O |
|
O |
|
118- Ey müminler, kendinizden başkasını
sırdaş ve dost edinmeyiniz. Olanca güçleri ile size
zarar dokundurmaya, dirliğinizi bozmaya çalışırlar,
karşılaştığınız her
sıkıntı onları sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından
taşmıştır ama kalplerinde saklı
tuttukları kin daha büyüktür. Eğer düşünecek
olursanız size ayetlerimizi açık açık
anlattık.
119- İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları
seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler; bir de kitabın tümüne
inanırsınız. Onlar sizinle
karşılaştıklarında 'inandık' derler
fakat kendi başlarına kaldıkları zaman size
duydukları öfke yüzünden parmak uçlarını
ısırırlar. De ki; `Öfkenizden ölün (çatlayın).
Hiç şüphesiz Allah kalplerin içini dışını
bilir.'
120- Eğer size bir iyilik dokunacak olsa bu onları
üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu
yüzden sevinirler. Eğer sabreder ve Allah'tan
korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez.
Hiç şüphesiz Allah'ın bilgisi onların
yaptıklarını kuşatmıştır.
Bu, gizli duyguları, görünen davranışları
ve gidip gelen hareketleri gösteren ve ruhların
derinliklerinde görünen izlerini konuşturan net ve mükemmel
bir portredir. Bu suretle her zaman ve her yerde benzeri görülen
bir insan tipini canlandırıyor. Müslüman cemaatin
çevresinde bugün ve yarın, benzer düşman tiplere
rastlayacağız şüphesiz. Bunlar, müslümanların
güçlü olduğu ve zafer elde ettikleri zaman sevgi gösterilerinde
bulunurlar. Ancak gözleri ve uzuvları bu hallerini
yalanlamaktadır. Müslümanlar da bunlara aldanarak onlara
sevgi ve bağlılık gösterirler. Oysa onlar,
müslümanlar için ızdırap ve fitneden başka
birşey dilemezler. Gece gündüz, fırsatını
buldukça, müslümanlara eziyet etmekten, yollarına diken
serpmekten onlara hile ve desiseler hazırlamaktan geri
durmazlar.
Kur'an-ı kerimin çizdiği bu manzara, bu harikulâde
tablo, öncelikle Medine'deki müslümanlara komşu olan ehl-i
kitabın durumuna uymakta. İslâm ve müslümanlar hakkında
besledikleri korkunç kini, tasarladıkları kötülüğü
ve göğüslerinde kaynayan kötü niyetlerini ustaca
çizmektedir. Üstelik bu dönemde, müslümanlardan bazıları
bu Allah'ın düşmanlarına aldanmakta, onlara
sevgiyle yaklaşmakta, müslüman cemaatin sırları
konusunda onlara güvenmekte, onlardan sırdaş, dost ve
arkadaş edinmekte ve onlara bu
yaklaşımının sonunda korkmaksızın
sırlarını açıklamaktadırlar.
İşte bu aydınlatma ve sakındırma, müslüman
cemaate, işin gerçeğini göstermekte müslümanların
gösterdiği sevgi ve arkadaşlığın dahi
gidermediği tabii düşmanlarının hilelerinden
onları korumaktadır. Bu aydınlatma ve
sakındırma, belli bir tarihsel dönemle sınırlı
olmayıp, her zaman pratik hayatta
karşılaşılan sürekli bir hakikattir. Şu
andaki durumumuz bunu açıkça doğrulamaktadır.
Müslümanlar kendilerinden başkasını, yani
metod ve araçları itibariyle kendilerinden farklı olan
insanları sırdaş edinmemeleri ve onları, güvendikleri
sırlarını açtıkları ve
danıştıkları bir konumda bulundurmamaları
gerektiğine ilişkin Rabblerinin emrinden habersizdirler.
Müslümanlar, Rabblerinin bu emrinden habersiz olarak bunlara
benzer insanları, her işte, her halde ve durumda, her düşüncede,
hülasa bütün işlerindeki metod ve yollarında
başvurulan merci edindiler.
Müslümanlar, Allah'ın sakındırmasından
habersiz olarak, Allah'ın ve Resulünün düşmanlarına
sevgi beslemekte ve onlara göğüslerini ve kalplerini
açmaktadırlar.
Yüce Allah ilk müslüman cemaate olduğu kadar her
nesilden gelecek müslüman cemaatlere şöyle buyurmaktadır:
"Karşılaştığınız her
sıkıntı onları sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından
taşmıştır. Kalplerinde saklı
tuttukları kin ise daha büyüktür."
Yine şöyle buyurulmaktadır:
"Siz onları seversiniz oysa onlar sizi sevmezler. Bir
de kitabın tümüne inanırsınız. Onlar sizinle
karşılaştıklarında "inandık"
derler. Fakat kendi başlarına kaldıkları zaman
size duydukları kin ve öfke yüzünden parmaklarını
ısırırlar."
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer size bir iyilik dokunacak olursa bu onları
üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu
yüzden sevinirler."
Ardarda bu acı deneyimler yüzümüze sert bir tokat gibi
çarptığı halde, biz gene ayılmayız. Bir
kaç kere değişik kılıklara bürünen tuzakları
ortaya çıkardığımız halde yine de ibret
almayız. Defalarca, ağızlarından kaçırdıkları
ve müslümanların sarfettiği sevginin gideremediği
ve onlara dinin öğrettiği hoşgörünün bile
silemediği kinlerini yaydıkları halde, dönüp
onlara kalplerimizi açıyor ve onlardan hayat ve yol
arkadaşı ediniyoruz. Onlara hoş görünme
kompleksimiz veya onlar karşısındaki ruhsal
yenilgimiz o dereceye varmış ki inancımızda
onlara hoş görünmek için dinimizden söz etmemeyi yeğlemiş
ve hayat metodumuzu İslâm'a dayandırmamaya
başlamışız. Bizden önceki müslümanlarla bu
pusuda bekleyen düşmanlar arasında meydana gelen çarpışmalardan
söz etmekten korktuğumuz için tarihimizi süslü
göstermeye çalışarak, gerçek işaretlerini yok
etmişiz. İşte bu yüzden Allah'ın emrine
karşı gelenlerin uğradığı cezaya
çarptırılmışız. Bundan dolayı alçalıyor,
eziliyor ve alay ediliyoruz. Düşmanlarımızı
sevindiren sıkıntılara uğruyor ve onların
saflarımızda çıkardıkları
bozgunculuğa maruz kalıyoruz.
İşte Allah'ın kitabı, ilk müslüman
cemaate öğrettiği gibi, bize de, onların
tuzaklarından nasıl korunacağımızı,
eziyetlerini nasıl bertaraf edeceğimizi ve göğüslerinde
gizledikleri, bazan da ağızlarından kaçırdıkları
kötülüklerinden nasıl kurtulacağımızı
öğretiyor:
"Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız,
onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Hiç şüphesiz
Allah'ın bilgisi onların yaptıklarını
kuşatmıştır."
Eğer çok kuvvetliyseler güçleri karşısında;
aldatma ve dolambaçlı yollara başvurmuşsalar hile
ve tuzakları karşısında sabır, azimet ve
direnç gösterip sabır ve prensiplere bağlanmamız
gerèkir. Yıkılmamalı ve zelîl olmamalıyız.
Onlardan beklenen bir kötülükten sakınmak ya da gelecek
sevgilerini kazanmak için akidenin bir kısmından veya tümünden
vazgeçmemeliyiz.
Sonra takva; yalnızca bir olan Allah'tan ve O'nun
murakebesinden korkma.. Hiç kimse ile, Allah'ın. metodunun
gerektirdiği durumların dışında
buluşmayan ve Allah'ın ipinden başkasına
sarılmayan kalpleri Allah'a bağlayan takva... Bir kalp
Allah'a bağlanınca, O'nun gücünden başkasını
küçük görür ve azimetinden gelen bu bağları güçlendirir;
dolayısıyle kurtuluş istemek veya şeref
kazanmak için hiçkimseye teslim olmaz ve Allah ve Resulüne savaş
açmış kimselere sevgi beslemez.
İşte yol budur: Sabır ve Takva... Allah'ın
ipine yapışıp sarılmak... Bütün tarihleri
boyunca müslümanlar yalnızca Allah'ın kulpuna
yapışıp hayatlarında O'nun metodunu gerçekleştirdikleri
sürece üstünlük ve zafer bulmuşlar, Allah onları düşmanlarının
tuzaklarından korumuş ve kelimeleri hep yüce olmuştur.
