6- "Peygamber mü'minlere canlarından ileridir. O'nun
eşleri de mü'minlerin anneleridir. Akraba olanlar miras
hususunda Allah'ın kitabına göre birbirlerine
muhacirlerden ve ensardan daha yakındır.
Dostlarınıza yapacağınız uygun bir
vasiyet bunun dışındadır. Bunlar kitapta
yazılmıştır."
Muhacirler geride her şeylerini bırakarak Mekke'den
Medine'ye hicret etmişlerdi. Dinlerini korumak için Allah'a
koşmuşlardı. İnançlarını
akrabalık bağlarına, mal varlığına,
dünya hayatının gerektirdiği sebeplere, çocukluk
ve delikanlılık anılarına,
arkadaşlık ve dostluk duygularına tercih
etmişlerdi. Sırf inançlarım kurtarmak için geride
kalan her şeyden soyutlanmışlardı. Onlar bu
şekilde hicretleriyle, aralarında eş, aile ve
çocukta olmak üzere insanın değer verdiği her
şeyden bu şekilde uzaklaşmalariyle, inancın
eksiksiz olarak gerçekleşmesinin, içinde inançtan
başka hiçbir şeye yer kalmayacak şekilde kalbi bürümesinin
yeryüzündeki canlı ve pratik örnekleriydi. Yüce Allah'ın
şu sözünü doğrular tarzda insan kişiliğinin
bölünmez bütünlüğünün somut kanıtlarıydılar:
"Allah bir insanın göğüs boşluğunda
iki kalp yaratmamıştır."
Medine'de de bu durumun bir başka şekli ortaya çıkmıştı.
Bazı evlerde kimi fertler müslüman olmuş,
kimisi de müşrik kalmaya devam etmişti. Bunun sonucu
akrabaları ile aralarındaki ilişkiler
kesilmişti. Bu yüzden ailesel ilişkilerde belli bir
çözülme baş göstermişti. Toplumsal düzeydeki ilişkilerde
baş gösteren çözülme ise daha geniş boyutlarda idi.
Müslüman toplum henüz yeni oluşmuştu. Yeni kurulan
islam devleti ise kurulu bir rejime dayalı bir düzenden çok
ruhlara egemen olan bir düşünce olmaya daha yakındı.
Tam bu noktada yeni inanç sisteminden kaynaklanan bir bilinç
dalgası kabardı. Bu bilinç dalgası bütün
sevgileri, bütün duyguları, bütün gelenek ve görenekleri,
bütün ilişkileri ve bağları örttü. Onların
tüm etkinliklerini sildi süpürdü. Bununla kalpleri birbirine
bağlayan tek unsurun, inanç sisteminin olması
hedefleniyordu. Aynı zamanda inanç unsurunun bile kabile
ortamındaki doğal köklerinden kopmuş parçaları
birbirine bağlaması, kan, soy, çıkar, dostluk,
ırk ve dil gibi bağların yerini alması, islama
girmiş bu parçaları birbiri ile
kaynaştırması, bunları birbiriyle
kenetlenmiş, birbiriyle kaynaşmış,
karşılıklı yardımlaşma ve
dayanışma içinde bulunan gerçek bir kitle haline
getirmesi isteniyordu. Kuşkusuz konunun hükmü ile ya da
devletin buyrukları ile olmayacaktı bu iş. İçten
gelen bir dürtü ile, ïnsanların normal hayatlarında
alışık oldukları her şeyi silip süpüren
bir bilinç kabarması ile gerçekleşecekti.
İşte islam toplumu devlet düzenine ve rejimin gücüne
dayanamadığı sıralarda bu temele
dayanmıştı.
Muhacirler, kendilerinden önce Medine'yi bir iman yurdu haline
getiren ensara konuk oldular. Ensar da evlerini, kalplerini ve
mallarını peşkeş çekerek muhacirleri karşıladılar.
Onları barındırmak için birbiriyle yarıştılar,
muhacirleri konuk etmek hususunda o kadar birbirleri ile çekiştiler
ki, bir muhaciri ancak kur'a ile bir ensariye konuk etmek mümkün
olmuştu. Çünkü muhacirlerin sayısı, onları
barındırmak isteyen ensardan azdı. Fıtri
cimrilikten, gösteriş ve riyadan uzak, gerçek bir
mutlulukla, gönül hoşnutluğu ile isteyerek her
şeylerini onlarla paylaştılar.
Peygamber efendimiz muhacir erkeklerle ensar erkekleri
arasında kardeşlik bağı oluşturdu. Bu
kardeşlik, inanç sahipleri arasındaki
dayanışma tarihinde eşine rastlanmayan bir
bağdı. Bu kardeşlik, kan kardeşliğinin
yerini aldı. O da miras, diyet ve benzeri soy
bağından kaynaklanan diğer hak ve yükümlülükleri
kapsıyordu.
Bilgide bu bilinç yüksek bir zirveye ulaşmıştı.
Müslümanlar bu yeni ilişkiyi büyük bir ciddiyetle
benimsemişlerdi. -Onların bu tutumları islamın
getirdiği bütün prensiplere karşı
takındıkları tavrın aynısıydı-.
Bu bilinç islam toplumunu oluşturma ve onu kuşatma açısından
yerleşik bir devlet düzeninin, oturmuş bir yasama gücünün,
otoriter bir rejimin işlevini görmüş, hatta ondan
fazlasını başarmıştı. Bu tür
istisnai ve karmaşık koşullarda bunun gibi yeni
doğmuş bir toplumu korumak ve onları bir arada
tutmak için bunun gibi bir uygulama zorunluydu.
Bu tür duygusal yönü ağır basan istisnai
uygulamalar, benzeri koşullarla karşı
karşıya kalan toplumların organik
oluşumlarını tamamlamaları için zorunludur.
Yerleşik bir devlet sistemi, oturmuş bir yasama gücü
ve toplumun yaşaması, gelişmesi ve korunması için
gerekli olan güvenceleri yeterince sağlayan otoriter bir
rejim meydana gelene kadar bunun gibi istisnai uygulamalara
başvurmak gerekir. Bu durum doğal durumlar ve
uygulamalar ortaya çıkma imkanı bulana kadar sürer.
Kuşkusuz islam, -bu tür duygusal yönü ağır
basan uygulamaları her zaman içermekle beraber, bu duygunun
kalpteki kaynağının her zaman açık, her zaman
artar durumda ve her an için fışkırmaya
elverişli olmasını öngörmekle beraber toplumsal
yapısını insan ruhunun normal gücüne dayandırmayı
ister, istisnai heyecanlanmalara değil. Duygusal yönü ağır
basan uygulamalar istisnai dönemlerde işlevlerini yerine
getirdikten sonra yerlerini doğal akışa terk
ederler. Özel zorunluluk dönemi sona erince normal düzen
devreye girer.
Bu yüzden Kur'an-ı Kerim Bedir savaşından sonra
durumun yavaş yavaş normalleşmesinden, islam
devletinin otoritesini pekiştirmesinden, sosyal rejimin
gitgide yerleşmesinden, rızık edinme için makul
şartların oluşmasından, büyük Bedir savaşının
ardından sefere çıkan seriyyelerin herkese yetecek
kadar bol ganimet elde etmelerinden, özellikle sürgün edilen
yahudi Beni Kaynuka kabilesinden geride kalan bol servetten sonra...
Evet Kur'an-ı Kerim bu tür güvencelerin artması ile
birlikte muhacir ve ensar arasında başlatılan
kardeşlik uygulaması, kan ve soy bağından
kaynaklanan yükümlülükleri açısından geçersiz kılmıştır.
Ama bu kardeşliğin sevgi ve duygusal yönü korunmuştur.
İhtiyaç duyulduğunda tekrar yürürlüğe konulsun
diye. Bundan sonra islam toplumunda bütün işler doğal
durumuna döndürülmüştür. Örneğin miras ve
diyetlerde yardımlaşma kan ve soy
akrabalığına özgü kılınmıştır.
-Nitekim yüce Allah'ın ezeli kitabına ve doğal
yasasına göre aslolan budur-. "Akraba olanlar miras
hususunda Allah'ın kitabına göre birbirlerine
muhacirlerden ve ensardan daha yakındır.
Dostlarınıza yapacağınız uygun bir
vasiyet bunun dışındadır. Bunlar kitapta
yazılmıştır."
Aynı sırada Peygamber efendimizin genel anlamda mü'minler
adına karar verme yetkisi ve bu yetkinin kan
akrabalığından, hatta insanın kendi kendine
olan yakınlığından daha öncelikli olduğu
vurgulanmıştır: "Peygamber, mü'minlere
canlarından ileridir." Bu arada Peygamber
efendimizin eşlerinin bütün mü'minlerin manevi annemleri
oldukları belirtilmiştir: "Onun eşleri de mü'minlerin
anneleridir."
Peygamber efendimize verilen bu yetki, hayat sistemini ve
hareket metodunu bütün yönleriyle belirlemeyi kapsayan genel
bir yetkidir. Bu konuda mü'minler bütünüyle Resulullah'ın
buyruğuna uymakla yükümlüdürler. Hz. Peygamberin yüce
Allah'tan aldığı vahiy doğrultusunda kendileri
için seçtiği hayat sistemini seçmekten başka seçenekleri
yoktur: "Sizden biriniz arzusunu benim getirdiğim
vahye uydurmadıkça mü'min değildir."
Bu yetki, bu önceliklilik mü'minlerin duygularını
da kapsıyor. Çünkü Hz. Peygamberin şahsı onlara
kendilerinden daha sevgili olur. Onu bırakıp kendilerini
tercih etmezler. Kalplerinde hiçbir kişi ya da hiçbir
şey Hz. Peygamberden ileri olamaz. Bir sahih hadiste
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Beni
kontrolünde tutan Allah'a andolsun ki, sizden biriniz, beni
kendisinden, malından, evladından ve bütün insanlardan
daha çok sevmedikçe mü'min olamaz." Yine bir başka
sahih hadiste belirtildiğine göre Hz. Ömer (r.a) "Ya
Resulallah, Allah'a andolsun ki, kendimin dışında
seni her şeyden çok seviyorum" demiş. Bunun
üzerine Peygamber efendimiz "Hayır ya Ömer, beni
kendinden daha çok sevmedikçe olmaz" buyurmuştur.
Ardından Hz. Ömer: "Ya Resulallah, Allah'a andolsun
ki, seni kendim dahil her şeyden çok seviyorum" demiş,
Peygamberimiz de "Şimdi oldu ya Ömer" buyurmuştur.
Bu sadece dille söylenen bir söz değildir. Yüce
bir makamdır bu. Kendisini bu erişilmez, bu
aydınlık ufka ulaştıracak dolaysız,
direkt bir temas olmadığı sürece bir kalp buraya
erişemez. Buraya eriştikten sonra kalp
şahsının cazibesinden, benliğinin her
noktasına, her büklümüne işlenmiş kendisine yönelik
derin sevgiden sıyrılır. Çünkü insan kendi
şahsını ve kendi şahsı ile ilgisi bulunan
her şeyi sever. Bu sevgi insan düşüncesini, idrakini aşan
boyutlardadır. Zaman zaman insan duygularını
yendiğini, nefsini tatmin ettiğini, kendi
şahsına yönelik aşırı sevgiyi kontrol
altına aldığını düşünür. Oysa
onurunu zedeleyecek şekilde kendisine dokunulduğu zaman,
kendisini yılan sokmuşçasına yerinden kalkar. Bu
onur kırıcı dokunuş
karşısında büyük acı duyar ve tepkisine
engel olamaz. Çünkü insanın kendi şahsına yönelik
sevgisi duygularında ve benliğinin derinliklerinde
gizlidir. İnsan nefsini tüm hayatın feda etmeye
razı edebilir, ancak kendisini küçük düşürücü,
veya herhangi bir özelliğini ayıplayıcı,
yahut karakterini eleştirici yada bir niteliğini,
eksikliğini vurgulayıcı tarzda kişiliğine
dokunan bir davranışı kabul etmeye razı etmesi
son derece güçtür.
Bu konuda aşırıya kaçmadığını,
yada fazla etkilenmediğini ileri sürmesine rağmen...
İnsanın kendi şahsına yönelik derin sevgisini
yenmek, dille söylenebilecek bir söz değildir. Daha önce
de söylediğimiz gibi bu, yüce bir makamdır.
Dolaysız ve manevi bir temas veya uzun süreli bir çaba,
yahut sürekli bir egzersiz, ya da Allah'ın yardım ve
desteğini hakkeden kesintisiz bir uyanıklık ve
samimi bir istek olmadığı sürece insan kalbi bu
yüce makama erişemez. Bu, Peygamber efendimizin
nitelendirdiği gibi en büyük cihattır. Bu konuda Hz.
Ömer'in -düzeyi ne olursa olsun- Peygamber efendimizin uyarısına
muhtaç olması meselenin önemini ortaya koyması
bakımından yeterli bir örnektir. Bu tertemiz kalbi
açan, Peygamberimizin dolaysız, uyarı amaçlı
teması olmuştur.
Peygamber efendimize verilen bu yetki mü'minlerin
yükümlülüklerini de kapsar. Bir sahih hadiste Peygamber
efendimiz şöyle buyuruyor: "Beni dünya ve ahirette her
şeyden üstün ve kendisine daha yakın görmeyen bir
mü'min yoktur. İsterseniz "Peygamber, mü'minlere
canlarından ileridir" (Ahzab, 6) ayetini okuyun.
Şu halde herhangi bir mü'min geride bir mal bırakırsa,
soyundan olan kimseler ona mirasçı olsunlar. Şayet bir
mü'min ölürde geride bir borç bırakırsa ya da
ailesine bakacak kimsesi yoksa bana getirsinler. Çünkü ben onun
yakınıyım." Yani bu adam borçlu ölmüş
ve borcunu karşılayacak kadar malı da yoksa Hz.
Peygamber onun borcunu ödeyecektir. Eğer kendilerine
bakamayacak yaşta iseler çocuklarının
bakımını üstlenecektir.
Bunun dışında hayat, doğal temellerine
dayanır. Bunun için de duygusal yönü ağır basan
ve istisnai durumlarda başvurulan uygulamalara gerek yoktur.
Bununla beraber kardeşlik uygulamasının iptal
edilmesinden sonra dostlar arasındaki sevgi
kalıcıdır. Bir dostun dostuna ölümünden sonra
mirasından pay verilmesini vasiyet etmesine ya da
sağlığında bir şeyler hibe etmesine engel
oluşturacak bir hüküm söz konusu değildir: "Dostlarınıza
yapacağınız uygun bir vasiyet bunun
dışındadır."
Bütün bu uygulamalar en başta gelen kulpa
bağlanıyor ve bunun yüce Allah'ın ezeli
kitabında yer alan iradesi olduğu vurgulanıyor: "Bunlar
kitapta yazılmıştır." Böylece
kalpler yatışıyor, sakinleşiyor; bütün
yasamaların ve düzenlemelerin kâynağı olan büyük
temele sarılıyor.
Bununla hayat doğal temelleri üzerinde normal
şeklini alıyor. Kolay ve rahat bir şekilde yoluna
devam ediyor. Fert ve toplumların hayatında son derece
sınırlı olan kimi istisnai durumların
dışında normalde ulaşılmayacak olan yüksek
ufuklara bağlı kalmıyor.
Sonra islam, müslüman toplumun hayatında yine bu tür
bir zorunluluk baş gösterdiğinde tekrar coşsun,
tekrar kaynasın diye bu coşkun kaynağın
kurumamasını istemiştir.
Yüce Allah'ın ezeli kitabında yazılan hükmü
ve o yönde gelişen iradesi münasebetiyle, kalıcı
bir yasa olsun, her zaman için geçerli bir hayat sistemi olsun
diye, yüce Allah'ın genelde bütün Peygamberlerle, özelde
de Peygamber efendimizle ve diğer büyük (ulul azm)
Peygamberlerle yaptığı sözleşmeye işaret
ediliyor. Bu sözleşme, Allah'ın hayat için belirlediği
sistemi omuzlamayı, ona uymayı, onu insanlara açıkça
duyurmayı, gönderildikleri milletlerin hayatına bu
sistemi egemen kılmayı öngörüyor. Bununla insanların,
Peygamberlerin açık .duyurularından sonra tüm
mazeretleri geçersiz kılındıktan sonra bizzat
kendi sapıklıklarından veya doğru yolda
oluşlarından, mü'minliklerinden veya kafirliklerinden
sorumlu olmaları hedeflenmiştir: