Öyleyse
bunlar sevilen, hoş görülen arzulardır. Pis ve
tiksindirici olarak görülmüş değildir. İfade biçimi
onları pis görmeyi ve onlardan tiksinmeyi çağrıştırmıyor.
Yalnızca yapısının ve etkenlerinin bilinmesi
ve yerli yerince kullanılıp bu sınırın
aşılmaması, hayatta kendisinden daha değerli
ve yüce şeylerin üstüne çıkarılmaması
gerektiği belirtilmiştir. Bu "arzulara"
dalmaksızın ve onlarda boğulmaksızın
zorunlu olanlarını alıp daha başka ufuklara açılmamız
gerektiği ifade edilmiştir!
Burada İslâm, beşerin, fıtratına uygun
hareket etmek, ona realitesinden hareketle fıtrattan gelen
duyguları baskı altına almaya ve kökünden söküp
atmaya değil, eğitmeye ve ilerletmeye çalışmakla
farklı bir uygulama getirmiştir. Günümüzde insanın
şehevi arzularını baskı altına almaktan
ve bunun zararlarından, ayrıca bu duyguları,
baskı altına almak ve söküp atmaktan kaynaklanan
"psikolojik bunalımlardan" söz edenler, bu bunalımların
sözü edilen duyguların "denetim altına
alınmasından" değil, onları baskı
altında tutmaktan kaynaklandığını kabul
etmektedirler. Bu ise doğuştan gelen duyguları pis
olarak değerlendirmek ve onları kökten reddetmektir. O
da insanı birbirine aykırı iki taraflı
baskı altına sokar.
Düşüncenin veya dinin ya da geleneklerin oluşturduğu
bilinçten gelen baskı. Buna göre fıtri olan duygular
pis duygulardır. Hiçbir şekilde var olmaları
doğru değildir. "O, bir eksiklik ve şeytani
bir dürtüdür" düşüncesi ile bu içgüdüleri bastırmak
kolayca başarılabilecek bir iş değildir.
Çünkü bunlar, fıtratın derinliklerinde yer eden
beşer hayatının oluşmasında önemli bir
görev yapan içgüdülerdir. Hayat ancak onlarla tamamlanır.
Ve Allah onları boşuna fıtrata
yerleştirmemiştir. İşte burada ve bu çalışma
atmosferinde "psikolojik kompleksler" oluşmaya
başlar. Biz birbirine zıt olan bu psikolojik teorileri
kabul etsek bile İslâm bunu kabul etmez. İslâm'ın
insan bünyesini, beşeri psikolojinin iki ucu arasındaki
çatışmadan uzak tuttuğunu görürüz.
İnsanın şehvet ve lezzet özlemleri ile yükselme
ve yücelmeye duyduğu arzular arasında bir güven ortamı
hazırladığını görüyoruz. Böylece
İslam hem bu özlemlere hem öteki arzulara en güzel bir
ortamda, dengeli sınırlar çerçevesinde, sürekli bir
gelişme zemini hazırlamış olmaktadır.(Bu
konuda daha geniş bilgi için Muhammed Kutub'un "islam
ve Materyalizm arasında insan" adlı eserine
bakınız.)
"Kadınlara, evlâtlara, tartı tartı
biriktirilmiş altın ve gümüşe, otlağa
yayılmış atlara, küçükbaş hayvanlara ve
ekinlere karşı aşırı tutkunluk insanlara
cazip gösterildi. Bunlar dünya hayatının nimetleridir.
Oysa asıl varılacak güzel yer Allah katındadır."
Kadınlar ve çocuklar insan nefsinin güçlü arzularından
birer arzudur. Bunlar "kantarlarca"
yığılmış altın ve gümüş ile
birlikte verilmiştir. Burada "kantar kantar"
yığılmış olma biçimi beşerin mala
olan düşkünlüğünü ifade eder. Eğer burada
sırf mala duyulan eğilim amaçlanmış
olsaydı: Mallar, ya da altın ve gümüş denirdi.
Yalnız, kantarlarca yığılmış olma
burada özellikle belirtilmek istenen özel bir vurgudur. Altın
ve gümüşü yığmak için duyulan aşırı
düşkünlüktür. Burada, -malın sahibi için sağladığı
diğer arzulara ulaşma imkanını gözardı
etsek bile- mal yığmak kendi başına bir
zevktir!
Sonra kadınlara, çocuklara, kantarlarca yığılmış
altın ve gümüşe bir madde daha ekleniyor... Meraya
salınmış atlar. At, bugünkü teknik çağda
bile arzu edilen sevimli bir ziynettir. At, gençliğin,
hareketin, kuvvetin ve güzelliğin.. sevginin,
kaynaşmanın ve atılganlığın sembolüdür.
İnsanın yapısında genç atın görünümünü
seyretmekle harekete geçen bir canlılık bulunduğu
sürece binicilik mahareti olmayanlar dahi onu seyretmekten hoşlanacaklardır.
Bu arzulara bir de evcil hayvanlar (deve, sığır,
koyun) ve arazi (ekim ve dikim yapılan toprak) de
eklenmiştir. Bu son iki madde düşünce ve realite
olarak birbirine yakındır. Hayvanlar ve verimli
tarlalar... Ekinler, yeşerme ve gelişme görünümleriyle
beşer için ayrı bir zevktir. Orada hayatın açması
tek başına bile güzel bir manzaradır. Buna, oraya
sahip olma zevkini de ilave ettiğimizde arazi ve hayvanlar
arzu edilen birer varlık olarak ortaya çıkar.
Burada söz konusu edilen arzular, nefsani arzuların bir
örneğini oluşturmaktadır. Bu, Kur'an ile muhatab
olan toplumun arzularını
somutlaştırmaktadır. Bunların
bazıları her zaman geçerli olan ve herkesin arzularını
temsil etmektedir. Kur'an bu arzuları arz ederken, herbiri
kendi konumunda değerlendirilsin,
sınırını aşmasın ve diğerlerine
karşı taşkınlık yapmasın diye
onların gerçek değerini de ifade eder.
"Bunlar dünya hayatının güz