O |
Ahkaf
|
O |
|
7- Ayetlerimiz onlara açıkca okunduğu zaman inkar
edenler kendilerine gelen gerçek için: "Bu apaçık bir
büyüdür" derler.
8- veya "Onu Muhammed uydurdu"derler. De ki: "Eğer
ben onu uydurduysam, beni Allah'a karşı hiçbir
şekilde savunamazsınız O Kur'an için yaptıklarınız
taşkınlıkları daha iyi bilir. Benimle sizin
aranızda şahid olarak Allah yeter. O,
bağışlayandır, merhamet edendir."
9- Ey Muhammed! De ki: "Ben Peygamberlerin ilki
değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri
bilmem; ben sadece bana vahyedilene uyuyorum. Ben sadece apaçık
bir uyarıcıyım."
10- De ki: "Hiç düşündünüz mü: Eğer bu
Kur'an Allah katından olduğu halde siz onu
tanımamışsanız;
İsrailoğullarından bir şahid de bunun
benzerini Tevrat'ta görüp inandığı halde siz
inanmaya tenezzül etmemişseniz durumunuz nice olur? Şüphesiz
Allah, zalim bir toplumu doğru yola iletmez."
11- İnkar edenler inananlar için: "Eğer
İslam iyi bir şey olsaydı, onlar ona uymada bizi geçemezlerdi"
derler. Onlar doğru yola girmedikleri için de "Bu, eski
bir uydurmadır" derler.
12- Kur'an'dan önce, Musa'nın kitabı Tevrat, bir
rahmet ve rehberdi. Bu Kur'an, zulmedenleri uyarmak ve güzel
davrananlara müjde olmak ütere arap diliyle indirilmiş,
kendinden öncekileri doğrulayan bir Kitab'dır.
Vahiy meselesine, onların vahye ilişkin dillerinde
sakız ettikleri sözlerinin değersizliği ve ona
karşı tutumlarının çirkinliğini
belirterek başlıyor. Vahiyle gelenler,
karışıklık, kapalılık ve kuşku
içermeyen "apaçık" ayetler, vahiy olayı da
yine kuşku içermez `hak' iken onlar, bu ayetlere: "Bu
apaçık bir büyüdür" diyorlar. Oysa hakla büyü
birbirine ne kadar uzaktırlar. Bu iki unsur asla bir yerde
kesişmezler ve benzerlik içermezler.
Onların ne bir şüpheye ne de bir kanıtın
delaletine dayanmayan tekerlemeleri ve çirkin iddialarına
başlangıçtan itibaren hücum işte böyle başlıyor.
Ardından geveleyip durdukları "Onu uydurdu"
tekerlemelerine geçiyor...
Görüldüğü gibi Kur'an onu, söylenmesi imkansız
veya uzak bir ihtimal imajı vererek haber kipinde değil
de soru kipinde veriyor:
"Yoksa onu uydurdu mu diyorlar?"
Demek büyüklenme onları, bu akla hayale sığmaz
tekerlemeyi söylemeye götürüyor ha!
Peygamberimize onlara Rabbi, görevi ve tüm bu varlıktaki
güç ve değerlerin gerçeğine ilişkin bilincinden
kaynaklanan peygamberlik edebine yaraşır biçimde cevap
vermesini telkin ediyor:
"De ki: `Eğer ben onu uydurduysam, beni Allah'a
karşı hiçbir şekilde savunamazsınız; O
Kur'an için yaptığınız
taşkınlıkları daha iyi bilir. Benimle sizin
aranızda şahid olarak Allah yeter. O,
bağışlayandır, merhamet edendir."
Onlara de ki: Onu nasıl, kimin hesabına ne amaçla
uydurmuş olabilirim? Bana inanasınız ve bana
bağlanasınız diye mi uyduracağım onu?
Fakat, eğer ben onu uydurursam, Allah'tan gelecek cezaya
karşı sizin bana hiçbir faydanız olmaz ve O beni
onu uydurmama karşılık yakalayıverir. O beni,
iftirama karşılık
cezalandırdığı durumda; beni korumak ve bana
yardım etmekten aciz olduğunuza göre, benimle birlikte
olup bana uymanız, bana ne yarar sağlar?!
Bu; ne yapacağını Rabb'inden öğrenen,
varlıkta O'ndan başkasını görmeyen, O'ndan başka
güç tanımayan bir peygambere yakışır cevap
olmasının yanında mantıklıdır da.
Üzerinde düşünenler onu kavrayabileceklerdir. Eğer bu
konuda akıllarını hakem edinseler onlara bu
cevabı verecektir. Sonra onları yaptıkları ile
birlikte Allah'a havale ediyor: "O, Kur'an için yaptığınız
taşkınlıkları daha iyi bilir." Allah
onlara yaptıklarına göre karşılık
verecektir. "Benimle sizin aranızda şahid olarak
Allah yeter." Tânıklık eder, yargılar.
O'nun tanıklığı ve yargılaması
konumu gereği tek başına yeterlidir. "O,
bağışlayandır, merha met
edendir." O'nun
size acıması rahmetiyle doğru yolu göstermesi,
iman ve hidayetten önceki günahlarınızı
bağışlaması umulur.
Uyarı, korkutma ve özendirme içeren bir cevap. Kalbin
duyarlığına, tüm kaçamak yollarını
tutarak dokunduğundan dinleyenler, meselenin; müşriklerin
ciddiyetsiz tekerlemeleri ve gülünç iddialarından beri
olduğunu ve davetçinin iç dünyasında
hissettiklerinden daha büyük ve derin olduğunu
anlıyorlar.
Onlarla meselenin -vahiy meselesinin- irdelenmesini gözlemlenen
olayları başka bir açıdan sürdürüyor. Vahiy ve
peygamberliğin neyini yadırgıyorlar da büyü veya
uydurma ithamında bulunuyorlar aceleyle? Oysa durum ne
yabancılık ne de acayiplik içermemektedir:
"De ki: `Ben peygamberlerin ilki değilim. Benim ve
sizin başına gelecekleri bilmem. Ben sadece bana
vahyedilene uyuyorum; sadece apaçık bir
uyarıcıyım. "
Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ilk peygamber değildir.
O'ndan önce peygamberler geçmiş olup durumu onların
durumu gibidir. Dolayısıyla peygamberlerin ilki
değildir. O, Allah'ın peygamberliğe layık gördüğünü
bilip kendisine vahiy indirdiği bir insan olarak kendisine
emredileni insanlara duyurmaktadır. İşte
peygamberliğin özü ve yapısı budur. Peygamber
kalbi, bağlantı kurduktan sonra Rabb'ine kanıt
sormaz, kendisi için ayrıcalık istemez. Sadece yolunda
yürür, kendisine gelen vahiy doğrultusunda Rabb'inin
mesajını insanlara iletir: "Benim ve sizin
başınıza gelecekleri bilmem. Ben sadece bana
vahyedilenlere uyuyorum. "
O peygamberlik
yolunda; gaybi bildiği veya yaşadığı
toplumu müjdelediği Allah'ın mesajının
durumunun iç yüzünü bildiği için yürüyor değil,
Rabb'ine güven, iradesine teslimiyet ve direktifine boyun eğerek,
işaret ve direktife göre hareket etmekte ve adımlarını
Allah'ın sevkettiği yere koymakta-dır. Önündeki
gayb bilinmez olup sırrı Rabb'inin katındadır.
O, örtünün arkasındaki sırrı öğrenmeğe
çalışmamaktadır. Çünkü içi rahattır. Yine
Rabb'ine olan edebi de kendisine açılmayan şeyi öğrenmeye
çalışmasını meneder. Kısaca O, kendi ve
görevinin sınırları içinde durur: "Ben
sadece apaçık bir uyarıcıyım"
Bu aynı zamanda, Resulullah'ı örnek alarak Allah'a
çağrı yoluna koyulanların da tutumu olup mü'minlerin
iç rahatlığını ifade eder. Onların bu
tutumları, davetin ne sonuç vereceğini veya
geleceği bildikleri yahut davetten az ya da çok bir
şeye sahip olduklarından kaynaklanıyor değil.
Sadece görevlisi olduğu için çalışıyorlar o
kadar. Onlar Rabb'lerinden kanıt isteğinde de
bulunmazlar kanıtları kalplerindedir. Kendileri için
ayrıcalık da istemezler, ayrıcalıkları
Allah'ın kendilerini seçmiş olmasıdır sadece.
Allah'ın yol boyunca adımlarını
atacakları yerleri belirleyerek çizdiği duyarlı
çizginin dışına taşmazlar. Sonra onları
hemen yakınlarındaki bir tanıkla yüzyüze
getiriyor; onun tanıklığının önemi var.
Çünkü o vahyin yapısını bilen ehl-i
kitaptandır:
"De ki: `Hiç düşündünüz mü: Eğer bu Kur'an
Allah katından olduğu halde siz onu
tanımamışsanız;
İsrailoğullarından bir şahid de bunun
benzerini Tevrat'ta görüp inandığı halde siz
inanmaya tenezzül etmemişseniz, durumunuz nice olur? Şüphesiz
Allah, zalim bir toplumu doğru yola iletmez. "
Ayette dile getirilen, özel bir olayın doğrudan
ifadesi olabileceği gibi; İsrailoğullarından
bir veya daha çok kişinin, Tevrat'ın yapısına
ilişkin bilgisi sayesinde, Kur'an'ın
yapısının Allah katından indirilen
kitapların yapısıyla aynı olduğunu
anlayarak iman etmelerinin ifadesi de olabilir. Ayetin Abdullah b.
Selâm hakkında indiğine ilişkin rivayetler
gelmiştir. Fakat bu sure Mekke'de inmiş, Abdullah b. Selâm
ise Medine döneminde müslüman olmuştur. Sadece bu ayetin
Medine'de ve Abdullah b. Selâm'a ilişkin olarak
indiğini teyid etmek için bu ayetin Medine'de indiğini
söyleyen rivayetler olduğu gibi, bu ayetin de Mekke'de
indiği ve Abdullah'a ilişkin olarak inmediğini söyleyen
rivayetler de vardır.
Mekke'deki başka bir olaya ilişkin de olabilir. Az
sayıda olmakla birlikte Mekke döneminde de ehl-i kitaptan
bazıları müslüman olmuştur. Ümmi müşriklerin
yaşadığı bir ortamda ehl-i kitaptan
bazılarının iman etmeleri müşriklerin
yanında kıymet ifade ediyordu. Kur'an birkaç yerde bu
durumu ön plana çıkararak; bir bilgi, yol gösteren veya
aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın
peygamberi ve getirdiğini yalanlayan müşriklerin
karşısına çıkmaktadır.
Tartışmada "De ki: `Hiç düşündünüz
mü: Eğer bu Kur'an Allah katındansa... "
türü bir yöntemin uygulanması, Mekke toplumunun
psikolojisine egemen olan inat ve yanlışta
ısrarın sarsılması, içlerine korku salınması
ve yalanlama yönünde ilerlemelerine engel olunmasına yöneliktir.
Onların durumu, şöyle bir değerlendirmeye götürülmeye
çalışılıyor: Madem bu Kur'an'ın
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- söylediği gibi
gerçekten Allah katından olma ihtimali olup; doğru çıktığında
ise onlar için sonuç korkunç olacaktır. Öyle ise onlar
için en akla yatkın tutum; tüm uyarıların
başlarına gelme olasılığını içeren
bu varsayıma karşı ihtiyatlı olmaktır. Bu
durumda da ihtiyatlılığın gereği, korkunç
sonuçla yüzyüze gelmeden önce, yalanlamada acele etmeyip
çekingenlik ve tedbirlilik içinde durumu değerlendirmeleri
olacaktır. Özellikle de, bu ihtimale; ehl-i kitaptan bir
veya daha çok kişinin Kur'an'ın
yapısının kendinden önceki kitapların
yapısında olduğuna tanıklık etmesi ve
imandan zevk alma eklendiği durumda. Buna karşın
bakıyoruz ki, Kur'an'ın kendilerinden biri
aracılığı ve dilleriyle geldiği toplum büyükleniyor;
gerçekleri görmezlikten geliyor. Bu tutum; Allah tarafından
cezalandırılmayı ve yapılanların
boşa çıkarılmasını hakeden, açık
bir zulüm ve hoyrat bir şaşkınlık olan gerçeğin
çiğnenmesidir: "Şüphesiz Allah, zalim bir
toplumu doğru yola
iletmez."
Kur'an insan kalbinin; kuşkuları,
sapıklıkları ve hastalıklarına
karşılık vermek için çeşitli yollar ve
üsluplarla kaçamak yolları kapatarak her türlü yöntemle
tedaviye alıyor. Davet ve bu dine çağıranların
azığı Kur'an'ın bu çeşitli yöntemlerindedir.
Kur'an Allah katından olmasına karşın,
değindiğimiz amaca yönelik olarak konuyu doğrudan
verme yöntemini değil de kuşkuya düşürme
yöntemini kullanmaktadır. Kimi durumlarda ikna yöntemlerinden
biridir bu.
Sonra, müşriklerin Kur'an ve bu dine ilişkin
temelsiz tekerlemelerinin sunuşu konusunda ilerleyerek,
onların bu dini yalanlayıp yüz çevirmelerine dayanak
olarak ileri sürdükleri özürlerini ele alıyor, mü'minleri
küçümseyen kendilerini beğenmişlerin özürleri:
"İnkar edenler inananlar için `Eğer islam iyi
bir şey olsaydı, ona uymada bizi geçemezlerdi' derler.
Onlar doğru yola girmedikleri için de `Bu, eski bir uydurmadır'
derler."
Başlangıçta islamın çağrısına
yoksul ve kölelerden oluşan bir grup icabet ederek öncü
konumunu aldı. Bu durum, kibirlilerin önde gelenlerinin
gözünde islamın kusurluluğundan kaynaklanıyordu.
Duruma kendilerince şöyle açıklık
getiriyorlardı: Eğer bu din hayırlı
olsaydı, bunlar onu bizden iyi anlayamaz ve ona uymada bizden
erken davranamazlardı. Toplum içindeki konumumuz, kavrayışımızın
güçlülüğü ve değerlendirme yeteneğimizin
üstünlüğü gereği hayrı biz onlardan daha iyi
anlarız!..
Oysa işin asli öyle değil. Onları islamın
çağrısına uymaktan alıkoyan, ondan
kuşkulanmaları veya dayandığı gerçeklerin
içerdiği hayrı anlamamaları değil; Hz.
Muhammed'e boyun eğerek sosyal konum ve ekonomik çıkarlarını
yitir-meyi kendilerine yedirememeleri ve babaları,
ataları ve üzerinde bulundukları inanç sistemi
sayesinde şerefli oldukları boş kuruntusuydu.
İslam a koşarak gelip öncü konumunu alanların
psikolojik yapısında ise; toplumun ileri gelenlerini
islama gelmekten alıkoyan bu engellerin hiç biri
bulunmuyordu.
Temel neden kuşkusuz psikolojik eğilimler.
Onların etkisinde kalıp büyüklük kuruntusuna kapılan
insanlara; Hakka boyun eğme, fıtratın sesine kulak
verme ve kanıta teslim olma ağır geliyor. Onlara
hak ve ehline karşı, inatçı tutum takınma,
mazeret uydurma, tutarsız iddialar ileri sürme ve onlardan
yüz çevirmeyi dikte ettiren o psikolojik eğilimlerdir.
Onlar bu dikte ettirilenleri benimsedikten sonra, hiç bir
biçimde kendilerinin batıl yolda olabileceklerini kabul
etmiyor, kendilerini hayatın ekseni kılıp onun
çevresinde dönüyor ve hayatın da onun çevresinde
dönmesini istiyorlar:
"Onlar doğru yola girmedikleri için de `Bu, eski bir
uydurmadır' derler."
Başka türlü düşünmek mümkün mü?(!) Onlar
onunla doğru yolu bulamadıkları ve ona baş
eğemediklerine göre, mutlaka Hakk'ın bir kusuru
olmalı. Çünkü onların hata etmeleri düşünülecek
şey değildir. Onlar kendi nazarları veya topluma
lanse etmek istedikleri durumları açısından;
kutsal, masum ve hatasızdırlar(!)..
Vahiy ve peygamberlik meselesine ilişkin olan bu geziyi,
İsrailoğullarından bir tanığın
tanıklığında da yaptığı gibi
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kitabına
işaretle bitiriyor:
"Kur'an'dan önce, Musa'nın kitabı, Tevrat, bir
rahmet ve rehberdi. Bu Kur'an zulmedenleri uyarmak ve güzel
davrananlara müjde olmak üzere Arap diliyle indirilmiş,
kendisinden öncekileri doğrulayan bir Kitab'dır."
Kur'an, kendisi ile kendisinden önceki kitaplarla özellikle
de Musa'nın kitabi arasındaki bağlantıya
işareti tekrarlayıp durur. Bilindiği gibi
İsa'nın kitabı İncil, Tevrat'ın
tamamlayıcısı ve uzantısıdır.
Şeriat ve akidenin kaynağı Tevrat'tır. Burda
da Musa'nın kitabına `imam' adını vermekte ve
O'nu rahmetle nitelemektedir. Esasen gökten inen mesajların
tümü; rahmetin tüm anlamlarını kapsamak üzere hem bu
hayatta hem de öbür hayatta dünya ve dünyada bulunanlara
rahmettirler. "Bu da kendinden öncekileri doğrulayan
Arap dilinde bir kitaptır..." Tüm dinlerin dayandığı
ilk temeli, yöneldikleri ilahi yolu ve Rabb'ine ulaşmak için
insanlığın yöneldiği yüce yönelişi
doğrulayan bir saygın kitap.
Gelen vahyin Arapça olmasının belirtilmesi,
Araplara; bu risalet için kendilerinin, bu eşsiz Kur'an için
dillerinin seçilmiş olmasının ortaya koyduğu,
Allah'ın onlara bağışladığı
nimeti, gözetip kollaması ve önem vermesini hatırlatmak
içindir.
Ardından peygamberliğin yapısı ve görevinin
açıklanmasına geçiyor:
"Zulmedenleri uyarmak, güzel davrananlara müjde olmak
üzere"
Bu ilk turun sonunda onlara, güzel davrananların görecekleri
karşılığı tasvir ediyor, Kur'an'ın
onlara; yalnız Allah'ın Rabb'lığının
itirafı, bu inanç ve gerektirdikleri doğrultusunda
hareket etme şartı ile getirdiği müjdenin içeriğini
açıklıyor
|
|
O |
|
O |
|