22- "Mü'minler düşman ordularını gördükleri
zaman; "Bu Allah'ın ve Resulünün bize vaad ettiği
zaferdir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir"
dediler. Bu, onların sadece imanlarını ve
teslimiyetlerini arttırdı."
Müslümanların bu büyük olay karşısında
içine düştükleri korku, yüz yüze geldikleri zorluğun
doğurduğu sıkıntı, üzerlerine saldıran
zorlu düşmanın neden olduğu panik onları
şiddetle sarsacak kadar büyüktü. Nitekim her zaman en doğrusunu
söyleyen yüce Allah onların bu durumunu şu
şekilde anlatmaktadır:
"İşte orada mü'minler denenmiş,
şiddetli bir sarsıntı ile
sarsılmışlardı."
Kuşkusuz onlar da insandılar. İnsanın gücü
ise sınırlıdır. Bu yüzden yüce Allah
insanlara güçlerini aşan sorumluluklar yüklemez. Yüce
Allah'ın en sonunda kendilerine yardım edeceğine
ilişkin derin güvenlerine rağmen; yine Peygamber
efendimizin, içinde bulundukları bu
sıkıntılı atmosferin boyutlarını
aşan Yemen'in
Şam'ın, Mağrib'in ve Maşrik'in
fethedileceğini ima eden müjdesine rağmen. Bütün
bunlara rağmen karşı karşıya
kaldıkları korku, onları sarsıyor, huzursuz
ediyor, canlarını sıkıyordu.
Bu durumu en güzel Huzeyfe'nin sözleri tasvir etmektedir.
Peygamber efendimiz arkadaşlarının durumunun
farkındadır. Ruhsal durumlarını görüyor. Bu
yüzden: "Kim gidip düşmanın ne
yaptığını görecek, sonra da gelip bize haber
verecek -Peygamberimiz burada o kişinin geri döneceğini
garantiliyor-. Onun cennette benim arkadaşım
olmasını Allah'tan dileyeceğim" diyor Dönüş
garantisine rağmen, cennette Hz. Peygamberle arkadaş
olmaları yönünden yapılan duaya rağmen kimse
Peygamberimize cevap vermiyor. Hz. Huzeyfe'ye bizzat ismi ile
hitap edildiği zaman da şöyle diyor: Peygamber
efendimiz beni çağırınca kalkmaktan başka
çarem yoktu! Dikkat edin, böyle bir şey ancak
sarsıntının son noktaya vardığı
durumlarda olur...
Ne varki, sarsılmanın, gözlerin korkudan kaymasının,
yüreklerin ağızlara gelmesinin yanı sıra,
Allah'la aralarında kopmayan bir bağlantı
vardı. Yüce Allah'ın olaylara egemen olan
yasalarına ilişkin şaşmaz bir
anlayışları vardı. Bu yasaların
değişmezliğine, başlangıçları gerçekleştirdiğine
göre sonuçlarının da gerçekleşeceğine
ilişkin sonsuz güvenleri vardı. Bunun için mü'minler
meydana gelen sarsıntıyı yardımı
beklemenin nedeni olarak algılıyorlardı. Çünkü
onlar, daha önce yüce Allah'ın şu sözünü doğrulamışlardı:
"Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin
benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, cennete
gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır
sıkıntılara ve zorluklara uğradılar,
öylesine sarsıldılar ki, Peygamberleri ile
çevresindeki inanmışlar "Allah'ın
yardımı ne zaman gelecek?" dediler. İyi bilin
ki, Allah'ın yardımı yakındır" (Bakara
Suresi, 214)
Şu anda onlar da sarsılıyorlar, şu halde
Allah'ın yardımı onlara da yakındır! Bu yüzden
şöyle demişlerdi: "Bu Allah'ın ve Resulü'nün
bize vaad ettiği zaferdir." "Allah ve Resulü doğru
söylemiştir..." "Bu, onların sadece
imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı."
"Bu, Allah'ın ve Resulü'nün, bize vaad ettiği
zaferdir."
Allah ve Resulü, bu korku, bu zorluk, bu sarsıntı ve
bu sıkıntı karşısında bize zafer
vaad ettiler. Şu halde Allah'ın
yardımının gelmesi kaçınılmazdır: "Allah
ve Resulü doğru söylemiştir." Allah ve Resulü
zaferin belirtileri hususunda doğru söylemiştir. Bu
belirtilerin ifade ettikleri anlam hususunda doğru söylemiştir.
Bu yüzden kalpleri Allah'ın yardımı ve vaadine yönelik
sarsılmaz bir güvenle doludur: "Bu, onların
sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı."
Kuşkusuz onlar da insandı. İnsana özgü
duygulardan, zaaflardan kurtulmaları mümkün değildi.
Zaten kendi cinslerinin sınırlarını
aşmaları, bu cinsin çerçevesi dışına çıkmaları,
doğal özelliklerini ve yeteneklerini yitirmeleri
istenmiyordu. Çünkü yüce Allah onları bu nitelikleri için
yaratmıştır. İnsan olarak kalsınlar;
başka bir cinse, örneğin meleğe, şeytana,
hayvana yahut taşa dönüşmesinler diye
yaratmıştır... Evet onlar da insandılar, bu yüzden
korkuyorlardı, bir zorlukla
karşılaştıklarında
sıkılıyorlardı, insan gücünü aşan bir
tehlike ile yüz yüze geldiklerinde sarsılıyorlardı.
Ama, bununla beraber onlar, kendilerini Allah'a bağlayan, düşüp
parçalanmalarını önleyen, içlerindeki ümidi
tazeleyen, onları ümitsizlikten koruyan sağlam, güvenilir
bir kulpa bağlanmışlardı. Bu ve şu
durumlarıyla onlar, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş
eşsiz bir örnektiler.'
Yüzyıllar içinde tanık olunan bu eşsiz örneği
kavrayabilmemiz için, bu gerçeği kesinlikle
algılamamız gerekir. Onların insan
olduklarını, güçlülüğüyle, zayıflığıyla
insan tabiatından soyutlanmadıklarını
kavramamız gerekir. Onların sahip oldukları
ayrıcalığın; göklerin kulpuna yapışmış
olmakla beraber yeryüzündeki insana özgü nitelikleri korumalarından,
kendi insanlıkları çerçevesinde insanoğlu için
hazırlanan en yüksek zirveye ulaşmış
olmalarından kaynaklandığını göz ardı
etmememiz gerekir.
Bu açıdan, bir gün içimizde zaaf baş gösterdiğini
yahut sarsıldığımızı, ya da
korktuğumuzu veya tehlikenin, şiddetin,
sıkıntının ve dehşetin etkisiyle
sıkıldığımızı görürsek, hemen
karamsarlığa kapılmamalıyız,
telaşlanıp artık helâk olduğumuzu
sanmamalıyız. Veya artık hiçbir zaman büyük bir
sorumluluk yüklenemeyeceğimizi, buna layık
olmadığımızı düşünmemeliyiz.
Ancak, insan oluşumuzdan kaynaklandığı gerçeğinden
hareket ederek kendi zaafımızın yanında
durmamamız gerekir. Bizden daha iyi olanlarda baş gösterdi
diye kendi zaafımızda ısrar etmemeliyiz. Çünkü
ortada sağlam ve güvenilir bir kulp var. Göklerin kopmaz
kulpu var. Sürçmekten kurtulmamız için ona sarılmalıyız,
güven ve bağlılık tazelemeliyiz, içimizde baş
gösteren sarsıntıyı gelecek yardımın müjdesi
olarak algılamalıyız. Böylece direncimizi ve
kararlılığımızı korumuş, daha,güçlü
ve kendinden emin olarak yolumuza devam etmiş oluruz.
İşte islamın ilk yıllarındaki bu
eşsiz örnekte meydana gelen denge budur. Kur'an-ı Kerim
bu eşsiz örnekten, geçmişteki tutumlarından,
imtihanı başarıyla geçmelerinden, Allah yolunda
giriştiği cihattan, kimilerinin Allah'la
buluşmasından, kimilerinin de bu buluşmayı
beklemesinden şu şekilde söz ediyor: