36- "Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği
zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o
işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim
Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur."
Elimizdeki güvenilir bilgiye göre bu ayet Cahş
kızı Zeynep hakkında inmiştir. Olay şöyle:
Peygamberimiz, müslüman toplumun geçmişten
devraldığı sınıf farklarını
ortadan kaldırarak insanları tarak dişleri gibi
eşitleştirmek ve Allah'tan korkma derecesi
dışındaki sözde üstünlük derecelerini geçersiz
kılmak istiyordu. Oysa o günün toplumunda azad edilmiş
köleler, efendiler zümresinden aşağıda bir
sınıf sayılıyordu. Peygamberimizin
azadlık kölesi ve evlatlığı olan Zeyd b.
Harise de bu sınıfın bir üyesi idi. Peygamberimiz
bu eski kölesini Haşimoğullarının soylu bir
kızı olan Cahş kızı Zeynep ile
evlendirmeyi düşündü. Böylece kendi ile çevresi içinde
ve kendi insiyatifi ile sınıf
farklılığını geçersiz kılarak
toplumda tam bir eşitlik sağlamayı amaçlamıştı.
Bu sınıf farklılığı bilinci o kadar
köklü ve o kadar katı idi ki, onu ancak Peygamberimizden
kaynaklanan bir uygulama ortadan kaldırabilirdi. Müslüman
toplum bu uygulamayı örnek olarak kabul edebilecek ve bu
sayede tüm insanlık bu yolda yürüyebilecekti.
Konuya ilişkin olarak "İbn-i Kesir"
tefsirinde şu satırları okuyoruz: "Allah ve
Resulü bir işte hüküm verdiği zaman artık
inanmış bir erkeğe ve kadına o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur" ayeti
hakkında Avfı, Abdullah b. Abbas'a dayanarak şu açıklamayı
yapıyor: Peygamberimiz, bir gün Cahş kızı
Zeyneb'i evlatlığı Zeyd b. Harise'ye istemeye gitti.
Zeynep "Ben onunla evlenmem" dedi.
Peygamberimiz "Hayır, onunla evleneceksin" dedi.
Bunun üzerine Zeynep "Öyleyse bu konuyu düşüneyim"
dedi. Tam onlar bu konuyu konuşurlarken yüce Allah,
Peygamberimize "Allah ve Resulü bir işte hüküm
verdikleri zaman..." diye başlayan ayeti indirdi.
Bunun üzerine Zeynep, "Ya Resulallah, sen onunla evlenmemi
uygun görüyor musun?" diye sordu. Peygamberimizin "Evet,
uygun görüyorum" demesi üzerine "Ben Allah'ın
Resulüne karşı gelecek değilim, öyleyse onunla
evleniyorum" dedi."
Öte yandan İbn-i Luhaya'nın, Ebu Amre yolu ile
İkrime'ye dayandırarak verdiği bilgiye göre yine
Abdullah b. Abbas bu konuda şöyle diyor; "Peygamberimiz,
Cahş'ın kızı Zeyneb'i,
evlatlığı Zeyd b. Harise ile evlendirmek istedi.
Fakat oldukça sinirli bir kadın olan Zeynep "Ben ondan
daha soyluyum, diyerek bu teklifi reddetti. Bunun üzerine "Allah
ve Resulü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman..."
diye başlayan ayeti indirdi "
Mücahid, Katade ve Mukatil b. Hayyan gibi ünlü tefsir
bilginleri de bu ayetin, Peygamberimizin Zeyd b. Harise ile
evlenmesi yolundaki teklifini önce reddeden, fakat sonra kabul
eden Cahş kızı Zeynep hakkında indiğini
belirtmişlerdir.
Yine "İbn-i Kesir" tefsirinde konu hakkında
şu açıklamayı okuyoruz:
"Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem diyor ki: Bu ayet, Ümmü
Gülsüm bint-i Akabe b. Ebu Muit adlı kadın
hakkında inmiştir. Bu kadın, Hudeybiyye
barış antlaşmasından sonra Medine'ye göç
eden ilk kadındı. Peygamberimizin eşi olmak
istemiş, Peygamberimiz bu teklifi önce kabul etmiş,
fakat sonra kendisini evlatlığı Zeyd b. Harise ile
evlendirmek istemişti. -Herhalde o sırada Zeyd, eşi
Zeynep'ten ayrılmıştı- Fakat Ümmü Gülsüm
ve erkek kardeşi `Biz Peygamberimiz ile hısım olmak
istiyorduk' diyerek bu teklifi soğuk
karşılamışlardı. Bunun üzerine `Allah
ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman..: diye başlayan
ayet indi. Arkasından `Peygamber, müminler için
canlarından önde gelir' diye başlayan daha
geniş kapsamlı ayet indi. (Ahzab Suresi, 6) İlk
ayet somut bir olay hakkında indiği haldé bu ayet genel
anlamlı idi."
Yine "İbn-i Kesir" tefsirinde konu hakkında
şu açıklama ile karşılaşıyoruz:
"İmam-ı Ahmed'in Abdurrezzak, Muammer ve Sabit
Bennanı kanalı ile bildirdiğine göre sahabilerden
Enes şöyle diyor: Peygamberimiz, Ensar'dan bir kadını,
azadlı bir eski köle olan Culeybib adına
kadının babasından istemişti. Adam `anasına
danışayım' dedi. Peygamberimiz `iyi öyleyse, danış'
dedi. Adam karısına varıp olayı anlatınca
kadın `Hayır, olmaz. Peygamber bula bula Culeybib'i mi
buldu? Oysa biz kızımızı falancaya, filancaya
bile vermeye razı olmamıştık' dedi. O
sırada kızları perde arkasından
ana-babasının bu konuşmasını dinliyordu.
Babası durumu Peygamberimize bildirmeye gidince annesine `Peygamberimizin
emrine karşı gelmek mi istiyorsunuz? Eğer o bize o
adamı uygun gördü ise bu evliliğe razı olun' dedi.
Kızın bu sözü ana-babasına dokundu. Bunun
üzerine `Biz bu evliliğe razıyız' dediler.
Peygamberimiz `Ben de bu evliliği uygun görüyorum' dedi.
Bunu duyan Medine `Bu iş nasıl olur?' diye sokaklara döküldü.
Üzerlerine yürüyen Cüleybib bir süre sonra ölü olarak
bulundu. Çevresinde onun tarafından öldürülen birkaç müşrikin
cesedi yatıyordu. Sonradan bu kızın evinin
Medine'nin en yoksul, en perişan evi olduğunu gözlerimle
görmüştüm."
Okuduğumuz tarihi belgeler -eğer doğru iseler-
bu ayeti Zeyd'in, Zeynep bint-i Cahş ile ya da Ümmü
Gülsüm bint-i Akabe b. Ebu Muit ile evlenmesi olayına
bağlıyorlar.
Konuya ilişkin üçüncü belgeye yer verişimizin
sebebi şudur: Bu belge o günün toplumuna egemen olan ve
islamın yıkmak istediği, Peygamberimizin
değiştirmeyi fiilen, uygulamalı olarak üstlendiği
zihniyeti ortaya koyuyor. Bu uygulama, islam toplumunu
islamın yeni zihniyetine ve yeryüzü değerlerine
ilişkin bakış açısına göre düzenleme
çabasının bir parçası idi. Böylece islamın
ruhundan kaynaklanan islam sistemine dayalı "özgürlük
özlemi"nin önü açılmış oluyordu.
Fakat ayet genel kapsamlıdır, herhangi bir somut
olayla sınırlandırılamaz. Bununla birlikte
eski evlat edinme geleneğinin izlerini silme girişimi
ile, boşanmış evlatlık eşleri ile
evlenmeyi serbest bırakmakla ve Peygamberimizin, Zeyd'in eski
eşi ile evliliği olayı ile de ilgili olabilir. Bu
son olay o günün toplumunda yadırgandığı
gibi günümüze kadar bazı islam düşmanları
tarafından Peygamberimize dil uzatma bahanesi olarak
kullanılmış ve etrafında bir sürü masal
örülmüştür.
Bu ayetin iniş sebebi ister okuduğumuz belgelerdeki
olaylar olsun, isterse Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi olsun,
ortaya koyduğu temel kural, müslümanların
vicdanlarında, pratik hayatlarında ve zihniyetlerinde
derin etkiler meydana getiren, genel ve geniş kapsamlı
bir devrim idi.
İslam inanç sisteminin bu ilk müslümanların
vicdanlarına tam anlamı ile yerleşmişti.
Vicdanlar bu ilkeyi özümlemiş, duygular bu ilkenin
denetimine girmişti. Bu ilke şöyle özetlenebilir:
Müslümanların ne öz varlıkları ve ne de
davranışları kendilerine ait değildi. Hem öz
varlıkları ve hem de ellerinde olan her şey yüce
Allah'a ait idi. O dilediği gibi onları yönetir,
kendileri için neyi isterse onu seçerdi. Onlar genel doğal
yasalara göre işleyen şu koca evrenin bir parçası
idiler. Evrenin yaratıcısı ve yöneticisi, onları
bu evren ile birlikte hareket ettiriyordu. Koca evren senaryosu içindeki
rollerini bölüştürüyor, evren sahnesindeki hareketlerini
belirliyordu. Onlar bu sahnede oynayacakları rolü kendileri
seçemezlerdi. Çünkü senaryonun tamamını
bilmiyorlardı. Onlar canlarının istediği
hareketi seçemezlerdi. Çünkü sevdikleri hareket, paylarına
düşen rolle bağdaşmayabilirdi. Onlar ne senaryonun
yazarları ve ne de sahnenin rejisörleri idi. Onlar sadece
birer ücretli işçi idiler. Yaptıkları işe
karşılık ücretlerini alacaklardı. Sonuç
konusunda ne lehlerinde ve ne de aleyhlerinde bir rolleri yoktu.
Böyle olunca özlerini gerçekten yüce Allah'a adamışlardı.
Özlerini tümü ile adamışlardı. Öyle ki,
benliklerinden kendilerine hiçbir şey
kalmamıştı. O zaman evren bütünün yapısı
ile uyuma girdi. Hareketleri evrenin genel dönüşü ile
uyumluluk kazandı. Gezegenler ve yıldızlar
nasıl yörüngelerinde dönüyorlarsa onlar da
yörüngelerinde döner oldular. Hiçbiri yörüngesinden çıkmaya,
evren bütünü ile uyumlu dönüşlerinin temposunu
hızlandırmaya ya da yavaşlatmaya
kalkışmıyordu.
Öyle olunca yüce Allah'ın "kader"inin sonuçlarına,
önlerine getirdiklerine gönülden razı oldular. Çünkü
yüce Allah'ın kaderinin her şeyi, herkesi, her
olayı ve her durumu yönlendirdiğini Allah'a bir iç-bilinç
ile kavradılar. Bunun sonucu alarak yüce Allah'ın
kendilerine yönelik kaderini güvenle, huzurla, sevinçle, geniş
ufukla bir anlayışla kucakladılar.
Gün geçtikçe yüce Allah'ın kaderinin sonuçlarını
beklenmedik birer süpriz gibi karşılamaz oldular.
Duygusal reaksiyon yerine soğukkanlılığı,
acı duyma yerine sabrı koydular. Yüce Allah'ın
kaderinin sonuçlarını, bu sonuçları bekleyen, gözleyen,
onlarla önceden duygu dünyasında aşinalık kuran
bilge bir kişinin olgunluğu ile benimsediler. Onlar
karşısında paniğe kapılmadılar,
sarsılmadılar, yabancılık duygusuna
kapılmadılar.
Bundan dolayı istedikleri bir iş bir an önce olsun
diye evren çarkının dönüşünün hızlanmasını
istemeye kalkışmadılar. Bir an önce gerçekleşmesini
istedikleri bir amaçları uğruna olayların
akışının yavaşlamasını dilemeye
yönelmediler. Bu amaçları çağrılarının
başarısı ve egemen olması olduğu zaman
bile bu soğukkanlılıktan ayrılmadılar.
Her zaman yüce Allah'ın kaderinin. çizdiği yolda yürüdüler.
Bu yol kendilerini nereye götürürse götürsün, buna razı
idiler, gönülden hoşnut idiler. Kutsal amaçları
uğrunda canlarını, emeklerini, mallarını
feda ediyorlardı. Ama aceleci olmuyorlar,
sıkıntıya kapılmıyorlar, önemli bir iş
yapıyormuş duygusunu kalplerine uğratmıyorlar,
gururlanmıyorlar, hayal kırıklığına
ve hayıflanma hissine yakalanmıyorlardı. Kesinlikle
inanıyorlardı ki, yaptıkları her iş yüce
Allah'ın yapmalarını planladığı
işti, yüce Allah neyi dilerse o olurdu ve her işin, her
olayın belirlenmiş bir vadesi, bir vakti vardı.
Onlar yüce Allah'ın "el"ine
kayıtsız-şartsız teslim olmuşlardı.
Adımlarını bu el attırıyor, hareketlerini
bu el yönlendiriyordu. Onlar kendilerini güden bu ele
güveniyorlardı. Onun beraberliğinde rahattılar,
kaygısız ve endişesizdiler. Kendilerini
yumuşak başlılıkla, hiç karşı
koymadan ve hiç zorluk çıkarmadan bu "el''in güdümüne
vermişlerdi.
Bununla birlikte olanca güçleri ile çalışırlar,
ellerindeki tüm imkanları kullanırlar,
zamanlarını ve emeklerini boşuna harcamazlar, amaçlarına
ulaşmak için her çareye, her yola başvururlardı.
