O

 

O

   

144- Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür ya da öldürülürse topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse bilsin ki, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir.

145- Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi belirli bir yazıya bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan veririz. Kim ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz.

Bu bölümdeki ilk ayet, Uhud savaşında meydana gelen belli bir olaya işaret etmektedir. Okçular, dağdaki mevzilerini terk ettiklerinde müslümanların savaş konumlarında açıklık belirmişti. Bunun üzerine müşrikler oradan bindirmiş müslümanlarla savaşa tutuşmuşlardı. Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) dişi kırılmış, yüzü yaralanmış ve yarasından durmadan kan akmıştı. Herşey birbirine karışmıştı. Müslümanlar öylesine dağılmışlardı ki, kimse diğerinin nerede olduğunu bilmiyordu... Bu arada birisi "Muhammed öldürüldü" diye bağırmıştı. Bu ses, müslümanlar üzerinde korkunç bir etki bırakmıştı. Birçoğu Medine'ye geri dönmeye, yenilerek dağa çıkmaya ve büyük bir ümitsizlikle savaşı bırakmaya başlamıştı. Şayet Resulullah, beraberindeki az sayıdaki adamla dayanmayıp müslümanları geri çağırmasaydı ve yüce Allah kalplerini sağlamlaştırmasaydı ve de daha sonra açıklanacağı gibi üzerlerine uyuklama, güven ve emniyet duygusunu indirmeseydi tamamen dağılıp mahvolacaklardı.

Kur'an-ı Kerim; İslâm ordusunun dikkatlerini bu derece dağıtan bu olayı, direktifleri için bir temel, İslâm düşüncesinin gerçeklerini yerleştirmek için bir araç, ölüm ve hayatın hakikati, iman tarihi ve müminler kervanına ilişkin canlı işaretler için bir eksen kılmaktadır.

"Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer O, ölür veya öldürülürse siz topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse bilsin ki Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir."

HZ. PEYGAMBER

Kuşkusuz Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmiş ve ölmüşlerdir. Kendisinden önceki peygamberler gibi O da ölecektir. Bu, karşılaşılacak basit bir gerçektir. Öyleyse savaşta bu gerçekle karşılaşılınca unutulmuş olmasının sebebi neydi?

Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) Allah tarafından, yüce Kelâm'ı tebliğ etmek için gelmiş bir elçidir. Kuşkusuz bâki ve ölümsüz olan sadece Allah'tır: Aynı şekilde O'nun sözü de ebedî ve ölümsüzdür. Bu yüzden, bu sözleri tebliğ için gelen Peygamberin ölmesi ya da öldürülmesi durumunda müminlerin gerisin geriye dönmeleri gerekmez. Bu da korkunun meydana getirdiği sıkıntı sonucu fark etmedikleri temel oluşturan basit bir gerçektir. Ancak, müminler hiçbir zaman bu temel ve basit gerçeği unutmamalıdırlar.

İnsanlar geçicidir akîde ise sonsuza kadar sürer. Tarih boyunca Allah'ın hayat için koyduğu metod, insanlara götürülüp uygulanmış ve fakat peygamberler ile davetçilerden bağımsız olmuştur. Resulullah'ı seven müslümandan; (nitekim O'nun arkadaşları insanlık tarihinin bir benzerini görmediği bir tarzda O'nu severlerdi. Öyle severlerdi ki, O'na bir dikenin batmaması için hayatlarını feda ederlerdi. Nitekim sırtını O'na siper edip hareket etmeden oklara hedef,olan Ebu Dücane ile düşmanı O'ndan uzaklaştırmak için birbiri ardınca teker teker şehid olan dokuz kişiyi görmüştük. Kuşkusuz her zaman ve mekânda O'nu böylesine bütün benlikleri ve bütün duygularıyla seven olacaktır. Hatta yalnızca O'nun ismini duymakla vecde kapılanlar da olacaktır.) İşte Muhammed'i (salât ve selâm üzerine olsun) bu şekilde seven bir müslümandan, Muhammed'in şahsı ile O'nun tebliğ edip kendisinden sonra insanlara bıraktığı ve ölümsüz Allah'tan gelerek O'na ulaşan ebedi akideyi birbirinden ayırması istenmektedir.

Kuşkusuz dava, davetçiden önce gelir.

"Muhammed sadece bir peygamberdir. O'ndan önce nice peygamberler gelip geçmiştir."

Peygamberimizden önce de zamanın derinliklerine inen, tarihin köklerine uzanan, insanlıkla başlayıp yolun başlangıcında insanlığa hidayet ve barış ile yol gösteren bu davayı taşıyan peygamberler gelmiştir.

Dava, davetçiden daha büyük ve daha kalıcıdır. Davetçiler gelip giderler ancak dava nesiller ve asırlar boyu sürer. Davaya tabi olanlar, Resullerin getirdiği ilk kaynağa bağlı kalacaklardır. Ve müminler Bakî olan yüce Allah'a yönelecektir. O halde yüce Allah diri ve ölümsüz iken müminlerden birinin geri dönüp Allah'ın hidayetinden irtidat etmesi hoş karşılanamaz.

İşte, bu îmalı sorunun, bu tehdidin ve aydınlatıcı açıklamanın sebebi şudur:

"...Şimdi eğer O, ölür veya öldürülürse siz topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse Allah'a hiç bir zarar veremez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir."

İfadede irtidâtın canlı bir tablosu yer almaktadır; "...topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz!" "... Kim iki topuğu üzerinde geriye dönerse..." Geriye dönmedeki algılanan bu hareket, akideden irtidat etme olayını, seyredilen bir manzara gibi somutlaştırıyor. Burada kasdedilen, savaştaki yenilgiden kaynaklanan duygusal irtidat değildir. Aksine, "Muhammed öldürüldü" diye birinin bağırmasından sonra meydana gelen ruhsal irtidattır söz konusu edilen... Çünkü, bu söylentiden sonra bazı müslümanlar; müşriklerle savaşmanın yararsızlığına, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) ölmesiyle bu dinin işinin bittiğine ve müşriklere karşı cihadın sona erdiğine inanmaya başlamışlardı. İfadenin somutlaştırdığı ruhsal hareket budur. Savaşta ökçeleri üzerinde dönüp kaçmaları gibi dinden dönmelerini de kapsayan bir olaydır. İşte, Nadir b. Enes (Allah O'ndan razı olsun) "Muhammed öldürüldü" deyip savaştan ellerini çekenleri görünce "O'ndan sonra yaşayıp da ne yapacaksınız. Kalkın Resulullah'ın öldüğü uğurda siz de ölün" diyerek sakındırdığı da buydu.

"...Kim iki topuğu üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez.

Zararlı çıkacak olan, kendisine eziyet edip yoldan sapandır. Onun geri dönmesi Allah a hiçbir zarar dokundurmaz. Çünkü Allah; İnsanlara ve onların imanına muhtaç değildir. Ancak yüce Allah, kullarına acıması ve onların mutluluğu ve iyiliği dolayısıyle bu metodu koymuştur. Bu metoddan ayrılan her sapık, kendi nefsi ve çevresinden bir bedbahtlık ve şaşkınlıkla karşılaşmak suretiyle cezasını çekecektir. Ayrıca hayat düzeni ile ahlâk tamamen bozulur ve bütün işler aksar. Neticede insanlar; gölgesinde hayat ve ruhlarının istikamet bulduğu, hem fıtratları hem de içinde yaşadıkları evrenle barış içinde yaşamak için bir ortam buldukları bu biricik metoddan sapmanın cezasını tadarlar.

"...Allah, şükredenleri ödüllendirecektir."

Onlar, yüce Allah'ın kullarına bu sistemi bağışlamakla verdiği nimetin değerini bilirler. Bu yüzden hem sisteme uymak, hem de Allah'a hamd etmekle şükürlerini yerine getirirler. Bu sisteme uymak suretiyle mutlu bir hayat sürdürmeleri de şükürlerine güzel bir karşılık olmaktadır. Daha sonra yüce Allah'ın kendilerine ahirette vereceği karşılıkla yaşayacaklar ve mutlulukları daha büyük ve kalıcı olacaktır.

Sanki yüce Allah, bu olay ve bu ayetle, müslümanların aralarında yaşayan peygamberlerin kişiliğine olan şiddetli bağlılıklarını kesmek istemiştir. Devamla, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) ilk defa ortaya çıkarmadığı, yalnızca kendisinden önceki elçilerin insanları kana kana içmeye çağırdıkları gibi O'nu da göstermiştir. Böylece yüce Allah insanları, fışkıran asıl kaynağa doğrudan bağlamak istemiştir.

Sanki yüce Allah, insanların elinden tutup onları Muhammed'in bağlamadığı, sadece insanların elini tutuşturup onları birlikte sarılmaya çağırdığı kopmaz bir kulpa doğrudan ulaştırmayı dilemiştir.

Sanki yüce Allah Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) ölmesi ya da öldürülmesiyle üzerlerinden kalkmayacak olan sorumluluklarını doğrudan algılamaları için müslümanların İslâm ile olan ilişkilerini ve Allah ile olan sözleşmelerini direkt bir duruma getirmeyi ve Allah'ın önünde yaptıkları bu sözleşmenin sorumluluğunu aracısız duymalarını dilemektedir. Çünkü onlar Allah'a biat etmişlerdir. Dolayısıyla Allah'ın huzurunda sorumlu olacaklardır.

Sanki yüce Allah, meydana geldiğinde güçlerini aşacağını bildiği halde, müslüman kitleyi bu büyük sarsıntıya hazırlamakta ve böylece dehşet ve şaşkınlık kendilerini sarmadan, onları alıştırmak ve sadece kendisine ve kalıcı davasına bağlamak istemektedir.

Nitekim, büyük sarsıntı meydana gelince dehşet ve şaşkınlık içinde kalakalmışlardı. Hatta Ömer (Allah O'ndan razı olsun) kılıcını çekmiş, onunla "Muhammed öldü" diyeni tehdit etmeye başlamıştı.

Kalbi, arkadaşı Resulullah'a ve Allah'ın O'nun hakkındaki kaderini algılamaya sağlam bir bağla bağlı bulunan Ebu Bekir'den (Allah O'ndan razı olsun) başkası sebat edememişti. Nitekim Ebu Bekir bu ayeti hatırlayıp, dehşete düşmüş şaşkınlara hatırlatınca onlar bu ilahi çağrıyı ilk defa işitmiş gibi tevbe edip geri dönmüşlerdi.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim'in akışı; insan nefsinin derinliklerinde gizlenen ölüm korkusuna uyarıcı bir şekilde değinmekte; Ölüm ve hayat hakkındaki kalıcı gerçekleri dile getirmektedir. Ayrıca hayat ve ölümdén sonra Allah'ın kullarını denemesi ve cezaya ilişkin hikmet ve takdirini açıklaması suretiyle bu korkuyu gidermektedir.

"Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi belirli bir yazıya bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan veririz. Kimde ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz."

Kuşkusuz her nefsin belirlenen süreye kadar yazılmış bir eceli vardır. Bu belirlenen süre dolmadan herhangi bir kişinin ölmesi söz konusu değildir. Telaş, hırs, savaşa katılmama ve korku bu süreyi uzatmadığı .gibi cesaret, direnç, öne atılma ve sözüne bağlı kalma da ömrü kısaltmaz. O halde korkaklığa gerek yoktur. Korkudan gözleri kaymasın korkakların. Süre belirlenmiştir, birgün kısaltılamayacağı gibi artırılamaz da.

Bununla, ecel gerçeği insan ruhunda yer etmektedir. Artık insan onunla uğraşmayı bir tarafa bırakıp hesaba katmamakta ve imanın gereği olan sorumluluk ve görevlerini hakkıyla yerine getirmeyi düşünmektedir. Bununla korku ve dehşetin doğurduğu ürkekliği üzerinden attığı gibi cimrilik ve ihtirasın boyunduruğundan da kurtulur. Bu sayede insan, sabır güven ve tek başına ecele egemen olan Allah'a dayanmakla, yolun bütün sorumluluk ve görevlerini yerine getirerek yoluna devam eder.

Daha sonra ayet-i kerime, hakkında kesin hüküm verilen bu sorunu çözdükten sonra nefse dönüyor. Ömür, önceden yazılmış ve ecel belirlenmiş olduğuna göre, nefis yarın için ne hazırladığına ve ne istediğine baksın. İmanın gereği sorumluluklardan geri kalmayı, bütün ilgisini yeryüzüyle sınırlandırmayı ve sadece şu dünya için yaşamayı mı; yoksa, ömür ve hayata ilişkin bu bilgi ve ihtimamını dengelemekle beraber, yüce bir ufukla yüksek ilgilere ve bu hayattan daha büyük bir hayata mı yükselmek istiyor. Ona baksın nefis.

"... Kim dünya kazancını isterse kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz."

Ömür ve ecelle kıyaslanınca sonuçları bir olsa da bu hayatla şu hayat arasında, bu ilgiyle şu ilgi arasında ne kadar fark vardır. Sadece bu dünya için yaşayan ve yalnızca bu dünya nimetlerini isteyen, böceklerin, vahşilerin ve hayvanların hayatını yaşar. Sonra da yazılmış eceliyle belirlenen zamanda ölüp gider. Fakat, diğer ufka yükselen ise, Allah'ın onurlandırıp halife kıldığı ve bu konumuyla farklı bir statü bahşettiği "insan"ın hayatını yaşar. O da yazılmış eceliyle belirlenen zamanda ölür. "Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O, süresi belirli bir yazıya bağlıdır."

"...Şükredenleri ödüllendireceğiz."

Bu ödül, insana yapılan ilahî bağış nimetini algılayıp hayvansal derecelerin üstüne çıkan ve yüce Allah'ın bu nimetine karşı şükretmekle imanın sorumluluklarını yerine getirenleredir.

Böylece Kur'an-ı Kerim, ölüm ve hayatın niteliklerini açıklıyor. Hayvanların ve insanların yaşama gayelerini açıklıyor. Bazı insanların, hayvanlar gibi hayat sürme gayelerinin olduğunu, bazı insanların da yüce gayeler için yaşadığını beyan ediyor. Böylece nefsi, ölüm ve hayata ilişkin hiçbir şeye malık olmadığının farkına vardırıp onu ölüm korkusundan ve sorumluluk telaşıyla uğraşmaktan vazgeçiriyor. Neticede de insan, seçebildiği ve kendi gücü dahilinde daha faydalı şeylerle uğraşmış olacaktır. Artık ya dünyayı ya da ahireti seçecektir. Kuşkusuz seçtiğinin karşılığını da yüce Allah'ın katında bulacaktır.

Daha sonra yüce Allah, müslümanlara, kendilerinden önce zamanın derinliklerine kök salmış ve yolun uzunluğu boyunca sıralanıp hareket eden ve imanlarında sadık olup peygamberleriyle savaşa çıkan mümin kardeşlerinden örnekler veriyor. Ki onlar imtihan karşısında ümitsizliğe kapılmayıp ölüme gittikleri bu makamda, cihad makamında imandan kaynaklanan edep tavrını takınmışlar ve Rabblerinden bağışlanma dilemişlerdir. İşlerinde "aşırılık" gördüklerinde hatalarını itiraf etmekten ve kâfirlere karşı Rabblerinden dayanma gücü ve zafer dilemekten kaçınmayan, böylece duadaki iyi davranışlarının ve cihad alanındaki iyi durumlarının karşılığı olarak dünya ve ahiret sevabını hak eden ve yüce Allah'ın müslümanlara örnek verdiği bir konuma gelen iman kervanını örnek gösteriyor:

"Nice peygamberler var ki çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar, gevşemediler, boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever."

"Onlar sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki ayılıklarımızı bağışla. Ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında bize yardım et' demişlerdir."

"Allah da onlara hem dünya kazancını hem de ahiret mükâfatının en güzelini verdi. Allah iyi işler yapanları sever."

UHUD'DAKİ YENİLGİ

"Uhud" yenilgisi, zayıf ve azınlık oldukları halde yüce Allah'ın Bedir'de kendilerine yardım ettiği ve her durumda zaferin kendileri için evrensel bir yasaymış düşüncesinin ruhlarında yer ettiği müslümanların karşılaştığı ilk yenilgiydi. Bu yüzden, Uhud çarpışmasında beklenmedik bir sınav vermişlerdi.

Kur'an-ı Kerim'de bu olaydan çokça sözedilmesinin sebebi; ruhlarını eğitmek, düşüncelerini doğrultmak ve onları hazırlamak için bazen teselli ederek, bazan hoşnutsuzluk göstererek, bazen hükümler yerleştirerek, bazen de örnek vererek her fırsatta müslümanların elinden tutarak devam etmesi olsa gerek. Çünkü, önlerindeki yol uzun, karşılaşacakları deneyler yorucu, üzerlerindeki sorumluluk son derece ağır ve çağrıldıkları görev oldukça büyüktür.

Burada verilen örnek, genel bir örnektir. Peygamber ve topluluk sınırlandırılması söz konusu değildir. Sadece iman kervanına bağlanmaları, müminlerin tavrını bilmeleri, buradaki imtihan olayını her davet ve din için kaçınılmaz bir şey olarak düşünmeleri, duygularında müminlere yakınlık düşüncesini, gönüllerinde akidenin tekliğini ve kendilerinin büyük iman ordusunda bir bölük konumunda olduklarını yerleştirmek için onları kendilerinden önceki peygambere uyanlara bağlamak amacı güdülmektedir.

"Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar, gevşemediler ve boyun eğmediler."

Nice topluluklar beraberlerindeki peygamberlerle büyük savaşlar verdiler. Başlarına gelen bela, hüzün, zorluk ve işkencelerden dolayı ruhlarında bir zaaf ve çarpışmanın sürmesinden dolayı güçlerinde bir eksilme söz konusu olmadı. Ne korkuya ne de düşmana teslim oldular. Akide ve din uğruna savaşan müminin yapması gereken de budur.

"...Allah sabırlıları sever."

Onların ruhları sarsılmaz, güçleri dağılmaz, dirençleri gevşemez, boyun eğmez ya da teslim olmazlar. Allah sabırlıları sever ifadesinin derin etki ve ilhamları vardır. Yarayı tedavi eden, acıları saran, zarar ve amansız çarpışmayı hafifleten bu sevgidir.

Buraya kadar ayet-i kerime, o müminlerin zorluk ve imtihan anındaki durumlarının açık bir portresini çizdi. Şimdi ise, ruhlarının ve duygularının gizli bir tablosunu; ruhlara ağır gelen, onları aşılmaz tehlikelerle bağlayan -ancak müminlerin ruhlarını Allah'a yöneltmekten alıkoymayan- tehlikeyle yüz yüze geldiklerinde Allah hakkında takındıkları edep tavrının tablosunu çizmektedir. Bu müminlerin nefisleri alışkanlıkları olduğu üzere ilk önce zafer istemiyorlar. Düşmana karşı dayanma ve zaferden önce, günah ve hatalarını itiraf için af ve bağışlanma dilemektedirler.

"Onlar sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıkları bağışla. Ayaklarımızı kaydırma ve kafirler karşısında bize yardım et: demişlerdir."

Ne nimet ne de servet istiyorlar. Hatta sevap ve mükafat da istemiyorlar. Ne dünya ne de ahiret sevabını istiyorlar. Allah'ın yolunda savaşıp sadece O'na yönelirken Allah'a karşı son derece edepli bir tavır takınmaktadırlar. Ondan önce günahlarından bağışlanma sonra ayaklarının kaymamasını ve sonra da kafirlere karşı yardım beklemektedirler. Yardımı da kendileri için istemiyorlar. Kâfirlere ceza olarak küfrün hezimetini istiyorlar. Bu da yüce Allah'ın nimetleri karşısında mümine yakışan bir tavırdır.

İşte kendileri için hiçbir şey beklemeyenlere yüce Allah, katından herşey vermiştir. Aynı şekilde ahireti isteyenlerin temenni edip ümit ettiklerini de vermiştir.

"...Allah da onlara hem dünya kazancını, hem de ahiret mükâfatının en güzelini verdi."

Yüce Allah onlara ihsanını gösteriyor. Güzel bir edep tavrı takındıklarından, cihadı hakkıyla yerine getirdiklerinden dolayı onlara karşı sevgisini bildiriyor. Kuşkusuz bu da en büyük nimet ve en büyük sevaptır:

"...Allah iyi işler yapanları sever."

İslam düşüncesinin büyük gerçeklerini içeren, müslüman kitlenin eğitilmesi rolünü hakkıyla yerine getiren ve müslüman ümmetin her nesli için bu birikimleri saklayan bu bölüm de böylece sona eriyor.

Surenin akışı; düşünceleri doğrultmak, vicdanları eğitmek, yolun kaygan noktalarından sakındırmak, müslüman kitleyi, kendilerini kuşatan hilelere ve düşmanlarının kurduğu tuzaklara karşı uyarmak amacıyla savaşta meydana gelen olayları sunmak ve onları değerlendirmelerine eksen kılmak hususunda bir diğer adım atarak sürmektedir.

Uhud'daki yenilgi, Medine'deki, kafir, münafık ve yahudilerin çeşitli söylentiler çıkarmalarına bir fırsat olmuştu. Medine, henüz bütünüyle müslümanların olmamıştı. Oradaki müslümanlar "Bedir'in" içindeki parlak zafer ve oluşturduğu korku duvarıyla kuşatılmış son derece garip bir topluluk idiler. Ancak Uhud'da alınan bu yenilgiyle durumları büyük ölçüde değişti. Pusuda bekleyen düşmanlar, kinlerini açığa vurmak, zehirlerini saçmak ve bütün müslümanların -özellikle şehid olanların ve ağır şekilde yaralananların- evlerinde meydana gelen felâket havası içinde hile ve desiselerini yaymak ve böylece müslümanların fikir ve saflarını karıştırmak için müsait bir ortam bulmuş oldular.

Kur'an'ın yönlendirici sunuşu ile savaşın gövdesini ve en geniş sahnelerini temsil eden aşağıdaki bölümde, yüce Allah'ın, iman edenleri kafirlere uymaktan sakındırmak için seslendiğini, düşmanlarının kalbine korku salıp, kendilerine zafer vereceğini vaadettiğini, onlara savaşın başlangıcında vaadettiği zaferi verdiğini; ancak kendilerinin çekişmeleri ve Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine muhalefet etmeleri yüzünden bu zaferi kaybettiklerini hatırlattığını görüyoruz. Daha sonra, savaş sahnesi, heriki yönüyle, canlılık ve hareket fışkıran bir tarzda sunuluyor. Yenilgi ve korkunun ardından gelen, Allah hakkında kötü zan besleyen münafıkların kalbini kemiren şaşkınlık ve hasret ile müminlerin kalplerine indirilen güven söz konusu edilmektedir. Böylece bir taraftan, kulların ecellerine ilişkin ilahi takdirin hakikatinin yerleştirilmesiyle birlikte, olayların bu şekilde sürüp gitmesinin ardındaki gizli hikmet ve latif plan da ortaya çıkmış oluyor. Surenin akışı, bu bölümün sonunda müminleri; kafirlerin ölüm ve şehadet konusunda yaydıkları sapık düşüncelerden sakındırmakta ve onları ölme ya da öldürülme şeklinde olsun, insanların sonuçta görecekleri diriliş gerçeği ile yüzyüze getirmekte ve her ne suretle olursa olsun mutlaka Allah'a döneceklerini bildirmektedir.

 

 

O

 

O