstün iyilik, ruhlarında,
hayatlarında ve tarihlerindeki pratik etkileriyle daha bir
belirginleşmektedir:
"Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor,
onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve
hikmeti öğretiyor."
Yüce Allah'ın kendi katından kendilerine yüce
sözleriyle hitap eden bir peygamber göndermekle lütfettiği
iyilik en büyük alanda belirginleşiyor.
"Onlara Allah'ın ayetlerini okuyor."
İnsanın yalnızca bu iyiliği düşünmesi
bile Allah'ın huzurunda korkup titremesine ve O'nun önünde
eğilmesine, sonuçta da şükür ve namaz için secdeye
durmasına yeterlidir.
Şayet yüce Allah'ın kendisine ikramda
bulunduğunu, kendi sözleriyle hitab ettiğini, kendi
zatından ve sıfatlarından ilahlığın
gerçek mahiyetini ve özelliklerini öğretmek için hitab
ettiğini insan anlarsa Allah'ın büyük ikramını
kavramış olur. Sonra kendisinden -şu insandan-
şu zayıf ve cılız kuldan onun hayatından,
girinti ve çıkıntısından, hareket ve
sessizliğinden söz ettiğini, kendisini diriltecek kalbi
ve durumu için en uygun olana ulaştırmak için çağırdığını
ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennete davet
için hitap ettiği düşününce daha da iyi anlayacaktır
konumunu...
Şu kitaptan fışkıran fazilet, ihsan ve
iyilikten başka nedir ki?
Kuşkusuz yüce Allah, alemlerden müstağnidir.
Zayıf insan ise fakir ve muhtaçtır. Ancak yüce Allah,
bu zayıf yaratığı kuşatıyor,
iyiliğiyle sarıyor ve davetiyle destek oluyor.
İşte bu zengin zat, fakire hitab ediyor, onu davet
ediyor ve davetini tekrarlıyor. İkrama bakın...
İlahi lûtfa bakın... Şükür ve ifa ile ödenmeyen
şu ihsana şu iyiliğe bakın...
"Onları arındırıyor..."
Onları temizlemekte, yüceltmekte ve arındırmaktadır.
Kalplerini düşüncelerini ve duygularını
temizlemektedir. Evlerini, eşyalarını ve
ilişkilerini temizlemektedir. Hayatlarını,
toplumlarını ve düzenlerini temizlemektedir. Onları;
çirkin putperestliğin, hurafe ve efsanelerin
pisliğinden insanı ve insanlığın
anlamını alçaltan tören, arma, alışkanlık
ve gelenekler gibi sosyal hayattaki kirli izlerinden
temizlemektedir. Cahiliyye hayatından ve onun
bulaştığı duygulardan, sembollerden,
geleneklerden, değer ve kavramlardan temizlemektedir.
CAHİLİYYET DÖNEMİ
Her cahili düşüncenin etrafına
bulaştırdığı birtakım kirleri
vardır. Arapların da cahiliyyesi ve bundan kaynaklanan
kirli davranışları vardı.
Bu kirli davranışların bir
kısmını, yanındaki müslüman muhacirleri
kendilerine teslim etmesi için gelen Kureyş'in iki elçisiyle
Habeş kralı Necaşî'nin huzurunda karşılaşırken,
Necaşî'yle konuşan Cafer b. Ebu Talib tavsif
etmektedir:
"Ey Kral biz cahiliyye mensuplarıydık. Putlara
kulluk eder murdar eti yerdik. Fuhuş yapar, akrabalık
bağlarını keser komşulara kötülük yapardık.
Bizden güçlü olanlar zayıfları ezerdi. Yüce Allah
bizden soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini ve
iffetliliğini bildiğimiz bir Peygamber gönderene kadar
böyle devam ettik. Allah'ı birlememiz ve sadece O'na
kullukta bulunmamız için bizi bir olan Allah'a çağırdı.
Bizim ve atalarımızın kullukta bulunduğu
O'ndan başka taştan putları
bırakmamızı istedi. Doğru sözlü olmayı,
emanete riayet etmeyi, sıla-i rahime bağlı
kalmayı, iyi komşuluk yapmayı ve haram
şeylerden ve kan dökmekten el çekmemizi emretti. Fuhuş
yapmamızı, yalan söylememizi, yetim malını
yemememizi ve namuslu kadınlara iftira atmamızı
yasakladı.
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan, kullukta
bulunmamızı namaz kılmamızı, zekat verip
oruç tutmamızı emretti..."
Cahiliyyedeki iki cinsin ilişki şekillerini anlatan
Aişe'nin (Allah O'ndan razı olsun) sözlerinde bu kirli
davranışlar belirmektedir. Nitekim Sahih-i Buhari'de de
bu aşağılık hayvani ve çirkin durum olduğu
gibi anlatılmaktadır.
CAHİLİYYET DÖNEMİNDE NİKÂH
"Cahiliyye döneminde nikâh dört şekildeydi:
a) Birisi, bu günkü insanların yaptığı
gibiydi: Bir adam, birinin evlatlığı veya
kızını nişanlar, mehrini öder sonra da
nikahlardı.
b) Bir diğeri de, karısı hayızdan
temizlenince adam karısına, falana git onunla cimada
bulun derdi. İlişkide bulunduğu adamdan hamile
kaldığı anlaşılıncaya kadar
karısından uzak durur, ilişkide bulunmazdı.
Hamile olduğu anlaşılınca kocası isterse
yaklaşabilirdi. Bunu daha çok cima' edilen adamın
soyluluğunu göz önünde bulundurarak yaparlardı. Bu
nikaha "istibda" nikahı denirdi.
c) Bir diğer şekli de şöyleydi: On kişiden
az olmamak üzere bir grup erkek toplanır bir
kadının yanına girerek herbiri onunla ilişkide
bulunurdu. Hamile kalıp doğurunca, doğumundan birkaç
gece sonra onları çağırırdı. Hiçbiri
gelmemezlik edemezdi. Yanında toplanınca kadın
onlara şöyle derdi: `İşinizi biliyorsunuz.
İşte doğum yaptım. Bu senin çocuğundur
ey falan' diye içlerinde sevdiği kişinin
adını verirdi. Çocuğunu o adamın soyuna
katardı. Adam almamazlık edemezdi.
d) Dördüncü nikâh şekli de; birçok kişi
toplanır, bir kadının yanına giderlerdi. Bu
kadın geleni geri çeviremezdi. Bunlar fahişeydiler.
Kapılarına kendilerini tanıtan işaretler
asarlardı. İsteyen bunların yanına
girebilirdi. Bunlardan biri hamile kalıp doğurunca
yanına toplanırlardı. Tecrübeli birini çağırarak
çocuğun babasının tesbitinde bulunurlardı.
Çocuğu, tesbit edilen kişinin soyuna katarak çocuğa
onun adını verirlerdi. Bundan sonra çocuğu
adamın oğlu diye çağırırlardı. Adam
bundan kaçınamazdı "
Bu tablonun, insan düşüncesinin aşağılık
durumu ve hayvanlara özgü bir konuma düşmesini
anlatması bakımından yoruma ihtiyacı yoktur.
Bir insanın karısını soylu bir çocuk için
"falan"a göndermesi, düşünce bakımından
düşeceği en aşağılık durumdur.
Tıpkı devesini veya kısrağını ya da
hayvanını iyi bir döl elde etmek için damızlık
hayvana çektirmesi gibi...
On kişiden aşağı olmamak şartıyla
bir grup insanın toplanması, birlikte bir
kadının yanına varması, "hepsinin de
ilişkide bulunması" ve kadının da çocuğunu
onlardan birine nisbet etmesi... Ne aşağılık
bir düşünce...
Ya fahişeler -bu da dördüncü şekildi-
kuşkusuz tamamen azgınlıktır. Çocuğun
fuhşu işleyen erkeklerden birine nisbet edilmesi de
çabası. Adam çocuğu alırken hiç utanmazdı.
Almamazlık da edemezdi.
Bu hâl, İslâm'ın Arapları temizleyip
arındırdığı bir bataklıktır.
İslâm olmasaydı gırtlaklarına kadar
batmışlardı bu bataklığa.
Cinsel ilişkilerdeki bu çirkef, cahiliyyede kadına
ilişkin aşağılık bakışın
sadece bir yönünü oluşturmaktadır. üstad Ebu'l-Hasan
En-Nedvî "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler
Kaybetti" adlı değerli eserinde şöyle der:
"Cahiliyye toplumunda kadın, hakları yenilen,
malları elinden alınan, mirastan yoksun
bırakılan, boşandıktan ya da kocası
öldükten sonra hoşlandığı biriyle
evlenmekten (Bakara suresi; 232) alıkonulan zayıf ve
zulme uğrayan bir mal konumundaydı.
Eşya ve hayvan gibi miras
kalırdı. (Nisa suresi; 19)
İbn-i Abbas (Allah O'ndan razı olsun) şöyle
rivayet eder. "Bir kişinin babası veya
kayınpederi öldüğünde ölenin karısı
üzerinde o kişi hak sahibi olurdu. İstese tutabilir ya
da mihrini alıp serbest bırakabilirdi. Ölünce de malına
el koyardı" Ata b. Rebah: "Cahiliyye devrinde biri
ölüp karısı dul kalsaydı, kadını içlerinden
bir çocukla evlendirmek üzere tutarlardı." der. Suddi
şöyle der: "Cahiliyye devrinde adamın babası,
kardeşi veya oğlu ölür de bir kadın geride
bırakırsa, varislerden biri önce davranıp
kadının üzerine elbisesini atar, kadını,
ölen kocasının mihriyle nikâhlamaya, veya başkasıyla
nikahlayıp mihrini almaya hak kazanırdı. Ancak
kadın daha çabuk davranıp ailesinin yanına giderse
kendi başının çaresine bakardı." (Taberi
tefsiri, c.4, s.308)
Cahiliyyede kadın değersiz bir yaratıktı.
Erkek onun bütün haklarından yararlandığı
halde o, hiçbir hakkını kullanamazdı. Mihri
elinden alınır ve sırf zarar vermek ve zulmetmek için
bekletilirdi. (Bakara suresi; 231) Kocasından
haksızlık görür onun tarafından terk edilirdi.
Bazan da askıda bırakılırdı. (Nisa
suresi; 129) Sırf erkeklerin yiyebildiği,
kadınların tamamen yoksun
bırakıldığı bazı yiyecekler de
mevcuttu.·(En'am suresi; 140) Bir erkek rahatlıkla
dilediği kadınla herhangi bir sınırlamaya
maruz kalmadan evlenebilirdi. (Nisa suresi; 3)
Kız çocuklarından duyulan nefret onları diri
diri toprağa gömecek noktaya gelmişti. Meydanî'nin
anlattığına göre Heysem b. Adiy şöyle der:
"Arap kabileleri arasında kız çocuklarını
diri diri toprağa gömme olayı geçerli bir hadiseydi.
Bu
işi onda biri yapardı.
İslâm geldiği zaman Araplar arasında kız
çocuklarının gömülmesi çerçevesinde farklı görüşler
yaygındı. Kimisi kıskançlıktan ve
namuslarını korumaktan, onlardan dolayı gelecek bir
utançtan korunmak için kız çocuklarını gömerdi.
Kimisi de mavi gözlü, siyahî, cüzzamlı ve topalları
uğursuz saydığından toprağa gömerdi. Bazısı
da geçim korkusundan ve fakirlik endişesinden öldürürdü
çocuklarını."
İşte böyle, bir zamanlar, görülmemiş bir
acımasızlıkla kızlarını öldürüp
gömerlerdi. Babanın yolculuğu ya da bir işi
nedeniyle gömme işi bazan gecikirdi. Bu durumda çocuk,
büyümüş, aklı ermişken gömülürdü. Böyle
yapanlar insanı ağlatacak kadar acıklı
şeyler anlatmışlardır.
Kızlarını bir uçurumdan aşağı
atanlar da olmuştur. (Bulüğel-İreb fi
Ahval-il-Arap)
Cahiliyye'nin çirkefleri arasında; -diğer tüm
çirkeflerin temeli olan- Üstad Ebul Hasan Nedvî'nin de kitabında
ana hatlarıyla tasvir ettiği gibi
aşağılık, basit şirk ve putçuluk yer alırdı.
Millet en iğrenç şekliyle putçuluk ve putlara kulluğun
bataklığına dalmıştı. Her kabilenin,
her bölgenin, her şehrin hatta her evin özel bir putu
bulunurdu. Kelbî şöyle der: "Mekke'de her ailenin
evinde kullukta bulundukları bir putları olurdu.
Yolculuğa çıkmak isteyen birinin en son
yaptığı şey putunu okşamak olurdu. Dönünce
de evine girdiğinde ilk yaptığı şey,
önceki gibi putunu okşamaktı. (Kitabu'l Esnam) Putlara
ibadette Araplar o kadar ileri gitmişlerdi ki kimisi bu
işe bir evi ayırırdı. Özel bir put edinirdi.
Bunlara gücü yetmeyense Kâbe'nin önüne ya da hoşlandığı
herhangi bir yere taş diker, sonra da Kâbe'yi tavaf eder
gibi etrafında dönerdi. Buna "ensab" derlerdi.
Kâbe'nin içinde -sırf Allah'a kulluk için kurulan bu evde-
ve avlusunda üçyüz altmış tane put bulunurdu.
(Buhari) Putlara tapmaktan daha ileri giderek önlerine gelen taşa
tapacak duruma gelmişlerdi. Buharî, Ebu Recâ
el-Utâridî'den şöyle rivayet eder: "Bizler taşlara
ibadet ederdik. Taptığımız taştan iyisini
gördüğümüzde onu atar diğerini alırdık.
Taş bulamadığımız zaman da biraz toprak
yığar, bir koyun getirip sağardık, sonra da
tavaf ederdik." (Buhari-Kitabu'l Esnam) Kelbî: "Adam
yolculuğa çıkardı. Bir yerde
konakladığında dört tane taş alır, içlerinde
hoşuna gidene bakar, onu ilah edinirdi. Diğer üçünü
de tenceresine sacayağı yapardı. Yoluna devam
edince de bırakıp giderdi" der.
Her çağda ve her yerde müşrik milletlerin tümünde
olduğu gibi Arapların da meleklerden, cinlerden ve
yıldızlardan birçok ilahları vardı.
Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanarak
onları Allah katında şefaatçi edinirlerdi. Onlara
ibadet eder, Allah'ın katında aracı
olduklarını düşünürlerdi. Bunların
yanında cinleri de Allah'a ortak koşarlardı.
Herhangi birşeye güçlerinin yettiğine herhangi bir
şeyde etkilerinin olduğuna inanarak ibadet ederlerdi.
Kelbî şöyle der: "Huzâa kabilesinden Medih oğulları
cinlere ibadet ederdi. Said: Himyer kabilesi Güneşe, Kinane
kabilesi Aya, Temim kabilesi Debran'a, Lalım kabilesi ve cüzzam
kabilesi Müşteri Yıldızına, Tay kabilesi Süheyl'e,
Kays kabilesi Şi'râ'ya (Sirius), Esed kabilesi "Utarid
Yıldızı'na" ibadet ederdi." der. (Tabakâtü'l
Ümem, Es-Sâîd)
Bir insanın putperestliğin, kalplerde ve pratik
hayata yaydığı pisliği bilmesi, İslâm'ın
bu ulusu getirdiği aşamayı; gerek düşüncelerinde
gerekse hayatlarında giriştiği temizliği
kavraması için bu ilkel ve iğrenç putçuluğu
incelemesi yeterlidir. İçine düştükleri pisliklerden
biri de, şehirlerinde ve sokaklarında başlıca
övünç kaynakları olan; içki, kumar ve genel uğraşlarıdır.
Hiçbir zaman üstüne çıkamadıkları bu
sınırlı ve yerel düşüncenin özünü basit
kan davaları gibi ahlâksal ve toplumsal hastalıklar
oluşturuyordu.
"Savaş ve kan dökme" tehlikeli sayılmayacak
kadar sıradan bir hal olmuştu hayatlarında. Bekr
kabilesi ile Tağlib b. Vail kabilesi arasında savaş
baş göstermiş, kırk sene oluk oluk kan
akmıştı. Bunun nedeni de: Ma'd kabilesinin
başkanı Kuleyb'in, Munkiz'in kızı Besus'un
devesinin memesine ok atmasıyla kanın süte karışmasından
başka birşey değildi. Cessas b. Mürre Kuleyb'i
öldürür, böylece Bekr ve Tağlib arasında savaş
başlamış olur. Kuleyb'in Mühellin'in dediği
gibi; "Hayatı mahvetti. Anneleri çocuksuz, çocukları
da yetim koydu. Dinmez gözyaşları ve defnedilmeyecek
kadar çok ceset bıraktı "
"Dahis ve Gabra savaşı da böyle. Bunun nedeni
de; Kays b. Züheyr ile Huzeyfe b. Bedr arasında düzenlenen
bir yarış yapılıyordu. Kays'ın atı
Dahis'i geçerken, Esedîlerden birinin Huzeyfe'yi desteklemek
amacıyla önüne çıkarak bir tokat atması. Böylece
onu oyalayarak yarışı kaybetmesini
sağlamasıdır. Arkasından öldürme ve intikam
geldi. Esir alınanlar oldu. Binlerce insan bu şekilde
öldürülüp gitti."
Bütün bu olaylar, bunların hayatlarının
enerjilerini, böylesine basit ortamlarda sarf etmelerini
önleyecek büyük değerlerden yoksun olduğunun göstergesidir.
Çünkü, hayat için bir mesajları, beşeriyete
sunacakları bir ideolojileri ve kendilerini böylesine basit
şeylerle uğraşmaktan alıkoyacak insanlık
aleminde üstlendikleri bir rolleri söz konusu değildi.
Kendilerini bu ilginç toplumsal pisliklerden temizleyecek bir
akideleri de yoktu... İlahi bir akide olmadan insanlar
nasıl olgun olabilirler ki! İlgi alanları, düşünceleri
ve ahlâkları başka nasıl oluşabilir!
Kuşkusuz cahiliyye aynı cahiliyyedir. Ve her
cahiliyyenin pisliği ve iğrençliği vardır.
Yeri ve zamanı önemli değildir. Her ne zaman
insanların kalpleri, düşüncelerine egemen ilahi bir
akideden ve bu akideden kaynaklanıp hayatlarını düzenleyen
bir şeriatten yoksun olursa orada birçok cahiliyye
şekillerinden biri vardır demektir. Bugün beşeriyetin
çamurları içinde yüzdüğü cahiliyye, özü bakımından,
İslâm'ın kaldırarak yeryüzünü ondan temizleyip
arındırdığı Arap cahiliyyesinden
farklı değildir.
Bugün insanlık büyük bir batakhanede yaşamaktadır.
Gazetelerine, filimlerine, moda gösterilerine, güzellik yarışmalarına,
dans pistlerine, meyhanelerine, radyolarına, çıplak
etin sergilendiği çılgın pazarlarına, sanat,
edebiyat ve diğer reklam araçlarındaki iğrenç
görüntülerine ve hastalık saçan duygularına kadar...
Diğer taraftan, faiz düzenine, onun arkasında gizlenen
tefeciliğe, mal toplamak ve sömürmek için başvurulan
alçakça yöntemlere, yasallık kisvesine bürünmüş
şans, hile ve piyango oyunlarına... Öte yandan, her
insanı, her aileyi, her düzeni ve insan topluluğunu
tehdit eder duruma gelen ahlâksal çöküntü ve toplumsal
bozulmalarına... Evet, bütün bunlara bir kere bakmak,
şu cahiliyyenin gölgesinde insanlığın sürüklendiği
korkunç sonucu anlamak için yeterlidir.
Beşeriyet, insanlığını yiyip
bitirmekte, ademiyetini ortadan kaldırmaktadır. O düşük
hayvansal aleme katılmak için hayvanların ve hayvansal
dürtülerin peşinde sürüklenmektedir. Oysa hayvan
bunlardan çok daha pâk, şerefli ve temizdir. Çünkü o,
parçalanmaz ve ilahi bir akide ve şeriat bağından
yoksun insanların şehvetlere yenilip yüce Allah'ın
insanların egemenliğinden kurtardığı ve
şu ayet-i kerimede belirttiği gibi mümin kullarına
onun çirkefliklerinden temizlemekle lütufta bulunduğu
cahiliyyeye tekrar dönüp kokuşmaları gibi
kokuşmayan bir fıtrata sahiptir.
GÜNÜMÜZ CAHİLİYYESİ
"Kendilerine kitap ve hikmeti öğretiyor."
Bu ayetin muhatapları okuma-yazma bilmez cahillerdi. Hem
yazmayı bilmezlerdi hem de akli olgunluğa
erişmemişlerdi. Herhangi bir alanda, evrensel bilgi
ölçütlerinde bir değere sahip bilgileri, herhangi bir
konuda evrensel bir değere sahip bir bilgi
kaynağından doğan ilgileri olmadığı
halde bu Risalet onları dünyaya üstad ve aleme egemen
olacakları bir noktaya getirdi. Bir akideden kaynaklanan fikrî,
toplumsal ve sistemli bir metoda sahip kişiler oldular. Bu
metod o zamanki insanları cahiliyyeden
kurtardığı gibi bugün de bunca materyalist
bilimsel gelişmişliğine, sınai ürünlerin
bolluğuna ve uygar-refah düzeyinin yüksekliğine
rağmen, ahlâkî ve toplumsal açıdan eski cahiliyyenin
tüm özelliklerini özünde barındıran modern
cahiliyyeden, onun, hayatın hedeflerine ilişkin düşüncelerinden
ve insanlık için belirlediği amaçlardan bu sefer de
yine o kurtaracaktır Allah'ın izniyle.
"...Oysa onlar daha önce açık bir
sapıklık içindeydiler..."
Düşünce ve itikatta sapıklık... Hayat
anlayışında sapıklık... Amaç ve yönelişlerde
sapıklık... Gelenek ve hayat tarzında
sapıklık...
O gün, bu ayete muhatap olan Araplar, kuşkusuz, geçmiş
hayatlarını hatırlıyorlardı. İslâm'ın
kendilerinde meydana getirdiği değişimin özünü
kavramışlardı. Bunun, İslâm olmadan gerçekleşemeyeceğini
ve insanlık tarihinde eşine rastlanmayacak bir
değişim olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Kendilerini, kabile hayatından, kabilesel değerlerden
ve kan davalarından kurtaranın İslâm -ama yalnız
İslâm- olduğunu kavramışlardı. Sadece
bir ümmet olmaları için değildi tabii. Daha çok -bir
göz açıp kapama anı gibi kısa bir sürede ve uzun
zaman olan hazırlanma gibi birşey olmaksızın-
beşeriyete önder olmaları, ideallerini, hayat
metodlarını ve düzenlerini beşeriyetin uzun tarihi
boyunca eşine rastlanmayacak bir tarzda belirlemeleri içindi
bu değişim.
Ulusal konumları belirlediği kadar, siyasal ve
uluslararası alanlarda da varlık göstermelerini, her
şeyden önce ve önemli olan insani varlıklarını
kazandıranın İslâm -ama yalnız İslâm-
olduğunu biliyorlardı.
İnsanlıklarını yücelten, ademiyetlerini
onurlandıran, hayat düzenlerinin tümünü bu onur esasına
dayandıran ve yüce Rabblerinin katından bir ihsan ve lütuf
olarak gelenin İslâm olduğunu kavrıyorlardı.
Bundan sonra bunu bütün beşeriyete sunmuş ve
"İnsan"ın nasıl saygın
olacağını ve yüce Allah'ın
onurlandırmasıyla nasıl
onurlanacağını tüm insanlığa öğretmişlerdi.
Ne yarımadada ne de başka bir yerde bu konuda
kendilerini geçen olmadı. Geçen bölümde değindiğimiz
"Şûra" konusu da, yüce Allah'ın kendilerine
büyük bir lütfu idi. Bu lütuf bu ilahi metodun bir yönünü
oluşturmaktadır.
Onlar, aleme sunacakları bir mesajlarının,
beşer hayatına ilişkin bir görüşlerinin ve
insan hayatını düzenleyecek bir yöntemlerinin olmasını
sağlayan nimetin İslâm -ama yalnız İslâm-
olduğunu biliyorlardı. Büyük insanlık tarihinde
beşeriyeti ileriye götürecek bir mesaj, bir dünya görüşü
ve hayat prensibi olmaksızın
varlığını sürdüren bir millet söz konusu değildir.
İslâm, onun varlık hakkındaki düşüncesi,
hayat görüşü, toplumsal şeriatı, insan
hayatına ilişkin düzeni, gölgesinde "insan"ın
mutlu olabildiği bir düzenin oluşması için yerleştirdiği
ideal, pratik ve hareketli metodu... Bu özellikleriyle İslâm;
Arapların tüm dünyaya sundukları, onunla
tanındıkları, saygı gördükleri ve bu sayede
önderliği devraldıkları "Özel
kimlikleridir"
Bugün ve yarın bundan başka bir kimlik
taşıyamazlar. Bunun dışında dünyada
onunla tanınacakları bir başka mesajları
yoktur. Ya bu mesajı taşıyacaklar, böylece beşeriyet
onları tanıyıp saygı gösterecek ya da bunu
terk edecekler, sonuçta da -daha önce oldukları gibi- hiç
kimse tarafından bilinmeden ve tanınmadan
başıboş bir hayat yaşayıp gideceklerdir.
Bu mesajı sunmazlarsa, insanlığa
sunacakları başka neleri var ki?
İnsanlığa, edebiyat, sanat ve bilim.
alanında dahiler mi sunacaklar? Oysa yeryüzünde diğer
halklar onları bu alanda oldukça geride bırakmış.
Üstelik beşeriyet, hayatın bir ayrıntısı
sayılan bu alanda boğazına kadar "deha"
deryasına gömülmüştür. Hayatın bir
ayrıntısı sayılan bu alanda bir dahiye ihtiyaç
duyulmadığı gibi böyle bir beklenti de söz konusu
değildir.
Herkesin önünde eğileceği, onunla sokakları
dolduracakları ve ellerindeki ürünle herkesi cezb
edecekleri ileri sanayi alanında deha çapta ürünler mi
sunacaklar? Bu alanda da birçok halk onları geride
bırakmış, öncülük direksiyonunu eline geçirmiştir.
Kendi elleriyle meydana getirdikleri, kendi düşüncelerinin
ürünü toplumsal bir felsefî ekol mu, ya da ekonomik ve idari
metodlar mı sunacaklar? Yeryüzü bu tür felsefeler, ekoller
ve metodlarla dolup taşmaktadır. Bu sapık metodlar
sayesinde de büyük bir bedbahtlık içinde yaşamaktadır.
O halde beşeriyete öğretecekleri ve bu konuda
öncelikli, ileri ve imtiyazlı sayılacakları ne
sunabilirler?
Bu büyük mesajdan başka bir şeyleri yok... Şu
eşsiz metoddan başka hiçbir şeyleri yok.
Allah'ın kendilerini seçtiği, bununla
onurlandırdığı ve bir zamanlar onların
eliyle tüm insanlığı kurtardığı bu
lütuftan başka hiçbir şeyleri yok. İnsanlık
bugün her zamankinden daha çok bu mesaja muhtaçtır.
Çünkü insanlık, bedbahtlık,
şaşkınlık, bunalım ve iflas
bataklığına düşmüştür.
Kuşkusuz geçmişte tüm insanlığa
sundukları ve ilgilerini çektikleri yegane nitelikleri
sadece budur. Bugün de insanlığa bunu sunabilirler. Bu
sayede kurtulabilirler ancak.
Büyük milletlerden herbirinin insanlığa
sunduğu bir mesajı vardır. En büyük millet, en
büyük mesajı taşıyan, en üstün metodu sunan ve
hayata ilişkin yüksek dünya görüşüyle sivrilen
millettir.
Araplar bu mesaja sahip bulunmaktadırlar. -Bu hususta
onlar asıldırlar, diğer halklar ise onlara ortak
konumundadırlar-. Acaba hangi şeytandır onları
bu büyük hazineden uzaklaştıran, hangi şeytan?..
Yüce Allah'ın bu millete bir Resul ve Risalet göndermekle
bahşettiği lütuf çok büyüktür hem de çok. Onu bu
lütuftan, şeytandan başkası
uzaklaştıramaz. Ve O, Rabbine karşı bu
şeytanı kovmakla sorumludur.
UHUD SAVAŞININ DEVAMI
Ayetlerin akışı, savaşta meydana gelen
olayları anlatma ve onları değerlendirmede bir
adım daha atmaktadır. Henüz tecrübe süzgecinden
geçmemişler, olaylarla yoğrulmamışken,
işin pratiğini, kuralların özünü ve kanunlara
sarılmayan; varlık, hayat ve akidenin özündeki
ciddiyete uymayan hiç kimseyi kayırmayan pratik hayatın
ciddiyetini henüz yaşamamışken -müslüman
oldukları halde- işin geldiği noktada dehşete
kapılmalarını, başlarına gelenin meydana
gelişine şaşırmalarını ve iş
konusundaki düşüncelerinin davranışlarından
dolayı olduğunu ve uygulamalarının tabii bir
sonucu olduğunu açıklamaktadır. Ancak onları
bu noktada bırakmamakta, -çünkü bu durum, gerçek de olsa
nihai gerçek değildir- sebepler ve sonuçların arka plânındaki
Allah'ın kaderine, adet ve kanunların ötesindeki
iradesine bağlamaktadır. Böylece meydana gelen olaydaki
hikmeti kendilerine ve uğruna cihad ettikleri davalarına
hayırlı olanın gerçekleşmesine, bu tecrübeyle
onların bundan sonrasına hazırlanmasına,
kalplerinin arınmasına, saflarının
olayların ortaya çıkardığı münafıklardan
ayrılmasına ilişkin hadiselerin ötesindeki Allah'ın
plânını açıklamaktadır. Her iş, sonunda
Allah'ın iradesine ve plânına dayanmaktadır. Böylece
Kur'an'ın ince ve derin açıklamasında gizli gerçek,
düşüncelerinde ve duygularında iyice
olgunlaşmaktadır.