1-Surat astı ve döndü.
2- Yanına âma geldi
diye.
3- Ne bileceksin sen
belki o arınacak?
4- Yahut öğüt
alacak da bu öğüt, kendisine fayda verecek.
5- Kendisini yeterli
görüp tenezzül etmeyene gelince.
6- Sen onunla
ilgileniyorsun!
7- Onun arınmamasından
sana ne?
8- Fakat koşarak
sana gelene;
9- Allah'tan
sakınarak gelmişken.
10- Sen onunla
ilgilenmiyorsun!
11- Asla olmaz böyle
şey! Kur'an ayetleri birer hatırlatmadır öğüttür.
12- Dileyen onu düşünüp
öğüt Alır.
13- Sahifeler içindedirler,
değerli, şanslı.
14- Yükseltilen ve
tertemiz tutulan (sahifeler)
15- Taşıyıcıların
ellerindedirler.
16- (Allah'a göre) değerli
ve çok iyi (yazıcı ve
taşıyıcıların).
Bu olayla ilgili olarak
inen bu yönlendirme gerçekten büyük bir olaydır. ilk
bakışta ortaya çıkanın çok ötesinde bir
büyüklüğe sahiptir. Bu ve onun yeryüzünde yerleştirmeyi
hedeflediği gerçek bir mucizedir. Onun insanlığın
hayatına bilfiil kazandırılması ve bunun
meydana getirdiği etkiler gerçekten bir mucizedir. Belki de
bu islamın ilk mucizesi ve aynı zamanda en büyük
mucizesidir. Fakat bu yönlendirme Kur'an'ın ilahi metoduna
bağlı olarak ferdi bir olaydan sonra bu şekilde
verilmektedir. Kur'an bu ilahi metodu gereği bireysel
olayları ve sınırlı ilgileri,
sınırsız gerçeği ve şaşmaz sistemi
yerleştirmek için bir fırsat bir araç olarak
kullanmaktadır.
Yoksa bu yönlendirmenin
burada yerleştirmeyi hedeflediği gerçek ve bu gerçeğin
Müslüman ümmetin hayatına yerleştirilmesinden
kaynaklanan gerçek etkiler özde, islamın kendisidir. Bu
islamın ve ondan önceki tüm semavi dinlerin mesajların
yeryüzünde ekmeye dikmeye çalıştığı
gerçeğin kendisidir. Bu gerçek bir insana nasıl
davranılacağını, insanların bir kesimine
nasıl muamele edileceğini göstermekten ibaret değildir.
Olayın ve ona getirilen yorumun ilk çağrıştırdığı
olgu bu olsa da bu gerçeğin gerçekten çok boyutlu olduğu
ve bundan daha çok önemli olduğu bir realitedir. Bu gerçek
insanların hayattaki tüm işleri nasıl düzenleyecekleri,
nasıl değerlendirecekleri ile ilgilidir. Ölçme ve değerlendirmenin
kriterlerini nereden almaları gerektiği ile ilgilidir.
Bu yönlendirmenin yerleştirmeyi
hedeflediği gerçek şudur: "Yeryüzünde yaşayan
insanlar değerlerini ve ölçülerini, yalın, semavi,
ilahi kriterlerden almalıdırlar. Bu kriterler onlara gökten
gelmelidir. Üzerinde yaşadıkları hayatın
şartları ile sınırlı
olmamalıdır. Hayatlarının düzenleri ile bağımlı
olmamalıdır. Bu düzenler ve şartlarla
sınırlı olan düşüncelerinden kaynaklanmamalıdır.
Bu gerçekten büyük bir
iştir. Aynı zamanda gerçekten zor bir iştir.
insanların yeryüzünde gökten gelen değerlerle
yaşamaları, yeryüzünün değerlerine
karşı bağımsız ve bu değerlerden
kaynaklanan baskılara karşı özgür yaşamaları
gerçekten zor bir iştir.
İnsanlığın
geniş çaplı gerçekliğini ve bu gerçekliğin
duygular üzerindeki ağırlığını gönüller
üzerindeki baskısını
kavradığımızda bu işin büyüklüğünü
ve zorluğunu daha rahat anlayabiliriz. insanların pratik
hayatlarından kaynaklanan şartların ve
baskıların hepsinden sıyrılmanın
zorluğunu düşündüğümüzde bu işi daha
rahat anlayabiliriz. insanın
karşılaştığı zorluklar, yaşam
şartlarından, hayatlarının
bağlarından, çevrelerinin geleneklerinden, tarihlerin
tortularından ve insanı sağlam bir şekilde
yere bağlayan yeryüzünün ölçülerini, değerlerini
ve düşüncelerini gönüllere ağır biçimde yerleştiren
diğer şartları hesaba
kattığımızda onlarla baş etmenin ne kadar
zor olduğunu daha iyi anlarız.
Hz. Peygamber Rabbinden böyle
bir direktif almaya ulaşması için bu konuda uyarılmaya
ihtiyaç duymasını kavradığımızda bu
işin önemini ve zorluğunu daha iyi anlayabiliriz ki yüce
Allah O'nu sadece uyarmakla kalmamış O'nu sert bir
şekilde azarlamıştır. Bu da O'nun
yaptığı işin gerçekten Hayret edilecek, akılalmaz
bir iş olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu işin veya
herhangi bir işin önemini tasvir etmek için şöyle
denmesi yeterlidir. Bizzat Hz. Peygamberin kendiside bu noktaya
ulaşması için uyarıya ve yönlendirmeye ihtiyaç
duymuştur.
Evet böyle bir uyarı
dahi yeterlidir. Zira Hz. Muhammed'in üstün kişiliği,
büyüklüğü ve yüceliği yanında yine de bu
konuda uyarıya ve direktife ihtiyaç duyuyorsa bu onun çok
daha önemli, çok daha büyük bir mesele olduğunu ortaya
koyar. İşte ilahi yönlendirmenin bu bireysel olay
nedeniyle yeryüzüne yerleştirmeyi hedeflediği ilkenin
gerçek mahiyeti budur. insanların değerlerini ve
ölçülerini yeryüzünün sosyal realitelerinden kaynaklanan, değerlerinden
ve ölçülerinden bağımsız bir şekilde gökten
almalarıdır. İşte en büyük mesele budur.
