144- Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice
peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür
ya da öldürülürse topuklarınız üzerinde geri mi
döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse bilsin
ki, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenleri
ödüllendirecektir.
145- Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin
ölmesi söz konusu değildir. O süresi belirli bir yazıya
bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse
ona ondan veririz. Kim ahiret sevabını isterse ona da
ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz.
Bu bölümdeki ilk ayet, Uhud savaşında meydana gelen
belli bir olaya işaret etmektedir. Okçular, dağdaki
mevzilerini terk ettiklerinde müslümanların savaş
konumlarında açıklık belirmişti. Bunun
üzerine müşrikler oradan bindirmiş müslümanlarla
savaşa tutuşmuşlardı. Resulullah'ın (salât
ve selâm üzerine olsun) dişi kırılmış,
yüzü yaralanmış ve yarasından durmadan kan
akmıştı. Herşey birbirine
karışmıştı. Müslümanlar öylesine dağılmışlardı
ki, kimse diğerinin nerede olduğunu bilmiyordu... Bu
arada birisi "Muhammed öldürüldü" diye bağırmıştı.
Bu ses, müslümanlar üzerinde korkunç bir etki bırakmıştı.
Birçoğu Medine'ye geri dönmeye, yenilerek dağa çıkmaya
ve büyük bir ümitsizlikle savaşı bırakmaya
başlamıştı. Şayet Resulullah,
beraberindeki az sayıdaki adamla dayanmayıp müslümanları
geri çağırmasaydı ve yüce Allah kalplerini sağlamlaştırmasaydı
ve de daha sonra açıklanacağı gibi üzerlerine
uyuklama, güven ve emniyet duygusunu indirmeseydi tamamen dağılıp
mahvolacaklardı.
Kur'an-ı Kerim; İslâm ordusunun dikkatlerini bu
derece dağıtan bu olayı, direktifleri için bir
temel, İslâm düşüncesinin gerçeklerini yerleştirmek
için bir araç, ölüm ve hayatın hakikati, iman tarihi ve müminler
kervanına ilişkin canlı işaretler için bir
eksen kılmaktadır.
"Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce nice
peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer O, ölür
veya öldürülürse siz topuklarınızın üzerinde
geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse
bilsin ki Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri
ödüllendirecektir."
HZ. PEYGAMBER
Kuşkusuz Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de
peygamberler gelmiş ve ölmüşlerdir. Kendisinden
önceki peygamberler gibi O da ölecektir. Bu, karşılaşılacak
basit bir gerçektir. Öyleyse savaşta bu gerçekle karşılaşılınca
unutulmuş olmasının sebebi neydi?
Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) Allah tarafından,
yüce Kelâm'ı tebliğ etmek için gelmiş bir elçidir.
Kuşkusuz bâki ve ölümsüz olan sadece Allah'tır:
Aynı şekilde O'nun sözü de ebedî ve ölümsüzdür.
Bu yüzden, bu sözleri tebliğ için gelen Peygamberin
ölmesi ya da öldürülmesi durumunda müminlerin gerisin geriye
dönmeleri gerekmez. Bu da korkunun meydana getirdiği
sıkıntı sonucu fark etmedikleri temel
oluşturan basit bir gerçektir. Ancak, müminler hiçbir
zaman bu temel ve basit gerçeği unutmamalıdırlar.
İnsanlar geçicidir akîde ise sonsuza kadar sürer. Tarih
boyunca Allah'ın hayat için koyduğu metod, insanlara götürülüp
uygulanmış ve fakat peygamberler ile davetçilerden bağımsız
olmuştur. Resulullah'ı seven müslümandan; (nitekim
O'nun arkadaşları insanlık tarihinin bir benzerini
görmediği bir tarzda O'nu severlerdi. Öyle severlerdi ki,
O'na bir dikenin batmaması için hayatlarını feda
ederlerdi. Nitekim sırtını O'na siper edip hareket
etmeden oklara hedef,olan Ebu Dücane ile düşmanı
O'ndan uzaklaştırmak için birbiri ardınca teker
teker şehid olan dokuz kişiyi görmüştük. Kuşkusuz
her zaman ve mekânda O'nu böylesine bütün benlikleri ve
bütün duygularıyla seven olacaktır. Hatta
yalnızca O'nun ismini duymakla vecde kapılanlar da
olacaktır.) İşte Muhammed'i (salât ve selâm
üzerine olsun) bu şekilde seven bir müslümandan,
Muhammed'in şahsı ile O'nun tebliğ edip kendisinden
sonra insanlara bıraktığı ve ölümsüz
Allah'tan gelerek O'na ulaşan ebedi akideyi birbirinden
ayırması istenmektedir.
Kuşkusuz dava, davetçiden önce gelir.
"Muhammed sadece bir peygamberdir. O'ndan önce nice
peygamberler gelip geçmiştir."
Peygamberimizden önce de zamanın derinliklerine inen,
tarihin köklerine uzanan, insanlıkla başlayıp
yolun başlangıcında insanlığa hidayet ve
barış ile yol gösteren bu davayı taşıyan
peygamberler gelmiştir.
Dava, davetçiden daha büyük ve daha kalıcıdır.
Davetçiler gelip giderler ancak dava nesiller ve asırlar
boyu sürer. Davaya tabi olanlar, Resullerin getirdiği ilk
kaynağa bağlı kalacaklardır. Ve müminler
Bakî olan yüce Allah'a yönelecektir. O halde yüce Allah diri
ve ölümsüz iken müminlerden birinin geri dönüp Allah'ın
hidayetinden irtidat etmesi hoş karşılanamaz.
İşte, bu îmalı sorunun, bu tehdidin ve
aydınlatıcı açıklamanın sebebi
şudur:
"...Şimdi eğer O, ölür veya öldürülürse
siz topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz?
Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse Allah'a hiç bir zarar
veremez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir."
İfadede irtidâtın canlı bir tablosu yer
almaktadır; "...topuklarınızın
üzerinde geri mi döneceksiniz!" "...
Kim
iki topuğu üzerinde geriye dönerse..." Geriye
dönmedeki algılanan bu hareket, akideden irtidat etme
olayını, seyredilen bir manzara gibi
somutlaştırıyor. Burada kasdedilen, savaştaki
yenilgiden kaynaklanan duygusal irtidat değildir. Aksine,
"Muhammed öldürüldü" diye birinin bağırmasından
sonra meydana gelen ruhsal irtidattır söz konusu edilen...
Çünkü, bu söylentiden sonra bazı müslümanlar; müşriklerle
savaşmanın yararsızlığına,
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) ölmesiyle bu dinin
işinin bittiğine ve müşriklere karşı
cihadın sona erdiğine inanmaya
başlamışlardı. İfadenin
somutlaştırdığı ruhsal hareket budur.
Savaşta ökçeleri üzerinde dönüp kaçmaları gibi
dinden dönmelerini de kapsayan bir olaydır. İşte,
Nadir b. Enes (Allah O'ndan razı olsun) "Muhammed
öldürüldü" deyip savaştan ellerini çekenleri
görünce "O'ndan sonra yaşayıp da ne
yapacaksınız. Kalkın Resulullah'ın öldüğü
uğurda siz de ölün" diyerek sakındırdığı
da buydu.
"...Kim iki topuğu üzerinde geriye dönerse, Allah'a
hiçbir zarar veremez.
Zararlı çıkacak olan, kendisine eziyet edip yoldan
sapandır. Onun geri dönmesi Allah a hiçbir zarar
dokundurmaz. Çünkü Allah; İnsanlara ve onların
imanına muhtaç değildir. Ancak yüce Allah, kullarına
acıması ve onların mutluluğu ve iyiliği
dolayısıyle bu metodu koymuştur. Bu metoddan
ayrılan her sapık, kendi nefsi ve çevresinden bir
bedbahtlık ve şaşkınlıkla
karşılaşmak suretiyle cezasını
çekecektir. Ayrıca hayat düzeni ile ahlâk tamamen bozulur
ve bütün işler aksar. Neticede insanlar; gölgesinde hayat
ve ruhlarının istikamet bulduğu, hem
fıtratları hem de içinde yaşadıkları
evrenle barış içinde yaşamak için bir ortam
buldukları bu biricik metoddan sapmanın
cezasını tadarlar.
"...Allah, şükredenleri ödüllendirecektir."
Onlar, yüce Allah'ın kullarına bu sistemi
bağışlamakla verdiği nimetin değerini
bilirler. Bu yüzden hem sisteme uymak, hem de Allah'a hamd
etmekle şükürlerini yerine getirirler. Bu sisteme uymak
suretiyle mutlu bir hayat sürdürmeleri de şükürlerine
güzel bir karşılık olmaktadır. Daha sonra yüce
Allah'ın kendilerine ahirette vereceği
karşılıkla yaşayacaklar ve mutlulukları
daha büyük ve kalıcı olacaktır.
Sanki yüce Allah, bu olay ve bu ayetle, müslümanların
aralarında yaşayan peygamberlerin kişiliğine
olan şiddetli bağlılıklarını kesmek
istemiştir. Devamla, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine
olsun) ilk defa ortaya çıkarmadığı,
yalnızca kendisinden önceki elçilerin insanları kana
kana içmeye çağırdıkları gibi O'nu da göstermiştir.
Böylece yüce Allah insanları, fışkıran
asıl kaynağa doğrudan bağlamak
istemiştir.
Sanki yüce Allah, insanların elinden tutup onları
Muhammed'in bağlamadığı, sadece
insanların elini tutuşturup onları birlikte
sarılmaya çağırdığı kopmaz bir
kulpa doğrudan ulaştırmayı dilemiştir.
Sanki yüce Allah Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) ölmesi ya da öldürülmesiyle üzerlerinden kalkmayacak
olan sorumluluklarını doğrudan
algılamaları için müslümanların İslâm ile
olan ilişkilerini ve Allah ile olan sözleşmelerini
direkt bir duruma getirmeyi ve Allah'ın önünde yaptıkları
bu sözleşmenin sorumluluğunu aracısız
duymalarını dilemektedir. Çünkü onlar Allah'a biat
etmişlerdir. Dolayısıyla Allah'ın huzurunda
sorumlu olacaklardır.
Sanki yüce Allah, meydana geldiğinde güçlerini aşacağını
bildiği halde, müslüman kitleyi bu büyük sarsıntıya
hazırlamakta ve böylece dehşet ve
şaşkınlık kendilerini sarmadan, onları
alıştırmak ve sadece kendisine ve kalıcı
davasına bağlamak istemektedir.
Nitekim, büyük sarsıntı meydana gelince dehşet
ve şaşkınlık içinde kalakalmışlardı.
Hatta Ömer (Allah O'ndan razı olsun)
kılıcını çekmiş, onunla "Muhammed
öldü" diyeni tehdit etmeye başlamıştı.
Kalbi, arkadaşı Resulullah'a ve Allah'ın O'nun
hakkındaki kaderini algılamaya sağlam bir
bağla bağlı bulunan Ebu Bekir'den (Allah O'ndan
razı olsun) başkası sebat edememişti. Nitekim
Ebu Bekir bu ayeti hatırlayıp, dehşete düşmüş
şaşkınlara hatırlatınca onlar bu ilahi
çağrıyı ilk defa işitmiş gibi tevbe edip
geri dönmüşlerdi.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim'in akışı; insan
nefsinin derinliklerinde gizlenen ölüm korkusuna uyarıcı
bir şekilde değinmekte; Ölüm ve hayat hakkındaki
kalıcı gerçekleri dile getirmektedir. Ayrıca hayat
ve ölümdén sonra Allah'ın kullarını denemesi ve
cezaya ilişkin hikmet ve takdirini açıklaması
suretiyle bu korkuyu gidermektedir.
"Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin ölmesi söz
konusu değildir. O süresi belirli bir yazıya
bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse
ona ondan veririz. Kimde ahiret sevabını isterse ona da
ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz."
Kuşkusuz her nefsin belirlenen süreye kadar yazılmış
bir eceli vardır. Bu belirlenen süre dolmadan herhangi bir
kişinin ölmesi söz konusu değildir. Telaş,
hırs, savaşa katılmama ve korku bu süreyi uzatmadığı
.gibi cesaret, direnç, öne atılma ve sözüne bağlı
kalma da ömrü kısaltmaz. O halde korkaklığa gerek
yoktur. Korkudan gözleri kaymasın korkakların. Süre
belirlenmiştir, birgün kısaltılamayacağı
gibi artırılamaz da.
Bununla, ecel gerçeği insan ruhunda yer etmektedir.
Artık insan onunla uğraşmayı bir tarafa
bırakıp hesaba katmamakta ve imanın gereği
olan sorumluluk ve görevlerini hakkıyla yerine getirmeyi düşünmektedir.
Bununla korku ve dehşetin doğurduğu ürkekliği
üzerinden attığı gibi cimrilik ve ihtirasın
boyunduruğundan da kurtulur. Bu sayede insan, sabır güven
ve tek başına ecele egemen olan Allah'a dayanmakla,
yolun bütün sorumluluk ve görevlerini yerine getirerek yoluna
devam eder.
Daha sonra ayet-i kerime, hakkında kesin hüküm verilen
bu sorunu çözdükten sonra nefse dönüyor. Ömür, önceden yazılmış
ve ecel belirlenmiş olduğuna göre, nefis yarın için
ne hazırladığına ve ne istediğine
baksın. İmanın gereği sorumluluklardan geri
kalmayı, bütün ilgisini yeryüzüyle sınırlandırmayı
ve sadece şu dünya için yaşamayı mı; yoksa,
ömür ve hayata ilişkin bu bilgi ve ihtimamını
dengelemekle beraber, yüce bir ufukla yüksek ilgilere ve bu
hayattan daha büyük bir hayata mı yükselmek istiyor. Ona
baksın nefis.
"...
Kim dünya kazancını
isterse kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını
isterse ona da ondan veririz."
Ömür ve ecelle kıyaslanınca sonuçları bir
olsa da bu hayatla şu hayat arasında, bu ilgiyle şu
ilgi arasında ne kadar fark vardır. Sadece bu
dünya için yaşayan ve
yalnızca bu dünya nimetlerini isteyen, böceklerin, vahşilerin
ve hayvanların hayatını yaşar. Sonra da
yazılmış eceliyle belirlenen zamanda ölüp gider.
Fakat, diğer ufka yükselen ise, Allah'ın
onurlandırıp halife kıldığı ve bu
konumuyla farklı bir statü bahşettiği
"insan"ın hayatını yaşar. O da
yazılmış eceliyle belirlenen zamanda ölür. "Allah'ın
izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir.
O, süresi belirli bir yazıya bağlıdır."
"...Şükredenleri ödüllendireceğiz."
Bu ödül, insana yapılan ilahî bağış
nimetini algılayıp hayvansal derecelerin üstüne çıkan
ve yüce Allah'ın bu nimetine karşı şükretmekle
imanın sorumluluklarını yerine getirenleredir.
Böylece Kur'an-ı Kerim, ölüm ve hayatın
niteliklerini açıklıyor. Hayvanların ve
insanların yaşama gayelerini açıklıyor.
Bazı insanların, hayvanlar gibi hayat sürme gayelerinin
olduğunu, bazı insanların da yüce gayeler için yaşadığını
beyan ediyor. Böylece nefsi, ölüm ve hayata ilişkin hiçbir
şeye malık olmadığının farkına
vardırıp onu ölüm korkusundan ve sorumluluk telaşıyla
uğraşmaktan vazgeçiriyor. Neticede de insan, seçebildiği
ve kendi gücü dahilinde daha faydalı şeylerle
uğraşmış olacaktır. Artık ya dünyayı
ya da ahireti seçecektir. Kuşkusuz seçtiğinin
karşılığını da yüce Allah'ın
katında bulacaktır.
Daha sonra yüce Allah, müslümanlara, kendilerinden önce
zamanın derinliklerine kök salmış ve yolun
uzunluğu boyunca sıralanıp hareket eden ve
imanlarında sadık olup peygamberleriyle savaşa çıkan
mümin kardeşlerinden örnekler veriyor. Ki onlar imtihan karşısında
ümitsizliğe kapılmayıp ölüme gittikleri bu
makamda, cihad makamında imandan kaynaklanan edep
tavrını takınmışlar ve Rabblerinden
bağışlanma dilemişlerdir. İşlerinde
"aşırılık" gördüklerinde hatalarını
itiraf etmekten ve kâfirlere karşı Rabblerinden dayanma
gücü ve zafer dilemekten kaçınmayan, böylece duadaki iyi
davranışlarının ve cihad alanındaki iyi
durumlarının karşılığı olarak dünya
ve ahiret sevabını hak eden ve yüce Allah'ın müslümanlara
örnek verdiği bir konuma gelen iman kervanını
örnek gösteriyor:
"Nice peygamberler var ki çok sayıda taraftarı
kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda
başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar,
gevşemediler, boyun eğmediler. Allah
sabırlıları sever."
"Onlar sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı
ve davranışlarımızdaki
ayılıklarımızı bağışla.
Ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında
bize yardım et' demişlerdir."
"Allah da onlara hem dünya kazancını hem de
ahiret mükâfatının en güzelini verdi. Allah iyi işler
yapanları sever."
UHUD'DAKİ YENİLGİ
"Uhud" yenilgisi, zayıf ve azınlık
oldukları halde yüce Allah'ın Bedir'de kendilerine
yardım ettiği ve her durumda zaferin kendileri için
evrensel bir yasaymış düşüncesinin ruhlarında
yer ettiği müslümanların
karşılaştığı ilk yenilgiydi. Bu yüzden,
Uhud çarpışmasında beklenmedik bir sınav
vermişlerdi.
Kur'an-ı Kerim'de bu olaydan çokça sözedilmesinin
sebebi; ruhlarını eğitmek, düşüncelerini doğrultmak
ve onları hazırlamak için bazen teselli ederek, bazan
hoşnutsuzluk göstererek, bazen hükümler yerleştirerek,
bazen de örnek vererek her fırsatta müslümanların
elinden tutarak devam etmesi olsa gerek. Çünkü, önlerindeki
yol uzun, karşılaşacakları deneyler yorucu,
üzerlerindeki sorumluluk son derece ağır ve çağrıldıkları
görev oldukça büyüktür.
Burada verilen örnek, genel bir örnektir. Peygamber ve
topluluk sınırlandırılması söz konusu değildir.
Sadece iman kervanına bağlanmaları, müminlerin
tavrını bilmeleri, buradaki imtihan olayını
her davet ve din için kaçınılmaz bir şey olarak düşünmeleri,
duygularında müminlere yakınlık düşüncesini,
gönüllerinde akidenin tekliğini ve kendilerinin büyük
iman ordusunda bir bölük konumunda olduklarını
yerleştirmek için onları kendilerinden önceki
peygambere uyanlara bağlamak amacı güdülmektedir.
"Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı
kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda
başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar,
gevşemediler ve boyun eğmediler."
Nice topluluklar beraberlerindeki peygamberlerle büyük savaşlar
verdiler. Başlarına gelen bela, hüzün, zorluk ve işkencelerden
dolayı ruhlarında bir zaaf ve çarpışmanın
sürmesinden dolayı güçlerinde bir eksilme söz konusu
olmadı. Ne korkuya ne de düşmana teslim oldular. Akide
ve din uğruna savaşan müminin yapması gereken de
budur.
"...Allah sabırlıları sever."
Onların ruhları sarsılmaz, güçleri dağılmaz,
dirençleri gevşemez, boyun eğmez ya da teslim olmazlar.
Allah sabırlıları sever ifadesinin derin etki ve
ilhamları vardır. Yarayı tedavi eden,
acıları saran, zarar ve amansız çarpışmayı
hafifleten bu sevgidir.
Buraya kadar ayet-i kerime, o müminlerin zorluk ve imtihan anındaki
durumlarının açık bir portresini çizdi.
Şimdi ise, ruhlarının ve duygularının
gizli bir tablosunu; ruhlara ağır gelen, onları
aşılmaz tehlikelerle bağlayan -ancak müminlerin
ruhlarını Allah'a yöneltmekten alıkoymayan-
tehlikeyle yüz yüze geldiklerinde Allah hakkında
takındıkları edep tavrının tablosunu
çizmektedir. Bu müminlerin nefisleri alışkanlıkları
olduğu üzere ilk önce zafer istemiyorlar. Düşmana
karşı dayanma ve zaferden önce, günah ve hatalarını
itiraf için af ve bağışlanma dilemektedirler.
"Onlar sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve
davranışlarımızdaki
aşırılıkları bağışla.
Ayaklarımızı kaydırma ve kafirler
karşısında bize yardım et:
demişlerdir."
Ne nimet ne de servet istiyorlar. Hatta sevap ve mükafat da
istemiyorlar. Ne dünya ne de ahiret sevabını
istiyorlar. Allah'ın yolunda savaşıp sadece O'na yönelirken
Allah'a karşı son derece edepli bir tavır
takınmaktadırlar. Ondan önce günahlarından
bağışlanma sonra ayaklarının
kaymamasını ve sonra da kafirlere karşı
yardım beklemektedirler. Yardımı da kendileri için
istemiyorlar. Kâfirlere ceza olarak küfrün hezimetini
istiyorlar. Bu da yüce Allah'ın nimetleri
karşısında mümine yakışan bir
tavırdır.
İşte kendileri için hiçbir şey beklemeyenlere
yüce Allah, katından herşey vermiştir. Aynı
şekilde ahireti isteyenlerin temenni edip ümit ettiklerini
de vermiştir.
"...Allah da onlara hem dünya kazancını, hem de
ahiret mükâfatını
n en
güzelini verdi."
Yüce Allah onlara ihsanını gösteriyor. Güzel bir
edep tavrı takındıklarından, cihadı
hakkıyla yerine getirdiklerinden dolayı onlara
karşı sevgisini bildiriyor. Kuşkusuz bu da en büyük
nimet ve en büyük sevaptır:
"...Allah iyi işler yapanları sever."
İslam düşüncesinin büyük gerçeklerini içeren,
müslüman kitlenin eğitilmesi rolünü hakkıyla yerine
getiren ve müslüman ümmetin her nesli için bu birikimleri
saklayan bu bölüm de böylece sona eriyor.
Surenin akışı; düşünceleri doğrultmak,
vicdanları eğitmek, yolun kaygan noktalarından
sakındırmak, müslüman kitleyi, kendilerini kuşatan
hilelere ve düşmanlarının kurduğu tuzaklara
karşı uyarmak amacıyla savaşta meydana gelen
olayları sunmak ve onları değerlendirmelerine eksen
kılmak hususunda bir diğer adım atarak sürmektedir.
Uhud'daki yenilgi, Medine'deki, kafir, münafık ve
yahudilerin çeşitli söylentiler çıkarmalarına
bir fırsat olmuştu. Medine, henüz bütünüyle
müslümanların olmamıştı. Oradaki müslümanlar
"Bedir'in" içindeki parlak zafer ve oluşturduğu
korku duvarıyla kuşatılmış son derece
garip bir topluluk idiler. Ancak Uhud'da alınan bu yenilgiyle
durumları büyük ölçüde değişti. Pusuda
bekleyen düşmanlar, kinlerini açığa vurmak,
zehirlerini saçmak ve bütün müslümanların -özellikle
şehid olanların ve ağır şekilde
yaralananların- evlerinde meydana gelen felâket havası
içinde hile ve desiselerini yaymak ve böylece müslümanların
fikir ve saflarını karıştırmak için
müsait bir ortam bulmuş oldular.
Kur'an'ın yönlendirici sunuşu ile savaşın
gövdesini ve en geniş sahnelerini temsil eden
aşağıdaki bölümde, yüce Allah'ın, iman
edenleri kafirlere uymaktan sakındırmak için seslendiğini,
düşmanlarının kalbine korku salıp,
kendilerine zafer vereceğini vaadettiğini, onlara
savaşın başlangıcında vaadettiği
zaferi verdiğini; ancak kendilerinin çekişmeleri ve
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine
muhalefet etmeleri yüzünden bu zaferi kaybettiklerini hatırlattığını
görüyoruz. Daha sonra, savaş sahnesi, heriki yönüyle,
canlılık ve hareket fışkıran bir tarzda
sunuluyor. Yenilgi ve korkunun ardından gelen, Allah
hakkında kötü zan besleyen münafıkların kalbini
kemiren şaşkınlık ve hasret ile müminlerin
kalplerine indirilen güven söz konusu edilmektedir. Böylece bir
taraftan, kulların ecellerine ilişkin ilahi takdirin
hakikatinin yerleştirilmesiyle birlikte, olayların bu
şekilde sürüp gitmesinin ardındaki gizli hikmet ve
latif plan da ortaya çıkmış oluyor. Surenin
akışı, bu bölümün sonunda müminleri; kafirlerin
ölüm ve şehadet konusunda yaydıkları sapık düşüncelerden
sakındırmakta ve onları ölme ya da öldürülme
şeklinde olsun, insanların sonuçta görecekleri diriliş
gerçeği ile yüzyüze getirmekte ve her ne suretle olursa
olsun mutlaka Allah'a döneceklerini bildirmektedir.