Aynı şekilde müslümanlar, bütün tarihleri boyunca,
gizli ve açık akideleri ve metodlarıyla savaşan
tabii düşmanlarının kulpuna sarıldıkça,
onların sözlerine kulak verdikçe ve onlardan; sırdaş,
arkadaş, yardımcı, haberci ve danışman
edindikçe, Allah onlara yenilgi tattırmış, düşmanlarını
içlerine yerleştirmiş, boyunlarını
onların önünde eğdirmiş ve suçlarının
cezasını onlara tattırmıştır.
Allah'ın sözünün ebedî ve O'nun sünnetinin geçerli olduğuna
bütün tarih şahittir. Kim, Allah'ın yeryüzünde
görünen kanununu görmezlikten gelirse, gözleri zillet, yenilgi
ve alçaklıktan başka birşey görmez.
Böylece bu ders ve beraberinde de surenin ilk bölümü sona
eriyor. Bununla surenin akışı, çatışmanın
zirvesine, tam ve kapsamlı ayrılığın
doruğuna ulaşıyor.
Dersi bitirmeden önce bütün bu düşmanlıklar
karşısında İslâm'ın hoşgörüsüne
ilişkin bir gerçeği açıklamakta yarar
vardır. İslâm, onlardan sırdaş edinmemeyi
emrediyor, ancak müslümanları düşmanlık, kin,
iğrençlik, desise ve hile ile karşılık
vermeye teşvik etmiyor, yalnızca müslüman cemaati,
müslüman safları ve müslüman oluşumu koruyor. Sadece
çevredekilerden kaynaklanan tehlike karşısında
onları korumak ve uyarmak amacı güdülüyor. Çünkü
müslüman, insanlarla ilişkilerinde İslâm'ın
hoşgörüsüne göre davranır, İslâm'ın
nezafeti doğrultusunda bütün insanlara muamele eder ve
bütün insanları bu evrensel sevgi ve iyilikle
karşılar. Hileden korunur, ancak hile yapmaz. Kinden
sakınır, ancak kin beslemez. Dininden dolayı
kendisiyle savaşıldığı, akidesinden
dolayı işkenceye uğratıldığı ve
Allah'ın yolundan ve metodundan alıkonulduğu zaman
bütün bunlara başvurabilir. Böyle bir durumda; savaşması,
fitneyi bertaraf etmesi ve insanları Allah'ın yolundan
ve O'nun metodunu hayatına hakim kılmaktan alıkoyan
engelleri ortadan kaldırması istenmektedir. Müslüman
intikam için değil Allah yolunda cihad için, savaşır.
Kendisine eziyet edenlere duyduğu kinden dolayı
değil, beşeriyetin iyiliği için savaşır.
Bu iyiliğin insanlara ulaşmasına engel teşkil
eden unsurları devirmek için savaşır. Galibiyet,
üstünlük ve sömürgecilik için değil... Gölgesinde
herkesin adalet ve barıştan yararlandığı
sağlam düzeni kurmak için savaşır, ulusal bir
bayrak dikmek ya da imparatorluk kurmak için değil...
Bu, birçok Kur'an ayetiyle hadisin yerleştirdiği ve
yeryüzünde bu nasslar doğrultusunda hareket eden ilk müslüman
cemaatin tarihinin fiilen tercüman olduğu bir gerçektir.
Bu metod iyiliktir. İnsanları buna uymaktan
alıkoyanlar beşeriyetin en büyük düşmanıdırlar.
Bu metodun, bunları kovup beşeriyetin önderliğinden
uzaklaştırması gerekir. İşte müslüman
cemaatten istenen budur. Bir kere bunu en güzel şekliyle
yerine getirdi. Ancak O, her zaman bu görevini yerine getirmeye
çağırılmaktadır. Çünkü cihad, bu sancak
altında kıyamete kadar sürecektir.
CİHAD MEYDANI
Surenin geçen kısmında ortaya konan, mücadele, tartışma,
açıklama, aydınlatma, yöneltme ve sakındırma
savaşından sonra surenin akışı meydan
savaşına dönüyor. Uhud savaşına...
Uhud savaşı, yalnızca meydanda yapılan bir
savaş değildir. Aynı zamanda vicdanlarda da
girişilen ve alanı bütün savaş
meydanlarından daha kapsamlı olan bir
savaştır. Çünkü fiilî savaş meydanı, onun
görkemli hareket alanının sadece bir yönünü oluşturur.
Onun alanı, her yönüyle insanların nefisleri, düşünceleri,
duyguları, arzuları, şehvetleri, savunma ve dirençleridir.
Orada Kur'an, savaşta savaşçıların
yaralarım tedavi etmesinden daha etkili ve daha kapsamlı
bir şekilde en yumuşak ve enderin tedaviyi, bu
nefislerde gerçekleştiriyor.
Önce zafer, arkasından yenilgi, bunlardan sonra da büyük
zafer geldi. Kur'an'ın açıkladığı gerçekleri
açıkca bilmenin, bariz bir şekilde görmenin ve
duyguları bu gerçekler üzerine mükemmel bir şekilde
yerleştirmenin zaferiydi bu... Aynı şekilde bu,
nefislerin arındırılma işleminin iyice
belirlenmesinin ve bundan sonra müslüman cemaatin müslüman
saflardaki düşünce belirsizliklerinden, değerlerdeki
cıvıklıklar ile duygulardaki
karmaşıklıklardan uzak ve serbestçe hareket
edebilmesinin zaferiydi bu durum. Zafer saflarındaki münafık
unsurların büyük ölçüde belirlenmesi, sözlerde, davranışlarda,
bilinç ve gidişatta nifak ve doğruluğun
ayırıcı özelliklerinin tesbit edilmesi ile elde
edilmiştir. Böylece imanın, imana çağırmanın
ve onun doğrultusunda hareket etmenin yükümlülüklerinin
açıklanması ve bütün bunların gereği
olarak; bilgi, soyutlanma ve düzenlilik açısından
hazırlıklı olunması, bunlardan sonra,
yalnızca bir olan Allah'a itaat edip uyulması, yolda
atılan her adımda yalnızca Allah'a
dayanılması, zafer ve yenil gi,
hayat ve ölüm, kısacası
her iş ve yönelişte işin Allah'a döndürülmesi
gerektiğinin açıklanması ile gerçekleşmiştir.
Olayların ve olaylardan sonra gelen Kur'anî direktiflerin
gerisinde müslüman cemaatin çıkardığı bu büyük
sonuç, zafer ve ganimetle elde edilecek sonuçla kıyaslanmayacak
kadar büyük ve üstün bir sonuçtur. Müslümanlar savaştan
zafer ve ganimetle dönmüş olsalardı bile yine de müslüman
cemaat bu önemli sonuca ihtiyaç duyacaktı. Çünkü zafer
ve ganimet ile elde edecekleri binlerce sonuçtan bin kere daha
fazla böyle bir sonuca muhtaçtılar. Aynı zamanda, müslüman
ümmetin bundan çıkardığı ders, bir zafer ve
ganimetten elde edilecek sonuçtan çok daha önemli ve daha kalıcıdır.
İşte müslüman saflarda görülen eksiklik, zaaf, cıvıklık
ve belirsizliğin ve bu olgulardan kaynaklanan yenilginin
ötesindeki yüce Allah'ın tedbiri... Evet, Sünnetullah'a
uygun olarak ve görünen tabii sebepler gereğince ortaya çıkan
yüce Allah'ın ulvi tedbiri, ibret, terbiye,
uyanıklık, olgunluk, arındırma, temizlenme,
tertip ve düzenden ibaret bu önemli sonucu elde etmesi ve her
nesilden gelecek müslüman ümmetin, zafer ve ganimet de dahil
hiçbir kıymetle ölçülmeyecek derecede, tecrübe,
gerçekler ve direktiflerden oluşan bu hazineye sahip
olması bakımından tamamen müslüman cemaat için
hayırlı olmuştur.
Savaşı Kur'an nefislerden ve bütün müslüman
cemaatı kapsayan hayattan ibaret büyük meydanda başlattı.
Nihayet savaş yer meydanında sona erdi. Yüce Allah, bu
cemaat aracılığı ile ilim, hikmet, bilgi ve
basirete dayalı takdirini gerçekleştirdi.
Dolayısıyla Allah'ın dilediği ve uygun gördüğü
oldu. Bu tedbirde, zarar, eziyet, imtihan ve acı
meşakkatlerin ötesinde büyük bir iyilik gizli idi.
Kur'an'ın savaştaki olayları sunuş
tarzında dikkati çeken şey; savaş sahneleri,
olayların sunulması ve bu sahne ve olaylara ilişkin
direktifler ile nefislerin arındırılması, düşünce
belirsizliklerinden kişinin kurtulması; şehvetlerin
boyunduruğundan, arzuların
ağırlığından, kinlerin
karanlığından, hataların zulmetinden,
hırs ve cimriliğin zaafından ve gizli arzulardan
kurtulmasına yönelik diğer direktifler arasındaki
harikulade uygunluktur.
Aynı şekilde, fiili savaşın ardından;
faizden ve onun yasaklanmasından, şûradan ve savaşın
kötü sonuçlarındaki açık etkisine rağmen
istişarenin teşvikinden sözedilmesi de dikkat çeken
bir husustur.
Sonra... İnsanın nefsi ve insan hayatı içinde,
Kur'an metodunun hareket ettiği sahanın
genişliği, hareket noktalarının çokluğu
ve Kur'an metodunun bunlara nüfuz edip olağanüstü bir
olgunluğa ulaştırması...
Ancak, bu Rabbanî metodun tabiatını kavrayamayanlar,
bu uygunluktan, bu genişlikten, bu etkileşimden ve bu
olgunluktan hiçbirine hayret etmezler. Çünkü İslâmî
harekette savaş alam, yalnızca silâhın,
atların, adamların ve mühimmatın, savaş
hazırlıklarının ve taktiklerin söz konusu
olduğu alan değildir. Bu sınırlı
savaş, vicdanlarda ve müslüman cemaat için bir sosyal
düzen oluşturma alanında girişilen savaştan
ayrı düşünülemez. Vicdanların
arındırılması, kurtarılması,
soyutlanması ve kendisini bağlayıp Allah'a
koşmasına engel olan tüm bağlardan özgür
olabilmesi için bunlar arasında sağlam ilişkiler
vardır. Aynı şekilde, müslüman cemaatin Allah'ın
sağlam metodu uyarınca üzerine bina edildiği düzenleme
konuları bakımından da kuvvetli bağlar söz
konusudur. Bu arada ilahî metod, yalnızca egemen düzende değil,
hayatın her alanında şûrayı gerekli görür,
Yine bu metod faize değil, yardımlaşmaya
dayanır. Çünkü yardımlaşma ve faizin aynı
sistemde bir arada olmaları mümkün değildir.
SAVAŞTAKİ HAKİKATLER
Kur'an müslüman cemaati, çatışmanın
ışığında tedavi etmektedir. Ancak
dediğimiz gibi çatışma, savaş anıyla
sınırlı değildir. Aksine, çatışma
alanı bundan çok daha büyüktür. Beşer nefsini ve
pratik hayatım içine almaktadır bu alan... Bu yüzden
ayeti kerime faize yönelmekte ve onu yasaklamakta, gizli açık
infak etmeyi ele almakta, teşvik etmektedir. Allah'a ve Resulüne
itaat konusuna geçmekte ve bunları rahmete bir neden
kılmaktadır. Ardından öfkeyi yenmeye ve insanların
kusurlarım bağışlamaya değinmekte, iyilik
yapmaya, tevbe ve istiğfar ile hatalardan arınmaya ve
hatalarda ısrar etmemeye geçmekte ve bunların tümünü
Allah'ın hoşnutluğunun nedeni
kılmaktadır. Ayrıca, Resulullah'ın (salât ve
selâm üzerine olsun) merhametli oluşunu ve bunun ilahî
rahmetin bir numûnesi olduğunu açıklamaktadır.
Ayrıca şûranın kaynağına ve onun en zor
zamanlarda bile uygulanmasına değinmektedir. Aynı
şekilde ihanet edilmemesi gereken emanete değindiği
gibi savaştan sonra nazil olan ayetlerin bitiminde cömertliğe
ve cimrilikten sakındırmaya geçmektedir.
Evet bütün bunlara değinmektedir. Çünkü bunlar,
müslüman cemaati bütün genişliğiyle fiilî savaşı
da kapsamakla beraber, sadece onunla sınırlı
kalmayan, daha kapsamlı ve büyük zafer elde edebilmek için
son derece yorulmayı gerektiren savaşa
hazırlamaktadır. Bu savaşta nefislere,
şehvetlere, arzulara ve isteklere karşı galibiyet
gerekmektedir. Bunlar kitlenin hayatını üzerine kuracağı
evrensel sistem ve değerleri yerleştirmekte zafere götüren
unsurlardır.
Bütün bunlara beşeri varlık ve çabaları
karşısında bu akidenin tekliğine işaret
etmek ve bunları bir tek eksene, yalnızca Allah'a ibadet
ve kullukta bulunma eksenine döndürmek ve bu konularda
hassasiyet ve takva ile Allah'a yönelmek için değinmektedir.
Aynı zamanda, bunlara her halukârda beşer
varlığına hükmeden Allah'ın metodunun
tekliğine değinmek ve bu metodun
ışığında bu durumların birbiriyle
olan ilişkisine işaret etmek için değinilmektedir.
Nitekim bunlar, insanî faaliyetleri tümünün sonucunun birliğine,
nefis hareketlerinden her birisinin ve sosyal düzenin herbir
parçasının bu sonuç üzerindeki etkisine değinmek
için de serdedilmektedir...
O halde, bu kapsamlı direktifler, çatışmadan
ayrı değerlendirilemezler. Çünkü nefis; bilinçlenme,
ahlâk ve sosyal sistem alanında girişilen savaşta
zafer elde etmedikçe, fiili savaş alanında da zafer
kazanamaz. "Uhud"da iki topluluğun
karşılaştığı gün geri dönenler bazı
günahları yüzünden şeytanın mağlup
ettiği kimselerdi. Peygamberlerinin arkasında akide
savaşlarında zafer elde edenler ise, savaşa, günahlardan
tevbe edip Allah'a sığınarak ve O'nun sağlam
desteğine yapışarak başlayanlardır. O
halde, günahlardan arınmak, Allah'a yapışmak ve
O'nun rahmetine dönmek zafere hazırlıklı olup
savaş alanından ayrı bir konumda
değerlendirilemezler. Aynı şekilde faiz düzenini
atıp sosyal yardımlaşmaya dayalı düzene
dönmek zafer hazırlığı olduğu gibi,
yardımlaşma esasına dayalı toplumlar, faiz
toplumundan daha çok zafere yakındır. Ayrıca,
öfkeyi yenmek ve insanları bağışlamak zafere
hazırlıktır. Nefse hakim olmak, savaş için
bir güç olduğu gibi, dayanışma ve sevgi,
hoşgörülü bir toplumda yaptırım gücü olan
önemli bir unsurdur.
Ayrıca baştan sona sûrenin akışının
dayandığı ve herşeyi oraya döndürdüğü
gerçeklerden biri de Allah'ın takdiri ve bu noktada kesin ve
katî bir şekilde düşünceyi düzeltme gerçeğidir.
Aynı zamanda, surenin akışı insanların
çalışma ve faaliyetleri, yanlış ve
doğruları, itaat ve isyanları, metoda uymaları
ya da ondan kaçınmalarının Sünnetullah'ın
gereğince değerlendirmek, bundan sonra bunları,
Allah'ın gücüne bir perde, O'nun iradesine bir araç ve
onunla dilediğini gerçekleştirdiği kaderinde bir
uygulamacı olarak değerlendirmek gerçeğine de
dayanmaktadır.
Sonra... Ayet-i kerime müslüman cemaate, zafer konusunda
herhangi bir etkilerinin söz konusu olmadığını
belirtmekte ve bunun kendi çabalarından öte Allah'ın
tedbirine göre cereyan eden kaderine bağlı
olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca insan çabasının
mükâfatının yüce Allah'a ait olduğunu da
belirterek su yeryüzü eşyalarından hiç birinin zafer
meyvesini devşirmede etkilerinin olmayacağını
bildirmektedir. Aynı zamanda da yüce Allah'ın zafer
vermeyi dilerken; de onun özelliğini hesap ederek
vermediğini, daha çok, gerçekleşmesini dilediği yüce
hedefler için verdiğini bildirmektedir. Yenilgi de öyle...
Nefislerin arındırılması, safların
ayrılması, gerçeklerin açığa çıkması,
değerlerin belirlenmesi, ölçülerin yerleştirilmesi ve
görmek isteyenlere kanunların açıklanması gibi yüce
Allah'ın hikmet ve ilim ile takdir ettiği amaçların
gerçekleşmesi için müslüman cemaat içinde meydana gelen
eksiklik ve aşırılıklara uygun olarak Sünnetullah
doğrultusunda meydana gelmektedir.
Zaferin tamamen Allah'ın ve O'nun metodunun olması ve
bütün çabaların Allah'ın ve O'nun metodunun
uğrunda olması için; nefislere galip gelmek, hevayı
yenmek, şehvetlere hakim olmak ve insanların
hayatında`Allah'ın dilediği Hakk'ı
yerleştirmekten ibaret olan
Rabbanî metodun esaslarına dayanmadığı sürece
askeri, siyasi ve ekonomik zaferlerin İslâm nazarında
hiçbir değeri ve ölçüsü yoktur. Aksi takdirde,
cahiliyyenin yine cahiliyyeye karşı zafer kazanması
söz konusu olur. Ve bunda da hayat ve insanlık için bir hayır
yoktur. Hakk bayrağının hakk için yükseltilmesi
haktır sadece. Hakk ise, tektir. Birden fazla değil.
Hakk Allah'ın biricik metodudur. Bu kainatta ondan başka
da hakk mevcut değildir. Öncelikle beşer nefsinde ve
pratik hayat nizamı alanında
tamamlanmadığı sürece, Hakk'ın zaferi de gerçekleşemez.
Nefis kendi şahsında, şahsi payından, arzu ve
şehvetlerinden, pislik ve kinlerinden, kayıt ve
bağlarından kurtulduğu ve bu ağırlık
ve kementlerden âzâde bir şekilde Allah'a koştuğu
zaman, üzerine düşen çaba ve faaliyeti yerine getirdikten
sonra bütün işleri Allah'a bağlamak için bütün
güçlerinden, araçlarından ve sebeplerinden
sıyrıldığı zaman, bütün işlerinde
Allah'ın metoduna uyduğu ve bu uygulamayı cihad ve
zaferinin amacı saydığı zaman, ancak bütün
bunlar tamamlandığı zaman, savaş alanında
veya siyasi sahalarda ya da ekonomik alanlarda elde edilen zafer
Allah'ın ölçüsüne göre zafer sayılabilir. Yoksa,
Allah'ın yanında hiçbir önem ve değeri bulunmayan
cahiliyyenin bir başka cahiliyyeye karşı
üstünlük sağlamasından başka birşey meydana
gelmiş olmaz.
İşte bu yüzden, "Uhud" günü meydana
gelen çatışmadan sonra inen ayetlerdeki geniş
kapsamlılık ve uygunluk bu gerçeği açıklamak
içindi. Uhud'daki fiilî çarpışma İslâm'ın
savaş cephelerinden sadece birini oluşturur.
UHUD SAVAŞI
Değerlendirilen konuları ve direktifleri gereği
gibi kavrayabilmemiz, olay ve hadiseleri algılamada Kur'anî
terbiye yöntemini gözönünde bulundurabilmemiz için savaşta
meydana gelen olaylar üzerinde varid olan Kur'anî değerlendirmeyi
sunmadan önce sîret rivayetlerinde geçen savaştaki
olayları özetlememiz yerinde olur.
Müslümanlar Bedir'de savaşın meydana geldiği
şartlara göre mucize kabilinde kesin bir zafer elde etmişlerdi.
Yüce Allah, müslümanların eliyle küfrün önderlerini ve
Kureyş'in liderlerini öldürtmüştü. İleri
gelenlerin Bedir'de yok edilmesinden sonra Ebu Süfyan Kureyş'e
önderlik ediyordu. Müslümanlardan intikam almak için hazırlıklara
başladı. Bu arada Kureyş'in ticaret
mallarını taşıyan kervan, müslümanların
eline düşmekten kurtulmuştu. Müşrikler de
kervanda bulunan malları müslümanlarla yapılacak
savaşın hazırlıklarına harcamak üzere ayırmayı
kararlaştırdılar.
Ebu Süfyan, Kureyş'ten, onların müttefiklerinden ve
Ahabiş (Bunlar Bedevilerden olup Kureyş'lilerle
"Ahbaş" denilen yerde ittifak yaptıkları
için bu isimle anılmışlardır.) denilen
Bedevilerden oluşan yaklaşık üçbin kişilik
bir orduyla, kendilerini teşvik etmek ve savaştan kaçmalarını
önlemek için yanlarına kadınlarını da
alıp hicrî üçüncü senenin Şevval ayında
Medine'ye yönelerek "Uhud" dağı
yakınlarında konakladı.
Resulullah (sâlat ve selâm üzerine olsun) ashabıyle, düşmana
karşı çıkmak ya da Medine'de beklemek hususunda
istişarede bulundu. Resulullah, Medine'den çıkmayıp
orayı siper edinmek amacındaydı. Buna göre düşman
Medine'ye girecek olsa müslümanlar sokak başlarında,
kadınlar da damların üzerinde savaşacaklardı.
(İmam ibni Kayyım el-Cezviye'nin Za'dul Mead isimli
eserinde anlattıklarına dayanarak bu görüşün Resulullah'a
ait olduğu sonucuna vardık.) Bu görüşü,
münafıkların başı Abdullah b. Ubey de uygun görüyordu.
Ancak, çoğunluğu Bedir savaşına
katılmamış gençlerden oluşan büyük bir
topluluk, düşmanı Medine'nin dışında
karşılamayı istiyorlardı. Bu doğrultuda görüş
bildirip ısrar ettiler. Çoğunluğun bu görüşte
olduğu anlaşılınca Resulullah kalkıp
evine (Aişe'nin -Allah O'ndan razı olsun- evine) gitti.
Zırhını kuşanarak topluluğun yanına
döndü. Ancak toplulukta tereddüt baş göstermişti.
Yoksa Medine'nin dışında düşmanı
karşılamayı istemekle Resulullah'ı gücendirdik
mi? demeye başladılar. Resulullah'a "Ya Resulullah
şayet Medine'de beklemeyi istiyorsan istediğini
yap" dediler. Bunun üzerine Resulullah "Bir Peygamber zırhım
kuşandıktan sonra onunla düşmanları
arasında Allah hükmünü uygulamayıncaya kadar çıkarması
yakışık almaz" buyurdu. Bu şekilde onlara
Peygamberliğe yakışan güzel bir ders veriyordu.
Çünkü istişarenin bir zamanı vardır. Ondan
sonra, azmedip kararlaştırılanı yapmak ve
Allah'a tevekkül etmek gerekir. Artık tereddüt gösterip
yeniden istişarede bulunarak görüşler arasında
tercih yapmanın bir anlamı kalmaz. İşleri
amacına uygun olarak yaptıktan sonra yüce Allah dilediği
sonucu takdir edecektir.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) rüyasında;
Kılıcında kırık olduğunu bir
sığırın kesildiğini ve kendisinin de
ellerini sağlam bir zırha soktuğunu görmüştü.
Kılıçtaki kırığı ailesinden birinin
ölmesine, sığırın kesilmesini ashabından
bir grubun öldürülmesine ve zırhı da Medine'ye yordu.
Demek ki Resulullah savaşın sonucunu önceden görmüştü.
Buna rağmen şûra sistemini, şûradan sonra karara
göre hareket etme sistemini uyguluyordu. Çünkü O, bir ümmeti
eğitiyordu. Ümmetler ise, olaylar ve olaylardan elde edilen
tecrübe birikimiyle eğitilirlerdi. Üstelik Resulullah,
Allah'ın takdirine göre hareket ediyordu. Yüce Allah'a bağlı
olan kalbinde hissettiği gibi duygularını ve
kalbini dayandırdığı yüce takdir doğrultusunda
hareket ederdi.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) İbn-i Ümmü
Mektum'u Medine'de kalanlara namaz kıldırması için
bırakarak ashabından bin kişilik bir kuvvetle yola
çıktı. Medine ile Uhud arasına geldiklerinde, münafıkların
başı Abdullah b. Übey askerin üçte birini yanına
alarak Resulullah için "Gençleri dinleyip bana muhalefet
ediyor" diyerek ordudan ayrıldı. Abdullah b. Amr b.
Haram -Cabir b. Abdullah'ın babası (Allah O'ndan
razı olsun)- peşlerine düşerek serzenişte
bulunup dönmeye teşvik etmek amacıyla "Gelin Allah
yolunda savaşın ya da savaşanları
koruyun" dediyse de onlar "Şayet sizin
savaşacağınızı bilsek dönmezdik"
dediler. Bunun üzerine Abdullah onlara kızıp geri döndü.
Ensar'dan bir grup, müttefikleri olan yahudilerden yardım
istemek konusunda Resulullah'tan müsade istedilerse de O bunu
kabul etmedi. Çünkü savaş, iman ile küfür arasında
meydana geliyordu. Bundan yahudilere ne? Gerçek anlamda O'na
tevekkül edildiği ve kalpler O'nun adına herşeyden
arındığı zaman zafer Allah'tandır.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Bizi kısa
yoldan onların yanına götürecek biri var mı?"
diye buyurdu. Bunun üzerine Ensar'dan bazıları,
onları Uhud'daki bir vadinin kenarına kadar getirip
konaklattılar. Sırtlarını Uhud'a
vermişlerdi. Resulullah, emretmedikçe kimsenin savaşmamasını
buyurdu.
Sabah olunca Resulullah elli tanesi atlı olan yediyüz kişiyi
savaşa hazırlamaya başladı. Sayıları
elli kişi olan okçuların başına Abdullah b. Cübeyr'i
dikerek, O'nu ve arkadaşlarını; bulundukları
yeri korumaları, askerin kartallar tarafından
kapılıp götürüldüklerini görseler bile yerlerinden
ayrılmamaları ve ordunun arkasındaki bir yerde
mevzilenmeleri dolayısıyle müslümanlara arkadan saldırmamaları
için müşrikleri ok yağmuruna tutmaları konusunda
siki sıkıya tembihledi.
Resulullah sancağı Mus'ab b. Umeyr'e (Allah O'ndan
razı olsun) verdi. Ordunun bir kanadına Zübeyr b.
Avvam'ı, diğer kanadına da Munzir b. Amr'ı
kumanda etmek üzere görevlendirdi. Gençleri ön tarafa aldı.
Abdullah b. Amr, Usame b. Zeyd, Useyt b. Züheyr, Berra b. Azib,
Zeyd b. Erkam, Zeyd b. Sabit, Urabe b. Evs ve Amr b. Hazzam gibi
küçükleri ise geri çekti. Ancak, kendisine güçlü olduklarını
gösteren ve yaşları onbeş olan Semure b. Cundeb ve
Rafi b. Hudeyç'e savaşmak için izin verdi.
Kureyş ise ikiyüz tanesi atlı olmak üzere üçbin
kişilik bir orduyla savaş düzeni alıyordu. Ordunun
sağ kanadına Halid b. Velid, sol kanadına da
İkrime b. Ebu Cehil kumanda ediyordu.
Resulullah, kılıcını savaşta büyük
bir kahramanlık ve cesaret gösteren Ebu Dücane Semmâk b.
Harşe'ye vermişti.
ÇATIŞMA BAŞLIYOR
Müşriklerden ilk defa ortaya atılan Ebu Amir el-Fâsık
oldu. Cahiliyyede Evs kabilesinin başkanı olan bu adama
"Rahip" derlerdi. Ancak Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) O'na "Fasık" adını
vermişti. İslâm geldiği zaman yüz çevirip
Resulullah'a düşmanlığı açığa
vurarak Medine'nin dışına çıkmıştı.
Kureş'e sığınarak onları
kışkırtıp Resulullah'la savaşmaya
teşvik ediyordu. Ayrıca, kavmi kendisini görürse O'na
yönelip itaat edeceklerini de Kureyş'e vaadediyordu. Bu yüzden,
Uhud savaşında ilk olarak müslümanların
karşısına çıkan O oldu. Kavmine seslenerek
kendisini tanıttı. Ancak kavmi kendisine "Allah
senin gözünü kör etsin ey Fasık" diye
karşılık verince "Benden sonra kavmime kötülük
isabet etmiş" diyerek müslümanlarla şiddetli bir
savaşa girdi.
Savaş başlayınca, Ebu Dücane el-Ensari, Talha
b. Ubeydullah, Hamza b. Abdülmuttalib, Ali b. Ebu Talib, Nadir b.
Enes ve Sa'd b. Rebi güzel bir sınav veriyorlardı.
Başlangıçta, kâfirlerin karşısında
üstünlük müslümanlarındı. Kâfirlerin önde gelen
savaşçılarından yetmiş tanesini öldürmüşlerdi.
Allah'ın düşmanları yenilmiş ve
karılarının yanına kadar gerisin geri kaçıyorlardı.
Hatta kadınları bile ayaklarına dolaşan
eteklerini toplayıp kaçıyorlardı.
Okçular, müşriklerin yenilip
dağıldıklarını görünce Resulullah'ın
ayrılmamalarını emrettiği mevzilerini "Ey
kavim, ganimet! ganimet!" diyerek terk ettiler.
Kumandanları Resulullah'ın sözünü hatırlattıysa
da dinlemediler. Onlar müşriklerin bir daha geri dönemeyeceklerini
sanarak ganimete koştular. Böylece Uhud'da düşmanın
kolayca gireceği geçidi boş bıraktılar.
O esnada Halid b. Velid bunu sezdi ve müşrik süvarilerle
bir değerlendirme yaptı. Geçidi boş bulunca da
arkadan müslümanlara saldırdılar. Müşriklerden
kaçanlar, Halid ve süvarilerinin müslümanlara karşı
üstünlük sağladıklarını görünce geri
dönüp müslümanları çepeçevre sardılar.
Bunun üzerine savaşın seyri değişti,
şartlar müslümanların aleyhine dönüştü.
Saflarda bir dağınıklık ve beklenmedik bu
dehşet karşısında bir panik ve çalkalanma baş
göstermişti. Ölenlerin sayısı artıyordu. Müslümanlardan
Allah'ın şehitlik nasip ettikleri şehadete
ermiş ve müşrikler Resulullah'a (salât ve selâm
üzerine olsun) kadar yaklaşmışlardı. O'nun
yanında ölünceye kadar savaşan ve parmakla
sayılacak kadar az olan bir grubun dışında
kimse kalmamıştı. Resulullah'ın yüzü
yaralanmış, sağ alt çenesindeki azı dişi
kırılmıştı. Miğferi
başını yaralamış ve yan düşene
kadar müşrikler kendisine taş
atmışlardı. Sonunda Ebu Âmir b. Fasık'ın,
müslümanların düşmesi için kazdığı ve
üzerini örttüğü bir çukura düşmüştü. Miğferinin
halkalarından iki tanesi de yanağına
batmıştı.
Müslümanların içine düştüğü bu panik anında,
birisinin "Muhammed öldürüldü" diye bağırması,
geri güçlerinin de dağılmasına, gerisin geri dönerek
içine düştükleri ye's ve bitkinlikten savaşamaz
duruma gelmelerine neden olmuştu.
İnsanların çözülüp kaçtığı bir
zamanda Enes b. Nadir gevşememiş, Ömer b. Hattab, Talha
b. Ubeydullah, Muhacir ve Ensar'dan bazılarının
oluşturduğu savaştan el çeken grubun yanına
kadar gelerek "Ne diye oturuyorsunuz?" diye
bağırmıştı. Onlar da "Resulullah
öldürüldü" diye karşılık vermişlerdi.
Bunun üzerine "O'ndan sonra yaşayıp da ne
yapacaksınız? Kalkın ve Resulullah'ın öldüğü
şey uğurda siz de ölün." demişti.
Arkasından müşrikleri karşılarken Saad b.
Muaz'a rastlamış "Ya Sa'd Cennetin kokusu ne
hoş! Andolsun bu kokuyu Uhud dağının
altından alıyorum" demiş ve sonuna kadar
savaşarak ölmüştü... Vücudunda yetmiş küsür
darbe tesbit edilmişti... Kız kardeşi
dışında kimse tanıyamamıştı. O
da parmak uçlarından tanıyabilmişti...
Ardından Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
müslümanlara doğru hareket etti. Miğferinin
altında O'nu ilk tanıyan Ka'b b. Malik oldu. Görür
görmez de var gücüyle "Müjdeler olsun müslümanlar!
İşte Resulullah" diye bağırdı. Bunun
üzerine Resulullah susmasını işaret etti. Müslümanlar
etrafına toplanarak beraberce halkın yanına yürüdüler.
Bunlar arasında Ebu Bekir, Ömer ve Haris b. Samme el-Ensarî
gibi birkaç sahabi bulunuyordu. Tepeyi tırmanırken
Resulullah Ubeyy b. Halef'i "Ud" adını
verdiği ve çok sevdiği atın sırtında gördü.
Bu adam, atını, "Onun sırtında Muhammed'i
öldüreceğim" diyerek beslerdi. Resulullah bunu duyunca
"İnşaallah onu ben öldüreceğim"
buyurmuştu. Bu esnada onunla karşılaşınca
Haris'ten mızrağı alarak bununla Allah'ın düşmanına
köprücük kemiklerinden isabet ettirdi. Adam öküz gibi bağırarak
kaçtı. Resulullah'ın önceden dediği gibi öleceği
kesinleşmişti. Çok geçmeden atının yolunda
öldü.
Ebu Süfyan tepenin üzerine çıkarak "Muhammed
aranızda mı?" dedi. Resulullah müslümanlara cevap
vermemelerini emretti. Arkasından "Ebu Kuhafe'nin
oğlu Ebu Bekir aranızda mı?" dedi. Müslümanlar
cevap vermedi. Ardından "Ömer b. Hattab aranızda
mı?" deyince yine kimse cevap vermedi. O da bu
üçünden başkasını sormadı. Sonra kavmine dönerek
"Bu onlara yeter!" dedi. Hz. Ömer (Allah O'ndan razı
olsun) kendini tutamayarak "Ey Allah'ın düşmanı,
saydıklarının hepsi de sağdır. Allah
senin hoşlanmadığını başına
getirecektir" dedi. Ebu Süfyan "Halk arasında
şöyle bir söz vardır: Bunu ben emretmediğim gibi
kötülüğü de bana dokunmaz" dedi. Bununla karısı
Hint'in Hz. Hamza'nın (Allah O'ndan razı olsun) cesedine
yaptıklarını işaret ediyordu. Bilindiği
gibi Hz. Hamza, Vahşi tarafından öldürüldükten sonra
Hint, karnını yarmış, ciğerini çıkararak
kanını emip tükürmüştü.
Sonra "Hubel yücedir!" dedi. Bunun üzerine
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "O'na cevap
vermeyecek misiniz?" dedi. Ashab "Ne diye cevap
verelim?" deyince "Allah daha yücedir (Allahu Ekber)
Allah en büyüktür deyin" buyurdu. Bu sefer "Bizim
Uzza'mız var, sizin yok" dedi. Resulullah, tekrar
"Cevap vermeyecek misiniz?" deyince "Nasıl
cevap verelim?" dediler. O da "Bizim dostumuz, efendimiz
Allah'tır. Sizinse yok! deyin" dedi. Ebu Süfyan
"Bugün, Bedir'e karşılıktır ve
savaş sıra iledir" deyince, Hz. Ömer (Allah O'ndan
razı olsun) "Ancak biz eşit değiliz. Bizim
ölüler Cennet'te sizinkiler ateştedir" dedi.
Savaş bitip müşrikler dönünce müslümanlar, onların,
oradakileri esir atmak ve mallarını yağmalamak için
Medine'ye saldıracaklarını sandılar. Bu
onların gücüne gitmişti. Bunun üzerine Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) Ali b. Ebu Talib'e "Git
onları takip et, ne yaptıklarını ve amaçlarının
ne olduğunu öğren. Şayet atlarından inip
develerine binmişlerse Mekke'ye gidiyorlardır. Fakat
atlarına binip develerini sürüyorlarsa Medine'ye gitmek
niyetindedirler. Nefsim elinde olana andolsun ki, şayet amaçları
Medine'ye gitmekse mutlaka onları izler, sonrada orada
işlerini bitiririm." dedi.
Hz. Ali şöyle diyor: "Ne yaptıklarına
bakmak için onları takip ettim. Atlardan inip develere
bindiklerini ve Mekke'ye yöneldiklerini gördüm."
Biraz yol aldıktan sonra birbirlerini kınamaya
başladılar. Bazısı "Hiçbir şey
yapamadık, güçlerini, birliklerini kırmışken
bırakıp geldiniz. Oysa onları size karşı
tekrar biraraya getirecek liderleri hâlâ duruyor. Dönün,
köklerini kazıyalım" diyordu. Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) bunu haber alınca halkı çağırdı
ve onları düşmanlarının üzerine yürümeye
hazırladı. Şöyle diyordu: "Savaşa
katılanlardan başkası bizimle gelmesin".
Abdullah b. Ubey "Seninle geleyim!" dedi. Resulullah
"Hayır" dedi. Onca yara almalarına ve
korkmalarına rağmen müslümanlar "İşittik
ve itaat ettik" diyerek emrini yerine getirdiler. Cabir b.
Abdullah izin isteyip "Ya Resulullah, gördüklerini görmeyi
çok istiyorum. Uhud günü babam beni kızlarının
yanında bırakmıştı. İzin ver seninle
geleyim" dedi. Bunun üzerine Resulullah ona ïzin verdi. Ardından,
Resulullah ve beraberindeki müslümanlar
"Hamrâu'l-Esed" denilen yere kadar yürüdüler. Orada
Ma'bed b. Ebu Ma'bed el-Huzai (Allah O'ndan razı olsun) ile
karşılaştılar. Resulullah O'na Ebu Süfyan'a
gidip O'nu korkutmasını emretti. Ma'bed, Ravha denilen
yerde Ebu Süfyan'a ulaştı. Ma'bed'in müslüman olduğunu
bilmiyorlardı. Ona "Ey Ma'bed, geride ne var?" O da
"Muhammed ve arkadaşları size çok kızmışlar.
Daha önce görülmemiş bir kalabalıkla geliyorlar ve
önceden O'ndan ayrılan arkadaşları da pişman
olup O'na katılmışlar" dedi. Bunun üzerine
Ebu Süfyan "Neler söylüyorsun?" dedi. Ma'bed
"Bana göre ordu şu tepenin ardından çıkmadan
çekip gitmeniz daha iyi olur" dedi. Ebu Süfyan
"Vallahi, köklerini kazımak için tekrar toplanmıştık"
dedi. Bunun üzerine Ma'bed "Böyle yapma! Sana nasihat
ediyorum" dedi. Onlar da Mekke'ye geri döndüler.
Ebu Süfyan yolda Medine'ye gitmek isteyen müşriklere
rastladı. Onlardan birine "Yolculuğun bitip
Mekke'ye döndüğünde yükünü kuru üzümle doldurmam karşılığında
Muhammed'e şu mesajı iletir misin?" dedi. O da
"Evet" deyince "Muhammed'e; O'nun ve
ashabının kökünü kazımak için yeniden toplandığımızı"
söyle dedi. Bunu müslümanlara iletince "Allah bize yeter,
O ne güzel dosttur, işte bu onların elinden
gelmez!" dediler. Müslümanlar orada üç gün beklediler.
Sonra müşriklerin Mekke'ye dönüp uzaklaştıkları
anlaşılınca Medine'ye döndüler.
UHUD SAVAŞINDAN KAHRAMANLIK ÖRNEKLERİ
Ancak, ibretle örnek alınması gerektiğinden,
savaşta meydana gelen olaylar hakkında sunduğumuz
bu özet, savaşı bütün yönleriyle tasvir etmediği
gibi savaşta vukû bulan herşeyi de
kapsamamaktadır. Bu yüzden, o atmosferi bütün yönleriyle
çizmek ve canlandırmak için bazı
duygulandırıcı olayları anlatmak gerekir.
Okçuların mevzilerini terk ettiği, kafirlerin müslümanları
çepeçevre kuşattığı ve "Muhammed
öldürüldü" sözünün duyulduğu ve bu sözün
etkisiyle müslümanların saflarının ve güçlerinin
dağıldığı sıralarda
Resulullah'ın yanına kadar sokulan müşriklerden
Amr b. Kumey'e, savaşın şiddetli bir anında
biraz daha öne çıkmıştı.
Akılları durduran bu dehşet anında, Ümmü
İmare, Nuseybe binti Kâ'bi Maziniye Resulullah'ı
savunmak için vargücüyle savaşıyordu. Amr b,
Kumeyye'ye birkaç darbe indirmişti, ancak Amr'ı üst
üste giydiği iki zırh koruyordu. Sonra Amr, Ümmül
İmare'ye kılıcıyla bir darbe indirmiş ve
O'nu omuzundan ağır yaralamıştı.
Ebu Dücane (Allah O'ndan razı olsun)
sırtını, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine
olsun) siper etmiş, gelen oklar O'na isabet ediyordu. O ise
hiç kıpırdamıyor, böylelikle Resulullah'ın görünmesine
engel oluyordu.
Talha b. Ubeydullah çabucak Resulullah'ın yanına
koşmuş, yere düşene kadar önünde durmuştu.
İbn-i Hibban Sahih'inde Hz. Aişe'den (Allah O'ndan
razı olsun) şöyle nakleder: "Ebu Bekr-i Sıddık
(Allah O'ndan razı olsun) dedi ki: Uhud ;günü, insanların
Resulullah'tan uzaklaştıkları sırada
Resulullah'ın yanına ilk ben varmıştım.
Resulullah'ın yanında savaşıp onu koruyan
birini gördüm. `Dayan Talha! Anam babam sana feda olsun. Dayan
anam babam sana feda olsun' dedim. Daha ona yetişmeden, bir
kuş gibi hızla gelen Ebu Ubeyde b. Cerrah'a
rastladım. Beraberce Resulullah'ın yanına
gittiğimizde Talha artık yere düşmüştü.
Resulullah `Kardeşinize yardım edin, yardıma
ihtiyacı vardır' buyurdu. Resulullah
yanağından vurulmuş, miğferinin iki
halkası yanağına batmıştı.
Resulullah'ın yanağından halkayı çıkarmaya
yeltendiğimde Ebu Ubeyde `Allah için ey Ebu Bekir onu bana bırak'
dedi. Onu ağzına alarak, Resulullah'ı inciltmemek için
ön dişleriyle çekmeye başladı. Ebu Ubeyde'nin
dişi kırılmıştı. Ebu Bekir diyordu
ki: İkincisini çıkarmak istediğimde Ebu Ubeyde
tekrar `Ey Ebu Bekir Allah için bana bırak' dedi. Yine
ağzına alarak çıkarana kadar çekmeye başladı.
Ebu Ubeyde'nin diğer dişi de kırıldı.
Sonra Resulullah `Kardeşinize yardım edin, yardıma
ihtiyacı var' buyurdu. Talha'yı tedavi etmeye
başladığımızda vücudunda on küsur yara
tesbit etmiştik."
Hz. Ali (Allah O'ndan razı olsun), Resulullah'ın
yarasını yıkamak için su getirdi. Hz. Ali suyu
döküyordu. Hz. Fatıma da yarayı yıkıyordu.
Kanın durmadığını görünce bir parça
hasır yakarak yaranın üzerine koydu, böylece kan
durdu.
Ebu Said el-Hudri'nin babası Malik, Resulullah'ın
yarasını temizleyene kadar emdi. Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun) tükürmesini söylediyse de "Allah'a
andolsun ki tükürmeyeceğim" dedi, sonra da gitti.
Arkasından Resulullah "Cennet ehlinden birini görmek
isteyen bu adama baksın" dedi.
Müslim'in Sahih'inde belirtildiğine göre Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) Uhud günü yedisi Ensar'dan
ikisi de Kureyş'ten olmak üzere dokuz arkadaşıyla
yalnız kalmıştı. Müşrikler iyice
yaklaşınca Resulullah "Kim onları benden
uzaklaştırırsa ona Cennet var" dedi. Ensar'dan
biri öne çıktı, savaşarak öldü. Müşrikler
tekrar saldırınca "Kim onları benden
uzaklaştırırsa ona Cennet vardır ve o Cennette
benim arkadaşımdır" dedi... Bu durum yedisi de
öldürülene kadar devam etti. Bunun üzerine Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) "Arkadaşlarımıza
insaf etmedik" dedi. Sonra Talha (Allah O'ndan razı
olsun) müşrikleri Resulullah'tan uzaklaştırana
kadar onlarla vuruştu. Daha önce de dediğimiz gibi Ebu
Dücane vücudunu O'na siper etmişti. Nihayet felaket dindi.
Resulullah tepeye tırmanmaya çalışıyordu, müşrikler
de O'nu takip ediyorlardı. Sonuçta o kadar yorulmuştu
ki bir kayanın üzerine çıkamadı.
Resulullah'ın çıkması için Talha oturdu, O da
üstüne basıp çıktı. Namaz vakti girmişti.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlarla beraber
oturarak namaz kıldı. Aynı şekilde,
aşağıda anlatacağımız olaylar da o gün
meydana gelmişti:
Hanzala el-Ensari -Hanzala el-Gasil diye anılır- Ebu
Süfyan'a saldırdığında Ebu Süfyan karşı
koyamadı. O esnada Şeddat b. Esvet Hanzala'ya
saldırdı ve öldürdü. Hanzala savaş çağrısını
duyduğu zaman karısıyla temas halinde olduğu için
cünüptü. Hemen cihada koşmuştu. Resulullah
ashabına, O'nun melekler tarafından
yıkandığını haber verdi. Ardından
"Karısından nasıl olduğunu sorun"
Ashab hanımından sormuş o da onlara meseleyi
anlatmıştı.
Zeyd b. Sabit "Uhud günü Resulullah beni Sa'd b.
Rebii'yi aramaya gönderdi. Ölüler arasında dolaşmaya
başladım. O'nu gördüğümde son nefesini vermek
üzereydi. Tam yetmiş darbe yemişti. Vücudunda mızrak
izi, kılıç yarası ve ok darbesi doluydu. "Ey
Sa'd Resulullah sana selâm söylüyor ve nasıl olduğunu
öğrenmek istiyor" dedim. Bunun üzerine "Benden de
Resulullah'a selâm söyle ve O'na Cennetin kokusunu aldığımı
söyle!" Kavmim Ensara da "Gözleriniz görebildiği
halde müşriklerin Resulullah'a sokulmasına göz
yumarsanız, Allah'ın yanında hiçbir mazeretiniz
olmaz, de" dedi ve o anda da ruhunu teslim ettï." der.
Muhacirlerden birisi kanlar içinde sürünen Ensar'dan birine
rastladı ve ona "Muhammed'in öldüğünü duydun
mu?" dedi. Ensar'dan olan "Muhammed (salât ve selâm
üzerine olsun) öldürülmüş olsa da O, Allah'ın
dinini tebliğ etti. O halde dininiz için savaşınız"
dedi.
Abdullah b. Amr b. Haram şöyle anlatır:
"Uhud'dan önce rüyamda Mübeşşir b. Abdul Münzir'i
görmüştüm. Bana "Birkaç gün sonra bize katılacaksın"
diyordu. "Nerdesin?" dedim. "Cennette!" dedi.
"Oradaki gibi hareket ediyoruz:' "Sen Bedir günü
öldürülmemiş miydin?" dedim. O, "Evet fakat
tekrar dirildim" dedi. Bu olayı Resulullah'a
anlattığımda "Ey Ebu Cabir bu,
şehadettir!" buyurdu. Oğlu Bedir'de, Resulullah'la
beraber savaşıp şehid düşmüş olan
Hayseme anlatıyor: "Allah'a andolsun ki bütün arzuma
rağmen Bedir savaşını kaçırdım.
Savaşa çıkmak için kur'a çekmiştik. Ona isabet
etmiş ve şehid olmuştu. Dün gece rüyamda oğlumu
çok güzel bir durumda gördüm. Cennet meyveleri ve nehirleri
arasında dolaşarak bana "Cennette bize
arkadaşlık etmen en güzeldir. Rabbimin vaad
ettiklerinin tümünü gerçek buldum" diyordu. Uyandığımda
Cennette O'na arkadaşlık etme duygusuyla doluydum. `Ya
Resulullah yaşım geçti,artık ihtiyarladım.
Rabbime kavuşmayı arzuluyorum. Şehadeti ve
Cennet'te Sa'd'a `arkadaşlık etmesi için Allah'a dua
et' dedi Resulullah onun için dua etti. Uhud günü şehid düşenler
arasındaydı.
Abdullah b. Cahş, o gün şöyle demişti:
"Allah'ım yarın düşmanla
karşılaşmaya yüce adına ant içiyorum. Beni
öldürsünler ve karnımı yarsınlar,
kulağımı ve burnumu kessinler. Sonra "Bunlar,
kimin için?" diye sorduğunda Senin için diyeyim."
Amr b. Cumûh fazlaca topaldı. Her seferinde Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) ile savaşa çıkan dört
oğlu vardı. Peygamber Uhud'a yönelince O da çıkmak
istedi. Ancak çocukları: `Allah sana izin vermiştir,
sen git otur. Biz yeterliyiz. Hem Allah bu halinle sana
cihadı farz kılmamıştır' dediler. Bunun
üzerine Resulullah'ın yanına gelerek `Ya Resulullah
şu oğullarım seninle savaşa çıkmama
engel oluyorlar! Oysa ben -Allah'a andolsun ki- şehid olmak
istiyorum. Şu topallığımla Cennette
seğirtmek istiyorum' dedi. Resulullah "Allah senden
cihad farzını kaldırmıştır"
dedi. Sonra da çocuklarına dönerek `Niye bırakmıyorsunuz?
Belki yüce Allah O'na şehadet nasip eder' buyurdu. Amr,
Resulullah ile beraber çıktı ve O da Uhud'da şehid
düştü.
Savaşın şiddetli bir anında Huzeyfe b.
Yeman babasının müslümanlar tarafından
tanımadıklarından dolayı müşrik
sanılarak öldürülmek üzere olduğunu gördü. `Ey
Allah'ın kulları babam!' dediyse de kimse duymadı
ve babasını öldürdüler. Bunun üzerine `Allah sizi
affetsin' dedi. Resulullah, diyetini ödemek istedi. Ancak Huzeyfe
`Diyetini müslümanlara bağışladım' dedi. Bu
ola Huzeyfe'nin değerini Resulullah'ın yanında
artırdı.
Cubeyr b. Mut'im'in kölesi Vahşi, bu savaşta
şehidlerin efendisi Hamza'yı nasıl vurduğunu
şöyle anlatıyor: "Cübeyr bana "Muhammed'in
amcası Hamza'yı öldürürsen seni azad edeceğim"
demişti. Herkesle beraber ben de savaşa çıktım.
Habeşli olduğumdan ben de her Habeşli gibi iyi
mızrak kullanırdım. İsabet etmediğim çok
nadirdir. Halk birbirine girince Hamza'yı aramaya
başladım. Onu gördüğümde kır bir deveye
benziyordu. Kılıcıyla insanları deviriyordu.
Önünde hiç birşey duramıyordu. Allah'a andolsun ki,
O'na mızrağımı atmak için hazırlanıyordum.
Beni görmemesi için bir ağacın ya da taşın
arkasına saklanıyordum. Bir ara Sebba' b. Abduluzza
önüme geçti. Hamza onu görünce öyle bir darbe indirmişti
ki âdeta yere geçmişti. Mızrağım elimde
titremeye başlamıştı. Biraz
sakinleştikten sonra fırlatmıştım.
Mızrak kasığından isabet etmiş
bacaklarının arasından çıkmıştı.
Benden yana yıkıldı ve ölene kadar öylece bıraktım.
Sonra yaklaşıp mızrağımı aldım
ve karargâha giderek orada oturdum. Çünkü bunun dışında
bana ihtiyaç kalmamıştı. Ben azad edilmek için
onu öldürmüştüm "
Ebu Süfyan'ın karısı Hint Binti Utbe gelip
Hamza'nın karnını yarmış, ciğerini
çıkarıp çiğnemişti.
Yutamadığı için tükürmüştü...
Savaştan sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) Hamza'nın cesedinin üzerinde durunca çok etkilenmişti.
"Artık senin gibisine rastlanmaz" ve "Bunun
kadar beni üzen bir durumla karşılaşmamıştım"
demişti. Sonra da Hint'i kastederek "Birşey yedi
mi?" diye sormuştu. "Hayır" denince
"Allah Hamza'nın hiçbir yerini ateşe
sokmayacaktır" buyurdu.
Resulullah (salât ve selâm üzerinde olsun) Uhud
şehidlerini düştükleri yerlere defnedip Medine mezarlığına
götürülmemesini emretti. Ancak bazı sahabeler ölülerini
nakletmişlerdi. Sahabelerden biri Resulullah'ın emrini
duyurunca hepsi ölülerini şehid düştükleri yere geri
getirdiler. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) iki üç
kişiyi aynı mezara gömüyordu. Bu arada, "Hangisi
daha çok Kur'an'dan istifade ediyordu?" diye soruyordu.
Hangisine işaret ediyorsalar öncelikle O'nu kabre bırakıyordu.
Abdullah b. Amr b. Haram ile Amr b. Cumûh'u aynı kabre
koymuştu. Çünkü ikisi birbirlerini çok seviyordu.
"Bu dünyada birbirini seven şu iki kişiyi
aynı mezara koyun" demişti.
Aralarında emre muhalefet, hevaya göre hareket etmek ve
şehvete yönelmekten ve kısa bir zaman biriminden
başka hiçbir mesafe bulunmayan zafer ile yenilginin yanyana
bulunduğu, yüce zirvelerle alçak çukurların beraberce
arz-ı endam ettikleri ayrıca iman ve kahramanlık
tarihiyle nifak ve yenilgi tarihine eşsiz bir örnek oluşturan
savaştan bazı sahneler sunduk.
Bu sahneler, o zaman, müslümanların safında bir düzensizliğin
olduğunu ortaya çıkardığı gibi bazı
müslümanların düşüncelerinin de henüz berraklaşmadığını
ortaya çıkarmıştır. Bu düzensizlik ve bulanıklık,
Allah'ın kanunu ve takdiri doğrultusunda, müslümanların
başına gelen böyle bir sonucu ve en başta sahabeyi
derinden sarsan olayların arasında en çok
üzüldükleri, Resulullah'ın yaralanması olayı
olmak üzere, birçok arkadaşlarını kurban
vermelerini doğurmuştu. Evet, müslümanların iyi
bir ders çıkarmaları gereken bir olay... Allah'ın
kalplerini arındırması, saflarını
belirginleştirmesi ve müslüman cemaate yüklediği yüce
görevi idrak etmeleri, beşeriyete önderlik etme görevi ile
Allah'ın metodunun, pratik hayatta yaşanan bir örnek
olarak yeryüzünde gerçekleştirmeye hazırlaması için
ağır bir bedel ödenmişti.
KUR'AN'IN İFADE BİÇİMİ
Kur'an ayetleri, savaşta meydana gelen olayları
sunarken rivayet veya açıklama yönteminden ziyade, ruhların
derinliklerine ve kalplerin içlerine nüfuz etme yöntemini
kullanmıştır. Olaylardaki uyarı,
aydınlatma ve yönlendirme unsurunu öne çıkarmıştır.
Kur'an, olayları sunarken, tescil amacıyla tarihsel
kronolojiye uyarak sunmaz. Daha çok ibret alınması,
eğitim, olayların arka plânındaki gizli
değerlerin meydana çıkması, ruhların
karekterlerinin ve kalplerin hareketinin çizilmesi, olaylara
egemen atmosfer ile evrensel yasanın ve yerleştirmek
istediği diğer ilkelerin tasviri amacını gütmektedir.
Böylece olaylar, birçok duygu, hareket çizgisi ve deliller
birikimine eksenlik ile odak noktalığı ödevini
yerine getirmiş olurlar. Ayetlerin akışı,
olaydan yola çıkar, olayın çevresinde dolaşır
ve sonra tekrar olaya döner. Ardından vicdanların
derinliklerine ve hayatın her yönüne nüfuz eder. Bunu
tekrar tekrar yapar. Olayın anlatılması bitince,
artık, iki yönüyle anlamları, delilleri,
değerleri ve ilkeleri kapsamıştır. Olayın
anlatılması, anlamlara, delillere, değerlere ve
ilkelere ulaşmak için bir araç ve bunların
etrafında odaklaştığı bir hareket
noktası olmasından başka bir amaca
dayanmamaktadır. Ayetler, olayların
karmaşıklığına ve vicdanlar üzerindeki
etkisine yönelmekte, vicdanları arındırmakta,
temizlemekte ve yeri gelince de aydınlatmaktadır.
Artık nefis, olay karşısında
şaşırmamakta ve kuşkuya düşmemektedir.
Olayda bir karışıklık ve
anlaşılmazlık görmemektedir.
İnsan, bütün genişliği ve çeşitliliğiyle
beraber savaşa ve savaş esnasında meydana gelen
olaylara, bir de Kur'an'ın olayları değerlendirmesi
ve bütün yönleriyle ele almasındaki ihtimamına
bakıyor. Kur'an'ın savaştan çıkarılacak
dersten çok daha kapsamlı olduğunu, zaman
bakımından daha sürekli olduğunu, kalplere daha
çok etki ettiğini, ruhların derinliğine daha çok
indiğini, insan ruhunun ve İslâm cemaatinin nesiller
boyu karşılaşacağı benzeri durumlardaki
ihtiyaçlarına cevap vermede daha yetkin olduğunu
anlıyor. Çünkü bu, geçici olayların ötesindeki kalıcı
gerçekleri, bireysel olayların ardındaki mutlak
ilkeleri, gelip geçen görüntülerin altındaki asıl
değerleri ile zaman ve mekân ölçüsünden kurtulmuş
sağlıklı gözlemi içermektedir.
Nerede olursa olsun ve hangi çağda bulunursa bulunsun,
Kur'an-ı kerim bu kalıcı uyarıları, imam
algılamaya hazır olan her kalbe yöneltmektedir. Bu
konuyu, ayetleri açık!arken ayrı ayrı ele
aldıktan sonra etraflıca değerlendireceğiz
inşaallah...
|
|
O |
|
O |
|