Yüce Allah'ın
peygamberler aracılığı ile insanlara gönderip
tüm değerleri kendisi ile ölçmeyi istediği kriter
budur. "Sizin Allah katında en değerliniz, en
çok takva sahibi olanınızdır." (Hucurat
13) İşte insanın
ağırlığını artıran veya düşüren
yegane değer budur. Bu yalın semavi bir değerdir.
Yeryüzünün
şartları ve durumları ile hiçbir ilgisi yoktur,
hiçbir ilgisi.
Ne var ki insanlar
yeryüzünde yaşamaktadırlar ve birbirlerine birçok bağlarla
bağlı bulunmaktadırlar ve bu bağların
kendi hayatlarında yerine göre bir ağırlığı
bir değeri ve bir çekiciliği bulunmaktadır. Sonra
insanlar soy gibi, güç gibi, mal gibi başka değerlere
de yer vermekte, günlük hayatlarında bunlarla düşüp
kalkmaktadırlar. Sonra bu değerlerin
dağılımından kaynaklanan birtakım pratik
ilişkiler de doğmaktadır. Bu ilişkilerin bir
kısmı ekonomiktir, bir kısmı ekonomik
değildir. İşte bu değerlerden insanların
birbirlerine karşı konumları
farklılaşmakta ve yeryüzünün değerlerine göre
bazıları bazılarına üstün gelmekte öne çıkmaktadır.
Sonra islam geliyor.
Onlara diyor ki: "Sizin Allah katında en
hayırlınız, en değerliniz en çok takva sahibi
olanlarınızdır." Böylece insanların
hayatında büyük değeri olan, duyguların üzerinde
ağır baskılar oluşturan ve onu etkileyici bir
cazibe ile yere bağlayan tüm değerleri elinin tersi ile
itiyor. Bunların hepsinin yerine doğrudan gökten Alınan
ve göğün ölçüsünde kabul edilen tek ölçü olan yeni
değerlere onları bağlıyor.
Sonra bu olay geliyor.
Sınırlı şartlarda meydana gelen bu hadise sözkonusu
değerin yerleştirilmesi için bir fırsat kabul
ediliyor. Bu vesile ile temel ilke belirleniyor. Ölçü göğün
ölçüsüdür. Değer göğün değeridir. İslam
ümmetinin insanların bildiği
alıştığı herşeyden elini çekmesi,
yeryüzünden kaynaklanan ilişkilerden, değerlerden, düşüncelerden
ölçülerden ve kriterlerden kurtulması gerekir ki
değerlerini yalnız gökten alabilsin. Yalnız göğün
tartısı ile tartabilsin!
Fakir ve âma bir adam
olan ibni Ümmü Mektum Hz. Peygambere geliyor. Bu arada Peygamber
Kureyş'in ileri gelenlerinden bir toplulukla meşguldür.
Onları islama çağırmaktadır. Onların Müslüman
olması ile islamın Mekke'de
karşılaştığı zorluk ve
sıkıntının hafifleyeceğini bunların
islama yararlı olacaklarını ummaktadır.
Çünkü Rebia'nın iki oğlu olan Utbe ve Şeybe
başka bir adı Ebu Cehil olan Amr ibni Hişam, Ummeye
ibni Halef ve Velid ibni Muğire'den oluşan bu büyükler
ile peygamberin yolunda duruyor. insanları ondan
uzaklaştırıyor ve ona birtakım çetin tuzaklar
kurarak açıkça onu Mekke'de dondurmak istiyorlardı. Bu
toplulukla beraber Abdülmuttalib'in oğlu Abbas da Peygamberi
dinlemeye gelmişti. Kabileye herşeyin üstünde bir değer
ve saygınlık kazandıran ve kabileye dayalı
cahili bir ortamda, bir insana kendisine en yakın çevresi ve
ona en çok bağlı olanları saygı göstermez
çağrısını kabul etmezse
dışındaki insanların bu davayı kabul
etmeleri daha da zorlaşacaktı.
Hz. Peygamber
İşte bu kadar önemli olan bu toplulukla uğraşırken
fakir ve âma adam geliyor. Burada peygamber kendisi ve çıkarı
için değil, islam ve islamın çıkarı için uğraşıyor.
Eğer bu topluluk Müslüman olursa Mekke'deki davanın
önündeki, yolundaki zorlu engeller, sivri dikenler temizlenmiş
olacak ve bundan sonra islam Mekke çevresine yayılacaktı.
Ama bu ileri gelen büyüklerin Müslüman olmasından sonra
tabi.
İşte bu
adanı geliyor ve Hz. Peygambere diyor ki: "Ey
Allah'ın elçisi, bana da oku, bana da öğret,
Allah'ın sana öğrettiklerinden."
Rasulullah'ın içinde bulunduğu şartları ve
kiminle uğraştığını bile bile bu sözlerini
tekrar ediyor. Hz. Peygamber ikide bir sözünün ve çabasının
kesilmesinden rahatsız oluyor ve adamın görmediği
yüzünde hoşnutsuzluk ifadeleri beliriyor. Yüzünü ekşitiyor
ve onunla ilgilenmiyor. Fakir ve kimsesiz olan ve kendisini bu büyük
işten alıkoyan adama aldırmıyor. Çünkü uğraştığı
şeyin ardında davası ve dini için büyük umutlar
besliyor. Aslında o bunlarla uğraşırken
dininin zafere ulaşmasını arzu etmektedir. Çağrısına
karşı samimiyetini, islamın çıkarına
bağlılığını ve onun
yayılması için aşırı isteğini
ortaya koyuyor.
İşte tam bu
sırada gök meseleye el koyuyor. Meseleye el koyuyor ki bu
konudaki kesin hükmünü belirlesin. Yolun tüm işaretlerini
ortaya koysun. Değerlerin kendisi ile ölçüldüğü
kriterleri belirlesin. Şartları ve değerlerin tümünü
bir kenara itsin. isterse bu şartlar ve değerlendirmeler
insanların ölçüleri ile belirlenen ve davanın çıkarını
gözeten ölçüler olsun. isterse bu ölçüler; insanlığın
efendisi Hz. Muhammed belirlemiş olsun.
Bu arada yücelerin
yücesi Allah'tan onurlandırılmış eşsiz
bir ahlak sahibi olan Peygamberine sert bir üslup içinde
azarlama geliyor. Bu bütün bir Kur'an içinde yakın ve
sevgili dost peygambere karşı
"kella-hayır!" kelimesinin
kullanıldığı tek yerdir. "Kella"
kavramı hitapta azarlama ve sitem anlamına gelir.
Çünkü bu bütün bir dinin kendisine dayandığı
çok önemli bir meseledir.
Kur'an-ı Kerim'in bu
ilahi azarı ortaya koyuş üslubu da eşsiz bir
üslubtur. Bunu beşeri yazım diliyle dile getirmek mümkün
değildir. Zira yazım dilinin kendisine has ilkeleri,
gelenekleri ve disiplinleri vardır. Bu da bu mesajların
doğrudan ve bütün diriliği ile bütün sıcaklığı
ile ortaya konmalarını engellemektedir. Bu konuda sadece
kullanılan üslubu, onları bu şekilde sergileme gücüne
sahiptir. Kur'an hızlı dokunuşlar, kısa
ifadeleri ile ortaya koymaktadır. Sanki bu ifadeler birer
tepkidir, hayat kokan çizgiler, parıltılar ve
hatlardır.
"Surat astı ve
döndü, yanına âma geldi diye." Sanki burada
muhataptan başka üçüncü bir şahıstan söz
edilmektedir. Bu üslupta şöyle bir incelik sezilmektedir.
Burada sözkonusu olan konu yani Allah'ın
hoşnutsuzluğu direk olarak yüce Allah peygamberine ve
sevgilisine yöneltmek istememektedir, O'na şefkatinden ve
merhametinden dolayı. Böyle hoş olmayan bir ifadeyi
O'na yöneltmeyi ikramından dolayı uygun
bulmamaktadır.
Ardından
azarlamanın kendisinden kaynaklandığı işe
işaret edildikten sonra ifade yön değiştiriyor.
Hitap şeklinde bir azara dönüşüyor. Bir ölçüde
yumuşak bir ifade ile başlıyor. "Ne
bileceksin belki o arınacak. Yahut öğüt alacak da bu
öğüt kendisine fayda verecek." Nereden bileceksin
o büyük iyiliğin gerçekleşeceğini? Senin
elindeki iyiliğe istekli olarak gelen bu fakir ve âma adamın
arınmak istediğini. Kalbinin uyanarak öğüt alacağını
ve bu öğütün kendisine yarayacağını. Bu
kalbin Allah'ın nuru ile aydınlanacağını,
göğün aydınlığını
karşılayacak yeryüzündeki bir aydınlık
kulesine dönüşeceğini. Sen nerden bileceksin? Bu
hidayete açılan her kalbin içinde iman gerçeği
yerleştiğinde meydana gelen bir olgudur ve Allah'ın
terazisinde ağır basan, büyük önemi olan da budur.
Sonra azarın ibresi
yükseliyor. Üslup ağırlaşıyor. Azarlamaya
yol açan işin gerçekten Hayret verici bir iş
olduğu dile getiriliyor. "Kendisini yeterli görüp
tenezzül etmeyene gelince sen ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından
sana ne? Fakat koşarak sana gelene Allah'tan korkarak
gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun." Sana ve
dinine karşı üstünlük taslayan getirdiğin
hidayete, iyiliğe, aydınlığa ve temizliğe
ilgi duymayan adama gelince, sen ona ilgi gösterip kendisine
önem veriyorsun. Hidayete gelmesi için uğraşıyorsun.
Senden yüz çevirdiği halde sen habire ona
mesajını takdim ediyorsun! Onun arınmamasından
sana ne? Eğer o pisliği ve kiri içinde kalmak istiyorsa
bu seni ne ilgilendirir? Sen onun günahından hesaba
çekilmeyeceksin, onunla üstün gelmeyeceksin, onun desteğiyle
ayakta değilsin. "Fakat koşarak sana
gelene" seni seçerek ve sana itaat ederek "Allah'tan
sakınarak" ve günahlardan sakınarak gelene "sen
onunla ilgilenmiyorsun!" iyiliği ve takvayı
dileyerek gelen inanmış adamla ilgilenmemek boş
işle uğraşmak diye adlandırılıyor.
Bu ise ağır bir nitelemedir.
Ardından azarın
ibresi biraz daha yükseliyor. Kesin red ve sert tepki sınırına
ulaşıyor. "Asla olamaz." Bu ifade bu
ortamda gerçekten dikkatle üzerinde durulması gereken bir
hitap şeklidir.
Sonra bu davanın gerçekliği,
yüceliği, büyüklüğü ve üstünlüğü açıklanıyor.
Hiç kimseye, hiçbir desteğe ihtiyacı
olmadığı belirtiliyor. Bu dava bizzat kendisine yönelenlere
sadece kendisini isteyenlere yönelmelidir. Bu istekli insanın
dünya ölçülerindeki değeri ve konumu ne olursa olsun. "Kur'an
ayetleri birer hatırlatmadır, öğüttür. Dileyen
O'nu düşünüp öğüt Alır. O sahifeler içindedir.
Değerli ve şanlı, yükseltilen ve temiz tutulan
sahifeler de. Bunlarda taşıyıcıların
ellerindedir. Allah katında değeri olan çok iyi yazıcı
ve taşıyıcıların." O her yönü
ile değerli, şereflidir. Sahifelerinde şereflidir,
bu tertemiz sahifeleri melekler yüceler aleminden alıp yeryüzündeki
seçilmiş insanlara ulaştırmak için taşıyıp
getirmektedir. Onu getiren meleklerde onurlu ve
arınmıştırlar. Dolayısıyla o her yönüyle,
kendisi ile ilgili her açıdan şanlı tertemizdir.
Uzaktan yakından bununla ilgili olan herşeyde öyle. Ve
o gerçekten çok değerlidir. Kendisine ihtiyaç duymadıklarını
açıkça söyleyen ondan yüz çeviren kimselere takdim
edilmez. O sadece değerini bilenler ve O'nunla arınmak
isteyenler içindir.
İşte ölçü
budur. Allah'ın ölçüsü, değerlerin ve ölçülerin
kendisi ile ölçüldüğü insanların ve konumların
kendisi ile takdir edildiği kriter budur. İşte söz
budur, Allah'ın sözü. Her sözün, her hükmün ve her
ölçünün gelip kendisine dayandığı söz.
Peki bu ilke nerede ve ne
zaman belirleniyor? Mekke'de. islamın mesajının
itildiği ve Müslümanların azınlıkta
olduğu Mekke'de. Sonra bu büyüklerle ilgilenme kişisel
bir çıkardan kaynaklanmıyor. Fakir bir âma ile
ilgilenmekte kişisel bir değerlendirmeden gelmiyor.
Herşeyin başı da sonu da davadır burada. Eni
sonu davadır bunun. Fakat İşte davanın kendisi
de bu ölçünün kendisidir. Bu değerlerin kendileridir.
Dava bu ölçüyü ve bu değerleri insanlığın
hayatına yerleştirmek için gelmiştir. Bu nedenle
bu ölçünün ve bu değerlerin belirlediklerinin
dışında hiçbir şeyle
onurlandırılamaz, güçlendirilemez, zafere
götürülemez.
Daha öncede belirttiğimiz
gibi bu tespit az önce sözü edilen kişisel olaydan ve onu
ilgilendiren konusundan çok kapsamlı ve çok önemlidir.
Burada belirlenen ilke insanların değerlerini ve
ölçülerini yerden değil, gökten almalarıdır.
Yeryüzünün kriterlerinden değil, göğün
kriterlerinden almalarıdır. "Sizin Allah
katında en değerliniz takvası en ileri
olanınızdır." Allah katında en
değerli olan ebetteki korunmaya, önem verilmeye ve ilgi
duyulmaya en çok uygun olan kimsedir. isterse bu insan insanların
yeryüzündeki hayatlarının baskısı
altında oluşan ve dünyadaki konumlarına göre
farklılık gösteren insanların
Alışageldikleri soy, güç ve mal gibi değerlerinden,
ölçülerinden ve daha akla gelen başka değerlerden
tamamen soyutlanmış olsun. Zira bu değerler imandan
ve takvadan soyutlandığı zaman hiçbir anlam ifade
etmezler. Bunlar iman ve takva uğrunda
harcandıkları takdirde ancak bir değer ve anlam
ifade edebilirler.
İşte bu olay münasebeti
ile ilahi direktifin yerleştirmeyi amaçladığı
büyük gerçek budur. Zaten Kur'an-ı Kerim metodu
gereği bireysel olayları ve dar kapsamlı uygun
zeminleri sınırsız gerçeği ve
değişmez sistemi ortaya koymak için birer araç olarak
kullanır.
Hz. Peygamberin gönlü
bu direktif ve azar karşısında üzüntüye boğulmuştur.
Bütün gücü ve bütün sıcaklığıyla ona
teslim olmuştur. İslam'ın en temel gerçeklerinden
biri olması nedeniyle bu hakikatı bütün hayatı
boyunca canlı bir şekilde yerleştirmeyi
hedeflediği gibi Müslüman cemaatin hayatına
yerleştirmeyi de amaçlamıştır.
Hz. Peygamberin bu
konudaki ilk hareketi bu olay nedeni ile kendisine gelen direktifi
ve azarı açıklaması olmuştur. Bu açıklama
gerçekten büyük ve gerçekten takdire şayandır.
Peygamberin yaşadığı şartlarda hangi açıdan
bakarsak bakalım bir peygamberden başkası bu açıklamayı
yapma cesaretini ve samimiyetini kendinde bulamaz.
Evet insanlara
işlediği bir hata yüzünden böyle eşsiz bir
şekilde ve acı ifadelerle
azarlandığını açıklamak ancak bir
peygamberin güç yetirebileceği bir iştir. Peygamberden
başka bir büyük için bu yanlışı kabul
etmesi ve gelecekte onu telafi etmesi bile yeterli olurdu. Fakat
peygamberlik başkadır. Onun yasası başka,
ilkeleri başkadır.
Bu açıklamayı
islam davetinin içinde yaşadığı bu zor
şartlar içinde Kureyş'in büyüklerine karşı
bomba tesiri yapabilecek böyle bir açıklamayı ancak
bir peygamber yapabilir. Zira bu çevre, bu ortam insanların
soyları, malları, makamları ve kuvvetleri ile
övündükleri ve piyasada bunların dışındaki
hiçbir değerin önemsenmediği bir karaktere sahiptiler.
Haşimoğlu Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu
Muhammed'e bu ortamda şöyle denmişti: "Bu
Kur'an iki şehir halkından büyük bir adama indirilmeli
değil miydi?"(Zuhruf 31) Muhammed'in soyu belli idi.
Fakat onlar Hz. Muhammed'in peygamberlikten önce bir başkanlığı,
kişisel bir liderliği olmaması nedeniyle onun
peygamberliğini red edebilecek kadar yanlış
değerlere saplanmışlardı! Sonra böyle bir
eylemin bu tür bir ortamda göğün vahyinden başka bir
yerden kaynaklanması da mümkün değildi. Bunun yerden
kaynaklanması özellikle bu zamanda bu yerden fışkırması
olacak şey değildi.
İşte bu, bu
kadar önemli bir ilkeyi yoluna koyan göğün gücüdür. Bu
ilke Hz. Peygamberin gönlü aracılığıyla onun
etrafındaki çevreye yayılmıştır. Güçlü,
köklü ve sağlam bir şekilde olaya
yerleşmiştir. Müslüman ümmetin hayatında uzun
devirler boyunca varlığını sürdürmüştür.
Bu insanlığın
bütün karakterleri ile doğuşu gibi yeniden
doğması kadar önemli idi. Değer
bakımından ondan çok daha yüce ve büyük bir anlam
ifade ediyordu. İnsanın teorik ve pratik olarak gerçekten
yeryüzünden kaynaklanan her türlü değerlerden
kurtulması, onlara karşı özgür hale gelmesi,
gökten inen başka değerlere bağlanması, yeryüzünün
tüm değerlerinden, ölçülerinden, kriterlerinden, pratik
şartlarından baskısı ve
ağırlığı bulunan gerçeğe
dayalı bağlarından ete, damara, kana ve duygulara
karışan tüm yeryüzü ilkelerinden, bağlarından
koparılması ve ayrılması sonra bu yeni
değerlerin herkes tarafından anlaşılması
kabul görüp uygulanması gerçek bir yeniden doğuşu
ifade ediyordu. Hz. Peygamberin bizzat kendi gönlünün dahi bu
noktada olgunlaşması için uyarıya ve direktife
ihtiyaç duyması, onca büyük gerçeğe
ulaşması. Ve bu büyük gerçeğin Müslümanlığın
vicdanında apaçık bir gerçeğe Müslüman toplumun
hukukunda temel bir ilkeye dönüşmesi ve uzun asırlar
boyunca Müslümanların hayatında
yankısını bulan islam toplumundaki hayatın
temel gerçeklerinden biri haline gelmesi elbette ki bir yeniden
doğuş demekti.
Biz dahi bugün bu yeni
doğuşun gerçekliğini yeteri kadar
kavrayabilmiş değiliz. Zira biz gönüllerimizde ve
vicdanlarımızda bu özgürlük gerçeğini somut biçimde
şekillendiremiyoruz. Yeryüzünden kaynaklanan konumların
ve bağlılıkların oluşturduğu
değerler, ölçüler ve kriterler öyle ezici bir ağırlıktadır
ki "ilericilik!" iddiasında bulunan bazı
felsefi ekoller yeryüzünün bu değerlerini veya bunlardan
birini, yani ekonomik düzenlemeyi insanın bütün bir gidişatını
inançlarını, sanatlarını,
edebiyatını, yasalarını, geleneklerini ve
hayata ilişkin düşüncelerinin tümünü belirlediğini
sanmışlardır. Nitekim insanın iç dünyasının
gereklerinden ve hayatın gerçeklerinden haberi olmayan azgın
bir cahillik içinde ve dar bir açıdan olayları
değerlendiren tarihi maddecilik ekolünün tarih iddialarında
olduğu gibi!
Değerlerin bu
şekilde düzenlenmesi gerçekten bir mucizedir. O zamanda ve
o şartlarda islamın eli ile gerçekleşen
insanın yeniden doğuşu mucizesidir.
Bu doğuştan
itibaren evrensel çaptaki bu büyük olayla beraber gelen değerler
egemen olmuştur. Fakat mesele Arap toplumunda ve Müslümanların
kendi işlerinde bile o kadar kolay ve basit değildi.
Fakat Hz. Peygamber Allah'ın iradesi ile ve kendisinin
Kur'an'ın değişmez direktifleri
karşısındaki ataklığından ve
sıcaklığından kaynaklanan uygulamaları ve
yönlendirmeleri ile bu gerçeği gönüllere ve hayata ekip
yerleştirmeyi iyice kökleşip dal budak salması ve
uzun asırlar boyunca işi tersine çevirme girişiminde
bulunan etkenlerin ve faktörlerin tümüne rağmen Müslüman
cemaatin hayatı şenlendirmesi için başında
beklemiş ve onu titizlikle koruyabilmiştir.
Hz. Peygamber bu olaydan
sonra ibni Ümmü Mektub'a iltifat eder ve onu korurdu. Gördüğü
her yerde ona şöyle derdi: "Hakkında Rabbimin beni
azarladığı adam. Hoş geldin, merhaba:' Hz.
Peygamber ayrıca onu hicretten sonra iki kere Medine'ye
kendisinin vekili tayin etmiştir.
Yeryüzü kaynaklı dünya
değerlerinden ve şartlarından kaynaklanan toplumsal
çevrenin ölçülerini ve değerlerini ayak altına
Alıp çiğnemek için Hz. Peygamber halasının
kızı Zeynep binti Cahş Esedi'yi azadlısı
Zeyd bin Harise ile evlendirmiştir. Evlilik ve
hısımlık gerçekten önemli ölçüde hassas bir
konudur. Özellikle de Arap toplumunda bu mesele daha da
hassasiyet taşıyordu.
Bundan önce hicretin ilk
yıllarında Müslümanları kardeş yaparken
amcası Hamza ile azadlısı Zeyd'i Halid bin Ruveyha
Has'ami ile Bilal İbni Rebah'ı kardeş
yapmıştır. Mute savaşında Zeyd'i komutan
tayin etmiştir. O'nu başkomutan
yapmıştır. ikinci komutan Cafer ibni Ebu Talip'tir.
Üçüncü komutan Abdullah bin Revaha Ensari'dir. Zeyd, Halid
ibni Velid'in de içinde bulunduğu ensar ve muhacirlerden
oluşan üç bin kişilik bir ordunun başına
tayin edilmiştir.
Hz. Peygamber bizzat
kendisi bu orduyu yolcu etmiştir. Bu savaşta her üç
komutan da şehid olmuştur. (Allah hepsinden razı
olsun.)
Hz. Peygamberin
yaptığı son işlerden biri de Üsame ibni
Zeyd'i Bizans'a karşı savaşacak bir orduya komutan
tayin etmesidir. Bu orduda ensar ve muhacirlerden büyük bir
kesim yer almıştır. iki özel dostu, iki veziri ve
Müslümanların görüş birliği ile ondan sonraki
iki halifesi Ebu Bekir ve Ömer'de bu ordunun içindedir. Onların
içinde Kureyş'in en erken islamı kabul eden ve Hz.
Peygamberin yakın dostu Saad İbni Ebi Vakkas da
vardı.
Genç yaşta ordu
komutanı tayin edilen Üsame hakkında bazı insanlar
ileri geri konuşmuştu. ibni Ömer (Allah ikisinden de
razı olsun) bu konuda der ki: Hz. Peygamber bir ordu
hazırladı ve başına Üsame ibni Zeyd'i komutan
tayin etti. Bazı insanlar onun komutan tayin edilmesini
eleştirdiler. Hz. Peygamber buyurdu ki: "Eğer siz
onun komutanlığına dil uzatırsanız
garipsemem. Çünkü siz daha önce onun babasının da
komutan tayin edilmesini eleştirmiştiniz. Allah'a yemin
ederim ki bu adam komutanlık için yaratılmıştır.
Ona en layık olan kimsedir. O insanlar içinde en çok sevdiğim
kimselerden biridir, buyurmuştur."(Buhari, Müslim,
tirmizi)
Selmani Farisi hakkında
birtakım sözlerin ortaya çıkması ve
insanların Farsçılık ve Arapçılıktan söz
etmeleri dar kapsamlı, ulusçu telkinlerin ortaya çıkması
üzerine Hz. Peygamber bu konuda kesin tavrını ortaya
koyarak bu anlayışı bir çırpıda kesip
attı ve şöyle buyurdu: "Selman bizdendir. Bizim
ailedendir." (Taberani, Hakim) Böylece göğün değerlerini
ve ölçüsünü onların kendileri ile övündükleri soy
ufuklarının önüne geçirdi. Duyarlılıkla
bağlı bulundukları dar soyculuğun
sınırlarını aştı ve onu
doğrudan kendi ailesinden saydı.
Ebuzer Gifari ile Bilal
ibni Rebah arasında Ebuzer'in dilinin sürçmesi neticesinde
"Ey kara kadının oğlu" cümlesi ile bir
soğukluk meydana geldiğinde Hz. Peygamber buna çok
öfkelenmiş ve bu öfkesini ağır ve korkunç bir
ifade ile Ebuzer'in yüzüne vurmuştur: "Ey Ebuzer!
Bardağı taşırdın. Beyaz kadının
oğlunun, siyah kadının oğluna hiçbir
üstünlüğü yoktur." (İbni Mübarek Elbir
Vessela`da az bir değişiklikle rivayet etmiştir.) Böylece
peygamber işi kökünden halletmiştir. Ya islam, ya
cahiliyye islam göğün değerleri göğün
ölçüleridir. Cahiliye ise yeryüzü kaynaklı değerler
ve yeryüzü kaynaklı ölçülerdir.
Hz. Peygamberin bu güzel
sözü bütün sıcaklığı ile Ebuzer'in hassas
kalbine ulaştı. Ebuzer son derece etkilendi ve
üzüldü. Alnını yere koydu ve Bilal alnına
basmadığı müddetçe kafasını yerden
kaldırmayacağına yemin etti. Böylece söylediği
büyük sözün günahını temizlemek istiyordu. Bilal'in
kendisi ile yükseldiği değer kazandığı
ölçü göğün ölçüsü idi. Ebu Hureyre'den gelen
rivayette deniyor ki: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ey
Bilal! islamda kendi kendine yaptığın işin en
üstününden, en güzelinden söz et bana. Çünkü ben bu gece
cennette senin ayak seslerini işittim:' Bilal de şöyle
dedi: "islamda en çok yararını umduğum
iş gece olsun, gündüz olsun tam bir abdest aldığımda,
temizlendiğimde bu abdestle Allah'ın bana verdiği
İmkan ölçüsünde mutlaka bir kaç rekat namaz kılmamdır."
(Buhari, Müslim)
Hz. Peygamber yanına
gelmek için izin isteyen Ammar ibni Yasir'e şöyle dedi:
"Ona izin verin gelsin. Temiz ve arındırılmış
insan hoş geldin." (Tirmizi) Yine onun hakkında
"Ammar iliklerine kadar imanla doludur"
buyurmuştur. (Nesei) Huzeyfe'den (Allah ondan razı
olsun) gelen rivayette Peygamberin şöyle dediği ifade
ediliyor: Sizin aranızda daha ne kadar
kalacağımı bilemiyorum. Ebu Bekir ve Ömer'e işaret
ederek benden sonraki iki kişiye uyunuz. Ammar'ın
izinden gidiniz. ibni Mesud'un size söylediklerini tasdik ediniz.
(Tirmizi)
Medine'li olmayan
insanların ibni Mesud'u Hz. Peygamberin ailesinden
sanırlardı. Ebu Musa (Allah ondan razı olsun) der
ki: Ben ve kardeşim Yemen'den geldik. Bir süre Medine'de
kaldık. ibni Mesud ve annesini Hz. Peygamberin aile
fertlerinden görüyorduk. Çünkü onlar Hz. Peygamberin yanına
o kadar çok girip çıkıyorlardı ki, O'na o kadar
bağlılardı ki biz onları akraba sandık.
(Buhari, Müslim, Tirmizi)
Azadlı kölelerden
biri olan Cüleybib için Hz. Peygamberin bizzat kendisi onu
Ensar'dan bir kadınla evlendirmek için uğraşmış,
kendisi ona kız istemeye gitmiştir. Kızın
anne-babası kabul etmeyince kız şöyle demiştir:
"Siz Hz. Peygamberin emrini geri mi çevirmek istiyorsunuz? Eğer
o buna razı olmuşsa dediğini yapın. Beni ona
verin." Bunun üzerine anne-babası da razı
olmuş ve Cüleybib'i kızları ile
evlendirmişlerdir. (İmam ahmed`in Müsned`inde Enes`ten
gelen bir hadis)
Evliliğinden
kısa bir dönem sonra şehid edildi Cüleybib. Şehid
edildiği bu savaşta Hz. Peygamber onu bizzat kendisi
aramıştır. Ebu Berze Eslemi'den (Allah ondan
razı olsun) gelen rivayette deniyor ki: Hz. Peygamber bir
savaştaydı. Yüce Allah ona savaşmadan zafer
bağışladı. Bundan sonra Hz. Peygamber:
"Aranızda göremediğimiz kimse var mı?"
diye sordu. Evet; falanı, falanı ve falanı göremiyoruz
dediler. Hz. Peygamber tekrar: "Aranızda göremediğiniz
kimse var mı?"diye sordu. Evet; falanı, falanı
ve falanı göremiyoruz, dediler. Hz. Peygamber üçüncü
olarak "Aranızda göremediğiniz kimse var
mı?" diye sordu. Hayır, dediler. Hz. Peygamber
bunun üzerine "Ama ben Cüleybib'i göremiyorum"
buyurdu. O'nu aramaya koyuldular. Öldürdüğü kişinin
yanında onu da ölü buldular. Hz. Peygamber gelip başında
durdu: "Yedi kişiyi öldürmüş, sonra O'nu
öldürmüşler. Bu adam bendendir ben de O'ndanım"
buyurdu. Sonra O'nun ölüsünü kucakladı.
Rasulullah'ın iki elinden başka bu adamın bir
tabutu olmadı. Mezarını kazdılar ve Resulallah
O'nu bizzat kendisi kabrine koydu. Bu rivayette
yıkandığından söz edilmemiştir.(Müslim)
Bu ilahi yönlendirme ve
peygamberin sergilediği bu uygulama ile insanlık böyle
eşsiz bir şekilde yeniden doğuyordu. Yeryüzünde
yaşadığı halde dünyanın
bağlarından sıyrılmış, özgürleşmiş
bir halde değerlerini ve ölçülerini gökten alan Rabbani
toplum yeşermeye başladı. İşte bu
islamın en büyük mucizesi idi. Ancak Allah'ın iradesi
ile ve peygamberin çalışması ile gerçekleşebilecek
bir mucize. O mucizenin kendisi dahi bu dinin Allah katından
geldiğini ve onu insanlara getiren kişinin peygamber
olduğunu açık bir şekilde belgelemektedir.
İslamın Allah
tarafından belirlenen bir güzelliğinde bir planın
gereği olarak Hz. Peygamberden sonra en yakın dostu Ebu
Bekir'i ve ikinci derecedeki en yakını Ömer'i O'nun
yerine halife getirmesi idi. Çünkü bu dinin karakterini en iyi
kavrayan Hz. Peygamberin yoluna, izine en fazla bağlı
olan, O'na uyum sağlayan bu seçkin şahsiyetlerdi.
Peygamberin sevgisine yol açacak işleri ve
attığı adımları en iyi takib edecek
kimselerdi.
Hz. Ebu Bekir dostu olan
Hz. Peygamberin Üsame'nin komutan tayin edilmesi yolundaki isteğini
yerine getirmiştir. Seçildikten hemen sonra yaptığı
ilk iş Hz. Peygamberin hazırladığı
ordunun başına Üsame'nin getirilişini onaylayarak
bu konudaki peygamberin emrini yerine getirmesidir. Medine'nin
dışına kadar bizzat kendisi O'nu
uğurladı. Üsame binek üzerinde Hz. Ebu Bekir ise yaya
yürüyordu. Genç yaşta olan Üsame kendisinin binek
üzerinde bulunmasından utanç duyuyor ve diyordu ki: Ey
Allah elçisinin halifesi! Ya sen de bineğe binersin, ya da
bende inerim. Halife de şöyle yemin ediyordu: Allah'a yemin
ederim ki sen inmeyeceksin ve yine Allah'a yemin ederim ki ben de
binmeyeceğim. Bir süre Allah yolunda ayaklarımın
tozlanmasında ne sakınca var ki?
Sonra Ebu Bekir
halifeliğin ağır yükünü omuzladığından
Hz. Ömer'e ihtiyacı olduğunu hissetti. Fakat Ömer
Üsame ordusunda bir askerdi. Komutan ise Üsame idi. Dolayısı
ile komutandan Hz. Ömer'i Medine'de bırakmak için izin
almak gerekiyordu. Halife başkomutana düşüncesini
şu tatlı ifade ile dile getirdi: "Eğer
Ömer'i vererek bana yardımcı olmayı uygun görürsen
yardımcı ol:' Aman Allah'ım! Eğer bana
yardım etmeyi uygun görürsen yardım et... Bunlar gerçekten
yüce, çok yüce ufuklardır. İnsanlar ancak
Allah'ın iradesi ile Allah tarafından gönderilen bir
peygamberin eğitimi ile ancak bu ufuklara yükselebilirler.
Ardından zamanın çarkı dönüyor. Ömer ibni
Hattab halife oluyor. Ammar İbni Yasir'i Kufe'ye vali tayin
ediyor. Ömer'in önünde Süheyl İbni Amr, ibni Haris,
İbni Hişam, Ebu Süfyan İbni Harb ve Mekke'nin
fethi sırasında kendisine ilişilmeden serbest
bırakılan Kureyşin büyüklerinden bir topluluk kapısında
duruyor. Ömer, onlardan önce Süheyl'i ve Bilal'i içeri Alıyor.
Çünkü bunlar islama ilk sarılanlar ve Bedir
savaşına katılanlardandır. Burada Ebu Süfyan'ın
burnu şişiyor. Cahiliye öfkesi ve tepkisi ile diyor ki:
"Bugün gibisini hiç görmedim. Bu köleleri içeri Alıyor
da bizi kapısında bekletiyor" Gönlüne islamın
hakikatı yerleşmiş olan arkadaşı ona
diyor ki: "Efendiler Allah'a yemin ederim ki ben sizin yüzünüzdeki
hiddeti ve öfkeyi görüyorum. Eğer ille de
öfkelenecekseniz kendi kendinize öfkeleniniz. Onlar da islama
çağrıldılar, siz de. Ama onlar hemen kabul
ettiler, siz ise geç kaldınız. Eğer kıyamet gününde
onlar çağrılıp siz çağrılmazsanız
haliniz nice olur."
Hz. Ömer Üsame ibni
Zeyd'e Abdullah İbni Ömer'den daha fazla bir maaş
ayırmıştır. Oğlu Abdullah kendisine bunun
hikmetini sorduğunda O'na şöyle demiştir:
"Evladım! dedi. Zeyd Hz. Peygamberin katında senin
babandan daha sevimli idi. Üsame'de Hz. Peygamberin katında
senden daha sevimli idi. Bu nedenle ben Hz. Peygamberin sevgisini
kendi sevgime tercih ettim." (Tirmizi)
Hz. Ömer, bu sözü
söylerken Hz. Peygamberin sevgisini göğün kriteriyle
ölçüldüğünü çok iyi biliyordu.
Hz. Ömer Ammar'ı
soylu bir aileden olan ve muzaffer bir komutan olan Halid bin
Velid'i teftişe gönderiyor. Ammar O'nu babası ile,
başka bir rivayete göre ise sarığının
bezi ile Halid'i bağlıyor. Soruşturma sona erip suçsuzluğu
ortaya çıkıncaya kadar böyle kalıyor. Sonra
kalkıyor. Kendi elleriyle bağlarını çözüyor
ve sarığını başına sarıyor. Ve
Halid herşeye rağmen bunda hiçbir sakınca görmüyor.
Çünkü Ammar Rasulullah'ın en yakın dostu,
islamın ilk fedailerindendi ve Resulallah O'nun hakkında
övücü sözler söylemişti.
Hz. Ömer, Hz. Ebu
Bekir'den söz ederken diyor ki: "O bizim efendimizdir.
Efendimizi azad etmiştir." Azad edilen efendi ile
Bilal'i kastediyor. Bilal Ümeyye İbni Halefin kölesi idi.
Ümeyye O'na çok işkence ediyordu. Hz. Ebu Bekir Bilal'i
ondan satın alarak azad etti. İşte bu nedenle Ömer
İbni Hattab Bilal'den söz ederken efendimiz diyor!
Aynı Ömer
şunları da söylüyor: "Eğer bugün Ebu
Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim sağ olsaydı onu
halife adayı olarak gösterirdim" demektedir. Halbuki
aynı Ömer o zaman sağ olan Hz. Osman'ı, Hz.
Ali'yi, Talha ve Zübeyr'i halife adayı olarak gösteremiyor.
Kendisinden sonra işi altı kişilik şûra'ya bırakıyor.
Belli bir kişiyi bizzat kendi eliyle halife adayı gösteremiyor!
Ali İbni Ebu Talib
(Allah onun yüzünü ağartsın) Ammar'ı ve
oğlu Hasan'ı Küfelilere gönderiyor. Kendisi ile Hz. Aişe
arasında çıkan anlaşmazlık nedeni ile
onları savaşa çağırıyor. Bu arada diyor
ki: Ben şüphesiz biliyorum ki Hz. Aişe Peygamberimizin
dünya ve ahiretteki hanımıdır. Fakat yüce Allah
Peygambere mi yoksa O'nun eşine mi uyacağınız
konusunda sizi sınamaktadır.(Buhari) Bunun üzerine
müminlerin annesi ve Ebu Bekir Sıddık'ın
kızı Hz. Aişe konusunda insanlar Hz. Ali'nin sözüne
uyuyorlar.
Bilal ibni Rebaha
islamdaki kardeşi Ebu Ruveyha Has'amiye Yemenli bir
kadınla evlenmek için kardeşinin aracılık
yapmasını rica ediyor. Bilal Yemenlilere der ki; ben
Bilal ibni Rebah'ım. Bu da kardeşim Ebu
Ruveyha'dır. Ahlaki ve dini duyarlılığı
pek iyi değildir. Eğer kızınızı O'na
vermek isterseniz veriniz. Yok vermek istemezseniz siz bilirsiniz.
Bilal onları aldatmıyor, kardeşinin hiçbir
şeyini gizlemiyor. Bu arada kendisinin aracı
olduğu, söylediği şeyler hususunda Allah
katında sorumlu olduğunu unutmuyor. Yemenliler bu dürüstlük
karşısında gönül huzuruna kavuşuyorlar ve
kardeşini evlendiriyorlar. Soylu bir aileden olan bu Araba
Habeşistan'lı azadlı köle Bilal'in aracılık
yapmasını yeterli buluyorlar!
İşte bu büyük
gerçek islam toplumunda yerleşmiştir ve pek çok
engelleyici, olumsuz etkenlere rağmen uzun dönemler boyunca
varlığını sürdürmüştür. Abdullah
İbni Abbas'tan söz edildiğinde O'nunla birlikte
azadlı kölesi İkrime'den de söz edilirdi. Abdullah
ibni Ömer'den söz edildiğinde azadlı kölesi Nafi'den
de söz edilirdi. Enes ibni Malik'ten bahsedildiğinde
azadlı kölesi ibni Sirin'den de söz edilirdi. Ebu
Hureyre'den laf açıldığında azadlı kölesi
Abdullah ibni Hürmüz'den de bahsedilirdi. Basra'da Hasan-ı
Basri, Mekke'de Mücahid İbni Cebr, Ata İbni Rebah ve
Tavus ibni Keysan fakihleri oluşturuyorlardı. Ömer ibni
Abdülaziz döneminde Mısır'da Denkal'dan siyah bir
azadlı köle olan Yezid İbni Ebi Hadib fetva
makamına tayin edilmişti.
Göğün terazisi
takva ehlini her zaman öne çıkarmıştır.
İsterse onlar yeryüzünün tüm değerlerinden
soyutlanmış olsunlar. Kendilerinin gözünde ve
etraftaki insanların gözünde onlar en üstün kimselerdir.
Bu terazi yeryüzünden gerçekten çok yakın bir dönemde
kaldırıldı. Cahiliyenin bütün yeryüzünü kuşatan
kapsamlı egemenliğinden sonra bu kriter değerini
yitirdi. Ve insan batılı devletlerin lideri konumundaki
Amerika'da bankada biriken dolarları ile
değerlendirilmeye başlandı. Doğu devletlerinin
lideri olan Rusya'da egemen materyalist felsefede ise insanın
bir makine kadar değeri yoktu. Müslümanların yurduna
gelince, burada da islamın söküp atmak için geldiği
eski cahiliye egemenliği oluştu. İslamın kökünü
kazıdığı sloganlar, düşünceler yayılmıştı.
Bu ilahi ölçü çiğnenmiş, iman ve takva ile ilgisi
olmayan ve basit, yalın cahili değerlere dönülmüştü.
Bugün bütün bir insanlığı
bir kere daha cahiliyeden kurtarmak için islam davasına
sarılmaktan başka bir ümit
ışığı yoktur. insanlık islamın
çağrısı ile yeniden doğmalı.
Tıpkı birinci yeni doğuşunda olduğu gibi.
Nitekim surenin girişinde anlatılan bu olay bu yeniden
doğuşu açıklıyordu. Hem de kısa kesin ve
derin çizgileri ortaya koyan ayetlerle bu yeniden doğuş
dile getiriliyordu.
Surenin bu ilk bölümünde
anlatılan olayın hemen ardında gelen yorumda bu gerçek
kesin biçimde yerleştirildikten sonra ikinci bölümde
surenin akışı insana yönelmektedir. Doğru
yoldan yüz çeviren, imana ihtiyaç duymayan, Rabbine yapılan
çağrıya üstten bakan insanın bu tutumuna Hayret
ediliyor. Tutumuna ve inkarına Hayretle bakılıyor.
Çünkü o varlığın kaynağını ve
yetişmesinin aslını hatırlamıyor. Dünya
ve ahiretteki yaradılışında ve
gelişmesinin her aşamasında Allah'ın kendi
üzerindeki ihsanı, lütfunu ve hakimiyetini görmüyor.
Kendini yaratan, koruyan ve hesaba çekecek olan Allah'a karşı
görevini yerine getirmiyor: