7- Hani" biz Peygamberlerden söz almıştık,
senden, Nuh'tan, İbrahim'-den, Musa'dan ve Meryem oğlu
İsa'dan, pek sağlam bir söz aldık."
8- "Allah, doğrulardan doğruluklarını
sormak ve kafirlere can yakıcı azap hazırlamak için
bunu yapmıştır."
Bu, Nuh Peygamberden son Peygamber Hz. Muhammed'e (s.a.s) kadar
değişmeden yürürlükte kalan bir sözleşmedir. Bu,
tek bir sözleşme, tek bir hayat sistemi ve tek bir emanettir.
Her biri kendisinden öncekinden aldığı
şekliyle kendisinden sonra gelene teslim etmiştir.
Önce genel bir ifade kullanılıyor: "Hani biz
Peygamberlerden söz almıştık..." Sonra
kendisine Kur'an-ı Kerim indirilen ve alemlere yönelik
evrensel mesajı taşıyan Hz. Muhammed'e (s.a.s)
özel olarak işaret ediliyor. Ardından Peygamberler içinde
(ulul azm) büyük olanlara değiniliyor. Bunlar, son
Peygamberlikten önce gönderilen büyük risaletlerle
görevlendirilmiş Peygamberlerdir. "Nuh tan,
İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan söz
almıştık."
Kendileri ile sözleşme yapılanların açıklanmasından
sonra sözleşmenin niteliğine değiniliyor: "Onlardan
pek sağlam bir söz aldık." Burada sözleşme
sağlam olarak nitelendirilirken ayetin orijinalinde geçen
sözleşme anlamındaki "misak" kelimesinin sözlük
anlamı göz önünde bulundurulmuştur. Bu sözcük
bükülmüş ip anlamındadır. Bu yüzden antlaşmalar
ve ilişkiler bu sözcükle ifade edilmiştir. Öte yandan
sözcüğün duygulara yönelik mesajının
etkinliğini arttıran manevi bir vurgusu da vardır.
Bununla yüce Allah ile seçkin kulları arasında;
Allah'ın vahyini almak, onu insanlara açıkça duyurmak,
hiçbir taviz vermeden, sağa-sola sapmadan onun sistemini tam
bir güvenle uygulamak üzere gerçekleşen bu sözleşmenin
sağlam ve dayanıklı bir sözleşme olduğu
vurgulanmak isteniyor.
"Allah doğrulardan doğruluklarını
sormak için böyle yapmıştır."
Doğrular mü'minlerdir. Çünkü doğru sözü
söyleyen ve doğru bir inanç sistemine inananlar onlardır.
Onların dışındakiler yalancı kimselerdir.
Çünkü batıla inanıyor, batıl söz söylüyorlardır.
Bunun için ayette kullanılan bu nitelemenin bir amacı,
vermek istediği bir mesaj vardır. Mü'minlerden doğruluklarının
sorulması ise, tıpkı bir öğretmenin seçkin
ve başarılı öğrencisine, mezuniyet törenine
davet edilenlerin huzurunda soru sorup onun başarısını
ve yükselmesini sağlayacak cevap almasına benziyor.
Onurlandırma, başarıyı duyurma,
şahitlerin huzurunda herkese bildirme, ödülün kazanıldığını
açıklama, büyük haşir gününde böylesine büyük
bir onuru hakkedenleri övme amacına yönelik bir sorudur bu.
Doğrulardan başkalarına gelince... Batıl
bir inanç sistemine uyan, ya doğru ya da yalan söylemeyi
gerektiren en büyük meselelerde, yani inanç meselesinde yalanı
tercih edenlere gelince, onlar için hazırlanmış,
onları bekleyen bir başka karşılık
vardır:
"Kâfirlere can yakıcı bir azap
hazırlanmıştır."
Hayat içindeki mücadelelerle, olayların etkisiyle müslümanın
kişiliği biçimleniyordu. Günden güne ve olaydan olaya
bu kişilik olgunlaşıyor, gelişiyor,
karakteristik çizgileri belirginleşiyordu. Bu
kişiliklerden oluşan müslüman kitle de kendine özgü
nitelikleri ile, değer yargıları ile, kendisini
diğer toplumlardan ayıran özellikleriyle varlık
sahnesine çıkıyordu.
Olaylar kimi zaman yeni doğmakta olan toplumlar için o
kadar ağır ve acımasız olur ki, zaman zaman
bir sınav boyutlarına varır. Bu sınav
tıpkı altının eritilip saf altın ile
değersiz tortunun birbirinden ayrılması gibi
ruhların gerçek durumlarını ve cevherlerini ortaya
çıkarır. Değeri bilinmeyecek şekilde
tortulara karışıp gitmesini önler.