Sonra yapamayacakları işlere
kalkışmazlardı. Hiçbir zaman "insan"
olduklarını unutmazlar, insan olmaktan kaynaklanan
niteliklerini göz ardı etmezler, güçlerinin ve zaaflarının
sınırlarını aşarak insanüstü varlıklarmış
gibi görünmeye kalkışmazlardı. Sahibi
olmadıkları duyguların ve güçlerin sahipleriymiş
gibi davranmazlar, yapmadıkları ile övülmek
istemezlerdi, sadece yapabildiklerini söylerler, palavra
atmazlardı.
Bir yandan yüce Allah'ın "kader"ine mutlak
anlamda teslim olmuşlarken öbür yandan olanca güçlerini
seferber ederek çalışıyorlar ve güçlerinin
tükendiği noktada gönül rahatlığı içinde
durmasını biliyorlardı. Bu duyarlı denge o seçkin
insanlardan oluşmuş toplumun hayatına
damgasını basmış belirgin
ayrıcalığı idi. Onları
dağların bile taşımaktan çekindikleri bu ağır
yükü, yani bu inanç sisteminin yükünü taşımaya
ehil kılan faktör işte bu kişiliklerine
damgasını basan duyarlı denge idi.
İlk müslümanlar bu ön sıradaki islam ilkesini
vicdanlarının derinliklerine sindirebildikleri için
tarihte okuduğumuz o olağanüstü başarıları
kazanmışlardı. Onlar hem "bireysel" düzeyde
hem o günkü insanlık camiasının parçasını
oluşturan bir "toplum" olarak olağan-üstü başarılar
göstermişlerdi. Bu kurala sıkıca uymaları
sayesinde adımları ve hareketleri uzay cisimlerinin dönüşleri
ve zaman akışının temposu ile uyum
sağlamıştı. Gerek evrensel varlıklar ile
gerekse "zaman"ın akışı ile
aralarında sürtüşme ve çatışma görülmemişti.
Bu sürtüşme ve çatışmaların yol açacakları
"engelleme"lere ve "yavaşlama"lara meydan
vermemişlerdi. Bu sayede emekleri ve çabaları
"bereket" kazandı. Bu bereketin sonucu olarak çok
kısa bir zaman dilimi içinde o kadar bol ve tatlı
ürünler elde edebildiler.
İlk müslümanlar vicdanları ile evren bütünün
hareketleri arasında ve bu ikisi ile yüce Allah'ın
evreni yöneten "kader"i arasında uyum
sağlayan bu psikolojik "dönüşüm" hiçbir
insanın gerçekleştiremeyeceği bir
"mucize" idi. Bu göz kamaştırıcı
gerçekleştiren tek güç gökleri, yeryüzünü, uzaydaki
gezegenleri, yıldızları yoktan var eden ve
bunların hareketleri, dönüşleri arasında yüceliğine
özgü bir ahenk kuran Allah'ın iradesi idi.
Kur'an-ı Kerim'in çok sayıdaki ayeti bu gerçeğe
parmak basar. Bu anlamı vurgulayan ayetlerin bir kaçını
şimdi birlikte okuyalım:
"Ey Muhammed, sen sevdiklerini doğru yola
getiremezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola
iletir." (Kasas, 56)
"Onları doğru yola getirmek sana düşmez.
Ancak Allah dilediğini doğru yola iletir." (Bakara,
272)
"Doğru yola iletmek Allah'ın tekelindedir."
(Bakara, 120)
İşte geniş anlamda ve "büyük
gerçek" niteliği ile "doğruya iletmek
(hidayet)" budur. Yani insanı şu koca evren bütünü
içindeki yerinin bilincine erdirmek, attığı
adımlar ile evrenin hareket süreci arasında ahenk
kurmak.
İnsanın kalbi yüce Allah'ın ilettiği
"doğru" ile tam anlamı ile bütünleşmedikçe,
bireysel hareketleri evren bütününün dönüşleri ile uyum
kurmadıkça, vicdanı yüce Allah'ın varlık bütününü
yöneten yaygın "kader"i ile kaynaşmadıkça
harcanan çabalar, verilen emekler beklenen ölçüde verimli
olamazlar.
Bu açıklama şunu ortaya koyuyor: "Allah ve
Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman artık
inanmış bir erkeğe ve kadına o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur" ayeti,
hakkında inmiş olabileceği belirli bir olayın
dar sınırları içine sıkıştırılamayacak
kadar geniş kapsamlı ve çok boyutludur. Bu ayet islam
sisteminin temel kurallarından birini, bu sistemin önemli
bir ana prensibini açıklamaktadır.
HZ. PEYGAMBERİN ZEYNEB'LE EVLENMESİ
Daha sonraki ayetlerde Peygamberimizin Hz. Zeynep ile evlenmesi
ve bu olayın öncesinde ve sonrasında ortaya konan hükümler
ve direktifler gündeme getiriliyor. Okuyalım: