5- "Evlatlıkları öz babalarına nisbet
ederek çağırın, bu Allah katında en
doğru olanıdır. Şayet öz babalarını
bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve
dostlarınızdır. Yanılarak
yaptığınızda size bir günah yok, fakat
kalbinizin bile bile yaptığınızda günah vardır.
Allah çok bağışla-yan çok esirgeyendir."
Cahiliye döneminde erkek karısına: "Sen bana
anamın sırtı gibisin, yani anamın bana haram
oluşu gibi haramsın" der ve o andan itibaren
karısıyla cinsel ilişkide bulunması haram
olurdu. Sonra kadın ortada kalırdı. Ne
boşanmış sayılırdı ki bir
başkası ile evlensin, ne de normal bir eş gibi
kocasına helal olurdu. Bu durum büyük sıkıntılara
neden olurdu. Bu uygulama aynı zamanda cahiliyede kadına
karşı takınılan tavrın, ona uygulanan
baskının iğrençliğini, kadının ne büyük
zorluklara ve meşakkatlere katlandığını gösteriyor.
İslam aile ortamındaki sosyal ilişkileri yeniden
düzenleyip aileyi ilk toplumsal birim olarak tanımlayınca;
kuşaklara kaynaklık eden bu yuvaya layık
olduğu özeni ve korumayı yerine getirince
kadının omuzlarına binmiş bu ayıbı
kaldırdı, aile içi sosyal ilişkileri adalet
ilkesine dayalı olarak, taraflardan herhangi birine zorluk çıkarmadan
düzenledi. İslamın koyduğu bu kural da aynı
amaca yöneliktir: "Zihar yaptığınız (sen
bana anamın sırtı gibisin dediğiniz)
eşlerinizi, sizin anneleriniz yapmadı" Çünkü
dille söylenen bir söz pratik gerçeği
değiştiremez. Zira anne annedir, eş de
eşdir. İnsanın bunlarla olan ilişkisinin
özelliği bir cümle ile değişmez. Bu yüzden
cahiliyede olduğu gibi "zihar" yapma, annenin haram
oluşu gibi sürekli bir haramlığın sebebi
olarak kabul edilmemiştir.
Rivayete göre "zihar" geleneğinin geçersizliği
"mücadele" suresindeki ayetlerle karara bağlanmıştır.
O zaman Evs b. Samit karısı Havle binti Sa'lebe'ye zihar
yapmıştı (sen bana anamın sırtı
gibisin demişti). Bunun üzerine kadın, Peygamber
efendimize gelmiş ve "Ya Resulallah, kocam
malımı yedi, gençliğimi yedi bitirdi. Ona çocuk
doğurdum. Ne zamanki yaşlanıp çocuk doğuramaz
hale gelince bu sefer "sen bana anamın sırtı
gibisin" dedi" diyerek şikayette bulunmuştu.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Benim görüşüme
göre sen ona ha-ram olmuşsun" demişti. Kadın
bu şikayetini defalarca tekrarlamış, bunun üzerine
yüce Allah şu ayetleri indirmişti: "Ey Muhammed!
Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a
şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir:
esasen Allah konuşmanızı işitir. Doğrusu
Allah işitendir, görendir. İçinizde karılarını
`zihar' yapanlar (sen bana anamın sırtı gibisin
diyenler) bilsinler ki, karıları anneleri değildir;
anneleri ancak, onları doğuranlardır. Doğrusu
söyledikleri kötü ve asılsız bir sözdür. Allah
şüphesiz affedendir, bağışlayandır.
Karılarım zihar yoluyla boşamak isteyip, sonra sözlerinden
dönenlerin, karısı ile ilişkiye girmeden önce bir
köle azad etmeleri gerekir. Size bu hususta böylece öğüt
verilmektedir. Allah işlediklerinizden haberdardır. Azâd
edecek köle bulamayanın karısı ile ilişkiye
girmeden önce iki ay birbiri peşinden oruç tutması
gerekir. Buna gücü yetmeyen, altmış düşkünü
doyurur. Bu kolaylık Allah'a ve Peygamberine
inanmanızdan ötürüdür. Bunlar, Allah'ın koyduğu
sınırlardır; kafirler için can yakıcı
azab vardır." (Mücadele Suresi, 1-4) Bununla, zihar
yapma geçici bir süre için cinsel ilişkinin haram
oluşuna neden sayılmıştır. Sürekli bir
haram ya da boşanma nedeni olarak kabul edilmemiştir.
Kefareti de bir köle âzâd etmek. Ya da ara vermeden iki ay üst
üste oruç tutmak yahut altmış yoksulu doyurmaktır.
Bu kefaret yerine getirildikten sonra tekrar adamın
karısı kendisine helal olur. Evlilik hayatı da eski
haline döner. Böylece her zaman için geçerli olan değişmez
ve doğru hüküm pratik bir gerçeğe
dayandırılmış olur: "Zihar
yaptığınız eşlerinizi, sizin anneleriniz
yapmadı." Bu sayede aile, cahiliye döneminde
kadına reva görülen kötülüklerin ve meşakkatlerin
bir yönünü temsil eden bu tür cahiliye gelenekleri yüzünden
dağılmaktan, aile ortamındaki ilişkiler,
erkeklerin cahiliye toplumunda kabaran arzuları ve
üstünlük kompleksleri karşısında bozulmaktan,
karmaşık ya da başıboş hale gelmekten
korunmuştur.
Bu `zihar' meselesi. Evlat edinme ve evlat edinilenlerin öz
babalarında başkasına nisbet edilerek çağırılması
meselesine gelince, bu da hem aile hem de toplum
yapısında sarsılmalara neden oluyordu.
Arap toplumunda namusla ve soyla övünme geleneği son
derece yaygın ve meşhur olmasına rağmen,
herkes tarafından bilinen ünlü bir soya mensup birkaç
ailenin dışında toplum içinde övünç vesilesi
olan bu gelenekle çelişen davranışlar
sergileniyordu.
Örneğin toplumda babaları bilinmeyen çocuklar
olurdu. Herhangi bir adam bunlar arasında hoşuna giden
birisini evlat edinir, oğlu olarak çağırırdı.
Bu çocuğu soyu arasına katardı. Böylece gerçek
baba-evlat gibi birbirlerine mirasçı olurlardı.
Öte yandan babaları bilinen çocuklar da vardı.
Herhangi bir adam bunlar arasında hoşuna giden birini
kendisi için satın alır, onu evlat edinirdi. Böylece
kendi soyuna katardı. Artık o çocuk insanlar arasında
kendisini evlat edinen adamın adı ile
tanınırdı. Adamın ailesinden biri olurdu. Bu
durum daha çok savaş ve baskınlarda esir alınan
kız ve erkek çocuklar için söz konusuydu. Bunlar-dan
birini soyuna katmak isteyen birisi, onu evladı olarak çağırır,
ona kendi ismini verirdi. O da bu isimle bilinir ve öz oğulun
hak ve yükümlülüklerine sahip olurdu.
Bunlardan birisi de Zeyd b. Harise el-Kelbi idi. Zeyd bir Arap
kabilesine mensuptur. Daha küçük bir çocukken cahiliye
döneminde bir baskında esir alınmıştı.
Hakim b. Hazzam da onu halası Hatice :Allah ondan razı
olsun- için satın almıştı. Hz. Hatice
Peygamber efendimizle evlenince Zeyd'i Peygamberimize hediye
etmişti. Sonra Zeyd'in babası ve amcası gelip onu
Peygamber efendimizden istemişlerdi. Peygamber efendimiz
kararı Zeyd'e bırakmıştı. O da Peygamber
efendimizin yanında kalmayı tercih etmişti. Bunun
üzerine Peygamber efendimiz onu âzad ederek kendisine evlat
edinmişti. Bu nedenle ona "Zeyd b. Muhammed"
derlerdi. Zeyd Peygamber efendimize inanan ilk kölelerdendi.
İslam, aile içi ilişkileri doğal temelleri
üzerinde düzenlemeye, bu doğal temeller üzeriné kurulu
aile bağlarını güçlendirmeye, bu bağları
her türlü karışıklıktan ve
bulanıklıktan uzak ve açık şekilde belirtmeye
başlayınca, bu evlat edinme geleneğini geçersiz kıldı.
Soya bağlı ilişkileri yani, kan, öz babalık
ve evlatlık ilişkilerini gerçek sebeplerine
döndürerek şu ilkeyi yerleştirdi: "Evlatlıklarınızı
da öz oğullarınız gibi saymanızı
meşru kılmamıştır." "Bunlar
sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir."
Söz ise realiteyi değiştirmez. Kan bağı,
nutfenin taşıdığı soya çekim bağı,
evladın canlı babasının canlı bir parçası
oluşundan kaynaklanan doğal duygular bağı
yerine yeni bir bağ meydana getiremez.
"Allah gerçeği söyler ve O, doğru yola iletir."
Yüce Allah, batılın bulaşmadığı
kesin ve katışıksız gerçeği söyler.
Aile içi ilişkilerin ağızla söylenen dayanaksız
bir söz yerine et ve kandan kaynaklanan doğal bağlara
dayandırılması da bu gerçeğin bir
gereğidir: "O, doğru yola iletir." Yüce
Allah uyulması gereken doğru ve fıtratın temel
yasasına bağlı olan yolu gösterir.
İnsanların pratikte hiçbir anlam ifade etmeyen
sözlerle, kendi ağızları ile
oluşturdukları başka yollar bu yola duyulan
ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Yüce Allah'ın söylediği
gerçek söz ve fıtrat insanların
ağızlarıyla uydurdukları gelenekleri ortadan
kaldırır ve uyulması gereken doğru yolu gösterir:
"Evlatlıkları, öz bahalarına nisbet ederek
çağırın; bu Allah katında en doğru
olanıdır."
Çocuğun öz babasına nisbet edilerek çağırılması,
adaletin gereğidir. Kendisinden canlı bir parça olarak
dünyaya gelen çocuğun babası için bir adalettir.
Babasının adını taşıyan, ona mirasçı
olan ve mirası bırakan, onunla yardımla-şan,
gizli bir katılımla babasının devamı
sayılan, babasının ve atalarının
özelliklerini temsil eden çocuk için adalettir. Aynı
şekilde her şeyi yerli yerine koyan; her türlü ilişkiyi
fıtri temellerine dayandıran, babanın ve çocuğun
hiçbir meziyetini yok etmeyen, evladın sorumluluğunu ve
meziyetlerini gerçek babadan başkasına yüklemeyen,
yine gerçek evlattan başkasına evlatlık yükümlülüklerini
ve ayrıcalıklarını yüklenmeyen hak ilkesi
için de adalettir.
İşte aile içindeki yükümlülükleri dengeli
biçimde ayarlayan toplumsal düzen budur. Bu düzen aileyi,
realiteden destek gören ince ve kalıcı temellere
dayandırır. Aynı zamanda toplum binasını
da gerçek ve güçlü bir ilkeye dayandırır. Bu ilke
evrensel gerçeğin ifadesidir ve derin fıtri realiteyle
uyuşmaktadır. Ailenin doğal gerçeğinden
habersiz olan bütün düzenler zayıf, temelleri çürük,
iflas et-meye mahkum düzenlerdir. Bu düzenlerin yaşaması
mümkün değildir.(Komünizm, toplumsal yapı içinde
aile temelini inkar etmeye kalkıştı. Fakat büyük
bir başarısızlığa uğradı ve
uğramaya devam edecektir de. Felsefi ve ideolojik düzenin
ilkelerine rağmen insan fıtratı Rusya'da mücadeleye
başlamış ve .yavaş yavaş yeniden
egemenliğini kurup önplana çıkmaya
başlamıştır.)
Cahiliye toplumunda aile içi ilişkilerdeki
başıboşluk, soyun karışmasına ve
kimi zaman babaların bilinmemesine neden olan cinsel
anarşizm göz önünde bulundurulduğunda, islam, aile içi
ilişkileri yeniden düzenleyip toplumu da bu temele dayalı
olarak kurarken bu sorunu kolaylıkla çözümlemiştir.
Gerçek babaların bilinmesine imkan
bulunmadığı durumlarda, islam toplumu içinde doğal
hiçbir dayanağı bulunmayan evlatlık edinme yerine
din kardeşliği ve dostluğu ilkesini
yerleştirmiştir.
"Şayet babalarını bilmiyorsanız, onlar
sizin din kardeşleriniz ve
dostlarınızdır."
Bu, son derece edepli ve manevi bir ilişkidir. Bu tür bir
ilişki, mirasçı olmak, diyetlerin ödenmesinde
dayanışmak gibi belli yükümlülükler gerektirmez. -Bunlar
soy ve kan bağının gerektirdiği yükümlülüklerdir.
Nitekim evlatlıklar için de bu yükümlülükler
geçerliydi-. Bu manevi bağın burada vurgulanması,
evlatlık bağının geçersiz kılınmasından
sonra evlatlıkların toplum içinde yalnızlığa
terk edilmemeleri amacına yöneliktir.
"Şayet babalarını bilmiyorsanız" ifadesi,
bize cahiliye toplumundaki soy
karışıklığının, cinsel
ilişkilerdeki anarşizmin boyutlarını tasvir
etmektedir. İslam aile düzenini babalık temeline,
toplumsal düzeni de doğal ve sağlam aile esasına
dayandırmak suretiyle bu
karışıklığı ve bu anarşizmi
ortadan kaldırmıştır.
Soyları aslına döndürmek için gerekli çaba sarf
edildikten sonra, gerçek soyu belirleme imkanından yoksun
oldukları durumlarda mü'minler için herhangi bir sorumluluk
yoktur.
"Yanılarak yaptığınızda size bir
günah yok, fakat kalplerinizin bile-bile yaptığında
günah vardır."
Bu hoşgörünün geri planındaki gerekçe yüce
Allah'ın bağışlayıcılık ve
merhametlilik niteliklerine sahip olması, insanlara
kaldıramayacakları yükü yüklememesidir:
"Allah çok bağışlayan, çok
esirgeyendir."
Peygamber efendimiz cahiliye toplumunda yaşanan
karışıklığın tüm sonuçlarını
geçersiz kılan yeni düzenlemenin ciddiyetini vurgulamak
için gerçek soyun belirlenip doğrulanmasına büyük
özen gösterirdi. Bu yüzden gerçek soylarını
gizleyenleri küfürle nitelendirirdi. İbn-i Cerir diyor ki:
Bize Ya'kup b. İbrahim anlattı; ona da İbn-i Aliye
anlatmış; ona da Uyeyne b. Abdurrahman babasından
şöyle rivayet etmiş: Ebubekir (r.a) şöyle dedi:
Yüce Allah buyuruyor ki; "Evlatlıkları öz
babalarına nisbet ederek çağırın; bu Allah
katında en doğru olanıdır. Şayet
babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din
kardeşleriniz ve dostlarınızdır." Ben
de babaları bilinmeyenlerden biriyim. Şu halde ben sizin
din kardeşinizim. Babam dedi ki (Bu söz Uyeyne b.
Abdurrahman'a aittir): Allah'a andolsun ki, zannedersem o, babasının
bir eşek olduğunu bilseydi kendini ona nisbet ederdi.
Nitekim Peygamber efendimiz "Kim -bildiği halde-
kendisini babasından başkasına
dayandırırsa, kâfir olur." Bu özen, bu önemseme
islamın ailenin ve aile bağlarının her türlü
kuşku ve yabancı unsurdan korunmasına, ailenin her
türlü korunma, doğruluk, güçlülük ve sağlamlık
sebepleriyle kuşatılmasına verdiği öneme
uygun düşmektedir. Kuşkusuz bununla güdülen amaç,
birbiriyle kenetlenmiş, bozulmamış, temiz ve
iffetli toplum binasının sağlıklı
temellere dayandırılmasıdır.
Bundan sonra evlatlık edinme uygulaması
kaldırıldığı gibi kardeşlik sözleşmesi
de iptal ediliyor. Ancak kardeşlik uygulaması bir
cahiliye geleneği değildi. İslam, hicretten sonra
mallarını ve ailelerini Mekke'de bırakan
muhacirlerin, aynı şekilde Medine'de müslüman olmalarının
sonucu aileleri ile bağlarını koparan bazı müslümanların
durumunu pratik bir çözüm yolu ile karşılamak
amacı ile bu uygulamayı başlatmıştı.
Bunun yanı sıra Peygamber efendimizin genel anlamda müslümanlar
adına karar verme (velayet) yetkisine sahip olduğu ve bu
yetkinin, soydan kaynaklanan her türlü yetkiden öncelikli olduğu,
onun eşlerinin bütün mü'minlerin manevi anaları
oldukları vurgulanıyor.