102- Ey müminler, Allah'tan gerektiği gibi korkunuz ve
mutlaka müslüman olarak ölünüz.
103- Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı
sarılınız sakın ayrılığa düşmeyiniz,
Allah'ın size bağışladığı
nimeti hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman
olduğunuz halde O, kalplerinizi uzlaştırdı da
O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Hani siz bir
ateş kuyusunun tam kenarındayken O sizi oraya düşmekten
kurtardı. Allah size ayetlerini işte böyle açık açık
anlatır ki, doğru yolu bulasınız.
104- Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten
sakındıran bir ümmet olsun. İşte
kurtuluşa erenler bunlardır.
105- Sakın kendilerine apaçık ayetler geldikten
sonra parçalanıp çatışmaya düşenler gibi
olmayınız. Böyleleri için büyük bir azap vardır.
106- O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler kararır.
Yüzleri kararanlara 'Siz iman ettikten sonra tekrar kâfir mi
oldunuz? O halde kafir olmanızın
karşılığı olarak bu azabı tadın'
denir.
107- Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın
rahmeti içindedirler ve orada sürekli olarak kalacaklardır.
Müslüman cemaatin dayandığı ve meşakkatli
büyük rolünü onlarla yerine getirebildiği iki önemli
nokta... Bunlardan biri yıkıldı mı ortada ne
bir müslüman cemaat kalır ne de yerine getirebileceği
bir rolü...
Başta iman ve takva üssü... Allah'ın hakkı,
takva ile yerine getirilir. Ve takva, insan ölene kadar hayatın
hiçbir anını kaçırmayan ve ondan gafil olmayan sürekli
bir uyanıklıktır.
"Ey müminler Allah'tan gereği gibi korkunu
z."
Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun. Böylece
ayet-i kerime hiçbir sınırlama getirmeksizin kalbi, düşünebildiği
ve yapabildiği kadar bu hedefe ulaşmak için çabalamaya
sevk etmektedir. Kalp bu yola daldıkça kendisine yeni
ufuklar açılır ve yeni arzular belirir. Takvasıyla
Allah'a yaklaştığı oranda,
ulaştığı makamdan daha yüce ve yükseldiği
dereceden öte bir aşamaya yükselme arzusu uyanır. Sonuçta
insan, kalbin hiç uyumadığı, hep uyanık
kaldığı bir makama ulaşır.
"Mutlaka müslüman olarak ölünüz."
Ölüm, insanın ne zaman geleceğini bilmediği
bir gaybtır. O halde müslüman olarak ölmek istiyen, o
andan itibaren ve her dem müslüman olarak kalmalıdır.
Burada takvadan hemen sonra zikredilen İslâm, geniş
anlamıyla teslimiyet; yani Allah'a teslim olup, O'na itaat
etmek ve O'nun metoduna uymak suretiyle O'nun kitabı ile hükmolunmak
anlamına gelmektedir. Ve daha önce de değindiğimiz
gibi surede yeri geldikçe bu anlam yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
İşte bu temel kural müslüman cemaatin varlığının
gerçekleşmesine ve insan hayatında üstlendiği rolü
yerine getirmesi için dayanmak zorunda olduğu ilk temel
kuraldır. Çünkü bu kurala dayanmayan bütün toplumlar
cahiliyye toplumlarıdır. Dolayısıyla bu
toplumlar, Allah'ın hayat için koyduğu metod üzerinde
değil de cahiliyye metodlarına uymakta ve
insanlığın önderliği, doğru yola ileten
önderliğin elinde olmayıp cahiliyyenin elinde demektir.
İkinci olarak ta, Allah'ın yolunda, O'nun metodu
üzere ve O'nun hayat metodunu hakim kılmak için gerekli
olan kardeşlik üssü...
"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı
sarılınız, sakın ayrılığa düşmeyiniz,
Allah'ın size bağışladığı
nimeti hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman
olduğunuz halde O kalplerinizi uzlaştırdı da
O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Hani siz bir
ateş kuyusunun tam kenarındayken O sizi oraya düşmekten
kurtardı. Allah size ayetlerini işte böyle açık açık
anlatır ki doğru yolu bulasınız."
Demek ki bu kardeşlik, birinci temel kural olan takva ve
iman kuralından kaynaklanmaktadır. Başka düşünceler
başka hedefler veya çeşitli cahiliyye iplerinden
birinin etrafında toplanmak olmayıp sadece Allah'ın
ipine yani kelâmına, metoduna ve dinine sarılmak
esasına dayanmak demektir.
"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı
sarılınız, sakın ayrılığa düşmeyiniz."
Allah'ın ipine sarılmaktan kaynaklanan bu
kardeşlik, yüce Allah'ın ilk müslüman cemaate bahşettiği
bir nimettir. Yüce Allah, bu ihsanını sevdiği
kullarına bahşetmiştir. İşte burada yüce
Allah onlara bu nimetini hatırlatarak cahiliyye döneminde
nasıl "düşman" olduklarını
hatırlatıyor. Çünkü Medine'de Evs ve Hazreç'ten bir
tek düşman bile kalmamıştı. Bunlar Medine'de
yaşayan iki Arap kabilesiydi. Aralarındaki düşmanlığı
teşvik edip bu iki kabilenin bağını koparmak
isteyen ve düşmanlık ateşini körükleyen
yahudiler de onlara komşuluk ediyordu. Bu yüzden yahudiler,
hiçbir zaman yapamadıkları ve hep onunla
yaşadıkları özelliklerine uygun bir ortam bulmuşlardı.
Ancak İslâm'dan başka hiçbir gücün ve toptan sarıldıkları
ve O'nun nimeti sayesinde kardeş oldukları Allah'ın
ipinden başkasının biraraya getiremiyeceği, bu
kalpleri biraraya getirmek suretiyle yüce Allah, bu iki
kabilesinin kalplerinin arasını
uzlaştırmıştır.
Tarihi kinlerin, kabileci arzuların, şahsi
menfaatlerin ve ırkçı bayrakların, yanında
çok küçük kaldığı, Allah yolunda
kardeşlikten başka hiçbir güç bu kalpleri biraraya
getiremezdi. Ve ancak, büyük ve yüce Allah'ın
sancağı altında saflar biraraya gelebilir.
"Allah'ın size
bağışladığı nimeti
hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman
olduğunuz halde o kalplerinizi uzlaştırdı da
O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz."
Aynı şekilde O'nun ipine sarılmak (birinci temel
esas) ve kalplerinin arasını uzlaştırmak (ikinci
temel esas) suretiyle kardeş olmaları sayesinde, düşmek
üzere oldukları ateşin kenarında onları
kurtarmasından dolayı yüce Allah üzerlerindeki
nimetini hatırlatıyor.
"Hani siz bir ateş kuyusunun tam kenarında iken
O sizi oraya düşmekten kurtardı".
Kur'an-ı kerim duyguların ve bağların
kaynağı olan "kalbe" dayanmakta, "aranızı
uzlaştırdı" demeyip "kalplerinizi
uzlaştırdı" demek suretiyle derin
noktalara nüfuz etmektedir. Böylece kalpleri, Allah'ın
misakı, ahdi ve eli altında görünümüyle tasvir
ediyor. Ayrıca içinde bulundukları durumu resmederek
canlı ve beraberinde kalpleri süsleyen hareket halindeki bir
sahne şeklinde gözler önüne sermektedir.
"Siz bir ateş kuyusunun tam kenarında iken"
Ateşten bir uçurumun içine düşme hareketi meydana
gelirken kalpler Allah'ın elini görüp O'na tutunarak
kurtuluyorlar, uzanıp Allah'ın ipine
sarılıyorlar. Tehlike ve dehşetten sonra
kurtuluş manzarası... Bu, beraberinde kalpleri ürpertip
titreterek sürükleyen canlı ve hareketli bir sahnedir.
Neredeyse gözler, bu sahneyi nesillerin gerisinden izleyebilecek
gibi oluyor.
İbn-i İshak siyretinde ve başka rivayetlerde bu
ayetin Evs ve Hazreç hakkında nazil olduğunu
anlatır; yahudilerden birisi Evs ve Hazreç'ten bir topluluğa
rastlar. Onların uzlaşmaları ve ittifakları
yahudinin hoşuna gitmez. Yanında bulunanlardan birisine
yanlarına gidip oturmasını ve "Bu, âs
Günü"ndeki savaşlarını
hatırlatmasını söyler. Adam söylenenleri yapar.
Böylece toplulukta bulunanların nefislerinde hamiyyet
duygusunu canlandırır. Birbirine kızar ve
birbirlerine düşerler. Cahiliyyedeki armalarıyla
birbirlerini çağırıp silahlarını
isterler ve
"Harre"
denilen yerde buluşmak üzere sözleşirler. Bu durum
Resulullah'a haber verilince yanlarına gelip onları
sakinleştirdikten sonra "Ben aranızda olduğum
halde cahiliyye davası mı?" buyurur ve
arkasından yukardaki ayet-i kerimeyi okur. Bunun üzerine her
iki taraf da pişman olur. Barışıp birbirlerine
sarılarak silahlarını bırakırlar. Allah
ta onlardan hoşnut olur.
İşte böyle! Allah onlara açıklıyor onlar
da hidayete eriyordu ve böylece ayetin devamında onlar
hakkında varid olan yüce Allah'ın şu sözü
gerçekleşmiş oldu:
"Allah size ayetlerini işte böyle açık açık
anlattı ki doğru yolu bulasınız."
Bu olay yeryüzünde beşeriyete önderlik yapmak ve
Allah'ın metodu üzere hayatlarını sürdürüp
birbirini sevenler arasındaki Allah'ın ipini koparmak için
yahudilerin sarfettikleri çabanın bir göstergesidir.
Rivayet edilen hadise, Allah'ın ipine sarılarak O'nun
hayat için koyduğu metod etrafında biraraya gelecek her
müslüman cemaat için yahudilerin sürekli kuracakları
tuzaklardan bir örnektir. Aynı zamanda bu olay, ilk müslümanları
nerdeyse küfre döndürüp birbirinin boyunlarını
vuracak noktaya getirerek, etrafında toplanıp
kardeş oldukları Allah'ın sağlam ipini
koparacak olan ehl-i kitaba itaat etmenin sonuçlarından
biridir. Ayrıca bu ayetle surenin akışı içindeki
diğer ayetler aynı noktada birleşmektedir.
Ancak ayet-i kerimenin kapsamı bu olaydan çok daha geniş
boyutludur. Ayet-i kerime surenin akışı içinde
kendisinden önce ve sonra gelen ayetlerle beraber müslüman
safları parçalamak ve her aracı kullanarak
aralarına fitne ve ayrılığı
yerleştirmek için yahudilerden kaynaklanan bir çabanın
varlığını belirtiyor. Bu yüzden Kur'an-ı
Kerim, sürekli olarak müslümanları, ehl-i kitaba itaat
etmekten, onların hile ve desiselerine kulak vermekten ve
onlar gibi ayrılığa düşüp parçalanmaktan
sakındırıyor. Bu sakındırmalar,
Medine'deki müslüman cemaatin karşılaştığı
yahudi tuzaklarının şiddetine ve sürekli ayrılık,
şüphe ve kargaşa tohumları saçtıklarına
işaret etmektedir. Yahudilerin her zamanki
uğraşılarıdır. Bugün, yarın, her
zaman ve mekânda müslüman saflar arasında aynı
işlevini sürdürecektirler.
MÜSLÜMANLARIN GÖREVİ
Bu iki temel esasa (iman ve kardeşlik) dayanan ve onlarla
ayakta kalan, Allah'ın metodunun yeryüzünde ikamesi, hakkın
batıla, iyiliğin kötülüğe ve hayrın
şerre galip gelmesi için Allah'ın metoduna uygun olarak
O'nun gözetimi altında ve O'nun elleriyle meydana gelen müslüman
cemaatin görevi ise aşağıdaki ayette belirtiliyor:
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten
sakındıran bir ümmet bulunsun."
Evet hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü
nehyeden bir cemaatin bulunması kaçınılmazdır.
Bizzat Kur'an ayetinin ifadesiyle yeryüzünde, hayra çağıran
iyiliği emreden kötülüğü nehyeden bir otoritenin
bulunması da kaçınılmazdır. Çünkü ayette
hayra "Davet" olayı söz konusu edildiği gibi
iyiliği "Emr" ve kötülüğü "Nehy"
etmek de söz konusu edilmiştir. Bilindiği gibi
"Davet" otorite olmadan da yerine getirilebildiği
halde, "Emir" ve "Nehiy" ancak bir otorite ile
mümkündür.
İslâm'ın bu sorunla ilgili düşüncesi budur.
Evet "Emr" eden ve "Nehy" eden bir otoritenin
bulunması kaçınılmazdır. Birliklerini bir
araya getirip Allah'ın ipi ve yolundâ kardeşlik
bağlarıyla birbirine bağlayan bir otorite... Hayra
"Davet" ve şerrden "Nehy" üzerine kurulu
bir otorite... İnsan hayatında Allah'ın metodunun
gerçekleşmesi için birbirinden ayrılmayan bu iki esas
üzerine kurulu bir otorite... Evet yeryüzünde Allah'ın
hayat için indirdiği metodunun gerçekleşmesi ve
insanlar tarafından bilinmesi hayra "Davet"i ve
iyiliği "Emr" edip, kötülüğü
"Nehy" eden ve kendisine itaat edilen bir otoriteyi
gerektirir. Yüce Allah buyuruyor:
"Biz
Resulleri ancak Allah'ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik."
Allah'ın yeryüzündeki metodu
vaaz, irşad ve açıklamalardan ibaret değildir. Bu
meselenin bir yönü. Diğer yönü ise, insan hayatında
iyiliği gerçekleştirip kötülüğü yok edecek,
toplumun iyi adetlerini hevasına, şehvetine ve
menfaatine uyan kişilerin oyuncağı olmaktan
koruyacak, her önüne gelenin kendi görüş ve düşüncesini
hayır, iyi ve doğru zannetmemesi için bu iyi adetleri
koruyacak "Emr" ve "Nehy" yetkisine sahip bir
otoritenin kurulmasıdır.
Bu açıdan baktığımızda, tabiatı
gereği bazı insanların şehvetleri ve
ihtirasları, bazılarının maslahat ve çıkarları,
bazılarının gurur ve kibirleriyle çarpışacağından
hayra davet etmenin iyiliği emredip kötülüğü
nehyetmenin o kadar kolay ve rahat olmayacağını görürüz.
Çünkü insanlar arasında zorba diktatörler baskıcı
egemenler, yükselmekten hoşlanmayan alçaklar, sıkıntıya
gelemeyen zenginler, ciddiyetten uzak laubaliler, adaleti sevmeyen
zalimler, doğruluktan hoşlanmayan sapıklar ve
iyiliği reddedip kötülükten hoşlanan insanlar her
zaman bulunur. Bu yüzden, hayr galip gelip, iyilik, iyilik olarak
ve kötülükte kötülük olarak bilinmedikçe millet
kurtulamayacağı gibi insanlık da kurtulamaz.
İşte bütün bunlar için iyiliği, emredip kötülükten
nehyeden ve kendisine itaat edilen bir otoritenin varlığı
gerekmektedir.
Bu sebebden Allah'a inanan ve Allah için kardeşlik
desteğine dayanan bu sıkıntılı ve zor
işe iman ve Allah'tan korkma kuvvetiyle, sonra sevgi ve
dostluk güçleriyle göğüs geren bir cemaatin elbette
bulunması zorunludur. Yüce Allah,
bu
görevi yerine getirenler için
şöyle buyuruyor: "İşte onlar
kurtuluşa erenlerdir."
KURTULUŞA ERENLER
Şüphesiz ki bu cemaatin varlığı bizzat
ilahî metodun gereğidir. Çünkü bu cemaat, ilahî metodun
teneffüs edildiği, pratik olarak uygulandığı
ve hayra davet edenlerin yardımlaştığı ve
sorumlulukları paylaşma içinde oldukları en iyi
ortamdır. Orada iyilik; hayr, erdem, hakk ve adalet, kötülük
ise; şer, aşağılık, batıl ve zulümdür.
Orada hayr işlemek şerden daha kolaydır. Ve
üstünlüğün zorlukları alçaklıktan daha
azdır. Orada hakk batıldan daha güçlü ve adalet
zulümden daha yararlıdır. Orada, iyilik yapan birçok
yardımcı bulur. Kötülük yapan ise orada direniş
ve horlanma ile karşılaşır. Bu cemaatin
değeri, büyük çaba sarfetmeden hakkın ve hayrın
gelişeceği ortam olmasındandır. Çünkü orada
herkes hayır ve hakkta yardımlaşır.
Çevresindeki herşey direnip itiraz ettiği için
şer ve batılın büyük zorluk ve meşakkatle
geliştiği bir ortam oluşmaktadır.
Varlık, hayat, değerler, olaylar, eşya ve
şahıslar hakkındaki düşünce ör ve kök
itibariyle İslâm düşüncesi bütün cahiliyyeden
tamamen farklı olduğundan bu düşüncenin kendine
özgü bütün değerleriyle yaşadığı bir
ortamın varlığı kaçınılmazdır.
Evet, cahiliyye ortamı dışında bir
ortamın ve cahiliyye çevresinden farklı bir çevrenin
oluşturulması kaçınılmazdır.
İslâm düşüncesi için varolup onunla varlığını
sürdüren bu özel ortamda ancak bu düşünce hayat bulur.
Özgürlük ve serbestlik içerisinde tabii nefeslerini teneffüs
edip, kendisine genel olup gelişmesini geciktirecek iç
engellerle karşılaşmaksızın gelişir.
Bu engeller meydana geldiğinde hayra davet, iyiliği
emredip kötülüğü nehyetme kurumu bunlara karşı
direnir. Ancak, Allah'ın yolunu engelleyen zorba güç
bulunduğunda, Allah'ın dışında onu
savunacak kişiler de bulunacaktır.
Bu ortam varlık alemi, hayat, değerler, işler,
olaylar,..eşya ve şahıslar hakkındaki düşüncesini
belirlemesi, hayatta karşılaştığı
şeyleri değerlendirebileceği bir tek ölçüye
müracaat etmesi Allah katından gelen bir tek dinle yönetilmesi
ile mümkündür. Böylece bu ortam ve yeryüzünde Allah'ın
metodunu gerçekleştirmek esasına dayanan önderliğe
tam bir bağlılıkla yönelebilmesi için; iman edip
bünyesinde bencilliği bertaraf ettiği, kolaylıkla
hareket edip coşkuyla yayılan mutmain, güvenli ve rahat
cömertliğin kat kat arttığı, sevgi ve
paylaşma esaslarına dayanan Allah yolunda kardeşlik
esasları üzere kurulu müslüman cemaati temsil imkânı
bulabilir.
Medine'deki ilk müslüman cemaat bu iki esas üzerine kuruldu.
Bu cemaat Allah'ı bilmekte, O'nun sıfatlarını,
vicdanlarda ortaya çıkmasından, O'ndan
hoşlanmaktan, gözettiğini bilmekten ve çok az durumlar
dışında sınırsız bir uyumluluk ve
duyarlılıktan doğan Allah'a iman... Parlak ve saf
sevgi, hoş ve güzel dostluk, geniş ve derin
dayanışma konularında öyle bir duruma gelmişlerdi
ki, gerçekten yaşanmış olmasaydı hayâlperestlerin
bir ütopyası sayılabilirdi. Evet, Muhacir ve Ensar
arasında gerçekleştirilen kardeşlik gerçek alemde
meydana gelmiş bir olay olmakla beraber özü itibariyle
rüya ve hayâl alemine daha yakındır. Yeryüzünde
geçmiş bir vakıadır; fakat aslında o,
sonsuzluk ve Cennet hayatından bir kesittir.
Bu yüzden surenin akışı müslüman cemaata
dönerek onları ayrılıp ve ihtilâfa düşmekten
sakındırıyor. Kendilerinden önce Allah'ın
metodunu yüklendikleri halde ayrılıp ihtilafa düşmelerinden
dolayı, yüce Allah'ın liderlik sancağını
ellerinden alarak birbirine kardeş olmuş müslüman
cemaate teslim ettiği ehl-i kitabın durumuna gelmemeleri
konusunda uyarıyor. Böyle bir durumda, kendilerini bekleyen
azabı bildirerek bazı yüzlerin ak, bazısının
da kara olacağı günü hatırlatıyor.
YÜZÜ KARA OLANLAR
"Sakın kendilerine açık ayetler geldikten sonra
parçalanıp çatışmaya düşenler gibi
olmayınız. Böyleleri için büyük bir azap vardır."
"O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler de
kararır. Yüzleri kararanlara `Siz iman ettikten sonra tekrar
kâfir mi oldunuz? O halde kâfir olmanızın
karşılığı olarak da bu azabı
tadınız' denir."
"Yüzleri ağaranlara gelince onlar Allah'ın
rahmeti içindedirler ve orada sürekli kalacaklardır."
Ayeti kerime burada, hareket ve canlılık
fışkıran Kur'an sahnelerinden birini çiziyor; Söz
veya sıfatlarla ifade edilemeyip iki canlı insanda, yüzlerde
ve simalarda ortaya konan korkunç bir sahnenin karşısındayız.
İşte şu yüzler: Nurla parlamış, müjdeyle
coşmuş, müjde ve sevinçle bembeyaz kesilmiş...
Şunlar da: üzüntüden sararmış, gamdan
solmuş, ve tasadan simsiyah kesilmiş yüzler... Bununla
da kalmamış üstelik, sürekli azar ve ağlama ile
kahrolmaktadırlar.
"Siz iman ettikten sonra tekrar kâfir mi oldunuz? O halde
kâfir olmanızın karşılığı
olarak bu azabı tadın."
"Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın
rahmeti içindedirler. Ve orada sürekli kalacaklardır."
Böylece sahne Kur'an'ın kendine özgü üslubuyla ifade
ettiği gibi, hayat, hareket ve karşılıklı
konuşmalarla geçiyor. Böylece müslüman cemaatin vicdanının
ayrılık ve ihtilaftan sakınmasının, iman
ve uzlaşma ile gerçekleşen yüce Allah'ın nimeti
olduğu anlamı yer ediyor. Müslüman cemaate hitabeden
ayetler, bazı yüzlerin ak, bazısının da kara
olacağı günde, o büyük sonun acıklı
azabını tatmaları için ehl-i kitaba itaat etmekten
sakındırıldıkları sonucuna bizi götürüyor.
İki gurubun varacağı sonucu niteliği açıkladıktan
sonra vahyin ve Risaletin doğruluğu, kıyamet günündeki
ceza ve hesabın ciddiyeti açıklanıyor.
Ayrıca, dünya ve ahirette Allah'ın verdiği hükümlerdeki
mutlak adaleti, göklerde ve yerde bulunanlar üzerindeki Allah'ın
hükümranlığı ve her halukârda bütün işlerin
O'na döneceği gerçeklerini içeren Kur'an'ın bilinen
üslubuna uygun bir açıklama takip ediyor.