O |
|
O |
|
KÂFİRLERE TÂBİ OLMAK
146- Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı
kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda
başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler,
yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah
sabırlıları sever.
147- Onlar sadece "Ey Rabbimiz, günahlarımızı
ve davranışlarımızdaki
aşırılıklarımızı affeyle,
ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında
bize yardım et" demişlerdir.
148- Allah da onlara hem dünya kazancını ve hem de
ahiret mükâfatının en güzelini verdi. Allah iyi işler
yapanları sever.
149- Ey müminler, eğer kâfirlere itaat ederseniz sizleri
topuklarınız üzerinde geriye döndürürler de hüsrana
uğrarsınız.
150- Oysa Allah'tır sizin mevlânız. O yardım
edenlerin en hayırlısıdır.
151- Biz kâfirlerin kalplerine korku salacağız.
Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan
nesneleri Allah `a ortak koşmuşlardır. Onların
gidecekleri yer Cehennem'dir. Zalimlerin varacağı yer ne
fenadır!
152- Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size
sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş
konusunda görüş ayrılığına düşünceye
ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz.
Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu.
Sonra sizi deneyden geçirmek için onların
başından savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere
karşı gerçekten lütuf sahibidir.
153- Hani Peygamber arkanızdan sizi çağırırken,
hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz; ne kaybettiğinize
ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah
sizi kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.
154- Sonra o kederin ardından Allah, üzerinize içinizden
bir grubu saran bir güven duygusu, bir uyuklama indirdi. Bir grup
da kendi derdi-ne düştü. Bunlar Allah hakkında
cahiliye zihniyetini yansıtan, gerçeğe aykırı
bir düşünce taşıyorlar ve "Bu işte
bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diyorlardı. Onlara
de ki; "Hayır, bu
tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir."
Aslında sana açıklayamadıkları bir
şeyi içlerinde saklıyorlar. içlerinden "Eğer
bu işte bir fonksiyonumuz olsaydı burada
öldürülmezdik " diyorlar.
De ki; "Eğer evlerinizde de olsaydınız
alınlarına ölüm yazılanlar
uzanacakları yerleri yine de boylarlardı." Allah, gönüllerinizdekini
deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için bunları
başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin
özünü bilir.
155- İki topluluğun
karşılaştığı gün savaştan geri
dönenlerinizi şeytan bazı günahkar duyguları yüzünden
ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları yine de
affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve halimdir.
156- Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşa
katılan kardeşleri hakkında "Eğer onlar
yanımızda olsalardı ölmezler ya da
öldürülmezlerdi" diyen kâfirler gibi olmayınız.
Allah bu asılsız saplantıyı onların
kalplerine çöreklenen acı bir hayıflanmaya dönüştürdü.
Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz
Allah yaptıklarını görür.
157 Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz,
Allah'tan gelecek olan bağışlama ve rahmet,
onların biriktirecekleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.
158- Kuşku yok ki, ölseniz de öldürülseniz de Allah
katında toplanacaksınız.
Şu ayetler grubuna araştırıcı bir gözle
baktığımızda, kanatlarının
canlılık fışkıran bir çok sahneyi,
İslâm düşüncesi, insan hayatı ve evrensel
yasalara ilişkin temel ve büyük hakikatleri sardığını
görürüz. Duygu ve düşünceleri coşturacak düzeyde
savaşın hiçbir yönünü dışarda
bırakmayacak şekilde; çabuk, canlı, hareketli ve
derin bir dokunuşla ele aldığına şahid
oluruz. Kuşkusuz bu ayetler; meydana geldiği atmosfer,
kendine özgü koşulları ve olayları, beraberindeki
ruhsal ve duygusal hareketlerle birlikte, savaşı,
canlılık ve gözler önüne serme bakımından,
bunca uzunluk ve detaylılıklarına rağmen siyer
kitaplarında rastlanan tüm rivayetlerden daha etkindirler.
Ayrıca, daha doğru bir düşünceye ulaşmak
isteyen ruhlardaki canlı ve hareket halindeki gerçekler yığınını
da kanatlarının altına aldığını
görürüz.
Bunca sahneyi, bütün bu gerçekleri, bu denli canlı,
hareketli ve duygulandırıcı bir tarzda bu
kadarcık söz ve ifadeye sığdırmak
insanın yapacağı birşey değildir
kuşkusuz. Bu gerçeği, üslupların
sırlarını ve ifadelerinin gücünü algılayanlar,
öncelikle de üslûplarla uğraşan ve ifadenin
sırlarını araştıranlar kavrayabilirler:
"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri
topuklarınızın üzerinde geriye döndürürler de
hüsrana uğrarsınız."
"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım
edenlerin en hayırlısıdır."
Medine'deki kafirler, münafıklar ve yahudiler, müslümanların
dirençlerini kırmak, Muhammed'le (salât ve selâm üzerine
olsun) birlikte hareket etmenin sonucundan onları korkutmak,
savaşın ürkütücü yanlarını, Kureyş müşrikleri
ve müttefikleriyle takışmanın sonuçlarını
tasvir etmek için müminlerin başlarına gelen yenilgi,
ölüm ve yaralanmaları dillerine dolamışlardı.
Küfür kalplerin karıştırılması,
safların dağılması, güvensizliğin
oluşması ve güçlülerle savaşmaya devam etmenin
gereğinden kuşkulanmanın yayılmasını
istiyordu. Çünkü savaştan el çekmenin hoş gösterilmesi
ve zaferi kazanmak üzere olanların barışmaya
yanaştırılması için en uygun hava, yenilgi
havasıdır. Ayrıca bu atmosfer, kişisel
acıların ve bireysel felaketlerin
yaygınlaşıp toplumun ve akidenin bünyesini yıkmaya
dönüşmesine ve böylece galip güçlere teslim olmaya uygun
bir atmosferdir.
Bu yüzden yüce Allah, iman edenleri kafirlere uymaktan sakındırmaktadır.
Çünkü kafirlere uymanın sonu kesin zarardır; hiçbir
kâr ve yarar söz konusu değildir. Onlara uymak,
topukların üzerinde küfre gerisin geriye dönmektir. Mümin,
ya küfür ve kafirlerle savaşmak, batıl ve batıla
uyanları defetmek suretiyle yoluna devam edecek ya da Allah
korusun topukları üzerinde küfre dönecektir. Müminin
konumunu ve dinini koruyarak ikisinin arasına pasif bir
pozisyonda bulunması imkansızdır. İnsan böyle
düşünebilir. Yenilginin ardından, yara ve berenin
etkisiyle, güçlü galiplerle savaşmaktan vazgeçip, onlarla
barış yapabileceğini, bununla beraber dinini,
akidesini, imamı ve varlığını
koruyabileceğini sanabilir. Bu, kof bir vahimdir. Böyle bir
durumda ileriye atılmayanın, geriye dönmesi kaçınılmazdır.
Küfür, şerr, sapıklık ve tağutlarla
savaşa tutuşmayanın, horlanıp geriye dönerek;
küfür, şerr sapıklık, batıl ve tuğyana
dönmesi zorunlu bir sonuçtur. Bir kişinin akidesi ve
imanı, onu kafirlere uymaktan, onları dinlemekten ve
onlara güvenmekten alıkoyamıyorsa bu durumu o
kişinin gerçekte daha ilk andan itibaren iman etmediğini
gösterir. Akide sahibinin, akidenin düşmanlarına
dayanması, onların desiselerine kulak vermesi ve
direktiflerine uyması ruhsal bozgun belirtisidir. Yenilgi
baş gösterdimi de sürecektir. Artık kimse onu sonuçta
yenilmekten, topukları üzerinden küfre dönmekten alıkoyamaz.
İlk adımlarını atarken bu kötü sonuca varacağını
zannetmese de... Mümin, akidesi ve yönetilmesi bakımından,
dininin ve önderliğinin düşmanlarına
danışma gereğini duymaz. Bir kere onları
dinlerse fıtri ve pratik bir olgu olarak artık
topukları üzerinde irtidat yolunu tutmuş demektir.
İşte yüce Allah, müminleri uyarmakta, bundan sakındırmakta
ve iman adına onlara seslenmektedir:
"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri
topuklarınızın üzerinde geriye döndürürler de
hüsrana uğrarsınız."
Topukların üzerinden, imandan küfre dönme yıkımından
daha büyük zarar var mı? İman zararından sonra
hangi kazanç olabilir ki?
Şayet kafirlere uymaya eğilim göstermenin nedeni,
onlardan bir koruma ve yardım beklentisi ise, bu bir vehimdir.
Ayetlerin akışı, yardım ve korumanın gerçeğini
hatırlatarak bunu da reddediyor:
"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım
edenlerin en hayırlısıdır."
Müminlerin dostluk ve yardım bekleyecekleri merci
burasıdır. Allah'ın dost olduğu kimse için
O'nun yarattıklarının birinin dostluğuna gerek
varmı? Yardımcısı Allah olanın,
kulların yardımına ihtiyacı olur mu?
Ayetlerin akışı, müslümanların kalplerini
sağlamlaştırmak için kendisine hiçbir otorite,
güç ve kuvvet indirilmeyen şeyleri Allah'a ortak
koşmalarından dolayı düşmanlarının
kalplerine korku salındığını müjdeliyerek
bunun ahirette hazırlanan azaptan önce olacağını
bildirerek sürmektedir:
"Biz kafirlerin kalplerine korku salacağız.
Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan
nesneleri Allah'a ortak koşmuşlardır. Onların
gidecekleri yer Cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne
fenadır."
Kafirlerin kalplerine korku salınacağına
ilişkin Ulu, Kâdir ve Kahhar olan Allah'ın verdiği
söz, savaşın sonu için bir garanti, düşmanlarının
yenilgisi ve dostlarının zaferi için bir güvencedir.
Küfrün, imanla karşılaştığı her
savaş için geçerlidir bu vaad. Küfredenlerin, korkmadan ve
Allah tarafından kalplerine atılan dehşet duygusu
harekete geçmeden müminlerle karşılaştıkları
vaki değildir. Ancak önemli olan, müminlerin kalplerinde
iman ve birtek Allah'a dostluk duygusu gerçeğinin
bulunmasıdır. Bu dostluğa sıkı
sıkıya bağlı bulunmaları, Allah'ın
ordusunun galip olacağı gerçeği konusunda her türlü
söylenti ve kuşkudan soyutlanmaları ve kâfirlerin,
yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamayacakları gibi
O'ndan kurtulamayacaklarını da bilmeleridir. Görünüşte
bu gerçeğe aykırı bir durum belirdiğinde de
Allah'ın ayette geçen sözüne içtenlikle güvenip buna
göre hareket etmeleri gerekir. Çünkü, Allah'ın sözü,
insanların gözlerinin gördüğü ve akıllarının
değerlendirdiği herşeyden daha doğrudur.
Kâfirler korkacaklardır. Çünkü kalpleri gerçek bir
dayanaktan yoksundur. Çünkü onlar ne bir güce ne de güçlü
birine dayanmaktadırlar. Onlar hiçbir güçleri olmayan tanrılarını
Allah'a ortak koşmaktadırlar. Çünkü yüce Allah, bu
tanrılara hiçbir güç bahşetmemiştir.
"Kendisine hiçbir güç verilmemiş olan
nesneler..." deyimi bazen iddia
edilen tanrıları, bazen de kof inançları
vasıflandırmak için Kuran'da sıkça rastladığımız
köklü ve temel bir gerçeğe işaret eden derin
anlamlı bir deyimdir.
Kuşkusuz, herhangi bir düşünce, inanç, kişi
veya kuruluş, taşıdığı gizli güç
ve caydırıcı otorite oranında, yaşar,
hareket alanı bulur ve etkinlik gösterebilir. Bu güç;
içindeki "Hakk" mefhumu ile, yani Allah'ın tüm
evreni dayandırdığı temeller ve evrende yürürlükte
olan Allah'ın koyduğu yasalara uygunluk derecesi ile
ölçülür. Bu "Hakk" olma mefhumunu içermesi ile
yüce Allah, varlık aleminde gerçek anlamda faal ve etkin
olan güç ve otoritesinden ona bahşedecektir. Aksi takdirde,
görünürde parlak ve heybetli görünse de son derece hafif boş,
zayıf ve çürük olacaktır bu güç.
Müşrikler, (Allah'tan) başka tanrıları çeşitli
şekillerde Allah'a ortak koşarlar. Öncelikle,
uluhiyetin özelliklerinden herhangi bir şeyi Allah'tan
başkasına vermekle meydana gelir bu şirk. Bu
özellik, kanun koyma, hayat tarzları ve toplumsal düzenleri
için başvurdukları değerleri belirlemek için bu
kanunlara uymaya ve bu değerleri benimsemeye zorlamak
şeklinde kullar üzerinde kullara egemenlik hakkı
tanımaktır. Bu özelliklerin kapsamında bulunan ve
onlardan bir parça sayılan sembolik ibadet sorunu bundan
sonra gelir.
Peki bu tanrılar, Allah'ın şu evreni
dayandırdığı "hakk"tan neye sahip
bulunuyorlar? Kuşkusuz yüce Allah, şu evreni sadece bir
olan yaratıcısına dayanması için yaratmıştır.
Bütün bu yaratıkları da, ortak
koşmaksızın kendisine kullukta bulunmaları, hiç
tartışmasız kanun ve değerler konusunda sadece
kendisine başvurmaları ve O'na bir
başkasını eş koşmadan hakkıyla
kendisine kulluk etmeleri için yarattı. Bunun için, kapsamlı
anlamıyla Tevhidin dışına çıkan
herşey, dayanıksız ve boştur. Evrenin
yapısındaki gizli "hakk"tan yoksundur. Bu yüzden
de çürük ve cılızdır. Ne bir güç ne de bir
otoriteye sahiptir. Hayatın akışında hiçbir
etkisi söz konusu değildir. Hatta hayat öğelerine ve
hayat hakkına da sahip değildir.
İnanç ve düşünce konusunda kendilerine hiçbir
güç verilmeyen Tanrıları Allah'a ortak
koştuklarından dolayı müşrikler,
zayıflık ve boşluğa dayanmaktadırlar.
Onlar sonsuza kadar hor ve zayıf çığırtkanlar
olacaklardır. Mutlak güç sahibi gerçeğe dayanan müminlerle
karşılaştıklarında içlerini hep bir
korku saracaktır onların.
Hakk ile batılın
karşılaştığı her durumda bu vaadin
doğruluğunu buluruz. Kaç kere, silahsız hakk
karşısında son derece silahlanmış olarak
dikilen batıl, korkaklar gibi büzülmüş, bunca
silahlı kalabalığa rağmen her hareketten ve
her sesten dolayı titremiştir. Hakk hareket edip
saldırıya geçince de, bunca kalabalığına
ve hakkın azlığına rağmen Allah'ın
vaadini doğrularcasına batılın
saflarında; dehşet, korku, parçalanma ve bozgun baş
göstermiştir.
"Biz kafirlerin kalplerine korku salacağız.
Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan
nesneleri Allah'a ortak koşmuşlardır."
Bu dünyadaki halleri... Ya ahirette?.. Orada da zalimlere yakışan
acıklı ve fenâ bir sonuç beklemektedir onları...
"Onların gidecekleri yer de Cehennemdir Zalimlerin
varacağı yer ne fenadır."
İşte bu noktada ayetlerin akışı müslümanlara,
Uhud savaşındaki bu vaadin doğruluğunu
belgeleyen kanıtlara çevrilmektedir. Çünkü savaşın
başında zafer onların olmuştu. Müşrikler
birer birer öldürülüyordu. Arkalarında birçok ganimet bırakarak
kaçmaya başlamışlardı. Bayrakları da
yere düşmüş ve bir kadın kaldırıncaya
kadar kimse de buna el atmamıştı. Ganimete
karşı okçuların nefislerinde zaaf belirip,
aralarında çekişerek Peygamberleri ve komutanları
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı
gelmeyinceye kadar müslümanların zaferi yenilgiye dönüşmemişti.
Burada ayetler dikkati; sahneleri, mekânları, olayları
ve koşullarıyla savaşın içine çekmektedir:
"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size
sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş
konusunda görüş ayrılığına düşünceye
ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz.
Kiminiz dünyayı kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi
deneyden geçirmek için o nların
başından savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere
karşı gerçekten lütuf sahibidir."
"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken,
hiç kimseye bakmadan koşuyordunuz, ne kaybettiğinize ve
ne de başınıza gelenlere üzülmeyesiniz diye Allah
sizi kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah
yaptıklarınızdan haberdardır."
"Sonra o kederin ardından Allah içinizden bir grubu
saran üzerinize bir güven duygusu ve bir uyuklama indirdi. Bir
grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah hakkında
cahiliyye zihniyeti yansıtan gerçeğe aykırı
bir düşünce taşıyorlar ve bu işte bizim bir
fonksiyonumuz var mı? diyorlardı. Onlara de ki;
Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir.
Aslında sana açıklayamadıkları birşeyi içlerinde
saklıyorlar. İçlerinden, `Eğer bu işte bizim
bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik' diyorlar.
De ki; `Eğer evlerinizde de olsaydınız
alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları
yerleri yinede boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini
denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için bunları
başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin
özünü bilir."
"İki topluluğun
karşılaştığı gün, savaştan
geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları
yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları
yine de affetti. Hiç kuşkusuz Allah, affedici ve
Halim'dir."
Kuşkusuz, burada Kur'an'ın ifade tarzı,
meydandaki hiçbir hareketi, ruhlardaki hiçbir duyguyu,
yüzlerdeki hiçbir çizgiyi ve vicdanlardaki hiçbir devinimi
belirtmeksizin geçmeyecek şekilde savaş sahnesinin ve
zaferle yenilginin dönüşümünün eksiksiz bir tablosunu
çizmektedir. İbareler, bir film şeridi gibi gözler
önünde geçmekte ve her harekette yepyeni ve canlı bir
tablo taşımaktadır. Özellikle dağa
tırmanmayı, panik ve dehşet içinde kaçış
hareketini ve Resulullah,ın (salât ve selâm üzerine olsun)
savaştan dönüp kaçanları ve korkudan dağa
tırmananları çağırmasını tasvir
etmesinin yanında nefislerin hareketini, müslümanlarda
meydana gelen çalkalanma, çeşitli duygular, heyecanlar ve
arzuları da tasvir etmektedir. Bunca hareketli ve canlı
tablonun yanında, Kur'an'ın üslûbunun ve olağanüstü
eğitim metodunun belirmesini sağlayan şu
direktifler ve hükümler yer almaktadır:
"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size
sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş
konusunda görüş ayrılığına düşünceye
ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz."
Bu durum, ganimet duygusuna kapılmadan önce müslümanların
müşrikleri doğradıkları ya da köklerini
kuruttukları, savaşın
başlangıcındaydı. Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) onlara "Sabrettiğiniz sürece zafer
sizindir." demişti. Böylece yüce Allah Peygamberinin
dilinden verdiği vaadi doğrulamıştı:
"Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti
istiyordu..."
Bu ifade, okçuların durumunu belirtmektedir. Onlardan bir
grup ganimet arzusu karşısında zaaf göstermiş,
onlarla, Resulullah'ın emrine mutlak itaat etmenin
gerektiği görüşünde olanlar arasında çekişme
baş göstermiş ve sevdikleri zaferin belirdiğini gözleriyle
gördükten sonra isyan etmeye kadar götürmüşlerdi
işi. Böylece iki gruba ayrılmış oldular. Bir
kısmı dünya ganimetini, diğer bir kısmı
da ahiret sevabını istiyordu. Artık kalpleri
dağılmış, saflarda ve hedefte birlik diye
birşey kalmamıştı. Ganimet arzusu ihlâs
cilâsını ve akide savaşlarında bulunması
kaçınılmaz olan mutlak dünya malından soyutlanma
duygusunu gidermişti. Çünkü akide savaşı
başka savaşlara benzemez. Bu savaş, hem savaş
alanında hem vicdan da sürmektedir. Vicdandaki savaş
kazanılmadan savaş alanında zafer elde etmek mümkün
değildir. Bu, Allah için yapılan bir
savaştır. Bu yüzden nefsini Allah için arındırmadıkça
yüce Allah kimseye zafer nasip etmez.
Allah'ın sancağını yükselttikleri ve O'na
dayandıkları halde, ortada bir kapalılık,
bozukluk ve karışıklık olmaması için,
yükselttikleri sancak adına herşeyden arınıp
temizlenmedikçe yüce Allah zafer bahşetmez. Kuşkusuz,
açıkca batıl sancağını yükselten batıl
taraftarları -Allah'ın bildiği bir hikmetten
ötürü- galip gelmişlerdir. Ancak, akide
sancağını yükselttikleri halde, içtenlikle O'nun
adına herşeyden soyutlanmayanlara yüce Allah, arındırıp
temizlemek için onları denemedikçe ebediyyen zafer bahşetmez.
Kur'an'ın savaş alanındaki konumlarına
işaret ederken müslüman kitleye göstermek istediği
budur. Kaypak ve kararsız tutumlarının meyvesi olan
acı bir yenilgi ve açık bir yara almış
bulunan müslüman kitleye yüce Allah, bunu öğretmek
istiyordu.
"...Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti
istiyordu."
Kur'ana Kerim, bizzat müslümanların kendi kalplerinde
varlığından habersiz oldukları gizli duygulara
ışık tutmaktadır. Abdullah İbn-i Mes'ud
(Allah O'ndan razı olsun) şöyle der: "Uhud günü
bizim hakkımızda "Kiminiz dünyayı
istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu" ( İbn-i
Kesir, tefsirinde rivayet eder ve "İbn-i Mes'ud
dışında başka yollardan da rivayet
edilmiştir" der. İbn-i Mürdeveyh de tefsirinde
bunu rivayet etmektedir.) ayeti inene kadar Resulullah'ın
ashabından birinin dünyayı istediğini görmemiştim."
Böylece Kur'an, kalpleri ve içindekilerini açıp önlerine
koymakta, bir dahaki sefere sakınmaları için yenilginin
nereden geldiğini göstermektedir onlara.
Aynı zamanda, karşılaştıkları
acıların ve açık sebeplerinden dolayı meydana
gelen olayların arka plândaki Allah'ın hikmet ve
tedbirinin bir tarafını da onlara göstermektedir.
"...Sonra sizi deneyden geçirmek için onların
başından savdı."
Kuşkusuz, orada insanların fiillerinin
arkasında, Allah'ın takdiri yeralıyordu. Zaaf gösterip
aralarında çekişerek isyan edince yüce Allah,
güçlerini, heybetlerinï ve müşrikler
karşısındaki dikkatlerini giderdi. Okçuları
geçitten geri döndürdü, savaşçıları savaş
alanından çevirdi ve böylece hep birlikte kaçmaya başladılar.
Bütün bunlar, onları denemek için hazırladığı
plana göre meydana geliyordu. Kalplerin gizliliklerini ortaya çıkarmak,
ruhları arındırmak ve değineceğimiz gibi
safları belirlemek için; zorluk, korku ve yenilgi,
öldürülme ve yaralanma ile deniyordu onları yüce Allah.
Böylece, olaylar sebeplerin sonucu meydana geldiği gibi müslümanların
kendi hesaplarına göre planlanmış olarak
canlanıyordu. Ancak hiçbiri diğeriyle çakışmadan
oluyordu bunların. Her olayın bir sebebi ve her sebebin
arkasında, latif ve herşeyden haberdar olan
Allah'ın plânı vardır.
"...Ama yine de sizi affetti."
Sizde meydana gelen zaaf, çekişme ve isyanı
bağışladığı gibi savaştan kaçışınızı,
dönmenizi ve irtidatınızı da
bağışladı. Kendisinden bir lütuf ve minnetle
yaptı bunu. Çünkü kötü bir niyet ve hatada ısrar söz
konusu olmayıp beşeri zaaftan kaynaklanıyordu bu
hal. Allah'a iman, O'na teslim olmak, önderliğinize ve
Allah'ın iradesine teslim olmak çerçevesinde de hata
edebilir, zaaf gösterebilirdiniz.
"...Allah müminlere karşı gerçekten lütuf
sahibidir."
O'nun metoduna uydukları, O'na kulluk üzere bulundukları,
uluhiyetin özelliklerinden herhangi bir şeyi kendileri için
iddia etmedikleri, metod, düzen, değer ve ölçülerini
O'ndan başkasından almadıkları sürece onları
bağışlamak Allah'ın lütfundandır.
Onlardan bir hata meydana geldiğinde, zaaf acizlik ya da sürçme
ve başka bir nedenden dolayı meydana geleceğinden;
deneme, arınma ve ihlâstan sonra Allah'ın
bağışlamasıyla
karşılaşacaklardır...
Aşağıdaki ayet-i kerime yenilginin canlı ve
hareket halindeki bir tablosunu gözler önüne getirecektir:
"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken,
hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz."
Sahnedeki olgunun duygularında derinleşmesi, zaaf,
çekişme ve isyan sonucu kendilerinden kaynaklanan
davranış ve sonucundan mahcup olup utanmaları için...
İbare, birkaç kelimeyle duygusal ve ruhsal hareketlerinin
tablosunu çizmektedir. Sahnede büyük bir korku dehşet ve
panik içinde dağa tırmanıyorlar. Öyle ki biri diğerine
bakamıyor. Çağırınca cevap veremiyor.
Üstelik, kalplerini ve ayaklarını titreten
"Muhammed öldürüldü" şayiasından sonra,
yaşadığına inandırmak için Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) da arkalarından çağırıp
duruyordu. Bu, şu kadarcık kelimede gözler önüne
getirilen mükemmel bir sahnedir.
Sonuçta yüce Allah, kaçırdıklarına
sevinmemeleri ve başlarına gelene üzülmemeleri için
kaçmak, kendileri kaçtıkları halde arkalarında
direnen sevgili Peygamberini bırakmak ve böylece birtakım
yaralar almasına ve üzülmesine neden olduklarından
dolayı onların ruhlarına üzüntü salmakla
cezalandırıyor. Başlarından geçen bu deney
Peygamberinin başına gelen bu acı -ki bu,
kendilerine isabet eden herşeyden daha ağır
geliyordu- ruhlarını kaplayan bu pişmanlık ve
uğradıkları bu üzüntü... Kaçırdıkları
bunca menfaati ve başlarına gelen bunca
sıkıntıyı küçümsemelerini sağlayacaktır:
"Ne kaybettiğinize ve ne de başınıza
gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı..."
Allah, bütün gizliliklerden haberdardır. Sizin
yaptıklarınızın hakikatini ve
davranışlarınızın nedenini hakkıyla
bilir:
"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır."
Yenilginin, korku ve dehşetini, Rabblerine ve
Peygamberlerine dönen mümin ruhlarda yereden hayret verici bir
güven duygusu takip etmişti. Kendilerini, büsbütün
kaplayan tatlı bir uykuya teslim etmişlerdi. Bu
olağanüstü mucize ifade edilirken, tıkırtısı
ve gölgesiyle bu güven ve sükûn atmosferini tasvir etmesi
için istikrar, incelik ve yumuşaklık saçıyor
adeta.
"...Sonra o kederin ardından Allah üzerinize
içinizden bir grubu saran bir güven duygusu bir uyuklama
indirdi."
Bu, o mümin kullarını kuşatan ilahi rahmetin
sonucu meydana gelen olağanüstü bir mucizedir. Çünkü,
bir an için de olsa, korkup kaçışan yorgunları
uyku bürüdü mü, bünyelerinde büyü etkisini yapar, onları
yeniden yaratır ve niteliği bilinmeyen bir şekilde
bünyelerine güven duygusunu serper. Bunu, sıkıntı
ve zorluk anında denediğimden söylüyorum. O anda,
insanın kısır ifadesinin tasvir edemeyeceği
şekilde yüce Allah'ın kuşatıcı ve derin
rahmetini hissetmiştim.
Tirmizi, Nesei ve Hakim, Hammad b. Seleme'nin hadisinden, O da
Enes'ten, O da Ebi Talha'dan şöyle rivayet ederler: Ebu
Talha der ki: "Uhud günü başımı
kaldırıp baktığımda onlardan
kabuğuna çekilip uyuklamayan biri yoktu."
Ebu Talha'dan yapılan bir başka rivayette "Uhud
günü saflarda iken bizi bir uyku basmıştı. Öyle
ki kılıcım elimden düşer gibi oluyor ben de
tutuyordum. Tekrar düşüyor tekrar tutuyordum" der.
KENDİLERİNİ DÜŞÜNENLER
Diğer gruba gelince onlar; nefisleri kendilerini
uğraştırıp daha çok ilgilendiren, cahiliye
düşüncelerinden tamamen kurtulamayan, nefislerini
içtenlikle Allah'a teslim etmeyen, bütün benlikleriyle O'nun
kaderine teslim olmayan, başlarına gelenin imtihan ve
arınma için olduğu, yoksa yüce Allah dostlarını
düşmanlarına karşı yalnız
bırakmayacağı konusunda mutmain olmayan ve yüce
Allah'ın, küfür, şer ve batıla nihai galibiyet ve
tam zafer vermeyi takdir etmediğine güvenmeyen imanı
sarsılmış kimselerdir:
"...Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah
hakkında cahiliye zihniyeti yansıtan gerçeğe
aykırı bir düşünce taşıyorlar ve `Bu
işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?'
diyorlardı."
Bu akide, mensuplarına, hiçbir şeyin kendilerine ait
olmadığını, tamamen Allah'a ait
olduklarını, O'nun yolunda cihada çıktıklarında
O'nun için çıktıklarını, O'nun için hareket
ettiklerini, O'nun için savaştıklarını, bu
cihadda, kendilerine ait başka bir amacın söz konusu
olmadığını, Allah'ın kaderine teslim
olduklarını, ne şekilde olursa olsun bu kaderden
geleni hoşnutluk ve teslimiyetle
karşılamalarını öğretmektedir.
Sadece kendilerini düşünenler ve
şahıslarını düşünce, değerlendirme,
ilgi ve uğraşlarının ekseni durumuna
getirenlere gelince bunların ruhlarında iman gerçeği
olgunlaşmamıştır. İşte
Kur'an'ın burada sözünü ettiği grup
bunlardandır. Bunların nefisleri kendilerini
uğraştırmış ve sadece kendilerini düşünecek
duruma gelmişlerdi. Düşüncelerinde, açığa
kavuşmayan bir iş yüzünden kaybettiklerini sanarak
büyük bir sıkıntı ve kararsızlık içinde
bocalamaktaydılar. İstemeden savaşa itildiklerini,
buna rağmen acı bir sınav verdiklerini,
öldürülme, yara ve acılardan oluşan ağır
bir bedel ödediklerini düşünüyorlardı. Allah'ı
gerçek anlamda tanımıyorlardı. Bu yüzden
cahiliyede olduğu gibi O'nun hakkında haksız zan yürütüyorlardı.
Kendilerine birşey düşmeyen, ancak ölüp yaralanmaları
için sürüklendikleri savaşta kaybolacaklarını düşünmeleri,
Allah hakkında besledikleri haksız zandan
kaynaklanıyordu. Allah'ın, kendilerini yardım edip
kurtarmayacağını ve aksine düşmanlarının
eline bir kurban gibi teslim edeceğini düşünüyorlardı.
"...Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var
mı?" diye sormaları bu yüzdendi. Bu
sözleri, kumanda ve savaş
çizgisine karşı geldiklerini göstermektedir. Bunlar
Medine'den çıkmama görüşünde olup Abdullah b. Ubeyy
ile birlikte geri dönmedikleri halde kalpleri bir türlü
istikrar ve güvene kavuşmamış kişiler
olabilirler.
Ayetlerin akışı, kuşku ve
zanlarını sunmayı bitirmeden önce, sordukları
işin aslını düzeltmek ve gerçeğini
yerleştirmek için şu sözlerini ele âlmaktadır:
"Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı? Onlara
de ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir
iştir."
Bu işte kimseye birşey yok. Ne kendilerine ne de
başkalarına... Bundan önce Peygamberine şöyle
demişti yüce Allah: "Bu işten sana hiçbir
şey yoktur."·(Al-i İmran suresi; 128)
Bu dinin işi, yeryüzünde onu
yerleştirmek ve düzenini kurma meselesi, kalpleri ona
yöneltme konusu... Bunların tümü Allah'ın
işidir. Görevlerini yapmak, biatlarına sadık
kalmaktan başka bu işte insanın hiçbir müdahalesi
söz konusu değildir. Sonrasında Allah, ne şekilde
dilemişse öyle olur herşey.
Ayet-i kerime böylece, kuşku ve zanlarını
sunmadan önce ruhlarının gizlediklerini açığa
çıkarmaktadır:
"Aslında sana açıklayamadıkları
şeyi içlerinde saklıyorlar. "
Ruhları, vesvese ve kuşkularla doludur.
Karşı gelme ve inatçılıkla
kuşatılmıştır. "Bu işte bize
birşey var mı?" diye sormaları, istemeden
bu sonuca geldikleri düşüncesinde olduklarını göstermektedir.
Bunun altında kötü idarenin kurbanı
olduklarını, şayet savaşı kendileri idare
etmiş olsalardı bu sonuca layık olmayacakları
düşüncesi yatmaktadır.
"Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz
olsaydı burada öldürülmezdik, diyorlar."
Bu, yenilgiyle yüzyüze geldiklerinde, yenilginin acılarına
katlanmak zorunda kaldıklarında, bedelin düşündüklerinden
de ağır olduğunu anladıklarında,
vicdanlarına baktıklarında, sorunun açık ve
oturmuş olmadığını
algıladıklarında, kumandanın
uygulamalarının ve bu işte bir yetkileri
olsaydı böyle olmayacaklarını zannettiklerinde,
akide için herşeyden soyutlanmamış tüm ruhlarda
depreşen bir vesvesedir. Böyle olunca da düşüncelerindeki
bu bulanıklıkla, olayların arkasında
Allah'ın elinin ve imtihanda O'nun hikmetinin olduğunu düşünmeleri
mümkün değildir. Onların değerlendirmesine göre
sorun zarar üstüne zarar kayıp üstüne kayıptır.
İşte bu noktada bütün işler hakkında
derin bir düzeltme yeralmakta ve arkasından hayat, ölüm ve
sınamanın gerisindeki gizli hikmet hakkında
doğru düşünce gelmektedir:
"De ki; `Evlerinizde de olsaydınız
alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları
yerleri yine de boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini
denemek, kalplerinizdekini arıtmak için bunları
başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin
özünü bilir."
De ki; şayet siz; evlerinizde olsaydınız,
komutanın çağrısına uymayıp savaşa
çıkmasaydınız ve her işinizi kendi
değerlendirmenize göre yapsaydınız yine de
öldürülmesi yazılanlar öldürülecekleri yeri boylarlardı.
Herkesin belirli bir eceli vardır, öne alınmadığı
gibi ertelenmez de. Aynı şekilde, herkesin
belirtilmiş bir yeri vardır, oraya gelip ölmesi kaçınılmazdır.
Ecel yaklaştığında, eceli gelen kendi
ayaklarıyla ona koşar, öleceği yere kendi
adımlarıyla varır. Belirlenen eceline kimse zorla sürüklemez
onu, ayrılan ölüm yerine de kimse itmez.
Şu ifadeye bakın: ".. Yatacakları
yer"... Buna göre bedenlerinin
yere değip rahatladığı, adımların
sustuğu ve yeryüzünde dolaşanların sonuçta
geldikleri kabir bir yataktır. Hiçbir zaman kavrayamadıkları
ancak kendilerini kavrayan ve kendilerini diledikleri gibi idare
eden gizli bir etken tarafından sürüklendikleri bir
yatak... Bu güçlü etkene teslim olmak kalp için daha huzur
verici, ruh için daha sakinleştirici ve vicdan için daha
rahatlatıcıdır.
Kuşkusuz bu, arka planda gizli bir hikmeti bulunan
Allah'ın kaderidir:
"Allah gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve
kalplerinizdekini arıtmak için bunları
başınıza getirdi."
Göğüslerdekini açığa vuran, kalplerdekini
gideren ve gerçeğini abartısız ortaya çıkaran
sınama gibi bir mihenk yoktur. Sınamak; gerçeği
ortaya çıkarmak için göğüslerde bulunanları
denemek ve bildirmektir. Bu, içinde bir bozukluk ve çürüklük
bırakmayacak şekilde kalpleri temizleme ve tasfiye
operasyonudur. Ayrıca, içinde bir karışıklık
ve kapalılık bırakmaksızın düşüncenin
sahihleşip parlamasını sağlar sınav
zorluğu.
"Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü
bilir."
Göğüslerde bulunanlar; onlar için gerekli gizli sırlardır.
Bunlar orada gizlenir, sürekli nefse eşlik ederler.
Bunları açığa çıkarmadığı
gibi gün yüzüne de çıkarmaz. İşte Allah, göğüslerde
bulunan bütün bunları bilir. Ancak yüce Allah, olayları
hareketlendirip ortaya çıkarmadıkça insanların
bilmesinin imkansız olduğu bu sırları onlara
da öğretmeyi dilemektedir.
Savaş alanında iki topluluğun
karşılaştığı gün yenilip kaçanların
içlerinde bulunanı yüce Allah biliyordu.
İşledikleri bir günah yüzünden zaaf gösterip geri
dönmüşlerdi. Bu yüzden ruhları
sarsılmıştı. Şeytan da bu gedikten
ruhlarına musallat olmuş ve onları kaydırmak
istemişti. Onlar da kayıp düşmüşlerdir:
"İki topluluğun
karşılaştığı gün, savaştan
geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları
yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah yine de sizi
affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve Halim'dir."
Bu ayette, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
kendilerini paylarından yoksun bırakacağı düşüncesine
kapıldıkları gibi ganimet arzusuna kapılan okçulara
özel bir işaret vardır. Yaptıkları buydu. Ve
şeytan da bununla onları kaydırmak istemişti.
Okçulara işaret yanında; hata işleyen, gücündeki
dayanıklılığı yitiren, Allah'la olan
bağını gevşeten ölçü ve dayanaklarını
terkeden, Allah'la bağını ve O'nun
hoşnutluğuna olan
bağlılığını bir kenara
attığından dolayı kuşku ve vesveselere
geniş bir alan bırakan her insan nefsinin düşeceği
durumu belirleyen genel bir tasvir söz konusudur burada. Böyle
bir durumda şeytan, bu nefsi etkilemek için kolaylıkla
kendisine yol bulur. Bu nefsi taşıyan insanı
dayanaktan yoksun bırakır artık.
Peygamberlerle birlikte düşmanlar
karşısında savaşan ve sadece Rabb'e kul
olanların öncelikle günahlardan istiğfar etmesinin
sebebi buydu. Bu istiğfar, onları Allah'a döndürmüş,
O'nunla bağlarını güçlendirmiş,
kalplerindeki kararsızlığı silmiş, orâdaki
vesveseleri kovmuş, şeytanın girdiği,
Allah'tan kopma, O'nun korumasından uzaklaşma
gediğini kapatmıştır. Çünkü şeytan; bu
gedikten girerek kendilerini kurtaracak koruyucudan fersah fersah
uzaklaştırıp bataklıkta bir başına
bırakana kadar tekrar tekrar ayaklarını
kaydırmaya çalışmaktadır.
Burada yüce Allah, ràhmetinin kendilerine kavuştuğunu,
şeytanın onları kendisinden koparmaya izin
vermediğini, dolayısıyle kendilerini
bağışladığını bildirmektedir.
Burada kendisini onlara -Çok bağışlayan- Gafûr,
ve Yumuşaklık sahibi- Halîm olarak tanıtmakta.
Ruhlarında O'na yönelme ve bağlılık
olduğunu; azgınlık, kopukluk ve kaçaklık
duygusunun fıtratlarında olmadığını
bildiğini ve böylece hata işleyenleri kovmayıp
onları cezalandırmada da acele etmediğini
bildirmektedir.
Ölüm ve hayata ilişkin yüce Allah'ın kaderi ve bu
konuda kâfir ve münafıkların kötü düşüncelerinin
gerçek mahiyetinin açıklanması, müminlere bunlar gibi
düşünmemelerine ilişkin bir çağrıyla son
bulmaktadır. Ayetlerin akışı müminleri, başka
değerlere, acı ve fedakarlıkları daha iyi
değerlendiren ölçülere yöneltmektedir:
"Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da
savaşan kardeşleri hakkında `Eğer onlar
yanımızda olsalardı ölmezlerdi ya da
öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi olmayız. Allah bu
asılsız saplantıyı onların kalplerine
çöreklenen acı bir hayıflanmaya dönüştürdü.
Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz
Allah yaptıklarınızı görür."
"Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz
Allah'tan gelecek. olan bağışlanma ve rahmet
onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.
Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında
toplanacaksınız."
Bu ayetlerin, savaş konusuyla olan ilişkilerinden de
anlaşılacağı gibi bu sözler, savaş
öncesinde geri dönen münafıklar ile müslümanlarla ilişki
ve yakınlıkları bulunan ve ancak henüz İslâm'a
girmemiş Medine'li müşriklere aittir. Böylece bu müşrikler,
Uhud'da şehid düşenlerin yakınlarının
kalplerine; hasret ve öldürülmelerinin, savaşa çıkmalarının
sonucu olduğuna ilişkin bir duyguyu yaymaya çalışıyorlardı.
Kuşkusuz bu tür fitneler ve kanlı hicranlar müslüman
saflarda; karışıklık ve çalkalanmalara neden
olur. Bu yüzden düşünceleri düzeltmek ve tuzakları
kuranların boyunlarına geçirmek için bu Kur'anî açıklama
yer almaktadır.
Kafirlerin "Eğer
yanımızda olsalardı ölmez veya
öldürülmezlerdi" sözleri;
bolluğu ve darlığıyla tüm hayat ve hayattaki
olaylara yön veren kanunlara ilişkin akide sahibi ile ondan
yoksun olanın düşünceleri arasındaki temel
farkı ortaya çıkarmaktadır. Akide sahibi,
Allah'ın kanunlarını kavramış, O'nun
iradesini algılamış ve O'nun kaderine güvenmiştir.
Allah'ın yazdığından başkasının
kendisine isabet etmeyeceğini çok iyi bilmektedir.
Başına birşey gelmişse bu onun kendi
hatasından kaynaklanmaktadır. Kendisi için takdir
edilmeyen bir şeyin de başına gelmesi söz konusu
değildir. Bu yüzden, zorluk anında feryadı
basmadığı gibi bolluk karşısında da
şımarmaz. Ne bunun ne de şunun için ruhunda bir sıkıntı
hissetmez. İş olup bittikten sonra, "bu
şekilde" korunmak ya da "şöyle" kazanmak
için "böyle" yapmadığına üzülmez. Değerlendirme,
planlama, görüş bildirme ve danışmanın
zamanı harekete geçmeden öncedir. Kendi bilgisi ve Allah'ın
emir ve nehiylerinin sınırları içinde değerlendirip
plânladıktan sonra harekete geçtiğinde meydana gelen
herşeyi; güven, hoşnutluk ve teslimiyetle
karşılar. Çünkü mümin, meydana gelen herşeyin
Allah'ın kaderi, planı ve hikmeti uyarınca meydana
geldiğine inanmaktadır. Bütün sebepleri bizzat yerine
getirmiş olsa da herşeyin Allah'ın takdir
ettiği şekilde olacağına kanidir. Bu
şekilde teslimiyet, görevi yerine getirmek ve tevekkül arasındaki
denge sayesinde insanın adımları doğrulur ve
vicdanı huzura kavuşur. Ancak; kalbini Allah
hakkındaki bu dosdoğru düşünceden yoksun bırakana
gelince o, sürekli bir kararsızlık ve bunalım içindedir.
Daima "şayet..", "olmasaydı..",
"keşke olsaydım..." ve "eyvah.. "lar
içinde bocalamaya mahkumdur.
Yüce Allah -müslüman kitleyi eğitmek için, Uhud savaşı
ve orada müslümanların başına gelenlerin gölgesinde-
onları, rızık elde etmek için yeryüzünde dolaşırken
veya cihada çıkıp savaş esnasında
öldürülen bir yakınlarından dolayı üzüntüye
kapılan kafirler gibi olmaktan sakındırıyor.
"Ey müminler; Yolculuğa çıkan ya da
savaşa katılan kardeşleri hakkında `Eğer
onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi veya
öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi olmayınız."
Bu sözü, evrende meydana gelen şeyler ve bunlar
üzerinde etkin güç olan Allah hakkındaki bozuk düşüncelerinden
dolayı söylüyorlar. Çünkü bu kafirlerin Allah ve O'nun
hayata egemen kaderiyle bağları kopuk olduğundan görünen
sebepler ve yüzeysel koşullardan başka birşey görmeleri
mümkün değildir.
"...Allah bunu kalplerinde bir hasret olsun diye
bıraktı..."
Kardeşlerinin rızık elde etmek için
yeryüzünde dolaşmaya çıkmalarının sonucu
öldükleri ya da savaş ve çarpışmadan ötürü
öldürüldüklerine ilişkin duyguları... Ölüm veya
öldürülmelerinin nedeninin bu yeryüzüne çıkış
olayı olduğuna dair inançları sonucu çıkmaktan
alıkoymadıklarına üzülmelerini sağlamaktadır.
Gerçek nedenin; ecelin gelmesi, ölüm çağrısı,
Allah'ın takdiri, ölüm ve hayat hakkındaki kanunu
olduğunu bilselerdi üzülmezlerdi. İmtihanı
sabırla karşılayıp hoşnutlukla Allah'a yönelirlerdi.
"Oysa can veren de öldüren de Allah'tır."
Hayatı vermek, kararlaştırılan bir zamanda,
belirlenen bir ecelle ister evlerinde veya ailelerinin
yanında ister rızık elde etmek ya da akide için
savaş meydanında olsunlar insanlara verdiğini almak
Allah'ın elindedir. Herşeyden haberdar olan O'dur,
herşeyi bilip gören O'dur, ceza ve karşılık
da O'nun katındadır.
"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarını görür."
ÖLÜM OLGUSU
Buna göre iş, ölüm veya öldürülme ile bitmiyor, son
nokta burası değildir. Şu halde yeryüzündeki
hayat yüce Allah'ın insanlara bahşettiği
nimetlerin en iyisi değildir. Başka değerler; Allah
katında daha üstün değerler vardır:
"Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz
Allah'tan gelecek olan bir bağışlanma ve rahmet
onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha bayırlıdır."
"Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah
katında toplanacaksınız."
Allah yolunda ölmek ve öldürülmek -bu şartla ve bu
itibarla- hayattan, insanların hayatta elde ettikleri mal,
makam, güç ve dünya metaından daha iyidir. Çünkü, arkasında
gelen Allah'ın bağışlaması ve merhameti
vardır. Bunlar insanların elde ettiklerinden daha
iyidir. İşte Allah, müminleri bu bağışlanma
ve merhamete yöneltmektedir. Bu noktada onları, kişisel
üstünlüklere ve beşerî değerlere terk etmiyor.
Allah'ın yanında bulunanlara da teslim ediyor bizzat
kalplerini, kendi rahmetine bağlıyor. Bu da
insanların tüm topladıklarından kalplerin
bağlandığı tüm değerlerden daha iyidir
kuşkusuz.
Herkes Allah'a dönecektir. İster yataklarında veya
yeryüzünde dolaşırken ölsünler, ister meydanda çarpışırken
öldürülsünler; her durumda O'nun huzurunda toplanacaklardır.
Bunun dışında dönecekleri, bundan başka
varacakları bir yer yoktur. O halde oradaki
farklılık; yapılan iş, niyet, yöneliş ve
ilgide söz konusu olabilir. Sonuç ise hep birdir; gerek ölmek,
gerekse kesinleşmiş zamanda ve belirlenmiş sürede
öldürülmek şeklinde olsun Allah'a dönülecektir. Ve
toplanma gününde O'nun huzurunda toplanılacaktır.
Dolayısıyla herkesi bekleyen son; Allah'ın
bağışlaması ve merhameti ya da öfke ve azabı
olacaktır. Ahmakların ahmakı; her durumda öleceği
halde, kendine kötü sonucu seçendir.
Böylece kalplerde, ölüm, hayat ve Allah'ın kaderinin
gerçek mahiyetleri yer etmektedir. Bu şekilde kalpler,
beraberinde kaderin hareket ettiği imtihan, kaderin arka plânındaki
hikmet ve imtihan sonrasındaki mükafatla tatmin olmaktadır.
Bununla da, savaştaki olaylar ve bu olayların
doğurduğu şartlar arasında yapılan
gezinti son bulmaktadır.
PEYGAMBERİN ŞAHSİYETİ
Daha sonra ayetlerin akışı, yeni bir konu ile sürüyor.
Bu akışın eksenini de Resulullah'ın (salât ve
selâm üzerine olsun) kişiliği, yüce peygamberlik
gerçeği, bu yüce gerçeğin müslüman ümmetin hayatındaki
değerï ve bu sayede yüce Allah'ın bu ümmete bahşettiği
rahmetin tecelli etmesi oluşturmaktadır. Bu eksenin
etrafında, müslüman kitlenin hayatının düzenlenmesi
ve bu düzenin temellerine ilişkin İslâm metodundan ve
İslâm düşüncesi ile onun dayandığı gerçeklerden,
genel anlamda bu düşüncenin ve bu metodun insan hayatındaki
değerinden oluşan başka çizgiler de yer almaktadır.
|
|
O |
|
O |
|