O |
Ahkaf
|
O |
|
29- Bir zamanlar cinlerden bir topluluğu Kur'an dinlemek
üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde "Susun
dinleyin" dediler. Kur'an okuması bitince
uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler.
30- "Ey kavmimiz, dediler, biz Musa'dan sonra indirilen
kendinden öncekini doğrulayan, Hakk'a ve doğru yola götüren
bir Kitab dinledik."
31- "Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine uyun ve O'na
inanın ki Allah günahlarınızdan bir
kısmını bağışlasın ve sizi,
acı bir azabın korusun."
32- Kim Allah'ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde başına
inecek belaya engel olamaz. Onlar apaçık bir
sapıklık içindedirler.
33- Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla
yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu
görmediler mi? Evet O, herşeye kadirdir.
Sözü edilen cin grubunun sözleri -Kur'an'ı
işittiklerinde saygılı tutum takınmaları
ile birlikte- kusursuz inanmanın temel ilkelerini
kapsıyor ki onlar: Vahiy ve Kur'an'la Tevrat arasındaki
akide birliğinin doğrulanması. Kur'an'ın gösterdiği
gerçeğin itirafı, ahirete ve amellerin kiminin azaba,
kiminin bağışlanmaya neden oluşturduğuna
iman. Allah'ın yaratmak için gereken güç ve kudrete sahip
kulların tek yardımcısı olduğu ve evrenin
yaratılışı ile ölülerin diriltilmesi arasında
ilişki olduğunun itirafı. Bunlar esasen surenin tümünün
içerdiği ilkeler ve diğer bölümlerin de ele aldığı
meselelerdir. Hepsi de bir grup cinin ağzından veriliyor.
Yani insanlar aleminin dışında başka bir alem
tarafından dile getiriliyorlar.
Cinlerin sözlerini ele almadan önce, cinler ve olaya ilişkin
birkaç söz söylememiz yerinde olacak.
Kur'an'ın; bir grup cinin Resulullah'tan -salât ve selâm
üzerine olsun- Kur'an dinlemeye yöneltilmeleri olayından söz
etmesi ve cinlerin konuştukları ve
yaptıklarını aktarması, tek başına;
cinlerin varlığı, olayın gerçekten yaşanmış
olduğu, cinlerin Resulullah'ın seslendirdiği
yapısı ile konuşulan Arapçayı dinleyip
anlayabildikleri, iman etme, küfre sapma, doğru yolu bulma,
sapıklığa düşme kabiliyetinde
olduklarının kabul edilmesi için yeterlidir. Bu gerçeğin
bunun ötesinde herhangi bir güçlendirme veya pekiştirme öğesine
ihtiyacı yoktur. Zaten insan Allah'ın değişmez
olarak ortaya koyduğu gerçeğe bir eklemede bulunma
hakkına sahip değildir.
Ama biz yine de bu gerçeği, insan düşüncesi
çerçevesinde açıklamaya çalışacağız.
Çevremizdeki evren, öz nitelik ve etkileri açısından
bilmediğimiz yaratıkları güçler ve sırlarla
doludur. Biz bu güç ve sırların kucağında
yaşamamıza rağmen, çok azını
tanıyor çoğundansa habersiziz. Hergün bu sırların
bir kısmını keşfediyor, kimi güçleri de kavrıyoruz.
Bu yaratıkların bazılarını da, kimi kez
özü, kimi kez niteliği, kimi kez de salt çevremizdeki varlıkta
gözlemlenen etkileriyle öğreniyoruz.
Biz halâ yolun başlangıcındayız. Evrenin
bilinmesi yolunun. O evren ki, biz atalarımız,
dedelerimiz, çocuk ve torunlarımız onun çok küçük
bir zerresinin üzerinde yaşıyoruz. Evrenin hacmi veya
ağırlığı açısından, sözü
edilecek kadar önem taşımayan bu yer gezegeninin
üzerinde hayatımızı sürdürüyoruz.
Yolun başlangıcında olmamıza
karşın, bugün bildiklerimiz; sadece beş asır
öncesi insanının bilgisine kıyasla cinlerin
durumundan daha büyük gariplik gösterir. Beş asır
önce biri, atomun bugün sözünü ettiğimiz
sırlarına ilişkin bir şey söyleyecek olsaydı,
onun deli olduğunu veya cinlerin durumundan daha garip
şeylerden sözettiğini sanırlardı.
Bu, yeryüzünde hilafet ve bu hilafetin gerekliliği için
hazırlanan beşeri gücümüzün sınırlarını
ve yeryüzünde hilafet görevini yürütmemiz için Allah'ın
bize sırlarını açıp boyun eğer olsunlar
diye emrimize verdiklerinin çerçevesi içinde öğrenir
keşfederiz. Varlığın güçleri bize ne
ölçüde boyun eğerlerse ve sırlarını ne
ölçüde açarlarsa açsınlar; ne yapı ne de boyut açısından
bize -yani insanlığa tanınan süre ne kadar uzarsa
uzasın- Allah'ın hikmeti ve takdiri uyarınca, yeryüzünde
hilafet için gerek duyduğumuz çemberin ötesine geçmezler.
Daha çok buluş yapacak, çok şey öğreneceğiz.
Bize, yanında atom sırlarının çocuk oyuncağı
kalacağı evrenin sır ve güçlerinden bir çok
ilginçlikler açılacak. Fakat ine de biz, bilgi konusunda
insan için çizilen çemberin sınırları içinde
kalacağız. Allah'ın şu sözleri bu sınırlara
ayrıntı getirmekteler: "Size bilgiden
-yalnız yaratıcı ve yaşatıcının
bildiği bu varlığın içerdiği sır ve
gayblere kıyasla pek az bir şey
verilmiştir"(İsra suresi, 85)
"Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizler
de mürekkep olup arkasından yedi deniz daha gelip mürekkep
olsa ona yardım etse de Allah'ın kelimeleri yazılsa,
yine onlar tükenir Allah'ın kelimeleri tükenmez" (Lokman,
27)
Bu durumda bizim salt düşünsel alışkanlıklarımızın
veya bilinen deneyimlerimizin dışında olmasına
dayanarak, bilinmeyen gayp alemi ile bu varlığın
sır ve güçlerine ilişkin bir şeyin
varlığı-yokluğu ve düşünülüp-düşünülemeyeceği
konusunda kesin tutum takınmamız gerekir.
Unutmamalıyız ki biz, akıl ve
ruhlarımızın sırlarının
kavranmasını bırakalım bir yana, vücutlarımızın,
içerdiği aygıtlar ve güçlerin sırlarını
bile kavramış değiliz!
Bize açılacak program içine hiç girmeyecek sırlar
olabileceği gibi, özünün program dışı
kalıp, sadece niteliği, etkisi veya salt
varlığı bilgimize açılacak sırlar da
olabilir. Çünkü onlar yeryüzünde hilafet görevi açısından
bize yarar sağlamayacak olan sırlardır.
Allah'ın bu güç ve sırlardan bize
ayrılanı; bağışladığı gücümüze
dayanan bilgi ve deneyimlerimiz kanalıyla değil de,
doğrudan sözü aracılığı ile vermesi
durumunda bize düşen, bu bağışı şükür
ve teslimiyet içinde kabul etmektir. Onları ne eksiltir ne
artırır olduğu gibi alırız. Çünkü bu
tür bilgiyi aldığımız biricik kaynak, bize
sadece bu kadarını veriyor. Ortada bu tür sırları
alacağımız başka bir kaynak da yok!
Burdaki, Cin suresindeki -bu iki yerdeki cinlere ilişkin
ayetlerin aynı olaya ilişkin olduğu görüşü
tercih edilen görüştür- ve Kur'an'ın başka
yerlerine dağılmış olan cinlere ilişkin
diğer ayetler ve bu cinlerin Kur`an`ı dinlemeleri
olayını anlatan hadislerden cinlere ilişkin gerçeklerin
bazılarını kavrayabiliriz. Fakat daha ötesine
geçemeyiz. O gerçekler şöyle özetlenebilir:
Adı cin olan bir yaratık türü vardır.
İblisin Adem'e ilişkin sözlerinden ateşten
yaratıldıkları anlaşılmaktadır: "Ben
ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın
onu çamurdan yarattın." (A'raf suresi, 12)
Allah'ın şu sözüne göre de İblis cinlerdendir. "İblis
secde etmedi. O, cin kökenli idi ve Rabb'inin buyruğu
dışına çıktı. "
(Kehf suresi, 50)
O yaratıklar; ateşten yaratılma ve Allah'ın
İblise -ki o cindir- ilişkin "Çünkü o sizin
şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz
yerlerden onlar sizi görürler." (A'raf suresi, 27)
Anlaşıldığı üzere, onların
insanı görüp insanların onları görememeleri gibi
insanın özelliklerinin dışında başka
özelliklere de sahiptirler.
Geçen ayette `O ve soydaşlarından söz edilmesi
onların da insanlar gibi belirli toplumsal birimlerinin
olduğunu gösterir.
Allah'ın Adem ve iblise birlikte yönelttiği, "Oradan
aşağıya inin, şeytan ile siz birbirinizin düşmanısınız,
sizler belirli bir süre yeryüzünde barınacak, geçineceksiniz. "
(A'raf, 24) sözünden anlaşılıyor ki onlar bu
gezegende -nerede olduğunu bilmiyoruz- hayat sürebilecek yapıdadırlar.
Hz. Süleyman'ın -selâm üzerine olsun- emrine verilen
cinlerin yeryüzünde O'nun için çeşitli işler görmüş
olmaları da onların dünyada yaşayabilecek
yapıda olmalarını gerektirir.
Allah'ın, cinlerden doğrudan aktarma biçiminde
gelen, "Biz
göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve alevlerle
doldurulmuş bulduk ve biz onun dinlemeğe mahsus olan
oturma yerlerine oturur, gayb haberlerini dinlemeğe çalışırdık.
Artık şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetleyen
bir alev parçası bulur." (Cin
suresi, 8,9) sözü de; onların dünya dışında
da yaşayabilecek yapıda olduklarını gösterir.
Yukarıda verdiğimiz naslar, ayrıca Allah'ın
lanetli iblisle geçen konuşmasının doğrudan
aktarımı olan, "Senin izzet ve şerefine
yemin olsun ki; onların tümünü azdıracağım
yalnız onlardan ihlas sahibi kulların hariç" (Sad
suresi, 82-83) sözü ve bunların dışında
başka benzer naslar, onların insanın psikolojik
yapısına etki edebilir olup, sapıkları yönlendirme
iznine sahib olduklarını gösterir. Fakat onların
insanlara nasıl vesvese verdiklerini ve bunu hangi araçla
yaptıklarını bilmiyoruz.
Bir grup cinin Kur'an'ı dinlemesi, anlaması ve ondan
etkilenmesi gösteriyor ki; onlar insanların sesini
dinleyebilir, dillerini anlayabilirler.
Bu cin grubunun Cin suresindeki "Ve b iz,
bizden de müslümanlar var, Hak yoldan sapanlar var. Kimler
müslüman olursa işte onlar doğru yolu
aramışlardır. Yoldan sapanlar da cehenneme odun
olmuşlardır." (Cin
suresi, 14-15) sözleri ve kendileri iman ettikten sonra, iman
etmediklerini bildikleri kavimlerine imana çağırıcı
uyarıcılar olarak dönmeleri, doğru yolu bulma ve
sapıklığa düşme kabiliyetinde
olduklarını gösterir.
Cinlerin durumuna ilişkin kesin olarak bilinenler bu
kadar. Kanıta dayanmayan bir ekleme
yapılmaksızın bunlar bizim için yeterlidir.
Bu ayetler ve tercih edilen görüşe göre Cin suresinin
tümünün ele aldığı olayın durumuna gelince,
bu konuda birçok rivayet gelmiştir. En
sağlıklılarını buraya alıyoruz:
Buhari, Müslim, İmam Ahmed, İmam Hafız Ebu Bekr
El-Beyhaki İbn. Abbas -Allah ondan razı olsun- çıkışlı
olarak şu haberi veriyorlar: İbn. Abbas "Resulullah
ne cinlere Kur'an okudu nede onları gördü. Resulullah
arkadaşlarından bir grupla, Ukaz panayırına
gitmek üzere yola çıkmıştı. Bu esnada
şeytanlarla gökten gelen haber arasına bir engel
giriyor ve üzerlerine alev gönderiliyor. Onlar da kavimlerine
geri dönüyorlar. Kavimleri onlara: Neyiniz var? diye sorduklarında,
onlar: Gökten gelen haberle aramıza girildi ve üzerimize
alev gönderildi karşılığını
veriyorlar. Dinleyenler: Sizinle gökten gelen haber arasına
giren, yeni oluşan bir olaydan başka şey olamaz.
Gidip dünyanın doğusunu batısını
araştırın bakalım, gökten gelen haberle aranıza
giren nedir? dediler. Bunun üzerine, gökten gelen haberle onların
arkasına giren engelin ne olduğunu, dünyanın her
yerinde araştırmak üzere yola koyuluyorlar.
İşte araştırmaya çıkanlar arasından
Tihame'ye yönelen grup, Ukaz panayırına giderken
`Nahle'de konaklayan Resulullah'a arkadaşlarıyla sabah
namazını kılarken denk geliyorlar. Okuduğu
Kur'an'ı işittiklerinde dinliyorlar ve "Allah'a
yemin olsun, gökten gelen haberle aranıza giren işte
bu" diyorlar İşte ordan kavimlerine döndüklerinde:
"Ey
kavmimiz: `Biz
harikulade güzel bir Kur'an dinledik. Doğru yola iletiyor,
O'na inandık. Artık Rabb'imize hiç kimseyi ortak koşmayacağız"
(Cin suresi, 1-2)
diyorlar. Ardından yüce Allah, Peygamberimize "De
ki: `Bana vahyolundu ki, cinlerden bir topluluk Kur'an'ı
dilediler"le başlayan ayetlerini indiriyor. Ona
vahyedilen cinlerin sözlerinden başkası değildir.
Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi -taşıma zinciri ile
birlikte- Alkame'den vermişler. Alkame: "İbni
Mesud'a -Allah ondan razı olsun- `cinlerin denk geldiği
gece sizden Resulullah'a -salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlık
eden biri var mıydı?' dediğimde şunları
anlattı:"Bizden kimse O'na arkadaşlık etmedi,
fakat biz bir gece O'nunla birlikte idik, O'nu kaybettik.
Vadilerde dağ yollarında O'nu aradık
bulamayınca: Kaçırıldı veya suikaste
uğradı dedik ve geceyi çok sıkıntılı
geçirdik. Sabahleyin bir de baktık Hira yönünden geldi. Ya
Resulallah, sizi kaybettik, aradık bulamadık,
bulamayınca çok sıkıntılı bir gece geçirdik,
dediğimiz de: "Bana cinlerden bir davetçi geldi, onunla
gittim, onlara Kur'an okudum" dedi. Sonra bizi götürüp
kendileri ve ateşlerinin izlerini gösterdi. O'ndan yiyecek
istemişler O da: "Üzerine Allah'ın adı
anılmış elinize geçen her kemik et olarak tam
sizin yiyeceğinizdir. Deve veya tırnaklı hayvan
pisliği de hayvanlarınızın
yiyeceğidir" demiş, ardından da "Siz
onlarla taharet almayın çünkü onlar kardeşlerinizin
yiyeceğidir" demiş" dedi.
İbni İshak -İbni Hişam `El-Siyre'de
vermiş- cinlerin Kur'an'ı dinlemesi olayının
Resulullah Taif gezisinden dönerken gerçekleştiğini
bildiriyor. Peygamberimiz amcası Ebu Talib'in ölümünün
ardından, Mekke'de kendisi ve müslümanlara eziyetin artması
üzerine, Sakif kabilesinden yardım istemek için Taif'e
gitti. Sakif kabilesi O'nun isteğine çok kötü karşılık
verdi ve çocuklarla ayak takımını O'na
karşı kışkırttı. Onlar da
Peygamberimizi taşa tutarak, mübarek ayaklarını
yaralayıp kanattılar. Bunun üzerine şu güzel,
derin anlamlı ve etkileyici yakarış ile Rabb'ine yöneldi:
"Ey Allah'ım; gücümün zayıflığını,
becerimin azlığını ve insanlar
karşısında etkisiz kalışımı
sana şikayet ederim. Ey merhametlilerin merhametlisi,
ezilenlerin ve benim Rabb'im sensin. Beni kime
bırakacaksın, bana uzaktan surat asana mı, yoksa
üzerime egemen kıldığın bir düşmana
mı? Eğer bana kızgınlığın
yoksa, başka şeye aldırmam. Fakat senden gelecek
afiyet beni daha çok rahatlatır. Üzerime kızgınlığını
indirmen veya hoşnutsuzluğunun üzerime inmesinden;
karanlıkların aydınlanması ve dünya ile
ahiretin durumlarının düzelmesini sağlayan yüzünün
nuruna sığınırım. Senin yolunda her
sıkıntıya katlanırım, yeter ki razı
ol. Senden başka güç, beceri sahibi yoktur.
Sonra, Sakif kabilesinin yardım yapmasından umut
kestiğinde Resulullah Mekke'ye dönmek üzere Taif'ten ayrıldı.
Nahle'deyken gece namazına durduğu esnada Allah'ın
sözünü ettiği bir grup cin O'na denk geldi. Bana söylendiğine
göre onlar yedi cindi. O'nu dinlediler. Namazı
bitirdiğinde kavimlerine dönerek onları uyardılar.
Kendileri dinlediklerini benimseyip iman etmişlerdi.
İşte Allah onların haberini, Peygamberimize: "Bir
zamanlar cinlerden bir grubu, Kur'an dinlemek üzere sana
yöneltmiştik"ten "Ve sizi acı bir azabtan
korusun"a kadar olan ayetleri ve "De
ki: `Bana vahyolundu ki, cinlerden bir grup Kur'an'ı
dinlediler"le
haşlayarak onların bu sure(Cin)deki haberlerinin
bitimine kadar olan ayetleri bildirdi.
İbni Kesir tefsirinde, İbni İshak'ın
rivayetine ilişkin şunları söylüyor: "Bu
rivayet doğrudur. Fakat cinlerin Peygamberimizi Taif dönüşünde
dinledikleri sözü, üzerinde durulması gereken bir konu. Sözü
edilen İbni Abbas'tan gelen hadisin de delalet ettiği
gibi, cinlerin Resulullah'ı dinlemeleri vahyin
başlangıcında olmuştur. Resulullah'ın
Taif'e gidişi ise, İbni İshak ve diğerlerinin
de belirttikleri gibi, amcasının ölümünden sonra ve
hicretten bir veya iki yıl öncedir. Allahu alem."
Bu olaya ilişkin başka birçok rivayet var, biz tüm
bunlar arasında İbni Abbas'tan gelen ilk önce verdiğimiz
rivayete güven duyuyoruz. Çünkü o, Kur'an'la tam bir uyum
içindedir: "De ki: `Bana vahyolundu ki, cinlerden bir
grup Kur'an'ı dinlediler... "
Peygamberimiz'in
olayı vahiy yoluyla öğrendiği kesindir. O cinleri
ne görmüş ne de hissetmiştir. Diğer yandan bu
rivayet taşıma zinciri açısından da en güçlü
rivayettir. Sonra Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- olayı vahiy yoluyla öğrendiği konusunda
İbni İshak'tan gelen rivayette onunla ittifak
halindedir. Ayrıca cinlerin niteliğine ilişkin
Kur'an'dan öğrendiklerimiz de bu görüşü
güçlendirmektedir: "Sizin şeytanı ve
adamlarım göremeyeceğiniz yerden onlar sizi görürler."
(A'raf suresi, 27)
Olayın gerçekliğinin ve mahiyetinin belirtilmesi
konusunda bu kadarı yeterlidir.
"Bir zamanlar cinlerden bir topluluk, Kur'an dinlemek
üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde birbirlerine:
`Susun, dinleyin' dediler. Okuma bitirilince de
uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler."
İfadeden anlaşıldığı üzere, bu
cin grubunun Kur'an'ı dinlemeğe yönelmeleri rastlantı
olmayıp Allah'ın düzenlemesi sonucu gerçekleşmiştir.
Diğer bir deyişle, cinlerin önceden Hz. Musa'nın
peygamberliğini öğrendikleri gibi, son
peygamberliğin haberini de öğrenmeleri bir
kısmının iman ederek, insan şeytanları için
hazırlanmış olduğu kadar cin
şeytanları için de hazırlanmış olan
ateşten kurtulmalarının Allah'ın takdirinde
olması dolayısıyla bu olay gerçekleşmiştir.
Metin bu grubun -sayıları üçle on arasındadır-
Kur'an'ı dinlerkenki görünümlerini çizerek,
psikolojilerinde meydana gelen ürperme, etkilenme ve baş
eğmişliği tasvir ediyor: "O'na
geldiklerinde birbirlerine: `Susun, dinleyin' dediler". Dinleme
süresince ortama tümüyle bu söz egemen oluyor.
"Okuma bitirilince de uyarıcılar olarak
kavimlerine döndüler..."
Bu da diğeri gibi, Kur'an dinlemenin psikolojilerine
etkisini tasvir ediyor. Görüldüğü gibi sonuna kadar
susarak dikkatle dinliyorlar. Okuma bittiğinde beklemeden
kavimlerine koşuyorlar. Çünkü ruhları ve
duyguları ondan; onun duyurulması ve onunla uyarma
konusunda, sessiz kalma veya oyalanmaya güç yetirilmez bir yük
yüklenmişlerdir. Bu; duygu ve düşüncesi, onu
kendisinin gerektirdiklerine göre hareket etmeye, durumunun
gereklerini eksiksizce üslenmeye, ciddiyetle, özenle başkalarına
duyurulmasına iten ezici etkinlikte yeni bir şeyle dolan
kimsenin durumudur:
"Ey kavmimiz dediler, biz Musa'dan sonra indirilen,
kendinden öncekileri doğrulayan, Hakk'a ve doğru yola götüren
bir kitap dinledik:'
Hızla kavimlerine dönerek: Biz Musa'dan sonra indirilen,
temel ilkeleri açısından Musa'nın
kitabını doğrulayan yeni bir kitap dinledik
diyorlar. Bundan anlaşılıyor ki onlar Musa'nın
kitabını biliyorlardı. Dolayısıyla
Kur'an'dan salt birkaç ayet dinlemekle iki kitap arasındaki
bağlantıyı kavrıyorlar. Dinledikleri ayetlerde
Musa'nın ve kitabının sözü geçmemiş de
olabilir. Fakat yapıları onların Musa'nın
kitabının kaynağından olduklarını
ele vermektedir. Göreceli olarak insan hayatının
etkenlerinden uzak olan cinlerin, Kur'an'ın ayetlerini salt
tatmakla böyle bir tanıklıkta bulunmaları, yol göstericilik
ve doğrudan etkileme öğeleri içerir.
Sonra, duygularının etkilenişini ve
vicdanlarının ona ilişkin hissettiklerini şöyle
dile getiriyorlar:
"Hakk'a ve doğru yola götürüyor."
Kur'an'daki hak ve hidayet vurgusu çok etkilidir. Körelmemiş
bir kalbin ona dayanması düşünülemeyeceği gibi;
inatkar, kendini beğenmiş ve iğrenç havailikle eli
kolu bağlı olmayan ruhun da ona direnmesi mümkün değildir.
Diğer yandan bu kalplere ilk kez dokunmasına
karşın, bakıyoruz onlar hemen böyle bir tanıklıkta
bulunuyor, onun kendilerini etkilemesini böyle dile getiriyorlar.
Ardından, uyarmaları konusunda mutlaka yerine
getirmeleri gereken bir görevleri olduğuna inanarak
coşku ve iç yatışkanlığı cesareti içinde
kavimlerini uyarmaya koyuluyorlar:
"Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine uyun. O'na inanın
ki Allah günahlarınızdan bir kısmını
bağışlasın ve sizi, acı bir azabtan
korusun. "
Bu kitabın yeryüzüne inişini, insan ve cinlerden
ulaştığı herkes için Allah'tan bir çağrı
ve Hz. Muhammed'i de -salât ve selâm üzerine olsun- salt Kur'an
okuması ve insanlarla cinlerin onu dinlemesine dayanarak
Allah'a çağıran davetçi kabul ederek kavimlerine
sesleniyorlar: "Ey
kavmimiz, Allah'ın
davetçisine uyun ve O'na inanın."
Sözlerinden ahirete inandıkları da
anlaşılıyor. Görüldüğü gibi, inanma ve
Allah'ın çağrısına uymanın, günahların
bağışlanması ve azabdan korunmayı
sağlayacağını biliyor, bu bildikleriyle de
kavimlerini uyarıyor, müjdeliyorlar.
İbni İshak, cinlerin sözlerinin bu ayetin sonuna
gelindiğinde bittiğini söylüyor. Fakat sözün akışı
gelen iki ayetin de bu grubun sözleri olduğunu gösteri-yor.
Biz bunu tercih ediyoruz, özellikle de gelen ayeti:
"Kim Allah'ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde başına
inecek belaya engel olamaz. Onlar apaçık bir
sapıklık içindedirler."
Görüldüğü gibi, ayet bu grubun kavimlerine
yönelttikleri uyarmalarının doğal
tamamlayıcısı görünümündedir. Onlar
kavimlerini, çağrıya uymaya ve inanmaya çağırdıklarına
göre; onlara, çağrıya uymamanın sonucunun çok
kötü olacağı, çağrıya uymayanın,
Allah'ı ona bela indirip acı azabı taddırmadan
aciz bırakamayacağı, onun Allah'tan başka,
başarıya ulaştıracak veya yardım edecek
dostlar da bulamayacağı ve bu hakka yüz çeviren sapıkların
doğru yoldan uzaklaşmış olduklarının
açık olduğunu açıklamaları tercih edilir bir
durum olarak görünüyor.
Kurtulacakları veya hesaba çekilip sonucuna göre karşılık
görmenin olmadığı hesabı ile Allah'ın
çağrısına uymayanların tutumuna duyulan
şaşkınlığı dile getiren, onun
ardından gelen ayet de onların sözlerinden olma
ihtimali gösteriyor:
"Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla
yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeğe de kadir
olduğunu görmediler mi? Evet O her şeye kadirdir."
Bu, surenin başında ele alınan, gözlemlenen
varlık kitabına dönüştür. Kur'an üslubu; surede
doğrudan verilen görüşle, hikaye içinde gelen görüş
arasında bu tür ardarda gelişleri çokca içerir.
Böylece aynı gerçeği dile getiren iki kaynak
arasındaki paralellik ortaya konulmuş olur.
Göklerle yerin oluşturduğu bu görkemli yaratıktan
başlamak üzere varlık kitabı bütünüyle yaratıcı
kudrete tanıklık eder ve insan hissine ölümden sonra
diriltilmenin kolaylığını ilham eder.
Vurgulanmak istenen bu diriltmenin gerçekliğidir. Bu gerçeğin
zihinlere yerleştirilmesi konusunda en etkin yöntem de
meselenin soru cevap üslubuyla dile getirilmesidir. Ardından
kapsamlı yorum geliyor: "O her şeye
kadirdir". Görüldüğü gibi ölümden sonra
diriltme ve başkaları, olmuş olacak her şeyi
kapsamına alan bu kudretin çerçevesi içine girmektedir.
|
|
O |
|
O |
|