1- Rabbinin .yüce adını
takdis et.
2- O yaratan ve düzeltendir.
3- Ölçüleri belirleyip
yolunu gösterendir.
4-Yemyeşil
meraları bitirendir.
5-Sonra da onları
kupkuru çöpe çevirendir.
Böyle derin, yumuşak
bir girişle surenin açılışı ta
baştan takdisin yankılarının çınladığı
bir havayı oluşturuyor. Takdisin anlamı
yanında bu yankılarda etrafa yayılıyor. ,Ardından
takdisi emreden sıfatlar yer Alıyor. "O
yarattı düzene koydu. O herşeyi ölçüyle yapıp
doğru yolu göstermiştir. O, yeşillikler
bitirmiştir. Sonra da onları siyah bir çöpe çevirmiştir."
Böylece bütün bu
varlık seslerin yankılandığı bir mabede,
eşsiz sanatın eserlerini sergileyen bir galeriye dönüşmektedir:
"O
yarattı, düzene koydu. O, her şeyi ölçüyle yapıp
doğru yolu göstermiştir."
Ayet-i kerimede geçen
tesbih kavramı, yüceltmek, tenzih etmek, Allah'ın güzel
sıfatlarının anlamlarını zihinde
canlandırmak; hayatı onların kalbe ve vicdana
verdiği parıltılar, feyzler, ışıklar
ve zevkler arasında yaşamaktır. Yoksa sadece "Suphanallah"
sözünü soyut bir şekilde tekrar edip durmak değildir...
"Rabbinin yüce adını takdis et" ifadesi
insanın vicdanında öyle bir mana ve duygu oluşturuyor
ki, onu sözlerle, kelimelerle ifade etmek çok zordur. Bu ancak
vicdanla tadılabilecek bir olgudur. Sıfatların
manalarını gözlerimizin önüne getirmekten kaynaklanan
parıltılarla beraber-, yaşamayı ifade
etmektedir.
Bu ayet-i kerimede sözü
edilen en birinci ve açık sıfat Rabblık ve yücelik
sıfatıdır. Rabb terbiye eden, eğiten, koruyup
gözetendir. Bu sevgi ve şefkat dolu sıfatın
yansıttığı anlam surenin havası, müjdeleri
ve rahatlatan vurguları ile mükemmel bir uyum içine
girmektedir. Yüce sıfatı ise sonsuz ufuklara yükselme
duygusunu harekete geçiriyor. Ruhu engin deryalara doğru yöneltip
serbest bırakıyor. Ayrıca yüceltme ve tenzih etme
ile de ahenk içine giriyor. Bu ise özü itibarı ile yücelik
sıfatını hissetmektir. Bilincine varmaktır.
Burada hitap öncelikle Hz. peygambere yöneltilmektedir. Ve bu
emir O'nun Rabbinden gelmektedir. Hem de şu ifade ile: "Yüce
olan Rabbinin adını takdis et." Burada sözle
ifade edilemeyecek kadar büyük bir yakınlık ve
ünsiyet bulunmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber Rabbinin bu
emrini okur ve surenin diğer ayetlerine geçmeden önce O'na
doğrudan cevap verir; `.Yüce Rabb'imi takdis ederim"
derdi. Bu hitap da O'nun cevabıdır. Emir ve O'na
itaattir. Ünsiyet ve O'na karşılığın
verilmesidir. O Rabbinin huzurundadır. Doğrudan direktif
almakta ve cevap vermektedir, çok yakın bir dostluk ve
ilişki içinde. Bu ayet indiğinde Hz. Peygamber "bu
ayeti secdelerinizde söyleyiniz" buyurdu. Ondan önce "Öyle
ise yüce Rabbinin adını takdis et" ayeti
indiğinde ise "bunu rükularınızda söyleyiniz"
buyurdu. İşte rükularda ve secdelerde söylenen namaza
ilave edilmiş hayat dolu kelimedir. Ona hayat
doldurmuştur. Böylece Allah'ın doğrudan emrine,
doğrudan bir karşılık verilmiştir. .Allah'ın
kullarına, kendisine övgüde bulunmaları ve O'nu takdis
etmeleri için izin vermesi, Allah'ın onlar üzerindeki
nimetlerinden ve lütuflarından biridir. Çünkü bu, yüce
Allah'la bir bağın kurulmasına izin verilmesidir.
İnsanın
sınırlı olan kavrayışlarıyla
yakınlık kurma şekillerinden biridir. Bu, yüce
Allah'ın kendini özel sıfatları ile onlara
tanıma lütfunda bulunduğu bir iletişim
şeklidir. İnsanların samimiyetleri ve güçleri
oranında Allah'ı tanımalarına vesile
olmaktadır. Herhangi bir şekilde kulların Allah'la
iletişim kurmalarına izin verilmesi bir ikramdır.
Ve Allah'ın kullarına lütfudur.
"Yüce Rabbinin adını
takdis et. O herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."
Herşeyi yaratan ve düzelten
mükemmel şekilde yapan ve onu kemalin zirvesine çıkaran
O'dur. Her yaratığın görevini ve amacını
belirleyen; uğrunda yaratıldığı hedefe
doğru yönlendiren, varlığının
amacını gösteren, varlığı süresince
kendisine yararlı şeyleri belirleyen ve buna doğru
yol gösteren O'dur.
Bu büyük gerçek
evrendeki herşeyde açıkça görülmektedir. Varlığın
alemindeki herşey büyüğünden küçüğüne,
mükemmelinden basitine, O'nun sanatında aynıdır.
yaratışı itibarı ile eksiksizdir. Görevini
yapmaya uygundur. Varlığının amacı
belirlenmiştir. En kolay yoldan bu amacını gerçekleştirmesi
sağlanmıştır. Bütün varlıklar eksiksiz
bir uyum içindedir. Toplu yaşamlardaki sosyal görevleri
için herşey
kolaylaştırılmıştır. Tıpkı
bireysel görevleri yapması için herşeyi
kolaylaştırdığı gibi.
Tek başına bir
atom elektronları, protonları ve nötronları ile
eksiksiz bir uyum içindedir. Atomun durumu tıpkı güneşi,
gezegenleri ve uyduları ile tam bir uyum içinde bulunan
güneş sistemi gibidir. O da güneş sistemi gibi, yolunu
bilmekte ve onun gibi fonksiyonunu yerine getirebilmektedir. Tek
olan canlı hücre tüm görevlerini yapması için
mükemmel bir yapıya ve yeteneğe sahiptir. Bu konuda hücrenin
durumu, en karmaşık kompleks varlıkların en mükemmelinin
durumundan farksızdır.
Yalnız
başına bir atom ile güneş sistemi arasında
bir canlı hücre ile canlı varlıkların en
karmaşığı arasında pek çok düzenleme
oluşum ve birleşim dereceleri vardır ve bu
derecelerin hepsi yaratılıştaki bu mükemmelliği
korumaktadır. Toplu ahengi muhafaza etmektedir. Kendisine hükmedip
idare eden tedbire ve takdire boyun eğmektedir. Bütün bir
evren bu derin gerçeğe bizzat kendisi şahit-tir.
İnsan kalbi bu
evrendeki direktifleri ve mesajları bir bütün olarak ele
aldığında, sağduyusunu kullanarak
varlıklar üzerinde düşündüğünde bu gerçeği
kavrayacaktır. Duygu ile dolu bir kavrayışı
hangi toplumda yaşarsa yaşasın ve hangi ilmi
seviyede bulunursa bulunsun her insan zorlanmadan elde edebilir.
Yeter ki kalb açılan pencereleri açıl: tutsun ve
varlığın gönderdiği mesajları
alması için alıcı cihazlarını hazır
tutsun.
İlk
bakışta duyamadığım bu gerçekleri,
üzerinde düşünerek ve deneysel ilmi kullanarak daha yakından
kavramak mümkündür. Artık evrendeki herbir
varlığın, bu kapsamlı gerçeğe
işaret ettiğine ilişkin birçok değerlendirme
ve araştırmalar elimizin altındadır.
Newyork İlimler
Akademisi başkanı bilgin A. Crassy Morrisson "İnsan
Tek Başına Ayakta Duramaz" adlı kitabında
şöyle diyor:
"Kuşların
yuvaya dönüş içgüdüleri vardır.
Kapınızın üzerinde yuva yapan nar bülbülü
sonbaharda güneye göç eder, fakat ilkbahar gelir gelmez doğruca
eski yuvasına döner. Her Eylül ayında memleketimizde (Amerika'da)
bulunan kuşların çoğu sürüler halinde güneye
göç eder. Bu kuşlar yolculukları esnasında engin
denizler üzerinde aşağı yukarı bin mil kadar
bir mesafe Alırlar. Fakat hiçbir zaman yollarını
şaşırmazlar. Posta güvercini, kendisine kapalı
bir kutu içinde yaptırılan uzun yolculuk esnasında
tepesi üzerindeki yeni yeni seslerden bunalıp
şaşkına dönünce bir müddet tur attıktan
sonra hiç şaşırmadan vatanına doğru yönelir.
Esen rüzgar, ağaçları ve dalları ne kadar
karıştırırsa karıştırsın,
arı, maharetle kovanını bulur. Bütün bunlar
gözle görülen delillerdir.
Meskene dönüş
duyarlılığı insanda zayıftır. Fakat
o, bu alandaki eksikliğini birtakım aletlerle yapar.
Demek ki biz böyle bir içgüdüye muhtacız, fakat
aklımız bu ihtiyacı karşılamaktadır.
Halbuki nice mikroskobik gözlere sahiptir. Şahin, kartal,
akbaba gibi yırtıcı kuşların teleskopik
bir göz taşıdıkları şüphesizdir.
İnsan bu konuda da mekanik aletleriyle üstünlüğünü
korumaktadır. Çünkü insan icat ettiği teleskop
sayesinde, görme kuvvetinin ancak iki milyon defa artırılması
halinde görebileceği yıldız kümelerini
seyretmektedir. Yine o, elektron mikroskobu yardımıyla
çıplak gözle görülmeyecek bir bakteriyi görebilir.
İhtiyar
atınızı tek başına bırakacak
olursanız, karanlık ne kadar koyu olursa olsun, yolunu
bulacaktır. At, karanlıkta net olmasa da görebilir.
Çünkü o, yolun yaydığı kırmızı
ötesi rengin ışınlarından az da olsa
faydalanan gözleri sayesinde yol ile iki tarafın
ısı derecesindeki farkı hisseder. Baykuş, gece
karanlığı ne kadar koyu olursa olsun, serin otlar
üzerinde yürüyen sıcak kanlı fareyi fark eder. Biz
insanlar ise ışık dediğimiz demette radyasyon
olayını icat ederek geceyi gündüze çevirebiliyoruz.
İşçi arılar
peteklerinde üremek için değişik hacimli hücreler
yaparlar. Küçük hücreleri yeni doğacak işçi arılara,
büyükleri de erkek arılara ayırırlar. Àyrıca
müstakbel kraliçeler (arı beyi) için de özel hücreler
hazırlarlar. Kraliçe, döllenmemiş yumurtaları
erkek arılara tahsis edilen hücrelere, döllenmiş
yumurtaları da yeni doğacak dişi işçiler ve
müstakbel kraliçeler için hazırlanmış münasip
hücrelere yerleştirir. Değişikliğe
uğramış olan işçi arılar yeni arı
neslinin gelişini uzun zaman beklerken arı
yavrularının (kurtçukların) beslenmeleri için
gereken hazırlıkları da yaparlar. Yavrular, ilk
önce, bal ve çiçek tozundan hazırlanmış lokmalar
ve işçi arıların başlarındaki bezeden çıkan
süt koyuluğunda besleyici bir sıvı ile beslenirler.
Fakat erkek ve dişi arı yavrularının
gelişmesine bağlı olarak, belirli bir devreden
sonra, balın çiğnenmesi ve ön sindirim işinden
vazgeçilir ve bu andan itibaren sadece bal ve çiçek tozu
verilir. Bu şekilde beslenen dişi arı
yavruları işçi arılar olur. Kraliçe hücrelerinde
bulunan dişi yavrulara gelince; bunlara çiğnenmiş
ve ön sindirime uğramış besinlerin verilmesine
devam edilir. Böyle özel bir şekilde bakım gören
yavrular kraliçe arılar olur ve döllenmiş
yumurtaları yalnız bu kraliçe arılar verir.
Buraya kadar sözkonusu
ettiğimiz arıların üreme şekli peteklerde
hususi hücrelerin bulunuşuna ve bu hücrelere has yumurtaların
konuluşuna bağlıdır. Ayrıca
gıdayı değiştirmek için ona esrarengiz bir
tesir yapmak bahis konusudur. Bütün bunlar belirli süreler
içinde beklemeyi çeşitli elemanları ve hadiseleri
birbirinden ayırd etmeyi, verilen gıdanın
doğurduğu tesir safhalarını takip etmeyi
gerektirir. Böylesi değişiklikler, özellikle bir
topluluk hayatına tatbik edilmekte ve onun
varlığı için zaruri görülmektedir. Bunun için
gerekli olan bilgi ve maharet mutlaka arıların toplum
halindeki yaşayışları başladıktan
sonra teşekkül etmiştir. Fakat arının
oluşturulması ve hayatını sürdürebilmesi
için bu büyük bilgi ve maharetin doğuştan mevcut
olması zaruri değildir. O halde öyle anlaşılıyor
ki, belirli şartlar altında gıdanın göstereceği
tesirleri bilmekte arı insanı bile geçmiştir.
Koklama ve işitme duyguları:
Köpek, geçmekte olan
hayvanı bakmadan hissedebilir. İnsan, zayıf olan
koklama duyusunu kuvvetlendirecek herhangi bir cihaz henüz icat
edememiştir. Hatta biz koklama duyumuzun mesafesini uzatma
çarelerini araştırmak için işe nereden
başlayacağımızı bile kestiremiyoruz.
Fakat bizim bu duyumuz, zayıf olmasına rağmen, son
derece küçük, mikroskobik zerreleri teşhis edebilecek
kadar bir keskinliğe sahiptir. Acaba aynı korkuyu
hepimiz Aynı şekilde mi hissederiz? Öyle anlaşılıyor
ki her birimizin aldığı tesir aynı olmuyor.
Tat her birimizde farklı bir tatma duyusu meydana
getirmektedir. İşin Hayret edilecek bir yönü de
duyumların böyle farklılık göstermesinde irsi
yetin ehemmiyetidir.
Bütün hayvanlar işitir.
Hayvanların duyabildiği seslerin birçoğu bizim
duyabileceğimiz titreşim
sınırlarının dışındadır.
Öyle ince ve hafif sesler vardır ki bizim
sınırlı işitme duyumuzun kat kat üstünde kalır.
Fakat insan, icat ettiği cihazlar sayesinde, kilometrelerce
uzakta yürüyen bir sineğin sesini kulak kepçesinin
üzerinde yürüyormuş gibi duyabilmektedir. İnsan buna
benzer cihazlarla güneş ışınlarının
tesirini bile tespit etmiştir.
Örümcekler, balıklar,
kelebekler...
Su örümceklerinden
biri, kendisi için, örümcek ağı ipliğinden balon
şeklinde yuva yapar ve onu suyun altında bir yere
bağlar. Sonra su yüzüne çıkar ve gayet ince bir
ustalıkla vücudunun altındaki kıllar arasında
bir hava kabarcığı saklayarak suyun içine dalar.
Hava kabarcığını yuvasının
altına bırakır. Bu işi defalarca tekrar
eder, nihayet balon biçimindeki yuva şişince içine
girip yavrular. Şu örümceği, bu balon içinde hava
cereyanlarından emin olarak yavrularını büyütür.
Burada dokuma, mühendislik, inşa ve havacılık
ilimlerinin bir sentezi ile karşı karşıya
gelmiş bulunuyoruz.
Yavru halindeki
"som" balığı yıllarca denizde
yaşar. Fakat birgün gelir doğduğu nehre döner.
İşin enteresan tarafı "som"
balığının, içinde doğduğu nehir
kolunun büyük nehirle birleştiği yerden içe doğru
girmesidir. Belki bu nehrin iki tarafında bulunan iki
Amerikan eyaletinden birinde kanunlar kesin, diğerinde
gevşektir, fakat kanunlar, nehrin sadece bir
kıyısını tercih ettiğini söyleyebileceğimiz
som balığına göre mutlak manada kesindir. Peki, bu
balığı o kadar ince ve titiz hesaplarla doğum
yerine döndüren şey nedir? Doğduğu yer
istikametinde yüzmekte olan som balığı nehrin
başka bir koluna nakledilse yanlış yolda
olduğunu fark eder ve ana nehre ulaştıktan sonra
yolunu değiştirerek asıl gideceği yere yönelir.
Bu konuda çözüm
bekleyen daha güç bir bilmece vardır; yukarıda
anlattığımız hareketin tanı aksini yapan
yılan balıklarının macerası. Bu Hayret
verici yaratıklar, olgunluk çağına erişince,
bulundukları çeşitli göl ve nehirlerden göç etmeye
başlar. Söz gelimi Avrupa'da bulunan yılan
balıkları denizde binlerce kilometre seyrettikten sonra,
hepsi de Bermudanın güney açıklarındaki dipsiz
derinliklere gider. Burada yavruladıktan sonra ölür. Yavru
balıklar, engin denizin ortasında hiçbir şeyden
haberi olmayan o hayvanlar da yolculuğa çıkar. Ölmüş
annelerinin geliş yolunu bularak onların geldikleri
sahile varırlar. Orada da kalmayarak eskiden annelerinin
yaşadığı nehri, gölü veya su birikintisini
bulurlar. Böylece suyun her bir zerresi yılan
balığıyla tanışmış olur. Düşünelim
ki, bu hayvan buraya gelebilmek için en kuvvet!i akıntılara
göğüs germiş, bütün deniz kabarmaları ve
kasırgalarına mukavemet göstermiş ve birçok azgın
dalgalarla boğuşarak onları yenmiştir.
Şimdi artık gelişebilir. Nihayet birgün olgunluk
çağına gelince gizli bir kuvvet onu dönmeye, geldiği
yere doğru tekrar yola çıkmaya sevk eder.
O halde yılan
balığına böyle yön veren kuvvet nereden doğmaktadır?
Şimdiye kadar hiçbir Amerikan yılan
balığı Avrupa sularında
yakalanmadığı gibi hiçbir Avrupa yılan
balağına da Amerika sularında
rastlanamamıştır. Tabiat Avrupa yılan
balağının gelişmesini diğerlerine
nispetle bir veya birkaç yıl daha geciktirmiştir ki yürüyeceği
uzun mesafe için gerekli kuvveti kazanmış olsun.
Ne dersiniz, maddenin en
küçük parçaları, atomlar ve moleküller, yılan
balığını teşkil etmek için bir araya
geldiklerinde, bunlarda bir yön verme şuuru ve icra için
gerekli bir irade gücü mü doğmaktadır, acaba?
Rüzgarın dişi
bir kelebeği üst kattaki odanızın penceresinden içeriye
attığını düşünelim. Dişi kelebek
hemen gizli bir işaretle erkeğine haber verir. Erkek
kelebek ne kadar uzakta bulunursa bulunsun bu işareti
Alır ve karşılığını verir. Siz
bu iki kelebeği şaşırtmak için ne yapsanız
faydasızdır.
Acaba bu çelimsiz ve cılız
yaratığın verici ve radyo istasyonu ve
erkeğinin de antenli bir alıcı radyosu mu
vardır, yoksa dişisi, havayı titreştiriyor da
öteki bu titreşimleri mi alıyor?
Biz bugün, uzakta
bulunan bir kimse ile böyle bir münasebet kurabilecek kudreti
elde etmek için pek hassas cihazlara başvurmak
mecburiyetindeyiz. Birgün gelecektir ki delikanlı, hiçbir
mekanik cihaz kullanmadan, uzak mesafelerdeki dostuna seslenecek
ve ondan cevap alabilecektir, bunlara hiçbir engel mani
olamayacaktır.
Telefon ve radyo (telsiz)
pek mükemmel iki cihazdır. Her ikisi de uzakta bulunan
kimselerle çabuk temas kurmayı sağlar. Fakat
bunları kullanabilmek için tel şebekesine ve belirli
makinaya ihtiyaç vardır. Bu bakımdan kelebek bizden
üstündür. Ne var ki onu kıskanmaya hakkımız
yoktur. Biz insanlar da aklımızı kullanmalı ve
ferdî bir telsiz sistemi keşfetmeliyiz. Ancak o
zamandır ki biz de telepati sahibi olacağız.
Bitkiler, döllenmeyi sağlamak
ve dolayısıyle varlıklarını sürdürebilmek
için bazı aracılar kullanmasını
başarmışlardır. Yaptıkları
İşten habersiz olan bu aracılar bir çiçekten diğerine
çiçek tozu taşıyan böcekler, rüzgar, tohumları
o çiçekten bu çiçeğe taşıyan uçar yürür.
Nihayet bitkiler insanı, o yüce mahluku da tuzağa düşürmüştür.
İnsan, doğrusu, tabiatı güzelleştirmiş,
tabiat da onu bol bol mükafatlandırmıştır.
Fakat insan çok üreyen bir mahluktur, bu sebeple de ziraata başvurmak
mecburiyetinde kalmıştır. O, tohum ekmeye, ekini
yetiştirip biçmeye, depolamaya, ayrıca bitkileri
geliştirmeye, aşılamaya ve gübrelemeye mecburdur.
Eğer insan bu işlemi ihmal edecek olursa aç kalır.
Böylelikle medeniyet yıkılır, yeryüzü tekrar ilk
haline döner.
Henüz yavru halinde iken
yuvalarından Alınan kuşlar, büyüdükleri zaman
kendi familyalarının tipinde yuva yaparlar. Öyle anlaşılıyor
ki, nesilden nesle intikal eden gelenekler çok eski ve derin
temellere sahiptir. Acaba bütün bu işler bir tesadüf eseri
mi, yoksa hikmetli bir varlığın yaratması
mahsulü müdür? Bir kısmından söz ettiğimiz,
hayvanlara ait bu kudret ve imkanlar, "içgüdü" diye
isimlendirdiğimiz ve nesilden nesile geçen (irsî) bir
geleneğin kuvvetinin belirtileridir. Yeryüzünün her köşesini
işgal eden bunca canlı içinde, insanda olduğu
gibi, akıl yürütme ve netice çıkarma kudretine sahip
bulunan hiçbir varlık yoktur. Canlılar dünyasında
çevre şartlarına uyma sayesinde hayata devam etmek
vardır, bunun yanında şartlara uymada çok 'ileri
gidildiği takdirde yok olmak tehlikesi de sözkonusudur.
Fakat sadece insandır ki rakam bilgisi ve matematik zekâsı
ilerleyebilmiştir. Böceklerden biri ayaklarının
sayısını bilecek olsa bile kendi familyasından
iki böceğin ayak sayısını bilme imkanına
sahip olamayacaktır, çünkü bu, akıl yürütme
kudretine bağlıdır.
Istakoz gibi birçok
hayvan vardır ki, sözgelimi, pençelerinden birini
kaybedecek olsa vücudundan parça koptuğunu farkeder, hücrelerini
çalıştırmak ve bakiye unsurlarından
faydalanmak suretiyle hemen kaybolan organı yerine getirmeye
koyulur. Organ tam olarak yerine gelince hücrelerin çalışması
durur, çünkü hücreler, bilinmeyen bir yolla işi
bırakma zamanının geldiğini anlar.
Tatlı su polipi
ikiye ayrıldığı zaman, bu parçalardan biri
yoluyla yeniden teşekkül etme imkanını bulur.
Solucanın başını kesecek olursanız hemen
yeni bir baş imal ettiğini görürsünüz. Biz insanlar
da yaralarımızı iyileştirme imkanına
sahibiz. Fakat operatör -gerçekten olabilecekse- hücreleri
harekete geçirip de yeni yeni kollar, tırnaklar... Ve
sinirler elde etme imkanına ne zaman
kavuşacaklardır?
Burada "yeniden
yaratma" bilmecesine bir parça ışık tutan müthiş
bir gerçek vardır: Hücreler ilk gelişimi
sırasında bölünecek olursa, bölünen her parça tam
bir canlı meydana getirme kudretine sahip olmaktadır. O
halde ilk hücre iki ayrı parçaya ayrılırsa her
bir parçadan ayrı ayrı fertler oluşur.
İkizlerin birbirine benzemesi bu olayla izah edilebilir.
Fakat hadiseden daha önemli bir netice çıkarmalıyız:
Demek ki başlangıçta mevcut olan her hücre bütün ayrıntılarıyla
türünün tam bir ferdi olabilmektedir. O halde hiç şüphe
yok ki sen her hücre ve dokuda aynen sensin.
Palamut ağacının
yemişi yere düşer, sert, kahve rengi kabuğu onu
korur, toprak içinde çukurlardan birine yuvarlanır.
ilkbahar geldi mi yemişin içindeki öz dirilir, kabuk yarılır;
içinde genlerin sakladığı yumurta biçimindeki
özden bir yemek ziyafeti hazırlanmıştır.
Palamut yemişi toprağa kök salar, İşte size
bir filiz, taze bir fidan ve birkaç yıl sonra bir palamut
ağacı daha. Genleri bulunduran pala mat yemişinin
özü, bu tomurcuk milyarlarca defa çoğalmış ve
dalları, gövdesi, yaprakları ve meyvesiyle yeni bir
ağaç meydana getirmiştir, her tarafıyla,
zamanında meyvesi olduğu pala muta benzeyen bir ağaç.
Yüzlerce yıl sayılmayacak kadar çok palamut yemişlerinde
aynı atom düzeni mevcuttur. Belki üç milyon yıl önce
palamut ağacını meydana getiren bir düzen.
Her hücre, hangi canlıda
bulunursa bulunsun, bir et parçası olabilmesi için
kendisine biçim vermesi veya hemen eskiyi veren cildin bir kısmını
teşkil edebilmesi için kendisini kurban etmesi gereklidir.
Yine hücre dişlerdeki mine tabakasını
oluşturmaya, gözdeki saydam sıvıyı meydana
getirmeye ve mesela burunla kulağın oluşumunda
vazife almaya mecburdur. Aynı zamanda herbir hücre,
vazifesini yerine getirebilmesi için gerekli form ve özellikleri
elde etmelidir.
Herhangi bir hücrenin sağ
veya sol eli bulunabileceğini tasarlamamız pek güçtür.
Fakat şu bir gerçektir ki, hücrelerden biri sağ
kulağın bir parçasını teşkil ederken
diğeri de sol kulağın bir cüzü oluverir. Kimyevi
özellikleri bakımından birbirinin aynı olan
bazı kristallerin, güneş
ışınlarını sola, diğerlerinin de
sağa saptırdığını biliyoruz. Böyle
bir özelliğin hücrelerde de mevcut olması muhtemeldir.
Çünkü hücreler, kendilerine has ve gerçekten isabetli bir
mekanda bulundukları takdirde, öyle anlaşılıyor
ki, ya sağ veya sol kulağın bir parçasını
teşkil eder. Kulaklarınız başınızda
aynı hizadadır ve mesela ağustos böceğinde
olduğu gibi dirseğin üstünde değildir. Kulaklarda
birbirine ters düşen girinti ve çıkıntılar
vardır. iki kulak birbirine o kadar benzer ki birini
ötekinden ayırd etmek son derece güçtür.
Yüz binlerce hücre en
doğru işi en münasip zamanda ve en uygun yerde yapmaya
mecbur edilmiş gibidir.
Bazı
karıncalar, içgüdünün veya düşüncenin -hangisi hoşunuza
giderse onu tercih ediniz- sevkiyle, gıdasını temin
etmek için, "mantar tarlaları"
diyebileceğimiz yerlerde besin olarak mantar
yetiştirirler. Bu karıncalar aynı zamanda gül biti
ve tırtıl gibi küçük böcekleri avlar. Bu küçük
yaratıklar karıncaların sağmal inekleri ve keçileri
gibidir. Karıncalar bunlardan bala benzer belirli bir su
alarak beslenirler.
Karıncalar
diğer bazı karıncaları esir alarak
işlerinde çalıştırırlar. Bazı
karıncalar da yuva yaparken bitki yapraklarını arzu
edilen ebada uygun olarak keserler. işçi karıncalar
yuvanın etrafını düzene koyarken bu iş için
yavru karıncaları çalıştırır,
çünkü -ipekböceği gibi- ipek iplik salgılayan bu
yavrular yuvanın etrafını beraberce örerler. Çoğu
defa yavru karınca kendisi için bir yuva (koza) yapmaya fırsat
bulamaz, fakat bununla beraber o, topluma hizmet etmiş olur!
Karıncayı
oluşturan cansız atomlar ve moleküller bu kadar karmaşık
işlerin içinden nasıl çıkabiliyor?
Şüphe etmemelidir
ki bütün bu işleri yaparken karıncaya yol gösteren
bir Yaratıcı vardır."
Evet... Hiç şüphesiz
ona ve küçük-büyük diğer tüm yaratıklara yol gösteren
bir yaratıcı vardır. Ve o yaratıcı "Rabbinin
yüce adını takdis et. O yarattı, düzene koydu. O,
herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."
Bu bilginin sözlerinden
aktardığımız bu pasajlar insanların
bitkiler, böcekler, kuşlar ve hayvanlar dünyasında
tesbit ettiklerinin sadece bir kısmıdır.
Bunların ötesinde daha yığınlarca gerçekler
bulunmaktadır. Ayrıca bunların hepsi de yüce
Allah'ın: "O yarattı, düzene koydu. O herşeyi
ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir." sözünün
geniş anlamından sadece bir yönünü dile
getirmektedir. Gözlerimizin önündeki bu varlığın
ne yazık ki, ancak pek az bir kısmını
tanıyor, biliyoruz. Bu varlıkların ötesinde gayb
alemi yer almaktadır. Gayb ile ilgili dünyayı da ancak
yüce Allah'ın bize bildirdiği kadarı ile;
zayıf olan beşeri yapımızın
kaldırabileceği kadarı ile tanıyabiliyoruz.
Koca evrenin
sayfasından Alınan bu geniş kapsamlı ifadeden,
kainatın dört bir yanında yankılanan takdis çınlamalarından,
evrenin en ücra köşelerinin bile bu yankıya
karşılık vermesinden sonra kendisine göre yüklü
mesajı ve anlamı bulunan bitki hayatına
ilişkin bir dokunuş yer almaktadır:
"O, yeşiller
bitirmiştir. Sonra da onları siyah bir çöpe çevirmiştir."
Yeşillik, her türlü
bitkiyi kapsamaktadır. Hiçbir bitki yoktur ki Allah'ın
yaratıklarından birine yaramasın. Yani buradaki
yeşillik hayvanların otlatıldığı
çayırların ötesinde bir anlam taşımaktadır.
Çünkü yüce Allah bu dünyayı yaratmış ve burada
yaşayan her canlının gıdasını da
temin etmiştir. isterse bu yaratık toprağın
üzerinde dolaşsın, ister yerin içinde yaşasın
isterse havada uçsun farketmez.
Bitkiler ilk önce yemyeşil
olarak boy verir. Sonra sararıp solarak kupkuru bir hale
gelir. Bitki, hem yemyeşil iken hem de kupkuru hale geldikten
sonra yiyecek olarak kullanılır. Yaratan ve düzenleyen,
takdir edip yol gösterenin dilemesi ile her iki halde de bu
bitkiler işe yaramaktadır.
Burada bitkilerin
hayatına değinilmesi, gizliden gizliye şu gerçeği
çağrıştırmaktadır: Her ekinin bir
hasadı, her canlının mutlaka bir sonu vardır.
Bu dokunuş, dünya hayatı ile ahiret hayatından söz
eden konunun içeriği ile bütünleşmektedir... "Fakat
siz şu yakın hayatı tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret
daha iyi ve daha kalıcıdır." Dünya hayatı
tıpkı bu Yeşillik gibidir. Sonra eriyip kupkuru
hale gelen ot gibidir. Ahiret hayatı ise sonsuza dek
kalıcıdır.
Ayetlerin
akışı içinde ele Alınan bu gerçekler, koca
evrenin sayfasından Alınan ve derin anlamlar
taşıyan bu girişten sonra bu varlık alemi ve
bu alemdeki yaratıklarla temasa geçmektedir. Hem de bu
güzel sunuş ve sergileniş içinde. Zaten bu cüzdeki
surelerin tamamı bu türden bir çerçeveye oturmaktadır.
Bu çerçeve, ayetlerin havası gölgesi ve vurguları ile
gerçek bir uyum sergilemektedir. Tam bir ahenk içine
girmektedir.
Bundan sonra Hz.
Peygambere ve O'nun arkasındaki ümmetine büyük müjde yer
alıyor: