İSLAMÎ TERBİYEDE MÜHİM BİR ESAS:

 

FITRÎ DUYGULARIN YÖNLENDİRİLMESİ

 

Sadedinde olduğumuz hadîsin açıklaması sırasında kaydettiğimiz bir hadîste Resulullah zan ve hased duygularının fıtrîliğini haber vermektedir. İslam âlimleri diğer bir çok huyların da mükteseb değil, fıtrî olduğunu belirtir. Şu halde İslamî terbiyede bunları insandan çıkarıp atmak diye bir mesele mevcut değildir. Ama bunların istikâmetini değiştirmek gerekmektedir. Esasen Resulullah da buna temas etmiştir: "Müslümana buğzetmemek, müslümana hased etmemek, adâvette bulunmamak" emredilmiştir. Bir kısım kötülüklere, kötülükleri fiil haline getirenlere, İslâm'a, müslümana kin ve adâvet besleyenlere, nefis hesabına değil, Allah hesabına olmak üzere kin câizdir, adâvet gereklidir.

Bu duygular yaradılışımızda olduğuna göre bunların meşru bir kullanılma yerleri olmalıdır.

Öyleyse terbiyeciler, mü'min muhataplarına hitab ederken insanda "yasaklanan" bu huyların meşru ve kullanılması câiz olan yerlerini açıklamaları, iyi göstermeleri gerekir. Bu meseleye geniş yer veren Bediüzzaman'a göre, zamanımızdaki vaizler buna riayet etmediği için halka müessir olamıyorlar. Şöyle irşad eder:

"...Tahmîn ederim ki, nâsihlerin nasîhatları, şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki; ahlâksız insanlara derler: "Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet etme! İnad etme! Dünyayı sevme! Yani, fıtratını değiştir" gibi zâhiren onlarca mâlâyutâk (güç getirilemeyecek) bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasîhat te'sîr eder, hem dâire-î ihtiyarlarında bir emr-i teklîf olur."

Hemen kaydedelim ki, merhum, bahsin başında, bu hislerin yüzlerini, hayırlı şeylere nasıl çevrileceğini, mecrâlarının nasıl değiştirileceğini daha açık daha müşahhas şekilde göstermeye ehemmiyet vermiştir.

Ona göre, insanın hakiki kemâle ulaşmasının yolu, insan fıtratındaki "şiddetli merak", "hararetli muhabbet", "dehşetli hırs", "inadlı taleb" gibi hisleri hayra yöneltmekten geçer. Bu hisler aslında âhireti kazanmak için verilen sermaye hükmündedir. İnsan ise bunları dünyanın fâni umûruna harcayarak elmas almaya mahsus sermayesini cam parçalarına yatırarak büyük ziyana düşmektedir. Açıklamasına şöyle devam eder:

"Aşk, şiddetli bir mubabbettir; fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk, kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır; veyahud o mecazi mahbub, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâki bir mahbûbu arattırır, aşk-ı mecazi, aşk-ı hakîkiye inkılâb eder.

İşte insanda binlerle hissiyat var. Her birisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazi, biri hakîki. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi, herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit, bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakîki, uzun ve gâfiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetle bir hırs gösterir. Bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh (mevki), o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecât-ı kurbiyyeye ve zâd-ı âhirete ve hakîki mal olan a'mâl-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikiye inkılâb eder. Hem meselâ: şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye, bir sene inad ediyor. Hem yararlı, zehirli bir şeye inad namına sebat eder. Bakar ki bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûru zaileye vermeyip, âlî ve bâki olan bakaik-i îmaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hıdemât-ı uhreviyyeye sarfeder. O haslet-i rezîle olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakîki inada, yani hakta şiddetli sebata- inkılâb eder.

İşte şu üç misâl gibi, insanlara verilen cihazât-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gâfilâne davransa, ahlâk-ı rezîleye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna... ve şiddetlilerini ve zaif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamideye menşe, hikmet ve hakikata muvâfık olarak saadet-i dareyne medar olur."[1]

 

ـ3313 ـ2 -وَعَنْه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: ]حَقُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ خَمْسٌ: رَدُ السََّمِ، وَعِيَادَةُ الْمَرِيضِ، وَاتِّبَاعُ الْجَنَازِةُ، وَإِجَابَةُ الدَّعْوَةِ، وَتَشْمِيتُ العاطس[. أخرجه الخمسة.وزاد مسلم فِي رواية: وَإِذَا دَعَاكَ فَأجِبْهُ، وَإِذا اسْتَنصَحَكَ فَانْصَحْ لَهُ .

 

2. (3313)- Yine Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Müslümanın, müslüman üstündeki hakkı beştir: "Selamını almak, hasta ziyaretine gitmek, cenazesine katılmak, davetine icâbet etmek, hapşırırca yerhamükallah demek."[2]

Müslim'in bir rivayetinde şu ziyâde vardır: "Eğer seni davet ederse icâbet et, senden nasihat taleb ederse ona nasihat ed."[3]

 

AÇIKLAMA:

 

1- Burada müslümanın müslümana karşı vazîfesi "beş" olarak ifâde edilmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde "altı" denilir ve altıncı olarak "Kendisi için istediğini onun için de istemek..." olduğu belirtilir. Bir başka rivayette "yedi" denir ve "mazluma yardım..." da zikredilir.

2- Sadedinde olduğumuz hadîste sayılan hususlar, "müslümanın müslüman üzerindeki hakkı...." olarak ifade edilmiştir. Bazı rivayetlerde: "Hz. Peygamber bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de yasakladı...." şeklinde ifâde edilmiştir.

İbnu Hacer'in açıklamasına göre, bu ifâdeleri değerlendiren bir kısım âlimler, bunu "vâcip" olarak hükme bağlamışlardır. Yani bu sayılan vazifeleri, mü'minin, mü'min kardeşine ifası vâcibtir. Hatta bu hususu te'yid eden hadîs dahi gösterilmiştir: "Beş şey vardır ki bunlar bir müslümanın üzerine diğer müslümana karşı "vâcip" bir vazifedir..."

Mâlikîlerden bazıları ile, Zâhirîlerin cumhûru bunun vücubunda ısrar etmiştir. İbnu Ebî Cemre "bazılarının "farz-ı ayn" dediğini belirtir.

Bunun, Resulullah tarafından ya bizzat vâcib kelimesi, ya da vücûb ifâde eden bir üslûbla geldiğine dikkat çeken İbnu'l-Kayyim: "Bu husus sarîh şekilde vücûb kelimesiyle gelmiş olmaktan başka, vücûb'a delâlet eden hakk kelimesiyle, zahiriyle vücûba delalet eden bir lafızla, hakikatı vücûb ifâde eden emir sîgasıyla ve Sahâbî'nin: "Resulullah bize emretti" lafzıyla gelmiştir" der ve şu neticeye ulaşır: "Şurası muhakkak ki, fakihler, birçok şeyin vâcip olduğuna bu kadar delile dayanmadan hükmetmişlerdir."

Bazıları da bu vazîfelerin farz-ı kifâye olduğuna, bir kısmı yapınca diğerlerinden düşeceğine hükmetmiştir. Hanefilerle Hanbelîlerin çoğunluğu bu görüştedir.

Şâfi'îlerle, Mâlikîlerden bir grup, bunun müstehab olduğuna, bir kişinin yapmasıyla diğerlerinden sâkıt olacağına hükmederler.[4]

 

ـ3314 ـ3 -وَعَنْ أَبِي مُوسَى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَطْعِمُوا الجَائِعَ، وَعُودُوا الْمَرِيضَ، وَفُكُّوا الْعَانِي[. أخرجه البخاري أَبُو دَاوُد. »العاني« ا‘سير .

 

3. (3314)- Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Aç'ı doyurun, hastayı ziyaret edin, esirleri hürriyetine kavuşturun."[5]

 

ـ3315 ـ4 -وَعَنْ أَبِي ذر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: يَا أَبَا ذَرٍّ َ تَحْقَرَنَّ مِنَ الْمَعْرُوفِ شَيْئًا وَلَوْ أَنْ تَلْقَى أَخَاكَ بِوَجْهِ طَلْقٍ. وَإِذَا اشْتَرَيْتَ لَحْمًا أَوْ طَبخْتَ قِدْرًا فَأكْثِرْ مَرَقَتَهُ وَاغْرِفْ لِجَارِكَ مِنْهُ[. أخرجه الترمذي .

 

4. (3315)- Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ey Ebu Zerr! Mâruf'dan (iyilik) hiç bir şeyi hakir görme, hatta bir kardeşini güler bir yüzle karşılaman bile (basit bir şey değildir). Et satın aldığın veya bir tencere kaynattığın zaman suyunu artır, ondan komşuna bir avuç (kadar da olsa) ver."[6]

 

AÇIKLAMA:

 

Ma'ruf, aklın ve şeriatın güzel bulduğu, tasvîb ettiği her şeydir. Türkçemizdeki iyilik kelimesi kısmen bunu karşılayabilir. Allah'a ibadet ve taat, insanlara ihsan sayılan her şey bu kelimeyle ifâde edilebilir. İnsanların görüp garipsemediği, normal karşıladığı bir fiil, bir durum, adâletli bir iş, aile ve başkalarıyla hoş sohbet, güler yüz hep ma'ruftan sayılmaktadır. Resulullah, güler yüzü de ma'ruftan saymıştır. Çünkü bu, mü'minin kalbine sürûr verir. İşte bu, ma'ruf'tur.

Gönderilecek çorba suyunun avuçla ifâdesi, az bile olsa yapılacak iyiliğin gerekli ve makbul olduğunu ifâde eder.[7]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/108-109.

[2] Buhari, Cenâiz: 2; Müslim, Selam: 4,(2162); Ebu Dâvud, Edeb: 98, (5030); Tirmizî, Edeb: 1, (2738); Nesâî, Cenâiz: 52, (4,52).

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/109-110.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/110.

[5] Buhari, Mardâ: 4, Cihâd 171, Nikâh: 71, Ahkâm: 23; Ebu Davud, Cenâiz: 11, (3105); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/111.

[6] Tirmizî, Et'ime: 30, (1834); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/111.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/111.