130- Ey müminler, sakın sürekli katlanan faizi yemeyiniz.
Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.
131- Kafirler için hazırlanmış olan cehennem
ateşinden sakınınız.
132- Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz ki rahmete
kavuşabilesiniz.
133- Rabbinizin affediciliğine ve genişliği gökler
ile yer arası kadar olan Cennete koşunuz. Burası
takvalılar için hazırlanmıştır.
134- Onlar bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar,
öfkelerini yenerler ve insanların kusurlarını
bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah
iyilikseverleri sever.
135- Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen
günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları
Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda
bile bile ısrar etmezler.
136- İşte onların mükafatı, Allah
tarafından affedilmek ve altından ırmaklar akan, içinde
sürekli kalacakları Cennetlerdir. İyi işler
yapanları bekleyen mükafat ne kadar güzeldir!
Ayetlerin akışı, bu akidenin beşerî varlık
ve enerjiyi karşılamadaki birlik ile evrenselliğine
ve herşeyi bir tek eksene yöneltiyor. Bu da Allah'a kulluk
ve O'na ibadet eksenine döndürmeye, her işte O'na yönelmeye,
ayrıca Allah'ın metodundaki birlik ve evrenselliğe
ve her durumda, her işte ve her yönde beşer enerjisi
üzerindeki egemenliğe ilişkin özelliklerinden birine işaret
etmek için, bu direktifleri fiili çarpışmaya
değinmeden önce sunmaktadır. Ayrıca bu direktifler,
insandan kaynaklanan farklı enerjiler arasındaki
ilişkiye ve daha önce de değindiğimiz gibi bu
ilişkilerin insanın bütün çabalarının
sonucu üzerindeki etkisine işaret etmektedir.
İslâm metodu, insan ruhunu bütün yönleriyle ele
almakta ve toplum hayatım bölmeden bir bütün olarak
düzenlemektedir. Fiili savaşa hazırlanmak ve tedbir
almak ile ruhların arındırılması,
kalplerin temizlenmesi, heva ve heveslere gem vurulması ve
toplumda sevgi ve hoşgörünün yaygınlaştırılması
işlemlerinin birarada sunulmasının sebebi de budur.
Çünkü bunlar birbirlerine yakın şeylerdir. Bu
çizgilerden ve bu direktiflerden herbirini ayrıntılarıyla
sunduğumuz zaman, bunların İslâm cemaatinin yaşayışı
ve savaş alanı ile hayatın her alanında
mukadderatıyla olan sağlam ilişkileri ortaya çıkar.
"Ey müminler, sakın sürekli katlanan faiz yemeyin.
Allah'tan korkunuz ki,
kurtuluşa
erebilesiniz.
"Kafirler için hazırlanmış Cehennem
ateşinden sakınınız."
"Allah'a ve Peygambere itaat ediniz ki rahmete
kavuşabilesiniz."
"Fi Zılâl"in üçüncü cüzünde faizden ve
faiz düzeninden detaylıca sözedildiği için burada
tekrarlamayacağız. Ancak "kat kat katlamak"
üzerinde duracağız. Çünkü bu zamanda bazı
insanlar bu ayetin arkasına saklanmakta ve "Haram edilen
faiz, kat kat katlanandır." Yüzde dört... Yüzde beş...
Yüzde altı... Yüzde yedi...Yüzde dokuz... ise "Kat
kat katlama" değildir. Dolayısıyle haram
kapsamına girmez diyerek, bununla insanları aldatma yönüne
gitmektedirler.
Öncelikle "kat kat katlamak" deyiminin bir olguyu
vasıflandırdığı, hükümle ilgisinin
bulunmadığını ve Bakara suresinde, hiçbir sınırlama
hiçbir kayıt belirtmeden faizin temelde haram olduğu
belirtilmiştir. Nitekim her ne surette olursa olsun "Faizden
arta kalandan el çekin" hükmünün kesin olduğunu
yine aynı kesinlikle belirtmemiz gerekir.
Bu gerçeği bu şekilde beyan ettikten sonra "kat
kat katlama" vasfıyla ilgili şu açıklamayı
yapabiliriz: Gerçekte bu vasıf, bizzat bu ayette yasaklanan
ve o günkü yarımadada yürürlükte olan faiz işlemlerine
ilişkin tarihsel bir vasıf değildir, her zaman
haksız kazancı sağlaya gelen faiz düzenlerinin
ortak vasfıdır.
Faiz düzeninin anlamı; malın, faiz esası
üzerine işlem görmesidir. Bu da gösteriyor ki, faiz işlemi
bireysel ve basit bir işlem değildir. Bir açıdan sürekli
tekrarlanan diğer bir açıdan da mürekkep bir işlemdir.
Böylece sürekli tekrarlanmak ve birleşmek suretiyle
kesintiye uğramadan zamanla birlikte "kat kat"
katlanır.
Faiz düzeni, tabiatının gereği olan bu
vasfını her zaman korumuştur. Bu vasıf,
sırf Arap yarımadasında yürürlükte olan işlemlere
özgü değildir. Her çağda bu düzenin kaçınılmaz
özelliğidir.
Üçüncü cüzde ayrıntılarıyla açıkladığımız
gibi, ruhsal ve ahlâki alanda hayatın bozulması faiz düzeninin
bir özelliğidir. Yine adı geçen cüzde açıklandığı
üzere faiz düzeninin bir diğer özelliği de ekonomik
ve siyasal hayatın bozulmasıdır. Buradan da faiz düzeninin
toplum hayatıyla olan ilgisi ve bu hayatın tüm
yönlerine olan etkisi anlaşılmaktadır.
Müslüman bir ümmet oluşturmayı hedef edinen
İslâm ise, toplumun ekonomik ve siyasal hayatının
sağlıklı olmasına büyük özen gösterdiği
gibi, ruhsal ve ahlakî hayatının da temiz
olmasını diler. Her ikisinin de bu ümmetin giriştiği
savaşların sonuçları üzerindeki etkileri
bilinmektedir. Dolayısıyla surenin akışı
içinde fiilî savaşın değerlendirilmesi
yapılırken faiz yemenin yasaklanması bu evrensel ve
her durumu gözeten bu metod için son derece anlaşılır
bir olaydır.
Ayrıca bu yasaktan sonra, kurtuluş için Allah'tan
korkmayı emretmek ve kafirler için hazırlanan
ateşten sakındırmak konunun ruhuna uygun düşmektedir.
Allah'tan korkan ve kafirler için hazırlanan ateşten
sakınan insan, faiz yiyemez. Allah'a inanan ve kafirlerin
safından ayrılan kişi de faiz yiyemez. Çünkü
iman, sadece dille söylenen bir kelimeden ibaret olmayıp,
Allah tarafından bu imanın pratik ve uygulanan bir tercümesi
kılınan Rabbanî hayat metoduna uymaktır. Nitekim
iman, bu metodun hayatta pratik olarak gerçekleşmesine ve bu
toplum hayatının bu metod uyarınca düzenlemesine
bir başlangıçtır.
İman ile faiz düzeninin birarada bulunması
imkansızdır. Nerede faiz düzeni varsa orada bu dinden
topyekün çıkma vardır, kafirler için hazırlanan
ateş vardır. Bu konuda inatçılık yapmak gerçeği
değiştirmez. Bu ayetlerde faiz yemeyi yasaklamak,
Allah'tan korkmaya davet ile kafirler için hazırlanan
ateşten sakındırmanın birarada bulunması,
hedefsiz bir rastlantı değil; aksine, bu gerçeğin
yerleşmèsi ve müslümanların düşüncelerinde
derinleşmesi amacına yöneliktir.
Kurtuluş ümidinin faizi terk etmeye ve Allah'tan korkmaya
bağlı olması da öyle... Çünkü kurtuluş;
Allah'tan korkmanın ve O'nun metodunu insan hayatında
gerçekleştirmenin tabii meyvesidir. Üçüncü cüzde faizin
beşer topluluklarında meydana getirdiği
yıkımlardan ve insan hayatında neden olduğu
felaketlerden söz etmiştik. Burada ise, kurtuluşun
anlamını ve onun iğrenç faiz düzenini terk
etmekle olan ilişkisini kavramak için bu açıklamaya
yeniden dönmemiz yerinde olur.
Burada değindiğimiz gerçeği kuvvetlendiren son
te'kid geliyor:
"Allah'a ve Peygambere itaat ediniz ki rahmete
kavuşabilesiniz."
Allah'a ve Resule itaat emri genel olduğu gibi rahmetin de
bu itaate bağlı olarak tecelli etmesi geneldir. Ancak,
bu emrin, faizin yasaklanmasından sonra gelmesi özel bir
anlam ifade etmektedir. Buna göre, faiz esasına dayanan
toplumlarda Allah'a ve Resule itaat söz konusu değildir.
Ayrıca her ne surette olursa olsun faiz yiyen kalpte Allah ve
O'na itaat duygusu barınamaz. Ardarda gelen telkinlerin
nedeni budur. Bu gerçek, Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) emrine karşı gelinen savaş
alanındaki olaylar ile, kurtuluş vesilesi olması ve
kurtuluş ümidini barındırması nedeniyle
Allah'a ve Resule itaat emri arasındaki özel bir ilgiden
daha kapsamlıdır.
(Üçüncü cüzde) Bakara suresinde, ayetlerin akışının
ekonomik düzen içindeki toplumsal ilişkilerin iki
karşıt yönü olmaları ve faiz düzeni ile yardımlaşma
düzeni altındaki iki değişik ve ayrı düzenin
belirgin çizgileri olmaları nedeniyle faiz ile
sadakanın birarada zikredildiğini görmüştük.
Burada da, aynı yerde hem faizden sözedildiğini hem de
gizli-açık infak etmenin teşvik edildiğini görüyoruz.
Faiz yemeyi yasakladıktan, kafirler için hazırlanan
ateşten sakındırdıktan, rahmet ve
kurtuluş ümidiyle takvaya çağırdıktan
sonra... Evet, bu çağrılardan sonra, mağfirete ve
muttakîler için hazırlanan ve genişliği göklerle
yer kadar olan Cennete koşmaya ilişkin emir geliyor..
Arkasından "kat kat" katlayarak faiz yiyen gruba
karşı oluşan muttakilerin ilk vasfı
belirtiliyor.
"...Bollukta ve darlıkta Allah için mal
harcayanlar..."
Ardından geri kalan sıfat ve
ayrıcalıkları zikredilmektedir.
"Rabbinizin affediciliğine ve genişliği gökler
ile yer arası kadar olan Cennet'e koşunuz. Burası
takvalılar için hazırlanmıştır"
"Onlar bollukta ve darlıkta Allah için mal
harcarlar, öfkelerini yenerler ve insanların
kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz
Allah iyilikseverleri sever."
"yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen
günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları
Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda
bile bile ısrar etmezler."
Ayetlerdeki ifade tarzı, bu itaatin yerine getirilmesini;
hareketli bir duygu, bir amaç veya alınacak bir ödül için
yapılan bir yarışma şeklinde tasvir
etmektedir.
"Rabbinizin affediciliğine koşun..."
"..
Ve genişliği göklerle
yer arası kadar olan Cennet'e..." koşun!
İşte şurada; mağfiret ve Cennet "Takvalılar
için hazırlanmıştır."
Arkasından muttakilerin diğer nitelikleri
sıralanıyor:
"Onlar, bollukta ve darlıkta Allah için mal
harcarlar."
Onlar Allah yolunda harcamaya devam edip, Allah'ın metodu
üzere hayatlarını sürdürürler. Ne darlık ne de
bolluk bu özelliklerini değiştiremez. Bolluk
onları şımartıp oyalamaz, yokluk ta
onları sıkıp görevlerini unutturamaz. Bu, her
durumun ve her görevin bilincinde olmaktır... Cimrilik ve
ihtirastan kurtulmaktır... Allah'tan korkmak ve O'nun gözetimini
idrak etmektir... Mal arzusundan, ihtiras köleliğinden ve
cimrilik ağırlığından daha kuvvetli olan
takva etkeninden başka hiçbir şey, tabiatı
itibariyle cimri ve fıtratı gereği mala düşkün
olan nefsi, her durumda Allah yolunda infak etmeye sevk edemez.
Bu, ruhu parlatan, kurtaran, bağ ve zincirlerden özgür kılan,
latif ve derin bir bilinçtir.
Bu niteliğin üzerinde bu denli durmanın savaş
atmosferiyle özel bir ilgisi olsa gerektir. Burada (ileride
Kur'an'ın akışı içerisinde sık sık
görüleceği gibi) söz yeniden infak etmekten açılmakta
ve Allah için harcamaktan kaçınan veya harcayanlara engel
olanların durumuna değinilmektedir. Ayrıca
savaş havası içindeki özel nedenlere işaret
edilmekte ve bazı gruplar Allah yolunda infak etmeye çağrılmaktadır.
"...Öfkelerini yenerler insanların
kusurlarını bağışlarlar."
Takva; sebepler ve etkenler arasında bu alandaki
işlevini işte böyle yerine getirmektedir. Öfke,
kandaki âni bir hareketlenmenin yardımcı olduğu ya
da arttırdığı beşerî özelliğin
tepkilerinden ve gereklerinden biridir. Takvâdan doğan lâtif
ve şeffaf etkenler, kişilik ve zaruretlerin ufkundan
daha yüce ve daha engin ufuklara çıkmakla elde edilen
ruhsal güç olmadıkça insan öfkeyi yenemez.
Öfkeyi yenmek ilk aşamadır. Ancak tek
başına yeterli değildir. İnsan bazen, hınç
almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu
durumda bir anlık öfke, korkunç bir intikama, dışa
vurmuş bir kızgınlık, gizli bir kine dönüşür.
Oysa öfke ve kızgınlık, hınç ve kine oranla
daha pâk ve daha temizdir. Bu yüzden, ayeti kerime muttakîlerin
ruhlarındaki, bu yenilmiş öfkenin ulaşması
gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme, hoşgörü ve
serbestlik olduğunu bildirmektedir.
Öfke yenildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık,
kalbi kavuran bir alev ve vicdanı kaplayan bir duman olur.
Ancak ruh genişlediği, kalp affettiği zaman ruh,
ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılır.
Kalp, kavurucu alevlerin etkisinden kurtularak esenliğe,
vicdan da huzura kavuşur.
"...Allah iyilikseverleri sever..:
'
Bollukta ve darlıkta mallarından cömert davrananlar,
ihsan edenlerdir. Öfkelenip öfkesini yendikten sonra affederek
hoşgörülü davrananlar ihsan edenlerdir. Ve Allah
iyilikseverleri "sever"... Buradaki sevgi deyimi; o
lâtif, aydınlık ve yüce atmosferle uyuşan,
sevecen, şefkatli, parlak bir deyimdir.
Allah'ın ihsana, ihsan edenlere olan sevgisinden
dolayı sevdiklerinin kalplerinde bu sevgiyi yaratır. Ve
bu kalplere coşkun bir arzu akar.. Bu, yalnızca
duygulandırıcı bir ifade değildir.
İfadeden öte bir gerçektir de...
Allah'ın sevdiği ve onların da Allah'ı
sevdiği bir cemaat... Hoşgörü, kolaylık ve
kurtuluşun, kin ve intikamdan daha yaygın olduğu
bir cemaat... Birbirine bağlı, kardeşçe yaşayan
güçlü bir kitledir. İşte bu yüzden ayetlerin akışı
içinde beliren bu yönlendirme, meydan savaşı ve hayat
savaşı ile eşit oranda ilgilidir.
TEVBE ETME VE BAÖIŞLANMAYI DİLEME
Daha sonra müttakîlerin saflarından bir
başkasına geçiyoruz:
"Yine onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen
günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları
Allah`tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda
bile bile ısrar et
mezler."
Bu dinin hoşgörüsüne bakın! Yüce Allah, insanları
kendi aralarında hoşgörülü olmaya çağırmazdan
önce, tadına varmaları, öğrenmeleri ve örnek
almaları için kendi hoşgörüsünün bir yönünü
onlara göstermektedir.
Kuşkusuz muttakîler, müminler içinde en yüksek
mertebeye sahiptirler. Ancak, bu dinin hoşgörüsü ve insanlığa
olan merhameti, şu özellikleri; "Onlar, bir
kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde
Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının
affedilmesini dilerler." müttakilerin özellikleri
olarak sunulmaktadır. Fuhuş günahların en çirkini
ve en büyüğüdür. Ancak bu dinin hoşgörüsü,
büyük günah işleyenleri Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırmamakta, kafilenin yani müminler kafilesinin
dışına atmamaktadır. Aksine onları bir
şartla en üstün mertebe olan "müttakiler"
mertebesiné yükseltmektedir. Bu dinin tabiatından ve görünümünden
ortaya çıkan; Allah'ı anmaları, günahlarından
dolayı bağışlanma dilemeleri, hata
olduğunu bildikleri halde yaptıklarında ısrar
etmemeleri, sıkılma ve utanma duymaksızın günahla
övünmemeleri şartıyla... Diğer bir deyişle,
Allah'a kulluk çerçevesinde kaldıkları ve sonuçta
O'na teslim oldukları sürece, O'nun koruması,
affı, rahmeti ve faziletinin
kuşatıcılığı içinde olacaklardır.
Bu din, zaman zaman bedensel ağırlıkların
fuhuş derecesine indirip et ve kandan kaynaklanan
fevriliği tahrik ederek şehvet sınırında
hayvanî bir ataklık verdiği ve bu
ataklığının, şehvet, eğilim ve
arzularının Allah'ın emirlerine karşı
gelme sınırına getirdiği insan denen
yaratığın zaafını kavrıyor
kuşkusuz. Evet, bu din insanın zaafını
biliyor. Bu yüzden ona karşı sert davranmıyor.
Ruhundaki iman kıvılcımı henüz sönmedikçe,
kalbindeki iman pınarı henüz kurumadıkça, Allah
ile olan bağını canlı tutup koparmadıkça
ve kendisinin sürekli hata yapan bir kul olduğunu ve buna
karşılık, hataları bağışlayan
bir Rabbinin olduğunu kesin olarak bildiği müddetçe
kendisine zulmettiğinde veya büyük bir günah işlediğinde
bu din insanı Allah'ın rahmetinden kovmakta acele
etmiyor. Çünkü kendisinde henüz iyilik bulunan, yolunu tamamen
kaybetmemiş bir gidiş tutturan ve ipi kopmamış
kulpa sarılan bu zayıf, hatalı ve günahkâr insan;
zaafı ne kadar ayağını kaydırırsa da
iman kıvılcımı kalbinde olduğu, ipi
elinde tuttuğu, Allah'ı anıp O'nu
unutmadığı, O'ndan bağışlanma
dileyip O'na karşı kullukta sürekli olduğu ve günahlarıyla
övünmediği sürece sonuçta amacına ulaşabilir.
Bu din; şu zayıf ve yolunu
şaşırmış yaratığın yüzüne
tevbe kapısını kapatmamaktadır. Onu çölün
ortasında şaşkın bir durumda bırakmamakta
ve onu dönüşten korkan kovulmuş biri olarak terk
etmemektedir. Onu, bağışlanma konusunda
ümitlendirmekte, yolunu göstermekte, titrek ellerinden tutup
kayan ayaklarına destek olmaktadır. Güvenilir sınıra
ve güvenceli bir korunağa gelmesi için yolunu aydınlatmaktadır.
Birtek şey istiyor ondan; Allah'ı unutacak
şekilde kalbinin taşlaşmamasını ve
ruhunun kararmamasını... Allah'ı
andığı, ruhunda bu yol gösterici kıvılcım
olduğu, vicdanından bu sürükleyici ses geldiği,
kalbinden bu serin rüzgâr estiği sürece, ruhunda yeniden
nuru bulacaktır. Güvenilir sınıra dönecek ve
kuruyan tohum yeniden yeşerecektir.
Hata yapan ve dayaktan başka birşey
olmadığını bilen çocukcağız, ürkek
bir kaçak olarak hiçbir zaman eve dönmeyecektir. Ancak dayağın
yanında, kabahatinden dolayı özür dilediğinde,
başını okşayacak ve hatalarından
dolayı bağışlanma dilediğinde özrünü
kabul edecek şefkatli bir elin bulunduğunu bilirse
kuşkusuz dönecektir.
İşte İslâm, zaaf anlarında insan denen
zayıf yaratığın elinden böyle tutmaktadır.
Çünkü o, insanda zaafın yanında bir kuvvetin,
ağırlığın yanında bir
hafifliğin, hayvansal dürtülerin yanında Rabbani
arzuların olduğunu bilmektedir. İslâm, Allah'ı
unutmayıp sürekli andığı ve hata
olduğunu bildiği halde hatasında ısrar
etmediği sürece, insanın elinden tutup yükseklere çıkartmak
için zaaf anında ona acımakta ve yeniden ufka yükseltmek
için ayağının kaydığı demlerde
şefkatle teselli etmektedir. Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) buyuruyor: "İstiğfar eden hatada
ısrar etmiş sayılmaz. Bir günde yetmiş kere
tekrarlasa da... (Ebu Davut, Tirmizi, Bezzar müsnedinde Osman b.
Vakid'den almıştır. Ancak senedindeki bir sahabi
bilinmemektedir. Fakat İbni Kesir tefsirinde sahih kabul
etmiş ve "Hasen bir hadistir" demiştir.)
Bununla İslâm, insanları ruhsatçılığa
çağırmamakta, yoldan çıkmış
aşağılık insanları yüceltmemekte ve
realistlerin (Gerçeküstücü akımın)
yaptığı gibi bu bataklığın güzel
olduğunu fısıldamamaktadır. Aksine
insanın ruhunda utanma duygusunu harekete geçirmeyi dileyip
ümit beklentisini de coşturmak için zaaf anında
meydana gelen sürçmeyi bağışlamayı
dilemektedir. Allah'ın bağışlaması
-Allah'tan başka günahları kim
bağışlayabilir ki?- insanı
utandırır, günah eğilimini arttırmaz.
Bağışlanma dileyişini teşvik eder, günahı
alışkanlık haline getirmeyi değil. Günahı
alışkanlık haline getirip hatada ısrar
edenlere gelince onlar, surun dışında
kalmışlardır, kapılar yüzlerine kapanmıştır.
Böylece İslâm, beşeriyeti yüce ufuklara çağırma
ile gücünün ne olduğunu bildiği bu beşeriyete
acımayı bir arada zikretmekte, ümit kapısını
önünde sürekli açık tutarak son gücüne kadar insanın
elinden tutmayı amaçlamaktadır.
Peki bu muttakîler için ne vardır?
"İşte onların mükafatı; Allah
tarafından affedilme ve altından ırmaklar akan içinde
sürekli kalacakları Cennetlerdir. Salih amel işleye
nleri
bekleyen mükafat ne güzeldir."
Onlar günahlarından dolayı bağışlanma
dilemekle birşey kaybetmedikleri gibi darlıkta ve
bollukta infak etmekle, öfkelerini yenip insanları
affetmekle de bir zarara uğramazlar. Onlar sadece üzerlerine
düşeni yaparlar.
`...Salih amel
işleyenleri bekleyen mükafat ne kadar güzeldir..." Rablerinden
bağışlanma... Allah'ın
bağışlaması ve sevgisinden sonra altında
ırmaklar akan Cennet... Burada hem ruhun derinliklerinde hem
de hayatın görünüşünde bir çalışma göze
çarpmaktadır. Her ikisi de çalışmadır,
harekettir, gelişmedir.
Bu belirgin vasıflarla, surede konu edilen meydan
savaşı arasında kuvvetli bir bağ vardır.
Nitekim, faiz ya da yardımlaşma düzeninin, müslüman
cemaatin hayatında etkisi ve meydan savaşıyla
ilişkisi bulunduğu gibi... Konunun başında
değindiğimiz gibi bu ruhsal ve toplumsal
vasıfların zafer üzerinde de etkisi söz konusudur.
İhtiras, öfke ve hatalara galip gelmek, Allah'a dönüp
O'nun bağışlamasını ve
hoşnutluğunu dilemek, savaş alanında düşmana
karşı zafer kazanmak için zorunlu vasıflardır.
Çünkü onlar, ihtiras, heva, hata ve günahta ısrar etmeyi
temsil ettikleri için düşmandırlar.
İnsanoğlunda bunların düşmanlıkları,
kişiliklerini, şehvetlerini ve hayat düzenlerini
Allah'a, O'nun hayat metoduna ve şeriatına
uydurmamalarından kaynaklanmaktadır. Bunun için düşmanlık
söz konusu olur. Savaş bunun için çıkar ve cihad
bunun için yapılır. Bunların
dışında başka bir neden için müslüman, düşmanlık
yapamaz, savaş çıkaramaz ve cihad edemez. O sadece
Allah için düşmanlık yapar, O'nun için savaşır
ve O'nun uğruna cihad eder. Surenin akışı içinde
bütün bu direktiflerle savaştan söz edilmesi arasında
kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim bununla,
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı
gelmek, karşı gelmeyi doğuran ganimet arzusu,
Abdullah b. Ubeyy ve beraberindekilerin ayrılmalarına
neden olan kişilik ve hevadan kaynaklanan büyüklenme,
surenin akışında değinileceği gibi günaha
meyledenlerin yaklaşmasını doğuran günaha karşı
zaaf, işleri Allah'a döndürmemekten kaynaklanan düşünce
karmaşıklığı, "Bu işte bize bir
çıkar var mı?" diye sormaları,
bazısının "Bu işte bize bir şey düşseydi
burada öldürülmezdik" demeleri gibi savaşa eşlik
eden özel şartlar arasında da güçlü bir bağ söz
konusudur.
Kur'an-ı kerim, bu şartların tümünü, surenin
akışında örneklerini göreceğimiz gibi
eşsiz bir tarzda birer birer ele almakta, aydınlatmakta,
içlerindeki gerçekleri yerleştirmeye çalışmakta
ve ruhlara onları harekete geçirip canlandıracak bir
şekilde temas etmektedir.
ALLAH'IN YASASI
Bundan sonra, surenin akışı hadiseleri
sunduğu üçüncü bölüme başlayarak, savaşta
meydana gelen olaylara bizzat değinmektedir. Ancak İslâm
düşüncesinin temel gerçeklerini de yerleştirmeyi
ihmal etmemektedir. Böylece olayları, bu gerçekleri dayandırdığı
bir eksen konumuna getirmektedir.
Bu bölümde surenin akışı müslümanlara; müşriklerin
bu savaşta elde ettikleri zaferin kalıcı bir kural
olmadığını, arkasında özel, gizli bir
hikmet bulunan geçici bir olay olduğunu söylemek için
yüce Allah'ın yalanlayanlar hakkındaki yürürlükte
olan kanununa işaret etmekle başlamaktadır. Sonra
da onları sabretmeye ve imanla yücelmeye çağırmaktadır.
Çünkü, şayet onlara bir yara ve birtakım acılar
isabet etmişse aynı savaşta müşrikler de
benzeri acılar tatmışlardır. Üstelik burada
olayın ardında; safların ve kalplerin
ayrılması, akideler uğruna ölen şahitler
edinilmesi, müslümanların sözlerini ve ideallerini pratik
bir ölçek ile ölçmeleri için temenni ettikleri ölümle
yüzyüze getirilmesi ve sonuçta müslüman kitlenin o sağlam
hazırlıkla kafirleri bertaraf etmesi gibi hikmetler de
ortaya çıkmış oluyor. O halde; gerek zafer, gerek
yenilgi olsun olayların arkasındaki yüce hikmet budur: