DOKUZUNCU FASIL

 

SELÂMLAŞMAK

 

UMUMÎ AÇIKLAMA:

 

Dinimizin fazlaca ehemmiyet verip üzerinde ısrar ettiği  içtimâî müesseselerden biri de selamlaşmadır.

Tîbî selamın vaz'ediliş hikmetlerini şöyle açıklar:

1- Karşılaşanların birbirlerinden duyacakları korkuyu izale,

2- Mü'minin  hâline muvafık olan tevazu,

3- Ta'zim... Zira selamla ya sevgisini kazanmak düşünülür, ya da istenmeyen bir durumun bertaraf edilmesi.

Selâm'ın ne ma'nâya  geldiği hususunda ülemâ ihtilaf eder:

* Bir hadis-i şerifte selam'ın Allah'ın isimlerinden biri olduğu belirtilmiştir. Böyle olunca esselâmu aleyküm demek, Allah'ın ismi üzerine olsun demektir.

Kadı İyâz, muhâfaza ma'nâsına geldiğini, esselâmu aleyke'nin, "Allah' ın muhafaza ve koruması senin üzerine olsun" demek olduğunu, "Allah seninle olsun" "Allah'la beraber olasın" makamında bir dua olduğunu belirtir.

* Bazı âlimler, "Allah yaptıklarına muttalidir" ma'nâsını taşıdığını söylemiştir.

* Bazıları da şöyle der: "İçerisinde her çeşit hayır ma'nâlarını toplamış, fesad unsurlarını da tardetmiş bir ism-i ilahî, amellerin başında hayır ümidiyle zikredilir. Selam da,  böyle karşılaşmalarda zikredilen bir Allah ismidir."

* Bazıları: "Selam" selâmet demektir, nitekim Cenâb-ı Hakk, bu ma'nâda olmak üzere: "Artık sağcılardan selam sana!" (Vakıa 91) buyurmuştur" demiştir.

Bu ma'nâda, selam veren kimse, selam verdiği zâta şöyle demiş olmaktadır: "Sen benden selâmettesin, benden sana bir zarar dokunmayacaktır, korkmayasın!"

İbnu Dakîki'l-Îd, İlmâm Şerhi'nde der ki: "Selam birçok ma'nâlarda kullanılır: Selâmet, tahiyye (selam verme), Allah'ın  isimlerinden bir  isim." Devamla der ki: "Bazan sırf  tahiyye ma'nâsında gelir, bazan sırf selâmet ma'nâsında gelir,  bazan da her iki ma'nâya çalacak şekilde gelir. Şu  âyette olduğu gibi: "...Size selâm verene mü'min değilsin demeyin..." (Nisa 94). Burada selam kelimesi hem tahiyye'ye (= selam verme) ve hem de selâmete muhtemeldir."

Müslümanların, aralarında selamlaşmaları ilâhî bir emirdir: "Size bir selam verildiği zaman ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla mukabele edin." (Nisa 86). İslam ulemâsı bu âyete dayanarak, selama mukabele etmeyi ilâhî emir bilmiş ve farz olduğuna hükmetmiştir. Ulemâ, âyete tahiyye emrinin âmm gelmiş olmasından hareketle, selamlaşmanın selam kelimesi ile olması gereğinde ittifak eder. Dolayısıyla "esselâmu aleyküm" diye verilen selama, "Hayırlı sabahlar" veya "Mutlu sabahlar" ve benzeri bir tâbirle mukabelenin câiz olmayacağını söylemişlerdir.

Şu var ki ilk selam veren, selamdan başka bir kelime kullandı ise, buna mukabele gerekir mi, gerekmez mi ihtilaf edilmiştir. "Mukâbeleyi vacib kılan en aşağı hudud, selam vereni işitmektir, bu durumda cevaba müstehak olur" denmiştir.

Selam'a işaretle mukabele yeterli olmaz, hattâ bundan nehiy gelmiştir: Tirmizî'nin bir rivayetinde: "Yahudi ve hıristiyanlara benzemeyin, çünkü yahudilerin selamı parmaklarla işarettir, hıristiyanların selamı da avuçlarla işarettir" denmiştir. 3378 numaralı hadiste Tirmizî'den kaydedilecek Esma hadisi bu meseleyi cerhetmez. Çünkü o hadisin, bir rivayette "Selam verdi" diğerinde, "İşaretle selam verdi" şeklinde iki ayrı vechini, âlimler, "Hem sözle hem işaretle selam verdi, ikisini birleştirdi"  diye te'vile tabi tutmuşlardır. Ancak, "işaretle selam yasağı mutlak değildir. Daha çok hissi ve şer'î bir mahzuru olmayanlaradır. Dilsizlik gibi hissî, namazda olmak gibi şer'î mahzuru olanlar, işaretle selama mukabele edebilirler" denmiştir. Sağıra selam da böyle, işaretle verilebilir.

Selam Arapça olmayan bir kelamla olursa cevaba müstehak olur mu?

Buna "olur" ve "olmaz" diyenler dışında üçüncü bir görüş daha ileri sürülmüştür. Buna göre, Arapçayı güzel telaffuz edene Arapça mukabele vaciptir. İbnu Dakîki'l-Îd der ki: "Görünen şu ki: Selam kelimesi dışında bir elfaz kullanarak ifâde edilen tahiyye, müstehabın terki sınıfına girer, mekruh değildir. Ancak bunu yapan kimse, dünya ehlinin büyüklerini ta'zimde kullanıldığı bilinen bir tabiri kullanmak maksadıyla selamı terketmişse bu mekruhtur."

Özür yoksa, selama anında mukabele etmek gerekir. Şayet, cevabı te'hir eder, sonra yetişip mukabeleye kalkarsa, bu selamın cevabı sayılmaz. Ulemâ uzaktan gönderilen veya mektupla yapılan selamı da hemen almak gerektiğini belirtmiştir.

Kur'ân-ı Kerim, gidilen yabancı evlere girerken selam vermeyi emrettiği gibi (Nur 27), kendi evine girerken selam vermeyi de emreder: "Evlere girdiğinizde nezdinizden olan mübârek ve hoş selamla  kendinizi selamlayın" (Nur 61). Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyuruyor: Ey insanlar, selamı yayın, yemek yedirin, akrabaya ilgi gösterin, herkes uykuda iken namaz kılın, selametle cennete girin."

Bir  Muvatta hadisi şöyledir: "Tufeyl İbnu Ubeyy anlatıyor: "Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'e uğrar, onunla çarşıya çıkardık. Biz çarşıya çıkınca Abdullah, hurda şey satan kıymetli şey satan, miskin her kime uğrarsa selam verirdi.

Günün birinde Abdullah'ın yanına gelmişti. "Beraber çarşıya  çıkalım" dedi. Ben de kendisine "Çarşıda ne yapacaksın, alışveriş işlerine vâkıf değilsin. Eşyanın fiatını soramaz, pazarlık yapamazsın, pazar yerinde oturmazsın, otur, burda konuşalım!" dedim. Abdullah: "Ey Ebû Bâtın! Biz selam vermek için çıkıyoruz, rastladıklarımıza selam vereceğiz!" dedi.[1]

 

ـ3373 ـ1ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسولُ اللّهِ #: إذَا انْتَهَى أحَدُكُمْ إلى المَجْلِسِ فَلْيُسَلِّمْ. فَإنْ أرَادَ أنْ يَقُومَ فَلْيُسَلِّمْ. فَلَيْسَتِ ا‘ولى بِأحَقِّ مِنَ اŒخِرَةِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .

 

1. (3373)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Biriniz bir meclise gelince selam versin. Kalkmak isteyince de selam versin. Birinci selâm sonuncudan evla değildir (ikisi de aynı ölçüde ehemmiyetlidir). [2]

 

AÇIKLAMA

 

Selam, bir nevi selamet ve sulh duasıdır. Şu halde bir meclise gelen kimse  selam verecek, yani cemaatı, kendi huzurundan selamette, sulhta olduklarını, kendisinden bir fenalık gelmeyeceğini bildirmiş olacak. İkinci selam da ayrılışından dolayı onlara bir şer, bir zarar gelmeyeceğini ilân etmektir. Şu halde her ikisine de ihtiyaç vardır.

Nevevî: "Bu hadisin zahiri, kendisine ayrılık sırasında selam verene mukabele etmenin cemaate vacib olduğuna delildir" der. Ancak, Kâdı Hüseyn ve başkaları bu görüşe katılmaz: "Bazı kimseler, ayrılık sırasında selam vermeyi adet edinmiştir. Bu, mukabele edilmesi müstehab olan bir duadır, vâcib değildir, çünkü vâcib olan selam lika sırasında olanıdır, ayrılık sırasında değil" der.

Bazı âlimler, buna da karşı çıkarak: "Selam hem gelme ve hem de ayrılma sırasında sünnettir. Mukabeleye gelince: "Lika sırasında verilen selâma mukabele vacib olduğu gibi, ayrılık sırasında verilen selama da mukabele vacibtir" demiştir. Sahih olan da budur.[3]

 

ـ3374 ـ2ـ وعن كَلَدَة بن الحنْبل قال: ]بَعَثَنِي صَفْوَانُ بْنُ أُمَيَّةَ إلى رَسولِ اللّهِ # بِلَبَن وَلَبَإِ وَضَغَا بِيسَ، وَالنَّبىُّ # بِأعْلى مَكَّةَ. قالَ: فَدَخَلْتُ عَلَيْهِ وَلَمْ اسْتَأذِنْ وَلَمْ أُسَلِّمْ. فقَالَ: ارْجِعْ فَقُلْ السََّمُ عَلَيْكُمْ، أأدْخُلُ؟ ففَعَلَ[. أخرجه أبو داود والترمذي.وعند أبي داود »جَدايةٍ« بدل اللبأ.»الضَّغَابِيسُ« صِغَارُ الْقِثَّاءِ .

 

2. (3374)- Kelede İbnu Hanbel (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Safvân İbnu Ümeyye (radıyallâhu anh)  benimle, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'a süt, ağız ve bir miktar salatalık gönderdi. Aleyhissalâtu vesselâm o sırada Mekke'nin yukarısında idi.

İzin istemeden selam vermeden huzuruna girdim. Bana:

"Dön, esselâmu aleyküm, gireyim mi? de!" buyurdu. Ben de öyle yaptım."[4]

 

ـ3375 ـ3ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ لِي رسولُ اللّهِ #: يَا بُنَيَّ إذَا دَخَلْتَ عَلى أهْلِكَ فَسَلِّمْ يَكُنْ سََمُكَ بَرَكَةَ عَلَيْكَ وَعَلى أهْلِ بَيْتِكَ[. أخرجه الترمذي وصححه .

 

3. (3375)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  bana buyurdular ki:

"Ey oğulcuğum, âilene girdiğin zaman selam ver ki, selamın, hem senin üzerine hem de aile halkına bereket olsun!"[5]

 

ـ3376 ـ4ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]سُئِلَ رسولُ اللّه #: أيُّ ا“سَْمِ خَيْرٌ؟ قالَ: تُطْعِمُ الطَّعَامَ، وَتَقْرَأُ السََّمَ عَلى مَنْ عَرَفْتَ وَمَنْ لَمْ تَعْرِفْ[. أخرجه أبو داود. قلت: وَأخرَجه البخاري في كتاب ا“يمان من صحيحه بهذا اللفظ، واللّه أعلم .

 

4. (3376)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah'a: "İslâm'ın hangi ameli daha hayırlı?" diye sorulmuştu.

"Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermen" diye cevap verdi."[6]

 

AÇIKLAMA:

 

Resulullah'a İslâm'ın en hayırlı hasleti mükerrer defa sorulmuştur. Soru bazan "En hayırlı amel  hangisi? diye sorulur. Resulullah bunlara farklı cevaplar vermiştir. Cevaplar muhataba ve bulunulan yer ve şartlara göre değişmiştir: Cihad, ilk vaktinde kılınan namaz, birru'lvâlideyn, hacc-ı mebrur vs... Sadedinde olduğumuz hadiste "en hayırlı amel" olarak "yemek yedirmek ve herkese selam vermek" gösterilmiştir.

Nevevî, selamın her rastlanana verilmesi gereğini anlar ve sadece tanıdıklara verilmesinin uygun olmayacağını belirtir. "Böyle yapmada der, ameli ihlaslı yapmak  yani Allah'a has kılmak ve mütevâzi olmak ve İslâm'ın bir şiârı olan selamın yayılması vardır."

Bu açıklamadan şunu anlıyoruz ki, selam sadece tanıdıklara verildiği takdirde, bundaki ihlas zedeleniyor, ama tanımadıklara da verilince dinin bir emri olarak, sünneti yerine getirmek düşüncesiyle yapılmış oluyor. Ulemâ "ihlaslı bir dirhem amelin, ihlassız batmanlarla  amelden üstün olduğunu" söyler.

Şu halde selamlaşmanın hakkı verildiği takdirde, mü'mine kolay, kolay olduğu kadar da kârlı bir amel kapısı  açılmış olmaktadır.

Hadis, karşılaştığımız kimseden selam beklemeden selam vermeye teşvik etmektedir. Buda kişiye tevazu kazandırmakta ve böylece mütevâzi olmanın Allah indindeki mükâfaatını elde etmektedir.

Selam, bu haliyle mü'minlere karşı rahîm ve raûf olan Resul-i Ekrem'in ümmet-i merhûmesine, ayn-ı rahmet, mahz-ı re'fet olan bir lutfu, bir hediyesi olmaktadır.[7]

 

ـ3377 ـ5ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه ]أنَّهُ مَرَّ عَلى صِبْيَانٍ فَسَلَّمَ عَلَيْهِمْ، وَقالَ:

كَانَ رَسولُ اللّهِ # يَفْعَلُهُ[. أخرجه الخمسة إ النسائي .

 

5. (3377)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)'in anlattığına göre, kendisi bir grup çocuğa uğrar ve onlara selam verir. Yanındakilere de şu açıklamayı yapar: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  böyle yapardı!"[8]

 

AÇIKLAMA:

 

Selamla ilgili birçok edeb ve teferruat var. Bunlardan biri küçüklerin büyüklere selam vermesidir. Burada ise, büyüklerin ve hatta Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın çocuğa  selam vermesi örneği vardır. Ebû Davud'un rivayetinde,

"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  oynayan çocuklara rastlamıştı, onlara selam verdi" denilmiştir. Bir başka rivayette Hz. Enes: "Ben çocuklarla beraber (oynarken) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  bize rastladı ve bize selam verdi..." der.

Resulullah'ın çocuklara selam vermesi, onlardan selam alması ile ilgili örnekler bunlara münhasır değildir. Yani, Resulullah'ın çocuklara selam vermesi, rivayetlerde sübût bulmuş bir hâdisedir.

Her şeye rağmen, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, çocuklar teklif ehli olmadıkları için onlara selam verilip verilmeme meselesinde ihtilaf edilmiştir. Hasan Basrî verilmemesi re'yinde idi. İbnu Sîrîn selam verir fakat onları dinlemezdi. İbnu Battâl der ki: "Çocuklara selam vermede onların  şeriatın âdâbına alıştırılmaları vardır." Bazı âlimler: "Çocuğa selam verilir; ancak çocuğun mukabele etmesi ona farz değildir, çünkü çocuk farz ehli değildir. Ancak çocuğun velisi selama mukabele etmesini çocuğa tenbih etmelidir, bu onun terbiyesi için gereklidir" demiştir.

Çocuğun farz ehlinden olmaması sebebiyle: "Çocuğun da bulunduğu bir cemaate selam verildiği zaman bu selama sadece çocuğun mukabelede bulunması, onlar üzerinden borcu düşürmez, mutlaka bir büyük mukabelede bulunmalıdır" hükmü getirilmiştir.[9]

 

ـ3378 ـ6ـ وعن أسماء بنت يزيد رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]مَرَّ عَلَيْنَا رَسولُ اللّهِ # في نِسْوَةٍ فَسَلَّمَ عَلَيْنَا[. أخرجه أبو داود والترمذي.وفي رواية للترمذي: ]فَألْوَى يَدَهُ بِالتَّسْلِيمِ[.

 

6. (3378)- Esmâ Bintu Yezîd (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  biz bir grup kadına uğramıştı, selam verdi."[10]

 

AÇIKLAMA:

 

1- Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın rastladığı kadınlara da selam verdiğini göstermektedir. Abdurrezzak'ın Musannaf'ında kadının erkeğe,  erkeğin kadına selam vermesinin mekruh olduğuna dair bir rivayet gelmiştir. Cevaza delâlet eden rivayetler bunun zaa'fı sebebiyle  nekâretine hükmettirmiştir. Ancak cevazın "Fitne korkusu yoksa" şartına bağlı olduğu belirtilmiştir. Bu takdirde Abdurrezzak'ın rivayeti fitne korkusuna hamledilir. Halîmî: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  ismet'i sebebiyle fitneden emindi, öyleyse kim fitne hususunda nefsinden emin ise selam verir, aksi takdirde sükût eslemdir" der. Müslim'de gelen bir rivayet Ümmü Hâni'nin, Resulullah'a guslederken uğradığını ve selam verdiğini belirtir.

Mâlikîler, mahzuru bertaraf etmek (yani sedd-i zerî'a) maksadıyla, kadına selam bahsinde, gençle yaşlı arasında tefrik yapmayı esas almışlardır. Kûfîlere göre, "Kadınların erkeklere ilk selam veren olması meşru olmaz. Zira, onlar ezan ve  ikâmet okumaktan, cehren kırâatte bulunmaktan men edilmişlerdir. Ancak mahrem hariç, kadın, mahrem olanlara selam verir" derler.

Şâfiî fakih el-Mütevelli der ki: "Kadın erkeğin zevcesi veya mahremi veya câriyesi ise o zaman selamlaşma, erkeğin erkeğe selamı gibi olur. Kadın erkeğe yabancı ise, bakılır güzelse ve onun sebebiyle fitneye düşmekten korkulursa, ister ilk vermede isterse mukabelede selam câiz olmaz. Kim erken başlayarak selam verirse mekruh bir iş yapmış olur. Öbür tarafın  mukabele etmemesi gerekir, kadın, fitneden emin olunan bir yaşlı ise, selam caizdir."

İbnu Hacer bahsi şöyle tamamlar: "Şu halde, bu görüşle Mâlikîler arasındaki farkın özü, gencin güzel olup olmamasına dayanıyor. Mâlikîler genç için ayırım yapmazken, burada güzel olanı tefrik edilmektedir, çünkü güzellik, mutlak gençliğin  hilafına fitneye düşme sebebidir. Şayet bir mecliste kadın ve erkek beraber olursa, fitneden emin olma durumunda selamlaşmaları caizdir."

2- Kadınla Selamlaşma Meselesinde İmam-ı Nevevî'nin Açıklaması:

Kadınlara selam bahsini Nevevî daha vâzıh bir özetlemeye tabi tutar. Der ki:

* "Kadınlar cemaat halinde iseler onlara selam verilir."

* "Kadın tekse, ona kadın, kocası, efendisi, mahremi selam verir;

* "Kadın kendisine şehvet duyulmayacak kadar yaşlı ise yabancı erkeğin ona selam vermesi müstehabtır, kadının da erkeğe selam vermesi müstehabtır. Bunlardan hangisi önce vermişse mukabele diğerine gerekli olur."

* "Eğer kadın, şehvet duyulan biri ise genç de olsa, yaşlı da olsa ona ecnebî erkek selam vermez, erkeğe de kadın vermez. Şayet biri selam verecek olsa, mukabeleye müstehak olmaz ve hatta mukabele mekruh olur. Bu, mezhebimizinin (Şâfiî) ve cumhurun görüşüdür."

3- Sadedinde olduğumuz hadisin Tirmizî'deki bir vechi,  kadınlara işaret suretiyle elle selam verileceğine delâlet eder. Hadisin bu vechinde Esmâ (radıyallâhu anhâ) şöyle der: "Birgün biz, bir grup kadın, mescidde iken Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  mescide uğradı bize eliyle selam verdi." İki farklı rivayeti bazı âlimler: "Hem söz ve hem de işareti birleştirdi" diye te'vil etmiştir.[11]

 

ـ3379 ـ7ـ وعن عبيداللّه بن أبي رافع عن علي بن أبي طالب رَضِيَ اللّهُ عَنْه. قال أبو داود رَفَعَهُ الحَسَنُ بْنُ عَليٍّ أيْ عَنْ رسولِ اللّهِ # قالَ: ]يُجْزِئُ عنِ الجَمَاعَةِ إذَا مَرُّوا أنْ يُسَلِّمَ أحَدُهُمْ وَيُجْزِئُ عَنِ الجُلُوسِ أنْ يَرُدَّ أحَدُهُمْ[. أخرجه أبو داود .

 

7. (3379)- Ubeydullah İbnu Ebî Râfî, Hz. Ali (radıyallâhu anh)'den nakletmiştir: Ebû Dâvud derki: "Hasan İbnu Ali ise bunu merfu olarak yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) 'dan rivayet etmiştir. Bir cemaat giderken, yeri gelince içlerinden bir kişinin  selam vermesi hepsi için yeterlidir. Oturanlar adına  da bir kişinin mukabelesi yeterlidir."[12]

 

AÇIKLAMA:

 

1- Bu  hadisin iki ayrı tarikten geldiği  anlaşılmaktadır. Hadis  birine göre Hz. Ali'nin sözüdür, diğerine göre Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın sözü. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu durumda ref'in esas alınması kâidedir.

2- Aliyyu'l-Kâri der ki: "Karşılaşma halinde selam vermek müstehab bir sünnettir, vâcib değildir. Aynı zamanda kifâye bir sünnettir de. Yani cemaat hâlinde olunduğu takdirde gerek vermede ve gerekse mukabelede bulunmada bir kişi yaptı mı cemaatten vazife düşer. Ancak hepsi birden selamlaşmaya iştirak ederse bu efdaldir. Selama mukabele, bütün ulemânın ittifakıyla farzdır. Hepsi birden mukabele etse bu da efdaldir."[13]

 

ـ3380 ـ8ـ وعن أبي أمامة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسولُ اللّهِ #: إنَّ أوْلَى

النَّاسِ بِاللّهِ مَنْ بَدَأهُمْ بِالسََّمِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .

 

8. (3380)- Ebû Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Allah'a en makbul insan, karşılaşmada selama  önce davranandır."[14]

 

ـ3381 ـ9ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: يُسَلِّمُ الرَّاكِبُ عَلى المَاشِي، وَالمَاشِي عَلى القَاعِدِ، وَالْقَلِيلُ عَلى الكَثِيرِ[. أخرجه الخمسة إ النسائي .

 

9. (3381)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Binekte olan yürüyene, yürüyen oturana, az çok'a selam verir."[15]

 

ـ3382 ـ10ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: لَمّا خَلَقَ اللّهُ آدَمَ عَلى صُورَتِهِ طُولُهُ سِتُّونَ ذِرَاعاً. قالَ: اذْهَبْ فَسَلِّمْ عَلى أُولئِكَ نَفَرٌ مِنَ المََئِكَةِ جُلُوسٌ فَاسْتَمِعْ مَا يُحَيُّونَكَ، فَإنَّهَا تَحِيَّتُكَ وَتَحيَّةُ ذُرِّيَّتِكَ. فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ. فقَالُوا: السََّمُ عَلَيْكَ وَرَحْمَةُ اللّهِ فَزَادُوهُ وَرَحْمَةُ اللّهِ. فَكُلُّ مَنْ يَدْخُلُ الجَنَّةَ عَلى صُورَةِ آدَمَ. فَلَمْ يَزِلِ الخَلْقُ يَنْقُصُ بَعْدُ حَتَّى اŒنَ[. أخرجه الشيخان .

 

10. (3382)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Allah Teâlâ Hazretleri, Hz. Âdem (aleyhisselâm)'ı kendi sureti üzere ve boynunu da altmış zirâ olarak yaratınca:

"Git, şu oturan meleklere selam ver, onların seni nasıl selamlayacaklarına da dikkat et, dinle. Zira o selam, senin ve zürriyetinin selamı olacaktır" dedi. (Bunun üzerine Âdem onlara gidip):

"Esselâmü aleyküm!" diye selam verdi. Melekler: "Esselâmü aleyke verahmetullahi" dediler ve selama mukabele ederken verahmetullahi'yi ilâve ettiler. Cennete her giren Hz. Âdem suretinde (ve boyu da altmış arşın boyunda) olacak. Halk şu ana kadar (boyca) hep eksilmektedir."[16]

 

AÇIKLAMA:

 

1- Hadiste geçen "kendi" zamirinin Allah'a veya Âdem'e râci olması ihtimali var. Âlimler her iki ihtimale de yer verip ma'nayı ona göre tevil etmişlerdir.

* Allah'a râci olduğu takdirde, Allah'ı insana benzetmek gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Halbuki Kur'ân-ı Kerim, buyurarak Allah'ın hiç bir şeye benzemediğini beyan etmektedir. Ancak âlimler bu hususta maddî bir benzerliğin kastedilmediğini,  insanlara Allah'ın ilim, hayat, semî (işitme), basar (görme), kelam (konuşma) gibi sıfatlardan verilmiş olmasının kastedildiğini belirtmişlerdir.

* Zamir'in Hz. Âdem'e râci olması takdirinde, ma'nâ şöyle olur: "Allah Âdem'i, yeryüzünde hangi suret üzere yaşadı ise o suret üzere  yarattı." Başka bir ifade ile: "Âdem'in cennetteki ilk yaratılışındaki sureti ile, yeryüzündeki sureti  aynı idi. Kendi neslinden gelen insanlar gibi tavırdan tavıra, halden hale geçmedi. Suret değişikliğine uğramadı." Bilindiği  üzere bir insan anne karnındaki alak halinden başlamak üzere ihtiyarlayıp ölünceye kadar çeşitli haller geçirir, suretler değiştirir.Şu halde bu hadis, Hz. Âdem'in bu halleri geçirmediğini, ölüm ânındaki sureti üzere yaratıldığını beyan etmiş olmaktadır. Bu te'vil vak'aya daha muvafık gözükmektedir. Çünkü Hz. Âdem diğer insanlar gibi nutfeden yaratılmadı. Anne rahmindeki safhalardan geçmedi. O önce kalıp halinde, yaşadığı suret üzere tam ve eksiksiz olarak yaratılıp bilâhere ruh üflendi. Bu hususu te'yid eden rivayetler mevcuttur. Yaratılışla ilgili İslâm'ın temel görüşü de budur. Bu görüş "Her insan nutfeden yaratılmıştır, nutfe için insan gereklidir. Öyleyse insanlığa bir başlangıç tayin edilemez, ezelden beri olagelmiştir" diyen Dehrîlerin iddiasını reddeder. Keza "İnsanlık tabiatın tesiriyle  vücut bulmuştur" diyen tabiatçıların görüşünü de veya şimdilerde olduğu üzere "maymundan gelmiştir" diyen Darvincilerin görüşünü de reddeder.

İnsanı, Cenâb-ı Hakk, kudretiyle Rahmân'a has semî, basar, hayat, kelam gibi bir kısım mümtaz sıfatlarla mücehhez olarak yaratmıştır.

2- Hz. Âdem'in altmış zirâ boyunda yaratılması: İbnu Hacer, buradaki zirâ (arşın) kelimesinin iki ihtimal taşıdığını belirtir:

1) Hz. Âdem'in zirâ'ı ile altmış zirâ.[17]

2) Halen bilinen zirâ ile altmış zira.

Birinci ihtimal esas alındığı takdirde Hz. Âdem'in boyu, kendi zirâ'ına göre tayin edilmiş olur. Şârihlere göre birinci ihtimal daha kavî gözükmektedir. Çünkü herkesin ziraı, boyunun dörtte biri kadardır. Eğer bilinen zirâ kadar olsa, eli, bu boydaki vücudunun yanında çok kısa kalır.

Ebû Hüreyre'den gelen merfu bir rivayette Hz. Âdem'in boyunun 60, eninin 7 zirâ olduğu tasrih edilir.

3- Hadiste, yaratılıştan hemen sonra, Hz. Âdem'in meleklere selam vermekle emrolunmasını esas alan bazı âlimler, "Selam vermek vâcibtir" diye hükmetmiş ise de bu zayıf bir te'vil olarak kabul edilmiştir.

İbnu Abdilberr, selam vermenin sünnet olduğunda icma edildiğini nakleder. Selama mukabelede bulunmak farzdır.

4- Bazı hadislerde: "Yahudiler, sizi selâmınız ve âmin demeniz sebebiyle kıskandıkları kadar başka bir şeyde kıskanmazlar" buyrulmuştur. Bu hadise dayanan âlimler, selam verme işinin, İslâm'da olduğu kadar, daha önce gelip geçen ümmetlerin hiçbirinde teşrî edilmediğini söylerler, her millette bir selam verme an'anesi vardır diye itiraz edilebilir. Ancak İslâmî selamın muhtevası ve mâhiyeti farklıdır. Nitekim cahiliye devrinde de selamlaşma vardı, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  o selamı yasakladı, İslâmî selamı teşrî  etti. Ebû Dâvud'un bir rivayeti şöyle:

"İmran İbnu Husayn der ki: "Biz cahiliye devrinde en'amallâhu bike aynen ve en'am sabâhan (Allah sevdiğine kavuştura, sabahta mesud kıla) derdik. İslâm bizi bundan yasakladı."

Ebû Zerr-i Gıfarî hazretleri müslüman oluş hikayesini anlatan uzun hadislerinde, "Resulullah'ı İslâmî selamla ilk selamlayan ben oldum..."  der.

Bugünkü elfazıyla İslâmî selamın, bu ümmete bir imtiyaz olarak Allah tarafından tahsis edildiği muhtelif rivayetlerde gelmiştir. Müslümanların bunu başka elfazlarla değiştirmemeleri, Resullerinin şeâirine sahip çıkmaları gerekir. Çünkü pekçok hadis ve hatta âyet-i kerime selam üzerinde elfazını da zikrederek durmuştur. Bir hadiste: "Allah selamı, ümmetim için bir tahiyye (selamlaşma vâsıtası) ve zimmet ehlimiz için de bir emniyet kıldı"  buyurmuştur.

5- Cennete her girenin Hz. Âdem suretinde girmesini, âlimler cennete girenlerin her çeşit noksan sıfatlardan arınmış olarak gireceği şeklinde yorumlamışlardır. Siyahlık, sakatlık, körlük vs. hepsi cennete girerken bertaraf edilecektir.

6- İnsanların boyca eksilmesi: Hadisin son cümlesinde, insanların boyca eksilmekte olduğu ifade edilmektedir. Âlimler bunu, her çağda insanların boyca biraz daha kısalarak zamanımıza kadar böyle geldiği şeklinde  anlarlar. İbnu Hacer, "Boy kısalması bu ümmete kadar devam etti, artık bu şekilde kesinleşip kaldı" der. İbnu't-Tîn şu açıklamayı yapar: "Nasıl ki, her şahsın boyu yavaş yavaş büyür, ancak büyüme saatler veya günler arasında sezilmez, ancak günler artınca büyümenin farkına varılır. İnsanlığın boyca gerilemesindeki durum dahi böyledir." Şârihler bu hükmü müşâhede ile zıdlık içinde bularak müşkil'e dikkat çekerler: "Geçmiş ümmetlerden bize intikal eden eserlere baktığımız zaman müşkilatla karşılaşırız. Mesela Semüd  Kavmi'nin yaşadığı memleket gibi... Onlardan kalan meskenler, boylarının, daha önce belirttiğimiz tertip açısından aşırı uzun boylu olmadıklarına delâlet eder. Ancak şurası muhakkak ki, onlar çok eski sayılmazlar. Onların Hz. Âdem'le  aralarındaki zaman farkı ile, bizimle olan zaman farkı bir değildir. Bize çok daha yakındırlar."[18]

 

ـ3383 ـ11ـ وعن عمران بن حصين رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كُنَّا عنْدَ رسولِ اللّهِ # فَجَاءَ رَجُلٌ فَسَلَّمَ فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ. فَرَدَّ عَلَيْهِ رسولُ اللّهِ # السََّمَ؛ ثُمَّ جَلَسَ، وَقالَ النَّبيُّ #: عَشْرٌ، ثُمَّ جَاءَ آخرُ فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ. فَرَدَّ عَلَيْهِ فَجَلَسَ فقَالَ: عِشْرُونَ، ثُمَّ جَاءَ آخَرُ فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ. فَرَدَّ عَلَيْهِ فَجَلَسَ فَقَالَ ثََثُونَ[. أخرجه أبو داود والترمذي .

 

11. (3383)- İmrân İbnu Husayn (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın yanında iken bir adam gelerek selamı verdi ve:

"Esselâmu aleyküm!" dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  selamına mukabele etti. Adam da oturdu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm);

"On (sevap kazandı!)" dediler. Sonra birisi daha geldi.

"Esselâmu aleyküm ve rahmetullâhi!"dedi. Aleyhissalâtu vesselâm onun selamına da  mukabele etti. Adam oturdu. Aleyhissalâtu vesselâm.

"Yirmi!" dediler. Sonra biri daha geldi ve:

"Esselâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu" dedi. Resulullah, selamına mukabele etti, adam  da oturdu. Hz. Peygamber bu sefer:

"Otuz!" buyurdular."[19]

 

AÇIKLAMA:

 

1- Ebû Dâvud hadisi, "Selam nasıl verilmeli?" adını verdiği bir bâbta rivayet etmiştir. Böylece bu hadisin, ne şekilde selam verileceğini öğretmek gayesini güttüğünü anlıyoruz.

2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  en kısa selamın esselamu aleyküm şeklinde olmasını meşru addetmiş, buna on sevap terettüp edeceğini belirtmiştir. Zaten, âyette de belirtildiği üzere her  hayır amelimiz en az on misliyle mükâfaatlanmaktadır. Hadisin devamında, selama ilave edilen her kelime için on sevabın daha ilave edildiğini görmekteyiz. Böylece, esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu şeklindeki selamın otuz sevab kazandırdığı belirtilmektedir.

3- Hadis, selama ilk başlayan kimsenin hadiste geldiği şekilde ziyade edilen kelimeleri katarak selam vermesinin müstehab olduğunu göstermektedir. Bazı şârihler, ziyadeli kelimelerle selam vermenin meşru olup olmayacağını araştırmışlardır. Muvatta'da gelen bir haberde İbnu Abbâs "selamın bereketle son bulmasını" söyler. Bunu te'yid eden bir rivayeti Beyhakî, Şu'abu'l-İmân'da kaydetmiştir: Buna göre, bir adam İbnu Ömer'e gelince, Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhu ve mağfiretuhu diye selam verince İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ):

"Sana, ve berâkatuhu yeterlidir ve berekâtuhu da olur!" diye müdâhale eder.

Muvatta'nın bir diğer rivayetinde İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'e Esselâmu aleyke ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve'lgâdiyâtu ve'rrâihâtu[20] diye selam veren birisine ilk vehlede:   وَ عَلَيْكَ اَلْفًا  "Söylediğin senin üzerine de bin kere olsun!" diye cevap vererek berekâtuhu üzerine ziyadeyi tasvib etme tavrını takınmış ise de, bilâhere bunda, "şeriatın ötesine geçme" gibi bir hal bularak mekruh addetmiştir.[21]

Bu mevzuda daha tatminkar merfu bir rivayeti Zürkânî kaydeder. Aynen veriyoruz: "Hz. Selmân (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'a gelerek:

"Esselâmu aleyke!" dedi. Resululah da:

"Ve aleyke(sselamu) ve rahmetullahi!" diye cevap verdi. Sonra bir başkası geldi.

"Esselamu aleyke ve rahmetullahi!" diye selam verdi. Aleyhissalâtu vesselam buna da:

"Aleykesselamu ve rahmetullahi ve berekâtuhu!" diye cevap verdi. Sonra bir başkası geldi ve:

"Esselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berekâtuhu!" diye selam verdi. Aleyhissalâtu vesselâm bu zâta da:

"Ve aleyke!" diye cevap verdi. Adam:

"Falan ve falan gelip size selam verdiler, siz de onlara, bana söylediğinizden daha fazlasını söyleyerek mukabele  ettiniz" dedi. Resulullah ona şu cevapta bulundu:

"Sen bize söyleyecek bir şey bırakmadın ki. Allah Teâlâ Hazretleri "Size bir selam verildiği zaman, ondan daha iyisiyle mukabele edin veya aynıyla selam verin..." (Nisa 86) buyurmuştur. Biz sana aynısıyla mukabele ettik."

Ebû'l-Velîd İbn Rüşd, kaydettiğimiz bu âyette gelen "daha iyisiyle mukabele edin" fıkrasına dayanarak: "Selamı ilk verenin tahiyyesi bereket kelimesiyle sona erecek olursa, mukabele edenin, buna başka kelimeler ilâve etmesinin caiz olacağını" söyler. Nitekim, Ebû Dâvud'da metnini müteakiben kaydedeceğimiz Mu'az İbnu Enes rivayetinde, İmran hadisinin bir benzeri zikredilir.  Devamında, bir başkasının gelip "ve mağfiretuhu" kelimesini de ilave ettiği ve bana Resulullah'ın "Kırk (sevab)" dediği belirtilir. Keza İbnu Sünnî'nin bir rivayetinde Resulullah'ın "Esselamu aleyke  ya Resulellah!" selamına,

"Ve aleykesselamu ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve mağfiretuhu ve rıdvanuhu" diye cevap verdiği belirtilir.

Yâni, selamlaşmada ve berekâtuhu kelimesinin üzerine ziyade yapılmasının cevazına delâlet eden rivayetler de vardır. Gerçi bunlar zayıftır; ancak, İbnu Hacer'in belirttiği üzere bunlar bir araya gelince birbirlerini takviye ederek, cevaza bir karîne teşkil ederler.[22]

 

ـ3384 ـ12ـ و‘بي داود عن معاذ بن أنس بمعناه. وزاد ]ثُمَّ أتَى أخَرُ فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّه وَبَرَكَاتُهُ وَمَغْفِرَتُهُ. فَرَدَّ عَلَيْهِ رسولُ اللّهِ # وَقالَ: أرْبَعُونَ ثُمَّ قالَ: هكذَا تَكُونُ الْفَضَائِلُ[ .

 

12. (3384)- Ebû Dâvud'da Muâz İbnu Enes'ten aynı ma'nâda bir rivayet vardır. Ayrıca şu ziyade yer alır:

"Sonra bir diğeri geldi ve dedi ki: "Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve  berekâtuhu ve mağfiretuhu." Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  mukabelede bulundu ve:

"Kırk (sevap)" deyip ilave etti: "Böylece (ziyade edilen her kelime için) sevap artar."[23]

 

ـ3385 ـ13ـ وعن أبي تميمة الهُجيمي عن أبي جُريٍّ عن أبيه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أتَيْتُ رسولَ اللّهِ # فَقُلْتُ: عَليْكَ السََّمُ يَا رسولَ اللّهِ. فقَالَ: َ تَقُلْ

عَلَيْكَ السََّمُ. فَإنَّ عَلَيْكَ السََّمُ تَحِيَّةُ المَوْتَى. إذَا سَلَّمْتَ فَقُلِ: السََّمُ عَلَيْكَ. فَيَقُولُ الرَّادُّ وَعَلَيْكَ السََّمُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .

 

13. (3385)- Ebû Temîme el-Hüceymî, Ebû Cüreyy el-Hüceymî'den, o da babasından (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'a gelip:

"Aleyke'sselâm ya Resulellah. (Sana selam olsun ey Allah'ın Resulü!)" dedim. Bana hemen müdâhale etti:

"Aleyke'sselâm deme. Çünkü aleyke'sselâm diye verilen selâm, ölülerin tahiyyesidir. Selam verdiğin zaman, "Esselamu aleyke" de! Sana mukabele eden de, "Ve aleykesselâm!" der."[24]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu hadiste ölülere  verilecek selamın nasıl olacağı ilham ediliyor gibi. Ancak Resulullah'ın kabristana girince: "Esselamu aleyküm ehl-i dâr-ı kavm-i mü'minîn" şeklinde selam veridiği  sabittir. Burada selamda dua, lehine dua edilenin isminden önce zikredilmiştir, tıpkı canlılara verilen selamda olduğu gibi. Şârihler, sadedinde olduğumuz hadiste, Resulullah'ın, muhataplarının âdetlerine atıfta bulunmuş olacağına dikkat çekerler. Çünkü, bazı cahiliye şiirinde örneğine rastlandığı üzere, Araplar, cahiliye devrinde ölülerine selam verirken önce isim zikrederlerdi. Şu misalde olduğu gibi.  ... عَلَيْكَ سََمُ اللّهِ قَيْسِ بْنِ عَاصِمٍ وَرَحْمَتُهُ إنْ شَاءَ يَتَرَحَّمَا

 Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'nin (Ebû Dâvud)'da rivayet ettiği şu hadise göre, ölülerle dirilere verilen selam arasında bir fark yoktur. Ulemâ bunu esas almıştır.

"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) mezarlığa gitti. Varınca: "Esselamu aleyküm dare kavm-i mü'minîn" (Selam size olsun ey mü'minler evinin ahalisi) diye selam verdi ve ilave etti: "Biz de inşaallah size iltihak edeceğiz."

Ancak, beddua yapılıyorsa, hakkında beddua yapılacak kimsenin ismi önce zikredilir. "Allah'ın lâneti üzerine olsun" sözünde olduğu gibi. Bunun Kur'ân'da da örneği vardır: "Lânetim Kıyamet gününe kadar onun üzerine olsun" (Sâd, 78).[25]

 

ـ3386 ـ14ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: إذَا سَلّمَ

عَلَيْكُمُ الْيَهُودُ فَإنَّمَا يَقُولُ أحَدُهُمْ: السَّامُ عَلَيْكَ. فَقُلْ: وَعَلَيْكَ[. أخرجه الستة إ النسائي .

 

14. (3386)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Yahudiler size selam verince onlardan biri, "essâmu aleyküm" der, sen de ona, "Ve aleyke!" de."[26]

 

ـ3387 ـ15ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه يرفعه: ]إذَا سَلَّمَ عَلَيْكُمْ أهْلُ الْكِتَابِ فَقُولُوا وَعَلَيْكُمُ[. أخرجه الشيخان .

 

15. (3387)- Hz. Enes (radıyallâhu anh), Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın şu sözünü nakletmiştir:

"Ehl-i Kitap size selam verince onlara "Ve aleyküm" diye cevap verin."[27]

 

ـ3388 ـ16ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: َ تَبْدَءُوا الْيَهُودَ وََ النَّصَارى بِالسََّمِ، وَإذَا لَقيْتُمُوهُمْ في طَرِيقٍ فَاضْطَرُّوهُمْ إلى أضْيقِهِ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذي .

 

16. (3388)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki:

"Hıristiyan ve yahudilerle karşılaşınca önce siz selam vermeyin, (onlar size versinler, siz mukabele edin). Bir yolda onlarla karşılaşınca, (kenardan geçmeleri için) yolu onlara daraltın."[28]

 

AÇIKLAMA:

 

1- Son üç hadis, ehl-i kitap denen yahudi ve hıristiyanlarla selamlaşma âdâbını beyan etmektedir. Bu âdâbı şöyle özetleyebiliriz:

1) Selam her şeyden önce bir dua ve bir teşrifdir. Muhataba kıymet verme, onu şereflendirmedir. Bu sebeple hadis der ki: "Ehl-i Kitap mağdub ve dâll olmaları, münderis ve muharref bir şeriata tabi olmaları, Allah hakkında iftiralarda bulunmaları, insanları ve menfaatleri ilahlaştırmaları sebebiyle onlar teşrife layık değillerdir. Öyleyse önce selam vererek onları teşrif etmeyin, tâzim izhâr etmeyin. Bırakın, onlar size selam versinler, siz selamlarına mukabele edin."[29]

2) Selamlarına mukabele ederken: "Ve aleyküm" (Sizin üzerinize de olsun!) deyin. Çünkü onlar sizin hakkınızda hayır düşünmezler. Bir nevi hayır duası olan, "Allah'ın  selameti, sulhü, huzuru üzerinize olsun" ma'nâsında bir dua olan esselamu aleyküm  demeye dilleri varmaz; sözü eğerler büğerler,  başka şeyler söylerler. Mesela essâmu  aleyküm "âcil ölüm üzerinize olsun!" derler. Öyleyse siz de onlara "ve aleyküm" (sizin de üzerinize olsun) diyerek selamlarına mukabele edin."[30]

3) Ehl-i kitaba karşı izzet-i İslâm'ı koruyun, İslâmî benlik ve şahsiyetinizi unutmayın, bu hususta taviz vermeyin. Bu maksadla yolda karşılaştığınız zaman tevazu olsun düşüncesiyle kenara çekilmeyin. Şuurla hareket ederek onu yana çekilmeye zorlayın. Böylece o, görmezlikten gelerek selam vermeden de geçemez. Size selam vermek mecburiyetinde kalır.

Bu üç noktayı işleyen hadisler birçok sahâbe tarafından rivayet edilmiştir.

Bu hadislerde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın ihbar-ı gayb nev'inden, istikbalde vukua gelecek şeyleri haber verme nev'inden mühim bir mucizesini görmekteyiz:  Ehl-i kitap, tarih boyu müslümanlara hep düşmanca hislerle hareket etmiştir. Bugünde böyledir, yarın da öyle olacaktır. Nice fırsatlarda müslümanlar onlar karşısında hakkı, adaleti teslim etmiş, insaftan ayrılmamış olmasına rağmen, onlar her fırsatı müslümanların aleyhine azami ölçüde değerlendirmesini bilmişler, hakka, adalete, insafa, insanlığa, hümanizm adına kendilerinin koyduğu prensiplere uymamışlardır.Şu son yılların, beynelmilel vüs'atteki her hadisesinde, müslümanların mağduriyetleri de mevzubahis olunca, görmezden, duymazdan gelmenin ötesinde, zalimleri alkışlamışlar ve desteklemişlerdir. Filistin meselesinde, yahudilerin  Lübnan başta olmak üzere dünyanın her tarafında icra ettikleri katliamları, devlet terörü hâdiselerinde, Kıbrıs meselemizde, Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki müslümanların katliam ve tehcirleri meselesinde, ne diğer müslümanlar ne de Türkiye hiçbir Batı desteği görmemiştir.  Komünist idaresine baş kaldıran Doğu Avrupa  memleketleri (Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Doğu Almanya), hıristiyan âlemin tam desteğine mazhar olurken, aynı  komünist idarenin haksızlıklarına ve onun kışkırtması olan Ermeni katliamına karşı protesto gösterisinde bulunan mâsum Azerî müslümanlarına silahla mukabele edip binlerce insanı katleden komünist Rusya'yı kınamak şöyle dursun,  tasdik, te'yid ve tasvip etmişler,  destek vermişlerdir. Hatta yalan haberlerle kışkırtmaktan sıkılmamışlardır bile...

2- Ehl-i Kitab hakkında Resulullah'ı bu tavsiyeleri yapmaya zorlayan bir çok hâdiseler olmuştur. Bunu anlatan rivayetlerden birini Buhârî kaydetmektedir: "Hz. Âişe anlatıyor: "Yahudilerden bir grup Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın huzuruna girdi ve: "Essâmu aleyke (ölüm üzerine olsun)" diye selam verdi. Ben  ne dediklerini anlayıp:

"Sâm ve lânet  size olsun" dedim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  hemen atılarak:

"Ey Âişe, ağır ol! Çünkü Allah her işte rıfkla (tatlılıkla)  hareket etmeyi sever!" buyurdular. Ben:

"Ey Allah'ın Resulü, ne söylediklerini işitmedin mi?" dedim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Ama ben de, "Size de!" dedim" cevabını verdiler.

Esasen Kur'ân-ı Kerim, müslümanlar dinlerini terketmedikçe Kıyamete kadar ehl-i kitabın müslümanlara düşmanlıktan vazgeçmeyeceğini ifade etmektedir: "Kendi dinlerine uymadıkça, yahudi ve hıristiyanlar senden asla hoşnud olmayacaklardır. De ki: "Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur" (Bakara 120).[31]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/169-171.

[2] Tirmizî, İsti'zân: 15, (2707); Ebû Dâvud, Edeb: 150, (5208); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/171.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/171-172.

[4] Tirmizî, İsti'zân: 18, (2711); Ebû Dâvud, Edeb: 137, (5176); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/172.

[5] Tirmizî, İsti'zân: 10, (2699); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/172.

[6] Ebû Dâvud, Edeb: 142, (5194); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/173.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/173.

[8] Buhârî, İsti'zân: 14; Müslim, Selam: 14, (2168); Ebû Dâvud, Edeb: 147, (5202); Tirmizî, İsti'zân: 8, (2697); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/174.

[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/174.

[10] Ebû Dâvud, Edeb: 148, (5204); Tirmizî, İsti'zân: 9, (2698); Buhârî, İsti'zân: 15. Tirmizî'nin bir rivayetinde: "Eliyle selamladı" denmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/175.

[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/175-176.

[12] Ebû Dâvud, Edeb: 152, (5210); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/176.

[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/176.

[14] Ebû Dâvud, Edeb: 144, (5197); Tirmizî, İsti'zân: 6, (2695); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/177.

[15] Buhârî İsti'zân: 4, 5, 6; Müslim, Selam: 1, (2160); Ebû Dâvud, Edeb: 145, (5198, 5199); Tirmizî, İsti'zân: 4, (2704, 2705); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/177.

[16] Buhârî, İsti'zân: 1, Enbiya: 1, Müslim, Cennet: 28, (2841); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/177.

[17] Zirâ, arşın da denilen bir uzunluk birimidir, metre gibi. Ancak kol boyuna da zirâ denir. Dirsekten parmak uçlarına kadar olan uzunluk. Şu halde burada, kol boyu uzunluğu anlaşılacaktır.

[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/178-180.

[19] Ebû Dâvud, Edeb: 143, (5195); Tirmizî, İsti'zân: 2, (2690); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/180.

[20] Bunlarla amelleri yazmak üzere gelen melekler kastedilmiş olmalıdır (el-Bâcî).

[21] Azîmâbadî'nin Tirmizî Şerhi'nde dikkatinden kaçan bir hataya burada dikkat çekmek isteriz: O'nun şerhte kaydına göre, وَالْغَادِياتِ وَالرَّئِحَاتِ  kelimelerini, İbnu Ömer, kendisine selam veren zatın selamına mukabele ederken ilave etmiş olmalıdır. Halbuki bu ziyade kelimelerin, İbnu Ömer'e selam veren zât tarafından söylendiği, rivayette açıktır.

[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/180-182.

[23] Ebû Dâvud, Edeb: 143, (5196); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/182.

[24] Ebû Dâvud, Libas: 28, (4084), Edeb: 151, (5209); Tirmizî, İsti'zân: 28, (2722, 2723); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/183.

[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/183.

[26] Buhârî, İsti'zân: 229; İstitâbe: 4; Müslim, Selam: 8, (2164); Muvatta, Selam: 3, (2, 960); Ebû Dâvud, Edeb: 149, (5206); Tirmizî, Siyer: 41, (1603); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184.

[27] Buhârî, İsti'zân: 22; Müslim, Selam: 6, (2163); Ebû Dâvud, Edeb: 149, (5207); Tirmizî, Tefsir, Mücâdele: (3296); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184.

[28] Müslim, Selam: 13, (2167); Tirmizî, İsti'zân: 12, (2701); Ebû Dâvud, Edeb: 149, (5205); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184.

[29] Yahudi ve hıristiyanlara evvelâ müslümanların selam vermesini câiz gören âlimler vardır. Ancak ekseriyet bunu câiz görmez. Bazısı mekruh görürken, Nevevî gibi bazıları haram kabul eder.

[30] Ülemâ bu ve benzeri durumlarda, akılsızca davranışlar karşısında Resulullah'ın yaptığı gibi mülâyemetle, sabırla davranmanın daha iyi olacağını söylemiştir.

[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184-186.