Kur'an-ı Kerim ya sınav esnasında ya da sonuçlanmasından
sonra iniyordu. İnerken olayları tasvir ediyor,
olayların gizli yanlarını, köşesini-bucağını
ortaya çıkaracak şekilde aydınlatıcı
projektörlerini üzerine dikiyordu. Böylece tüm tavırları,
tavırların gerisindeki duyguları, niyetleri ve
vicdanlardaki kıpırdanmaları ortaya çıkarıyordu.
Sonra her türlü perdeden ve örtüden soyutlanmış
şekilde projektörün ışığı
altında çırılçıplak duran kalplere hitap
ediyordu. İçlerindeki alıcı ve verici
noktaları uyarıyordu, böylece günden güne, olaydan
olaya onları eğitiyordu. Bu kalplere yönelik mesajları
ve onlardan aldığı tepkileri kendisinin
belirlediği eğitim metoduna göre düzenliyordu.
Müslümanlar, emir ve yasakları, yasa ve direktifleri bir
kerede inecek şekilde bu Kur'an'la başbaşa
bırakılmamışlardı. Tam tersine yüce
Allah onları deneylerden geçirmiş, musibetlere
uğratmıştı. Fitne ve imtihanlara tabi
tutmuştu. Çünkü yüce Allah, kalplere kazınan,
sinirlere işlenen, ruhları tutup hayatın içindeki
mücadele meydanına, olayların içine atan bu tür
pratik ve uygulamalı bir eğitimden geçmedikleri sürece
kendi halifesi olarak seçtiği insanların
kişiliklerinin olumlu yönde istenen şekilde biçimlenemeyeceğini,
sağlıklı olarak
olgunlaşamayacağını, bir inanç sistemi
üzerinde dengeli bir hayat sürdüremeyeceğini biliyordu.
İşte Kur'an bu ruhlara olup bitenlerin gerçek
mahiyetini, ne anlama geldiklerini göstermek için iniyordu.
Fitne ateşi ile eriyen, imtihanın
sıcaklığı ile kızgınlaşan, dövülmeye
ve biçim verilmeye müsait durumda olan bu kalplere direktifler
vermek, onları yönlendirmek için iniyordu.
Hiç kuşkusuz müslümanların Peygamber efendimizin
sağlığında geçirdikleri bu dönem gerçekten
olağanüstü bir dönemdi. Yerin gökle birleşmesi dönemiydi.
Bu birleşme, gelişen olaylarda ve konuşmalarda
belirginleşen açık ve dolaysız bir
birleşmeydi. O dönemde her müslüman gecelerken yüce
Allah'ın gözlerinin üzerinde olduğunu,
kulağının onda olduğunu, söylediği her sözün,
yaptığı her hareketin, daha doğrusu
kafasında geçen her düşüncenin, her niyetin insanların
gözlerinin önüne serileceğini; buna ilişkin olarak
Hz. Peygambere vahiy ineceğini hissediyordu. Her müslüman
Rabbi ile kendisi arasında doğrudan bir bağ
bulunduğunun farkındaydı. İçinden çıkılmaz
bir işle karşı karşıya
kaldığında, zor bir problem baş gösterdiğinde
yarın ya da öbür gün gök kapılarının açılıp
problemi için bir çözüm, üstesinden gelemediği için bir
çıkar yol, meselesini sonuca bağlayan bir açıklamanın
gönderilmesini beklerdi. Bazan yüce Allah şöyle derdi:
"Sen ey falan, şöyle dedin, şöyle yaptın,
şunu gizledin şunu da açıkladın. Şöyle
ol, şöyle olma." Ne olağanüstü ve ne dehşet
verici bir olay! Yüce Allah'ın belirterek bir kişiye
belli bir konuda hitap etmesi ne dehşet verici, ne
olağanüstü bir olay! Oysa o kişi ve içindeki herkes
ve her şeyle birlikte bütün yeryüzü yüce Allah'ın
sonsuz mülkü içinde bir zerre konumundadır.
Gerçekten olağanüstü bir dönemdi. Bu gün insan o
dönemi düşününce, olayları ve tutumları
algılamaya çalışınca, akla hayale
sığmayan o büyük realitenin nasıl meydana
geldiğini kavrayacak gibi oluyor.
Ne var ki yüce Allah müslümanları eğitim ve müslüman
kişiliklerini olgunlaştırmak için sadece bu
duygularla başbaşa bırakmıyordu. Onları
pratik deneylerden geçiriyor, birtakım musibetlere
uğratarak onları sınıyordu. Bütün bunları
kendisinin bildiği bir hikmet uyarınca yapıyordu.
Çünkü o yarattıklarını herkesten iyi bilir. O
latiftir, her şeyden haberdardır.
Bu ilahi hikmet üzerinde uzun uzadıya durmamız,
kavramaya çalışmamız, etraflıca düşünmemiz
ve kendi hayatımızda
yaşadığımız olayları,
başımızdan geçen imtihanları bu
kavrayış ve bu düşüncenin
ışığında değerlendirmemiz gerekir.
Ahzab suresinin bu bölümü, islami hareketin ve müslüman
cemaatin tarihinde baş gösteren büyük olaylardan birinin
geniş bir açıklamasını içeriyor. Çetin bir
imtihanın yaşandığı bir durumu, hicretin
dördüncü ya da beşinci yılında gerçekleşen
`Ahzab savaşını' anlatıyor. Bu savaş, genç
İslam toplumunun, bu toplumun sahip olduğu değer
yargılarının ve düşüncelerinin denendiği
bir imtihan alanıydı. Bu konudaki Kur'an ayetlerini,
Kur'an'ın olayı sunuş yöntemini, bazı
sahneler, olaylar, hareketler ve duygular üzerinde durup onları
tanımlama ve anlama üzerinde değerlendirme yapmadaki
ifade tarzını, bazı değer
yargılarını ve yasaları
belirginleştirmesini etraflıca algılamaya,
onları anlamaya çalıştığımız
zaman. Evet bütün bunlardan yola çıkarak yüce Allah'ın
bu ümmeti aynı anda hem Kur'an'la hem de olaylarla
nasıl eğittiğini kavrayabiliriz.
Kur'an-ı Kerim'in kendine özgü sunuş ve dikkatleri
bir olay üzerine çekme yöntemini kavrayabilmemiz için, Kur'an
ayetlerinin açıklamasına başlamadan önce, siret
kitaplarının sunduğu şekliyle -uygun
şekilde özetleyerek- olayın meydana gelişini
aktaracağız. Bu arada yüce Allah'ın
savaşı ve savaşta meydana gelen olayları
sunuşu ile insanların sunuşu arasındaki
farkı göstereceğiz.
Muhammed b. İshak bir topluluğa dayanarak şöyle
der:
Hendek savaşı öncesinde cereyan eden olaylardan biri
de, içinde Selam b. Ebu'l Hukeyk en-Nadrî, Huyey b. Ahtab
en-Nadrî, Kenane b. Ebu'l Hukeyk en Nadrî, Hevze b. Kays
el-Vailî ve Ebu Ammar el-Vailî bulunan bir yahudi grubunun,
kabileleri Resulullah'a karşı kışkırtan
Beni Nudeyr ve Beni Vail kabilelerinden birer grupla çıkıp
Kureyş kabilesi ileri gelenleri ile görüşmelerde
bulunmak üzere Mekke'ye gitmeleri ve onları Peygamber
efendimize karşı savaşmaya çağırmalarıydı.
Yahudiler Kureyşlilere şöyle demişlerdi: "Onu
yok edene kadar sizinle beraber olacağız."
Kureyşliler de: "Ey Yahudiler, sizler kendilerine kitap
verilen ilk toplumsunuz. Yine bizim durumumuzdan
haberdarsınız. Bizimle Muhammed s.a.s. arasında
inanç ve görüş ayrılığı baş gösterdi.
Sizce bizim dinimiz mi iyidir, yoksa onun dini mi iyidir?"
diye sormuşlardı. Yahudiler şöyle cevap vermişlerdi:
"Tam tersine, sizin dininiz onun dininden iyidir. Siz gerçeğe
ondan daha yakınsınız." Yüce Allah onlar hakkında
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor
musun? Bunlar puta ve Tağut'a inanırlar ve kafirler
hakkında `Bunların yolu mü'minlerin yolundan daha doğrudur'
derler." ayetinden "Yoksa Allah'ın, lütfunun
eseri olarak insanlara bağışlamış
olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden onları
kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim'in soyundan
gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir
egemenlik bağışlamıştık." (Nisa
Suresi, 51,54)ayetine kadar indirmişti.
Yahudiler Kureyşlilere böyle söyleyince çok sevindiler.
Hz. Peygambere karşı kendilerini savaşa çağırmış
olmalarından memnun kaldılar ve hemen savaş
hazırlıklarına başladılar.
Daha sonra bu yahudi heyeti -Kays Aylan topluluğu içinde
yer alan- Gatafan kabilesinin bölgesine gidip onları da
Peygamber efendimize karşı savaşmaya çağırdılar.
Bu arada savaşa katılmaları durumunda kendilerine
yardım edeceklerini de vaad ettiler. Öte yandan Kureyş
kabilesinin de kendileri ile ittifak yaptıklarını söyleyerek
Gatafanlıları aralarına kattılar.
Kureyş kabilesi Ebu Süfyan b. Harb komutasında yola
çıktı. Gatafan kabilesinin başında da Fezaze
oğullarından Uyeyne b. Hısn vardı.
Aralarında Beni Mürre kabilesirtden Haris b. Avf ile
kavminin en cesur savaşçılarının
başında sefere katılan Mas'ar b. Ruhayle
vardı.
Peygamber efendimiz bu ittifakı ve hedeflerini haber
alınca hemen Medine'nin etrafında hendek
kazılmasını kararlaştırdı.
Peygamberimiz bizzat hendek kazma işinde çalıştı.
Müslümanlar da onunla birlikte çalıştılar. Hem
Peygamberimiz hem de müslümanlar işe dört elle sarıldılar.
Bazı münafıklar Peygamber efendimizin ve müslümanların
bu çalışmalarının gecikmesine, ağır
yürümesine neden oluyorlardı. Bu amaçla basit. işlerle
oyalanarak kaytarıyorlardı. Peygamberimizin bilgisi
dışında ve ondan izin almaya gerek duymadan gizlice
evlerine gidiyorlardı. Öte yandan müslümanlardan birinin
de mutlaka yerine getirmesi gereken bir işi olsaydı
gidip Peygamberimizden izin alır, işini görürdü.
İşini gördükten sonra da iyiliğe olan arzusu ve
sevap düşüncesi ile işinin başına dönerdi.
Bunun üzerine yüce Allah bu mü'minler hakkında şu
ayeti indirdi: "Mü'minler öyle kimselerdir ki, Allah'a
ve Peygambere inanırlar; bunun yanı sıra herhangi
bir kamu görevini yerine getirmek üzere Peygamberin yanında
bulunduklarında O'ndan izin almaksızın bir yere
gitmezler.
Ey Muhammed, ortak görev yerinden ayrılacakları
zaman senden izin isteyenler varya, onlar Allah'a ve Peygambere
inanan kimselerdir. Öyleyse böyleleri herhângi bir işleri
için senden izin istediklerinde içlerinden dilediklerine izin
ver ve onlar adına Allah'tan af dile. Hiç kuşkusuz
Allah affedicidir ve merhametlidir."(Nur Suresi, 62)
Daha sonra yüce Allah işten kaytaran ve Hz.
Peygamberimizin izni olmadan evlerine giden münafıkları
kastederek "Peygamberi çağırırken O'na,
birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz. (Ya da
Peygamber sizi çağırdığında O'nun çağrısını,
aranızda birbirinize yönelttiğiniz çağrılarla
bir tutmayınız.) Allah, arkadaşlarını
siper ederek gizlice Peygamberin yanından
sıvışanları iyi bilir. Onun emrini çiğneyenler
ya başlarına bir hela gelmesinden ya da acıklı
bir azaba çarpılmaktan korkmalıdırlar." (Nur
Suresi, 63)
Peygamber efendimiz Hendek kazma işini bitirince,
Kureyş kabilesi, kendilerine uyan Beni Kinane ve Tihame
halkı ile birlikte sayıları on binleri bulan müttefikleri
ile Rume mıntıkasındaki sel yataklarından
Medine'nin üzerine yürüdüler. Gatafan kabilesi ile kendilerine
katılan Necd halkı Uhud dağının
yanındaki "Zenbinekmo" bölgesinden çıkageldiler.
Peygamber efendimiz ve müslümanlar, üç bin kişilik bir
ordu halinde sel'a dağını arkalarına alacak
şekilde harekete geçtiler. Peygamberimiz hendeği düşmanla
aralarına alacak şekilde karargahını kurdu. Bu
arada kadın ve çocukların kalelere
yerleştirilmesini emretti.
Allah'ın düşmanı Huyey b. Ahtab en-Nadrî Beni
Kureyze adına antlaşma ve ittifak kurma yetkisine sahip
olan Ka'b b. Esed el-Kurezi'nin yanına geldi. Peygamber
efendimiz daha önce onun kabilesi ile saldırmazlık
hususunda anlaşmaya varmıştı. Bu konuda Ka'b
b. Esed el-Kurezi ile antlaşma imzalamıştı.
Huyey b. Ahtab çeşitli vaatlerde bulunarak bir sürü dil
dökerek sonunda Ka'b b. Esed el-Kurezi'yi kendisi ile bir antlaşma
yapmaya razı etti. Antlaşmaya göre Ka'b b. Esed,
Huyey b. Ahtab'a şu güvenceyi veriyordu: "Eğer
Kureyş ve Gatafan kabileleri Muhammed'e bir şey yapmadan
dönecek olurlarsa ben de seninle birlikte senin kabilenin
kalesine sığınacağım ve sana yönelik
saldırıları ben de
karşılayacağım." Böylece Ka'b
Peygamberimizle arasındaki antlaşmayı tek
taraflı olarak feshetmiş, daha önce ona verdiği sözden
dönmüş oluyordu.
Huyey b. Ahtab ile Ka'b b. Esed arasında gerçekleşen
bu antlaşma ile birlikte müslümanların
başındaki belâ gittikçe ağırlaştı.
Daha büyük bir korku içine düştüler. Çünkü düşmanları
hem yukardan hem de aşağıdan kendilerini
kuşatmıştı. Bazı mü'minler son derece
olumsuz şeyler düşünüyorlardı. Münafıkların
içindeki bozgunculuk çıkarma duygusu da belirmişti.
Nitekim Amr b. Avf oğullarından Muattib b. Kuşeyr
şöyle demişti: "Muhammed bize Kisra (İran hükümdarı)
ve Kayser (Bizans hükümdarı)'in hazinelerini vaad
etmişti. Ama şimdi hiçbirimizin tuvalete gidecek kadarlık
bir can güvenliği yoktur. Harise b. Haris
oğullarından birisi olan Evs b. Kayzi de Peygamber
efendimize gidip kabilesinden bazı adamlar adına
"Ya Resulallah, evlerimiz düşmana karşı
korumasız durumdadır. İzin ver de çıkıp
evlerimize gidelim. Çünkü evlerimiz Medine'nin' dışındadır"
demişti.
Peygamber efendimiz de düşmanları da bir aya
yakın bir süre beklediler. Muhasara ve karşılıklı
ok atışları dışında aralarında
herhangi bir çarpışma meydana gelmedi.
Müslümanların başındaki bela dayanılmaz
boyutlara varınca, Peygamber efendimiz Gatafan kabilesinin
liderlerinden Uyeyne b. Hısn ve Haris b. Avf'a haber göndererek
kuşatma harekâtı içinde yer alan kuvvetlerini geri
çekmeleri karşılığında Medine'nin
yıllık ürününün üçte birini vereceğini
bildirdi. (Yahudiler de kendilerine yardım etmeleri durumunda
Hayber'in bir yıllık ürününü vaad etmişlerdi.)
Bu konuda anlaşma sağlandı ve hatta maddeler
yazıya da döküldü. Ancak şahitler gösterilmemiş
ve anlaşma fiilen imzalanmamıştı. Sadece
karşılıklı yumuşama ve memnuniyet
belirtilmişti. Peygamber efendimiz anlaşmayı
imzalamak isteyince Evs kabilesinin başkanı Sa'd b. Muaz
ile Hazreç kabilesinin başkanı Sa'd b. Ubade'yi çağırarak
meseleyi onlara açtı ve görüşlérine başvurdu.
Bunun üzerine onlar: "Ya Resulallah bu, yapmamızı
istediğin bir emir midir? Yoksa yerine getirmek zorunda
olduğumuz yüce Allah'ın bir emri midir? Yoksa sırf
bizim çıkarımızı düşünerek yapmış
olduğun bir öneri midir?" diye sordular. Peygamber
efendimiz: "Hayır bunu sırf sizin çıkarlarınızı
düşünerek önerdim. Allah'a andolsun ki Arapların tek
bir yaydan fırlamışçasına üzerinize saldırdıklarını,
tıpkı köpekler gibi başınıza üşüştüklerini
gördüğüm için bu öneride bulundum. Bununla, belli
ölçüde aleyhinizde birleşen güçlerini kırmak
istedim" dedi. Sa'd b. Muaz: "Ya Resulallah, biz ve
şu düşmanlarımız daha önce Allah'a ortak koşuyor,
putlara ibadet ediyorken, Allah'a ibadet etmiyor, O'nu gereği
gibi tanımıyorken bile, bir ziyafet ya da
satış durumu dışında onlar Medine'nin
ürününün tadına bakamazlardı. Yüce Allah bizi
İslam ile onurlandırmışken, bize doğru
yolu göstermişken, seninle ve İslam ile bizi güçlendirmişken
mi mallarımızı onlara peşkeş çekeceğiz?
Allah'a andolsun ki meseleyi bir sonuca bağlayana kadar
kılıçtan başka onlara verecek bir şeyimiz
yoktur" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz şöyle
buyurdu: "İstediğini yap". Sa'd b. Muaz
anlaşma metnini aldı ve orada yazılı bulunan
maddelerin hepsini sildi ardından şöyle dedi: "Şimdi
bize saldırsınlar bakalım."
Peygamber efendimiz ve arkadaşları, düşmanın
saldırıya geçmesi, yukarıdan ve
aşağıdan kendilerini muhasaraya alması
nedeniyle yüce Allah'ın belirttiği şekliyle büyük
bir korku içinde meşakkatli bir direniş gösterdiler.
(Ümmü Seleme (r.a.) şöyle der: Peygamberimizle birlikte
korku ve ölüm dolu sahneler yaşadım; Müreys'i,
Hayber'i, Hudeybiye'yi, Mekke'nin fethini ve Huneyn savaşını
gördüm. Ama Hendek savaşı gibi Peygamberimizi yoran
bize de dehşet dolu anlar yaşatan, bizi korkutan bir
olayı görmedim. Çünkü o zaman müslümanlar cendereye alınmış
gibiydiler. Ve biz çocuklarımız hususunda Beni Kureyze
kabilesine güvenmiyorduk. Bu yüzden bütün Medine sabahlara
kadar nöbet tutardı. Korku içinde sabahlayan müslümanların
tekbir seslerini duyuyorduk. Nihayet yüce Allah düşmanları
kinleri ile birlikte geri çevirdi. Bir sonuç elde etmelerine
müsaade etmedi.)
Daha sonra Gatafan kabilesinden Nuaym b. Mes'ud b. Amir
Peygamber efendimizin yanına gelerek: "Ya Resulallah,
ben müslüman oldum. Ama kabilem müslüman olduğumu
bilmiyor. Ne yapmamı istiyorsan, emret yapayım"
dedi. Peygamberimiz "Sen aramızda tek bir adamsın,
yapabilirsen gidip düşmanı birbirine düşür.
Çünkü savaş bir hile, bir taktiktir. (Nuaym b. Mes'ud b.
Amir söyleneni yapınış, böylece hem
Peygamberimize karşı oluşan müttefik kuvvetler
arasında hem de onlarla Beni Kureyze kabilesi arasında güvensizlik
baş göstermişti. Bu zatın faaliyetlerine
ilişkin uzun ve ayrıntılı bilgiler siret
kitaplarında mevcuttur. Biz konuyu gereğinden fazla
uzatmamak endişesiyle meseleyi özetleyerek sunuyoruz.)
Yüce Allah, onları birbirine düşürdü, kışı
andıran çok soğuk bir gecede üzerlerine dondurucu bir
rüzgar estirdi. Bu rüzgar çadırlarını ve yemek
pişirdikleri ocaklarını altüst etti...
Peygamber efendimiz düşmanların arasında
ihtilaf baş gösterdiğini, yüce Allah'ın ittifaklarını
dağıttığını fark edince, Huzeyfe b.
Yeman'i çağırdı ve gidip düşmanın
geceleyin ne yaptığını öğrenmesini
istedi.
Tarihçi İbn-i İshak diyor ki: Bana Zeyd b. Ziyad,
Muhammed b. Ka'b el Kurezi'den aktararak şöyle anlattı:
Kufeli birisi Huzeyfe b. Yeman'a: "Ya Ebu Abdullah siz
Resulullah'ı görüp ona arkadaşlık ettiniz
değil mi?" diye sordu. Huzeyfe: "Evet,
yeğenim" dedi. Adam "Peki ne
yapıyordunuz?" dedi. Huzeyfe: "Cihad
ediyorduk" şeklinde cevap verdi. Adam "Allah'a
andolsun ki, eğer onu biz görseydik, yerde yürümesine izin
vermez omuzlarımızda taşırdık" dedi.
Bunun üzerine Huzeyfe: "Yeğenim, Allah'a andolsun ki
sen bizi Hendek savaşında Resulullah'la birlikteyken görmeliydin.
Gecenin bir kısmında Resulullah bize dönüp şöyle
demişti: "Kim gidip düşmana bakacak ve olup
bitenleri anlatmak üzere geri dönecek. Peygamberimiz bu adamın
döneceğini garantiliyordu. Ayrıca bu adamın
cennette arkadaşım olmasını Allah'tan
dileyeceğim" diyordu. Buna rağmen, korkunun, açlığın
ve soğuğun şiddetinden hiç kimseden ses çıkmıyordu.
Kimse kalkmayınca Hz. Peygamber beni çağırdı.
Peygamberimiz beni çağırınca kalkmaktan başka
seçeneğim yoktu. Bana şöyle dedi: "Ey Huzeyfe,
git düşmanların arasına gir ve neler
yaptıklarına bak. Bize gelinceye kadar da kimseye bir
şey söyleme." Gittim ve aralarına girdim. Rüzgar
ve Allah ın askerleri onlara yapacağını
yapmıştı. Yemek pişirecekleri bir tencere,
ısınacakları bir ateş,
sığınacakları bir sığınak, bir
çadır kalmamıştı. Ebu Süfyan kalkmış
şöyle diyordu: Ey Kureyşliler, herkes yanındaki
adamın kim olduğuna baksın. Bunun üzerine ben
hemen yanımdaki adamı tutup "Kimsin?" diye
sordum. "Falan oğlu falan" dedi. Sonra Ebu Süfyan
devamla "Ey Kureyşliler, Allah'a andolsun ki artık
burada kalamazsınız. Atlarımız ve develerimiz
mahvoldu. Beni Kureyze bizi yarı yolda bıraktı.
Onlardan hoşumuza gitmeyen şeyler duyuyoruz. Gördüğünüz
gibi şiddetli bir rüzgara tutulmuşuz.
Aşımız pişmiyor, ateşimiz yanmıyor,
sığınacak bir yerimiz yok. Haydi toparlanıp
geri dönün. Çünkü ben dönüyorum" dedi. Sonra kalktı
ve bağlı duran devesine yöneldi. Devenin üstüne
oturdu ve onu üç ayağının üzerine kaldırdı.
Allah'a andolsun ki, ayağa kaldırdıktan sonra
devenin bağını çözebildi. Eğer Hz.
Peygamber, yanıma gelmedikçe kimseye bir şey söyleme
diye bana direktif vermeseydi, isteseydim onu orada okla
öldürebilirdim.
Huzeyfe diyor ki; Peygamber efendimizin yanına döndüğüm
zaman hanımlarından birine ait yemen işi bir
örtünün altında namaz kılıyordu. Beni görünce
ayaklarının arasına aldı ve örtünün bir
ucunu üzerime attı. Ben ayaklarının
arasındayken rüku ve secde yaptı. Selam verince ona gördüklerimi
anlattım.
Gatafanlılar da Kureyşlilerin
yaptıklarını duyunca toparlanıp
yurtlarına döndüler.
Kur'an ayetleri, insan tiplerini ve karakteristik özellikleri
tasvir etmek için olaylarda rol alan kişilerin adlarına
ilişkin bir açıklamada bulunmuyor,
şahısları tanıtma yönüne gitmiyor. Kalıcı
değerler ile değişmez yasaları vurgulamak için
olayların ayrıntılarına, gelişmelerin
detayına girmiyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in ön plana
çıkardığı değerler ve yasalar
olayların sona ermesi ile bitmezler;
şahısların ortadan kaybolması ile yok
olmazlar, ortamın değişmesi ile gündemden düşmezler.
Bütün kuşakların, bütün toplumların
uyacakları birer kural olarak kalırlar. Kur'ana Kerim
olayları ve tavırları yüce Allah'ın olaylar
ve kişiler üzerinde egemen olan kaderi ile bağlantılı
olarak ele alır. Böylece yüce Allah'ın dilediğini
yapabilen eli, latif planı belirginleşir. Yine gerekli
direktifleri vermek, çeşitli yorumlarda bulunmak ve meseleyi
büyük temele bağlamak için savaşın her
aşamasında durup değerlendirmelerde bulunur.
Kur'an-ı Kerim hikayeyi bizzat yaşayanlara, hikayede
gelişen olayları bizzat gözleriyle görenlere anlatıyor
olmasına rağmen, onlara olay hakkında bilmedikleri
birçok şeyi haber veriyordu. Hikayenin kahramanları ve
oyuncuları olmalarına rağmen
kavrayamadıkları hikayenin çeşitli yönlerini aydınlığa
kavuşturuyordu. Projektörlerini ruhların temellerinin,
kalplerin dönemeçlerinin, vicdanların gizli bölmelerinin
üzerine dikiyordu. Göğüslerin derinliklerinde gizli
bulunan sırları, niyetleri ve duyguları gün
yüzüne çıkarıyordu.
Kuşkusuz bunları gerçekleştirirken
Kur'an-ı Kerim tasvir güzelliğinin, güçlü ve sıcak
anlatımının erişilmez örneklerini
sergiliyordu. Bunun yanı sıra korkaklığı,
korkuyu, münafıklığı, hainliği ve
karaktersizliği alaya alan, bu tür niteliklere sahip olanları
can evinden vuran örneklerle onları
aşağılayan anlatımlara yer veriyordu. Öte
yandan mü'min ruhlardaki imanı, yiğitliği,
sabır ve direnci son derece canlı bir şekilde
tasvir ediyor, bu niteliklerin göz kamaştırıcı
yüceliklerini belirginleştiriyordu.
Kur'an ayetleri her zaman harekete dönüktürler, işlevlerini
görmeye hazırdırlar. Sadece olayı
yaşayanların, onu bizzat görenlerin bulunduğu
ortamlarda değil, bundan sonra her ortamda ve her tarihte
aynı işlevi görürler. Aynı olay ya da farklı
çevrelerde ve daha değişik boyutlarda benzeri bir
olayla karşılaştığı zaman bir
sınırlandırma söz konusu olmaksızın tüm
insanlar arasında, yine de hareket etme özelliklerini
korurlar. Hem de ilk is1am toplumundaki gücün aynısı
ile hareket ederler.
Kur'an-ı Kerim'in ilk defa
karşılaştığı şartların
aynısı ile karşı karşıya kalanlar
ancak gereği gibi anlayabilirler Kur'an ayetlerini. Ancak böyle
durumlarda ayetler gizli hazinelerini açar, ancak böyle
durumlarda kalpler ayetlerin içeriklerini eksiksiz bir
şekilde kavrayacak hale gelebilirler. Böyle durumlarda
Kur'an ayetleri kelime ve satırlardan güç ve enerjiye
dönüşürler. Bu ayetlerde tasvir edilen olaylar ve gelişmeler
elle tutulur gibi somutlaşırlar. Karakterler canlı,
anlamlı, etkileyici, coşkun, hayatın
pratiğinde hareket eder şekilde, hayatı hem realite
dünyasında hem vicdan aleminde gerçek bir hareketliliğe
iten unsurlar olarak belirginleşirler.
Kur'an bir okuma kitabı, bir kültür kaynağı
değildir. Kesinlikle... Kur'an atılıma hazır
bir canlılık kaynağıdır. Çeşitli
durumlarda ve olaylar esnasında yenilenen mesajlar içerir.
Onun ayetleri harekete hazır durumdadırlar. Yeter ki
onlarla kaynaşacak, onlarla iletişim kurabilecek kalpler
bulunsun. Olağanüstü sırlara sahip bulunan bu
ayetlerde gizli bulunan potansiyel enerjinin hareket imkanı
bulacağı şartlar oluşsun!
İnsan bir Kur'an ayetini yüzlerce defa okuyabilir. Sonra
öyle bir noktaya gelir, öyle bir olayla karşılaşır
ki, sanki ilk defa bu ayeti görmüş gibi olur. Ayet,
kendisine bundan önce duymadığı mesajlar vermeye
başlar. Kendisini şaşkına çeviren sorusunu
cevaplandırır, içinde bulunduğu girift problemi
çözüme bağlar, gizli bulunan yolu açığa çıkarır.
Gidilmesi gereken yönü belirler. Karşı
karşıya kaldığı meselede kalbi kesin bir
bilgiye kavuşturur, derinliklerindeki kuşkulan gidererek
onu yatıştırır.
Kur'an dışında, eski ve yeni hiçbir kitapta bu
özellik yoktur.
Ahzab olayını anlatan Kur'an'ın bu yeni
akışı, şayet Allah'ın yardımı
ve latif planı olmasa,neredeyse köklerini kurutacak orduyu
hiçbir şey yapamadan geri döndüren yüce Allah'ın mü'minlere
ne büyük bir nimet bahşettiğini hatırlatarak
başlıyor. Bu yüzden daha ilk ayette, ayrıntılara
girmeden ve takınılan tavırlara değinilmeden
bu olayın özelliği, başı ve sonu hep bir
arada anlatılıyor. Amaç kendilerine hatırlatılan
ve hatırlanması istenen Allah'ın nimetini ön plana
çıkarmaktır. Bir diğer amaç ta mü'minlere
vahyettiği kitaba uymalarını emreden, sırf
kendisine güvenmelerini isteyen, hiçbir konuda kafir ve münafıklara
uymamalarını isteyen yüce Allah'ın kendi
davasını yürütenleri, kendi hayat sistemine uyup
uygulayanları kâfir ve münafıkların düşmanca
tutumlarından koruyacağını vurgulamaktır: