Cezayı Devlet Verir

 

İslâm'ın fitneyi önleyecek müessir tedbirlerinden biri, suçlunun cezalandırılması  işini devlete bırakmış olmasıdır. Suç, ferdî hukuka veya âmme hukukuna da taallûk etse, cezâ verme hakkı devlete aittir. Ferdler ihkaak-ı hakda bulunamazlar.

Esâsen bir suçluya cezânın verilmesi birkaç safhadan geçer:

a) Suçun sübûtunun tahkîki,

b) Suça muvâfık hükmün verilmesi,

c) Cezânın infâzı.

İslâm dini, bu işleri resmen tâyin edilmiş kâdî ile, veliyyü'l-emr veya nâibine bırakır. Bir kısım ağır suçlar vardır ki, bunlara verilecek cezânın şekil ve miktarı nasslarla belirlenmiştir ki onlara hudud denir. Devlet reisi veya hâkim bu cezâları azaltıp çoğaltamaz, birbirleriyle tebdil edemez. Sâdece kısas ve diyet cezâlarında mağdûrun veya velisinin afv hakkı vardır.

Hadd cezâsına giren fiillerin tecziyesini mağdur taleb etse de, etmese de fark etmez, devletçe te'dibi şarttır.

Cezânın devlet reisi veya nâibi tarafından icrâ edilmesi gereğinde bütün fâkihler müttefiktirler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hulefâ-i Raşidîn devrinde onların izni olmadan  hadd tatbik edilmemiştir.

Şöyle bir suâl akla gelebilir: Kısas ve diyet icrâsını mağdur veya mağdurun velisi de icra edebilir. Şâyet bu ruhsata dayanarak mağdur, câniye kısas yapsa, meselâ A şahsı, B  şahsının kolunu kopardı ise, B şahsı,  kâdînin hükmünden önce davranarak kısas olarak A şahsının kolunu kesse durum ne olur?

Bu durumda B şahsı, kendisine karşı işlenen suçun sübûtu hâlinde "kol kesme suçunu" işlemekle suçlanamaz ise de -zira hakkı olan bir şeyi yapmış oluyor- "aceleciliği ve hakkını münâsib olan vakit girmeden önce aldığı ve kısasla alâkalı icraatı yapmakla vazifeli olan devlet makamlarını dinlememiş olduğu için ta'zir cezâsı ile cezalandırılır."

Eğer, hâkimin, suçlu hakkında "kısas edilmelidir" diye hükmü vâki olmazdan önce, kısâsa tevessül eden kimse suçu isbât edemez ise, yani iddia edilen suç sübût bulmazsa kısas yapan kimse o fiilinden dolayı mücrim olarak muhâkeme edilir. Meselâ A şahsı, "oğlumu öldürdü" iddiasıyla B  şahsını öldürse, bilâhere yapılan tahkikte, B  şahsının bu cinâyeti işlediği objektif deliller muvâcehesinde tam bir kesinlik kazanmasa, A şahsı "âmden katl" suçuyla cezâlandırılır. Gerek birinci misâlde ve gerekse ikinci misâlde zikredilen kol koparma ve oğlunu öldürme iddiaları, aslında pekâla iftira olabilir. Kol kazâen kopmuştur veya oğlu kazâen ölmüştür de, bu fırsatı değerlendirmek isteyen kazâzede ortadaki kazaya cürüm rengi vererek düşmanından intikam alma peşindedir. İşte bu çeşit durumların ortaya çıkmaması için, İslâm dini, suçun tesbitinde hüküm verme işini kâdîye bırakmıştır.

Aynı kaide mürted hakkında da cârîdir. "Veliyyü'l-emrin müsâadesi olmaksızın, böyle bir harekette bulunmuş olan şahsa (yâni mürted, öldüren kimseye) te'dib-i şer'î lâzım gelir."

Keza yol kesenler hakkında da durum aynıdır. Onları cezâlandırma işi veliyyü'l-emr veya nâibine âittir. Ne yolu kesilmiş olan, ne de maktullerin velilleri, suçluları cezâlandıramaz. Hatta denir ki: "Yolkesicilik töhmetiyle mahpus bulunan bir şahsı kendisine isnâd edilen cürüm daha sâbit olmadan (maktûlün velisi dışında) bir kimse âmden öldürse, bu kimse hakkında kısas lâzım gelir, velev ki, bilâhare o cürüm beyyine ile sâbit olsun. Çünkü  hâkim tarafından deminin hılline (öldürülmesine) hükmedilmedikçe, o şahsın ismeti, hürriyet-i hayâtiyyesi mücerred töhmet ile mürtefi' olmaz (ortadan kalkmaz)".

İslâm'ın bu prensibi, yâni cezâyı verme işini devlete bırakmak prensibi, cem'iyyette vükûu muhtemel pek çok su'i istimalleri ve bunlardan teselsül edecek fitneleri kökten keser. Halk mahkemesi, kan dâvası, fezâhet ve rezâletleri hakiki mü'minler arasında bu sebeple olamaz.

Hz. Peygamber'den Bir Misâl:

Cezânın devlet tarafından verilmesi gereğini ifâde etme zımnında, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetinden zinâ ile alâkalı bir vak'a gerçekten iknâ edicidir.

İbnu Abbâs'tan gelen rivayate göre, "Namuslu ve hür kadınlara (zinâ isnâdıyla) iftirâ eden, sonra (bu babda) dört şâhid getirmeyen kimseler(in her birine) de seksen değnek vurun... Onların ebedî şâhidliklerini kabûl etmeyin. Onlar fâsıkların tâ kendileridir" (Nur 24/4), meâlindeki âyet geldiği zaman, ashâbtan kıskançlığı ile  meşhur Sa'd İbnu Ubâde,

"Ayet öyle mi? yâni, ben hâin kadının dizlerine yabancı  bir erkeği çökmüş olarak yakalayacağım da, dört şâhit getirinceye kadar onu hiç rahatsız etmeyeceğim, hiç kımıldatmayacağım öyle mi? Hayır, Allah'a kasem olsun, ben dört şahid getirinceye kadar o hâcetini görür (gider). Şâyet karımın yanında bir erkek görecek olsam hiç aman vermeden, önce kılıcımın keskin ağzı ile vurur tepelerim" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) cemaatte bulunanlara:

"Sa'd'ın bu kıskançlığına şayıyor musunuz? Emin olunuz ki, ben ondan daha kıskancım. Allah da muhakkak ki benden ziyâde kıskançtır. Bu sebebledir ki,  kullarına (gizli ve açık her çeşidiyle) fevâhişi (yâni çirkin söz ve uygunsuz fiilleri) yasakladı. [... Tevbe ve pişmanlıktan Allah kadar hoşlanan bir başkası da yoktur. Bu sebeple ateşle korkutan, cennetle müjdeleyen (elçiler, peygamber)ler gönderdi]" der. Hz. Sa'd bunun üzerine,

"Ey Allah'ın Resûlü, bu (söylediğiniz) haktır ve Rabb-ı Teâla'nın indinden gelmiştir, fakat ben (ilk defa duyunca işte böyle bir) tuhaf oldum" der.

Bu hadiste Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Sa'd İbnu Ubâde'ye, sanki şöyle demek istediği ifâde edilmiştir: "Allah senden daha kıskanç olduğu halde özür beyânını (tevbe ve pişmanlık) seviyor ve ancak hüccet ortaya çıktıktan sonra muâheze ediyor, o hâlde sana ne oluyor da bu hâlde öldürmeye tevessül ediyorsun?"

İmam Şâfiî, bu rivayete dayanarak, karısıyla zinâ ederken yakaladığı kimseyi öldüren kocayı, delille isbatlayamadığı takdirde ölüme mahkum eder.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in suç, objektif delillerle sübût bulmadıkça, vicdanî kanaatiyle cezâ vermediğini şu rivâyetten daha vâzıh olarak anlarız:  İbnu Mâce'de kaydedilen -ki kısmen Buhârî de almıştır- bir rivâyette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle der:

"Eğer ben bir kimseyi delilsiz olarak recmetseydim falanca kadını recmederdim. Zira hakkındaki şüpheyi, sözleri, dış görünüşü ve yanına giren kimse(ler) teyîd etmektedir."

Nevevî'ye göre "burada, üzerine delil gösterilemeyen, kadın tarafından da itiraf edilmeyen, buna rağmen pek çok kimsenin işitmiş bulunduğu bir kötülük, kadından zuhûr ettiği şüyû' bulan bir kötülük kastedilmektedir. Bu rivâyet de ifâde edyor ki, bir fenâlık haberinin yaygınlaşmasına dayanarak hadd tatbik edilmez, mutlaka delil aranır."

Hz. Ömer'den bir Misal:

İbnu Abbâs'tan gelen bir rivâyete göre, adamın biri fuhuş ithâmında bulunduğu câriyesini ateşin üzerine oturtarak fercini yakar. Hâdiseyi duyan Hz. Ömer (radıyallahu anh) adamı çağırtarak sigaya çeker:

- Fuhuş yaptığını bizzat gördün mü?

- Hayır!

- Pekâlâ, kendisi itiraf etti mi?

- Hayır!

Hz. Ömer adamı döver ve şunu söyler: "Eğer Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Efendiye kölesi sebebiyle kısas yapılmaz"  dediğini işitmeseydim sana kısas uygular (seni aynı şekilde yakar)dım" der.[1]

 

ـ19ـ وعن عطاء. ]أنَّهُ سَمِعَ ابنَ عَبَّاسٍ  رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما يقْرأ وَعَلى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ قالَ ابنُ عَبَّاسٍ لَيْسَتْ بِمَنْسُوخَةٍ هِىَ لِلشَّيْخِ الْكَبِيرِ والْمَرْأَةِ الكَبِيرَةِ َ يَسْتَطِيعانِ أنْ يصُومَا فَيُطْعِمَانِ مَكَانَ كُلِّ يَوْمٍ مِسْكِيناً[. أخرجه البخارى، وهذا لفظه، وأبو داود والنسائى .

 

19. (459)- Atâ'nın anlattığına göre, İbnu Abbâs (radıyallahu anh) şu âyeti okurken dinlemiştir: "Oruca dayanamayanlar, bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir" (Bakara: 2/184). İbnu Abbâs (radıyallahu anh) âyeti okuduktan sonra ilâve etti: "Bu âyet, oruç tutmaya tahammül edemeyen yaşlı erkek ve yaşlı kadın hakkında mensûh değildir. Onlar da her bir günün orucu yerine bir fakir doyururlar." [2] (Açıklaması 453 numaralı hadisin sonundadır.)

 

ـ20ـ وزاد أبو داود رحمه اللّه. قال: ]وعَلى الَّذِينَ يُطيقُونَهُ فِدْيةٌ طَعامُ مِسْكِينٍ فَكانَ مَنْ شَاءَ مِنْهُمْ أنْ يَفْتَدِى بطَعَامِ مِسْكينٍ افْتَدَى بِهِ وَتَمَّ لَهُ صَومُهُ. فقَالَ اللّهُ تعالى فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْراً فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ وَأنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ ثُمَّ قالَ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمْ الشَّهْرَ فَلْيصُمْهُ وَمَنْ كَانَ مَرِيضاً أو عَلى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أيَّامٍ أُخَرَ[.

 

20. (460)- Ebu Dâvud merhumun bir rivâyetinde şu ziyâde var: "İbnu Abbas dedi ki: "Oruca dayanamayanlar, bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir" (Bakara: 2/184) âyeti şu demektir: "Onlardan kim orucuna mukabil bir fakiri doyuracak kadar fidye vermek isterse fidye verir ve böylece orucunu tutmuş sayılır." Cenâb-ı Hak  buyurmuştur: "Kim (vacib miktardan) daha fazla fidye verirse bu kendisi için daha hayırlı olur. Orucu (yiyip de fidye vermek yerine) bizzat tutmanız daha hayırlıdır" (Bakara: 2/184). Sonra Cenab-ı Hakk şöyle buyurdu: "Sizden kim  Ramazan ayına ulaşırsa orucu tutsun. Kim de hasta olur veya yolcu bulunursa yediği miktarda başka günlerde oruç tutar." [3] (Açıklaması 463 numaralı hadisin sonundadır.)

 

ـ21ـ وفي أخرى له: ]أنْبِتَتْ لِلْحُبْلَى وَالمُرْضعِ، يَعْنِى الْفِدْيَةَ وَا“فْطَارَ. وعند النسائى قال: يُطيقُونَهُ يُكلَّفُونَهُ، فِدْيَةٌ طَعامُ مِسْكِينٍ واحِدٍ. فَمَنْ تَطَوَّعَ فَزَادَ عَلَى مِسْكِينٍ آخَرَ لَيْسَتْ بِمَنْسوخةٍ، فَهُوَ خَيرٌ لَهُ، وأن تَصُومُوا خَيرٌ لَكُمْ َ يُرَخَّصُ في هذا إَّ لِلَّذِى  يُطيقُ الصِّيَامَ أوْْ مَرِيضٍ َ يُشْفَى[ .

 

21. (461)- Yine Ebû Dâvud'un bir başka rivayetinde şöyle denmektedir: "(Ramazan'da orucu yiyip, fidye ödemeye ruhsat veren âyet) hâmile ve emzikli kadınlar için sâbittir, mensuh değildir."

Nesâî'de rivayet şöyledir: "Orucu tutmaya dayanamayanlar orucu kendilerine (tahammül edilmez) bir meşakkat addedenler için bir yoksula  yetecek kadar fidye gerekir. Ayetin "Kim de hayır düşünerek (bir fakire yetecek  miktardan fazlasını) verirse" hükmü mensuh değildir, bu onun için daha hayırlıdır. (Fidye vermektense) oruç tutmanız daha hayırlıdır. Ayetteki ruhsat, oruca takat getiremeyen veya şifâsız hastalığa yakalananlar içindir." [4] (Açıklaması 463 numaralı hadisin sonundadır).

 

ـ22ـ وعن سلمة بن ا‘كوع رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَمّا نَزَلَتْ هذِهِ اŒيةُ: وَعَلَى الَّذِينَ يُطيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعامُ مِسْكِينٍ كَانَ مَنْ أرَادَ أنْ يُفْطِرَ وَيَفْتَدِىَ حَتَّى نَزَلَتِ اŒيةُ الَّتِى بَعْدَهَا فَنَسَخَتْهَا، يَعْنِى فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمْ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ[. أخرجه الخمسة.

 

22. (462)- Selemetu'bnu'l-Ekva (radıyallahu anh) anlatıyor: "Oruca takat getiremeyenler, bir fakire yetecek kadar fidye vermesi gerekir" âyeti indiği zaman orucu yiyip fidye verenler vardı. Bu hâl müteâkip âyetin inmesine kadar devam etti. Bu âyet öncekini neshetti. Yâni asıl hüküm şudur: "Kim Ramazan ayında hazır bulunursa orucunu tutsun."[5] (Açıklaması 463 numaralı hadisin sonundadır).

 

ـ23ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: ]أنَّهُ قَرَأَ فِدْيَةٌ طعَامُ مِسْكِينٍ، وقال: هِىَ مَنْسُوخَةٌ[. أخرجه البخارى .

 

23. (463)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'den, rivâyete göre oruca gücü yetmeyenin fidye vermesi gereğini beyan eden âyeti "fidyetün taâmu mesâkîne" şeklinde (yani fakirlerin yiyeceği kadar fidye) okudu ve bu âyetin mensûh olduğunu söyledi."[6]

 

AÇIKLAMA:

 

459 numaradan itibaren kaydedilen hadisler ayetin hükmüyle ilgili rivayetlerdir. Tefsir  kitaplarında görüleceği üzere, ayet-i kerime âlimlerimiz tarafından ince tahlillere, hatta farklı yorumlara mazhar olmuştur. Teferruata girmeden şu kadarını bilmemiz gerekir:

Kur'ân-ı Kerîm, İslâm'ın bidâyetinde, ilk Müslümanları ard arda bir ay oruç tutmaya alıştırmak için suhûletli bir tarza imkân tanımış, oruç tutmakla fidye vermek arasında ferdleri muhayyer bırakmıştır. Başka rivâyetlerin sarâheten bildirdikleri üzere, isteyen oruç tutuyor, isteyen oruca bedel fidye veriyormuş. Ancak, sonradan vahiyle gelen sarâhat bu ruhsatı nesh edip Ramazan ayına yetişen herkese orucu farz kılmıştır. Yine de belirtelim ki, nesh mevzuunda ihtilâf mevcuttur. İbnu Abbâs (radıyallahu anh) âyetin mensuh olmadığı görüşündedir. Ona göre âyette geçen "gücü yetmeyenler"den murad ihtiyarlardır, erkek olsun, kadın olsun. Bunlar oruç tutamıyorlarsa hergün için bir fakir doyururlar.

Cumhur-u ulemaya (çoğunluk) göre âyet mensuhtur. Mukim ve gücü olanlara oruç farzdır. Oruca gücü yetmeyen ihtiyarlar tutmayabilir, bunlara tutamadıklarını  kaza etmek de gerekmez. Bunlar maddî yönden imkânları varsa hergün için bir fakiri doyuracak miktarda fidye verirler. Bunların fidye ödemesi vacib değildir diyen âlimler de vardır. Ancak tatbikatta esas olan, benimsenen görüş fidye vermenin gereğine kâil olan görüştür.[7]

 

ـ24ـ وعن النعمان بن بشير رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: الدُّعَاءُ هُوَ الْعِبَادَةُ، وَقَرأَ وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِى اسْتَجِبْ لَكُمْ إنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِى سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرينَ[. أخرجه أبو داود والترمذى وصححهُ .

 

24. (464)- Nu'mân İbnu Beşir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Dua, ibadettir", sonra şu âyeti okudu: "Rabbiniz: Bana dua edin ki size icâbet edeyim. Bana ibâdet etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler var ya, alçalmış ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir" buyurmuşlardır" (Mü'min: 40/69).[8]

 

AÇIKLAMA:

 

Dua, taleb etmek demektir. İbâdet ise kulluktur, yani zül, alçalma, meskenet gibi manalara gelir. Dinî manada ibâdet  kulun Rabbinin büyüklüğünü, yüceliğini, kendisinin küçüklük ve hakâretini idrâk etmesidir. Şu halde  dua kulluğun bir izharıdır. Dua eden kimse, kulluğunu idrak etmiş demektir. Kendisinin fevkinde, söylediklerini işiten, taleblerine cevap verecek Zât-ı Zülcelâl'in varlığını idrak ederek O'na yönelip ihtiyaçlarını arzetmesi hâlis ibadetten başka birşey olamaz. Âlimler ibâdet kelimesinin eliflâm'la ma'rife kılınması sebebiyle mânâyı "dua ibadetten başka bir şey değildir" diye hasra hamletmişlerdir. Maamafih, bunu "Dua, ibâdetin en büyüğüdür" diye te'vil eden de olmuştur. Bir başka hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Dua ibâdet'in özü ve iliğidir" buyurur. Bir başka hadiste ise: "Dua, Allah'ın rahmet kapısını açan anahtar" buyurmuştur.

Ayet-i kerime, tekebbürle kulluktan kaçınan kimseleri tehdid etmektedir. Kul bir ihtiyacı için değil, kulluğunu izhâr için Rabbine dua etmek zorundadır. Taleb edecek hiçbir ihtiyacı olmasa bile tevbe ve istiğfarda bulunmak, ebedî kurtuluş talebetmek, sıhhatinin devamını istemek, diğer mü'minlere, geçmişlerine mağfiret ve hayır taleb etmek gibi maksadlarla da olsa Rabbine dua etmekle mükelleftir. Zira âyet-i kerimede: "Duanız olmasaydı Allah yanında hiçbir kıymetiniz olmazdı" (Furkân 25/77) buyurmuştur.[9]

 

ـ25ـ وزاد رُزين ]فقال أصْحَابُهُ: أقَرِيبٌ رَبُّنَا فَنُنَاجِيهِ أمْ بَعيدٌ فَنُنَادِيهِ؟ فَنَزَلَتْ وَإذَا سَأَلَكَ عِبَادِى عَنِّى فَإنِّى قَرِيبٌ أجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إذَا دَعَانِ[. اŒية .

 

25. (465)- Rezîn şu ilâve rivâyeti kaydetti: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbı (radıyallahu anhüm ecmain) sordular:

"Rabbimiz yakın mıdır, biz ona hafif sesle hitab edelim, uzaksa yüksek sesle taleblerimizi söyleyelim?" Bunun üzerine şu âyet indi:

"Kullarım sana benden sorarlarsa, (söyle ki) ben yakınım. Dua edenin duasına, bana dua ettiği takdirde icâbet ederim" (Bakara: 2/186).[10]

 

AÇIKLAMA:

 

Duanın mühim âdâbından biri sükûnetle yapılmasıdır. İslâm'ın bidâyetlerinde sorulduğu anlaşılan yukarıdaki sual, henüz tevhid akidesinin yeterince yerleşmediği bir duruma işâret eder. Allah semî yâni işiticidir. Bu işitme bizdeki gibi kulakla işitme değildir. Hiç dille telâffuz edilmeyen kalbin hâtıralarını da işitir. Öyle ise, dua yaparken bağırıp çağırmak, hele başkasını rahatsız edecek şekilde sesli yapmak gereksizdir. Bu mühim bir husus ki, âyet nâzil olmuştur.

Sâdıku'l-Va'd olan Rabbimizin âyet-i kerîmenin sonunda "Dua edenin duasına, bana dua ettiği takdirde icâbet ederim" diye garanti vermesi fevkalâde bir müjdedir. Her duaya icâbet, kullar için büyük bir mazhariyettir. Anak, kul, bunu her istediğinin, istediği şekilde yerine getirilmesi şeklinde anlayarak, dualarının neticesini göremediğini söyleyebilir.

Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar: "Duayı kavlî-i ihtiyârînin makbuliyeti, iki cihetledir. Ya aynı matlubu ile makbûl olur veyahut daha evlâsı verilir.

Mesela: Birisi kendine bir erkek evlad ister. Cenâb-ı Hak, Hz.  Meryem gibi bir kız evladını veriyor. "Duası kabul olunmadı" denilmez. "Daha evlâ bir surette kabul edildi" denilir. Hem bazan kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. "Duası reddedildi" denilmez. Belki, daha enfa' (faydalı) bir surette kabûl edildi" denilir. Ve hâkeza... Madem Cenâb-ı Hak hakîmdir; biz ondan isteriz, o da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık sıtması için sulfata verir. "Tabib beni dinlemedi" denilmez. Belki ah ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi; maksudunun iyisini yerine getirdi."[11]

 

ـ26ـ وعن البراء بن عازب رَضِ ىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَمّا نَزَلَ صَوْمُ رَمَضَانَ كَانُوا َ يَقْرَبُونَ النِّسَاءَ رَمَضَانَ كُلَّهُ، وَكَانَ رِجَالٌ يُخَوِّفُونَ أنْفَسَهُمْ فَأنْزَلَ اللّهُ تعالَى: عَلِمَ اللّهُ أنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ أنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْ اŒية[. أخرجه البخارى .

 

26. (466)- Berâ İbnu Âzib (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ramazan orucu farz kılındığı vakit, Müslümanlar ay boyu kadınlara temas etmezlerdi. Bazı kimseler bu meselede nefislerine itimad edemiyorlardı. Bunun üzerine şu meâldeki âyet nâzil oldu: "...Allah nefsinize güvenmiyeceğinizi biliyordu. Bu sebeple tevbenizi kabul edip sizi affetti."  (Bakara: 2/187).[12]

 

AÇIKLAMA:

 

Yukarıdaki rivâyetten anlaşıldığı üzere, İslâm'ın bidâyetinde, Ramazan ayı boyunca kadınlara temas yasaktı. Bazı rivâyetlere göre de, bu yasak uyuduktan sonraya aitti ve  yiyip içmeye de şâmildi. Yani uyuduktan sonra kalkıp -şimdi sahur yemeği dediğimiz- yemeği yemek helâl değildi. Müteakip hadiste de görüleceği üzere bazı hadiseler üzerine, nâzil olan ayetler hem geceleri yiyip içmeyi hem de temâsı  helâl kılmıştır. Yukarıdaki  âyetin nüzûl sebebiyle ilgili bir rivâyete göre, Ramazan gecelerinden birinde geç vakte kadar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında kaldıktan sonra evine dönen Hz. Ömer (radıyallahu anh), henüz uyumamış olduğu için zevcesiyle mukârenet arzu eder. Ancak hanımı: "Ben uyudum"  diyerek itiraz ederse de Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Ben uyumadım" der ve mukârenetde bulunur. Ka'b İbnu Mâlik de aynı davranışa düşer. Ertesi gün durum Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a arzedilir. Bunun üzerine rivâyette meâli kaydedilmiş olan âyet nâzil olur.[13]

 

ـ27ـ وفي رواية له و‘بى داود والترمذى ]كانَ أصْحَابُ مُحَمَّدٍ #: إذَا كانَ الرَّجُلُ صَائِماً فَحَضَرَ ا“فْطَارُ فَنَامَ قَبْلَ أنْ يُفْطِرَ لَمْ يَأكُلْ لَيْلَتَهُ وََ يَوْمَهُ حَتَّى يُمْسِىَ، وَإنَّ قَيْسَ بْنَ صِرْمَةَ ا‘نْصارِىَّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ كَانَ صَائِماً فَلَمَّا حَضَرَ ا“فْطَارُ أتَى امْرَأَتَهُ فَقَالَ: أعِنْدَكُمْ طَعَامٌ؟ قَالَتْ: َ. وَلكِنْ أنْطَلِقُ فأطْلُبُ لَكَ، وَكَانَ يَوْمَهُ يَعْمَلُ فَغَلَبَتْهُ عَيْنُهُ: فَجَاءَتِ امْرَأتُهُ. فَلَمَّا رأتْهُ قَالَتْ: خَيبَةٌ لَكَ. فَلَمَّا انْصَفَ النَّهَارُ غُشِىَ عَلَيْهِ فَذَكَرَ ذلِكَ لِلنَّبِىِّ # فَنَزَلَتْ هذِهِ اŒيةُ: أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إلى نِسَائِكُمْ فَفَرِحُوا بِهَا فَرحاً شَدِيداً فَنَزلَتْ: وَكُلُوا وَاشْرَبُوا. وَعِنْدَ أبى دَاوُدَ أنَّ اسْمَ الرَّجُلِ صِرْمَةُ بْنُ قَيْسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. وَعِنْدَ النِّسَائِىِّ إنَّ أحَدَكُمْ كَانَ إذَا نَامَ قَبْلَ أنْ يَتَعَشَّى لَمْ يَحِلَّ لَهُ أنْ يَأكُلَ شَيْئاً وََ يَشْرَبَ لَيْلَتَهُ وَيَوْمَهُ مِنَ الْغَدِ حَتَّى تَغْرُبَ الشَّمْسُ حَتَّى نَزَلَتْ هَذِهِ اŒيةُ: وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ ا‘بْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ ا‘سْوَدِ، وَقَالَ: نَزَلَتْ في قَيْس بنِ عَمْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ[ .

 

27. (467)- Buhârî, Ebu Dâvud ve Tirmizî'nin bir rivayetinde de şöyle gelmiştir: "Ashâb-ı Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in (başlangıçta) durumu şöyleydi: Bir kimse oruçlu iken, iftar vakti gelince, iftarını açmadan uyuyacak olsa, artık o gece yemediği gibi ertesi günü de yiyemez, o günün akşamına kadar beklerdi. Kays İbnu Sırma el-Ensârî (radıyallahu anh) oruçlu olduğu bir günde iftar vakti girince hanımına gelerek yiyecek birşey olup olmadığını sordu. Kadın:

"Hayır, yok!" ancak bekle, sana yiyecek arıyayım" dedi. Kays, gün boyu çalışan birisiydi, beklerken uyuyakaldı. Hanımı gelince baktı ki uyuyor:

"Eyvah mahrum kaldın, yiyemiyeceksin" diye eseflendi.

Ertesi gün, öğleye doğru Kays (radıyallahu anh) açlıktan baygın düştü. Durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlattılar. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

"Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız  size helal  kılındı.." (Bakara: 2/187).

Buna Müslümanlar fevkâlede sevindiler. Arkadan, "Tanyerinde beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırd edilinceye kadar yiyin için.." ayeti nâzil oldu."

Âyetin nüzûlüne sebep olan zâtın ismi Ebu Dâvud'da Sırma İbnu Kays (radıyallahu anh)'dır. Nesâî'de ise rivâyet şöyledir: "Ashab'tan biri akşam yemeğinden önce uyursa, artık o gece ve ertesi gün güneş batıncaya kadar bir şey yiyip içmesi ona helal olmazdı. Bu durum şu âyet nâzil oluncaya kadar devam etti: "Tan yerinde beyaz iplik siyah iplikten, sizce ayırd edilinceye kadar yiyin, için." Râvi der ki: "Bu âyet, Kays İbnu Amr hakkında nâzil olmuştur."[14]

 

AÇIKLAMA:

 

Kirmânî, "Ramazan gecelerinde cinsî münasebetin helal kılınması üzerine Ashabın çokca sevinmesi, bu ruhsattan yiyip içmeye de serbesti geldiğini anlamalarındandır. Çünkü "Mukârenet serbest olunca yeme-içme evleviyetle serbest olur" diye düşündüler" der. Ancak seher zamanında ufukta beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar yiyip-içmeyi serbest bırakan ayet nazil olunca o husustaki serbesti de sarih olarak beyân edilmiş oldu.

Bu âyette geçen siyah iplikten murad gecenin karanlığı, beyaz iplikten murad da gündüzün beyazlığıdır. Bu beyazlığın ufuktaki zuhûruna fecr-i sâdık denir. Müteakip rivâyetlerde görüleceği üzere, âyet nâzil olduğu sıralarda, Ashâp'tan bazıları âyeti, zâhirine göre anlayarak siyah ve beyaz iki iplik alarak yastığının altına koyup, bunları birbirinden ayırdedecek derecede ortalığın aydınlanmasına kadar yeyip içmiştir. Adiy İbnu Hâtim böyle yaptığını anlatınca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Öyle ise senin yastığın çok geniş olmalı" diye takılmıştır.[15]

 

ـ28ـ وعن سهل بن سعد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]نَزَلَتْ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمْ الْخَيْطُ ا‘بْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ ا‘سْوَد، وَلَمْ يَنْزِلْ مِنَ الْفَجْرِ، وَكَانَ رِجَالٌ إذَا أرَادُوا الصَّوْمَ رَبَطَ أحَدُهُمْ في رِجْلِهِ الْخَيْطَ ا‘بْيَضَ والْخَيْطَ ا‘سْوَدَ وََ يَزَالُ يَأكُلُ حَتَّى تَتَبَيَّنَ لَهُ رُؤْيَتُهُمَا فَأنْزَلَ اللّهُ تَعالى بَعْدُ: مِنَ الْفَجْرِ. فَعَلِمُوا أنَّهُ إنَّمَا يَعْنِى اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ[. أخرجه الشيخان.

 

28. (468)- Sehl İbnu Sa'd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Beyaz iplik siyah iplikten, sizce ayrılıncaya kadar yiyin için" âyeti indiği zaman "tan yerinde" kelimeleri henüz nâzil olmamıştı. Bir kısım insanlar, oruç tutacakları zaman ayaklarına siyah ve beyaz (iplik) bağlar, bunlar görülünceye kadar yiyip içmeye devam ederlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk: "Tan yerinde" kelimelerini inzal buyurdu. O zaman herkes anladı ki burada beyaz ve siyah ipliklerden maksad gündüz ve gece imiş."[16]

 

ـ29ـ وفي أخرى للخمسة قال: ]أخَذِ عَدِىُّ بنُ حَاتِمٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ عِقَاً أبْيَضَ وَعِقَاً أسْودَ حَتَّى كَانَ بَعْضُ اللَّيْلِ نَظَرَ فَلَمْ يَتَبَيَّنَا لَهُ فَلَمَّا أصْبَحَ قَالَ لِرَسُولِ اللّهِ #: جَعَلْتُ تَحْتَ وِسَادَتَكَ خَيطاً أبْيَضَ وَخَيطاً أسْودَ قالَ إنَّ وِسَادَتَكَ لَعَرِيضٌ إنْ كَانَ الْخَيْط ا‘بْيَضُ والْخَيْطُ ا‘سْوَدُ تَحْتَ وِسَادَتِكَ[ .

 

29. (469)- Beş kitapta da gelen bir başka rivayet şöyle: "Adiy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) biri siyah, biri beyaz iki köstek bağı aldı. Bir gece bunlara baktı fakat biri diğerinden ayrılmıyordu. Sabah olunca durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a şöyle bildirdi:

"Yastığımın altına biri siyah biri beyaz iki iplik koydum." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona takıldı:

"Beyaz iplikle siyah iplik senin yastığının altında iseler yastığın çok geniş olmalı."[17]

 

AÇIKLAMA:

 

Adiy'in sabahın olduğunu anlamak için yastığının altına koyduğu iple ilgili değişik tavsifler var. Yukarıdaki rivayette bunun deve bağlanan köstek bağı olduğu ifade edilmiştir.

Siyah ve beyaz ipliklerle ufukta görülebilen gece karanlığı ile gündüz aydınlığı kastedilince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "yastığın çok geniş olmalı" esprisindeki incelik anlaşılır.[18]

 

ـ30ـ وفي أخرى له قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولُ اللّهِ: مَا الْخَيْطُ ا‘بْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ ا‘سْوَدِ؟ أهُمَا خَيْطَانِ؟ قالَ: إنَّكَ لَعَرِيضُ الْقَفَا إنْ أبْصَرْتَ الْخَيْطَيْنِ. ثُمَّ قالَ َ: بَلْ هُمَا سَوَادُ اللَّيْلِ وَبَيَاضُ النَّهَارِ[.

 

30. (470)- Adiy'in bir başka rivâyeti şöyledir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:

"Ey Allah'ın Resûlü! Ayette geçen "beyaz ipliğin siyah iplikten ayrılması" nedir, bunlar iki iplik değil mi?" diye sordum  da bana:

"İki ipliğe baktı isen  sen gerçekten kalın enselisin" dedi ve şu açıklamayı yaptı: "Hayır iki iplik değil, onun biri gecenin karanlığı, diğeri de gündüzün beyazlığıdır."[19]

 

ـ31ـ وعن البراء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَ ا‘نْصَارُ إذَا حَجُّوا فَجَاءُوا لَمْ يَدْخُلُوا مِنْ قِبَلِ أبْوَابِ الْبُيُوتِ فَجَاءَ رَجُلٌ مِنْهُمْ فَدَخَلَ مِنْ قِبَلِ بَابِهِ فَكأنَّهُ عُيِّرَ بِذلِكَ فَنَزلَتْ: وَلَيْسَ الْبِرُّ بِأنْ تَأتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقَى وَأتُوا الْبُيُوتَ مِنْ أبْوَابِهَا[. أخرجه الشيخان .

 

31. (471)- Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ensar hac yapıp da döndükleri zaman evlerine kapılarından girmezlerdi. Onlardan biri hac dönüşü kapıdan evine girdi. Fakat hemşehrileri onu bu davranışı sebebiyle kınadılar. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: "İyilik, evlere arkasından girmeniz değildir. Kötülükten sakınan kimse(nin ameli) iyidir. Evlere kapılarından girin" (Bakara: 2/189).[20]

 

AÇIKLAMA:

 

İbnu Hacer'in açıkladığına göre, hadiste geçtiği şekilde sâdece Ensâr değil, Kureyş dışında kalan bütün Araplar hacc yaptıktan sonra yurtlarına dönünce, evlere kapılarından değil arka cihetinden girer, bunu dindarlık ve ibadet sayardı. Bazı rivâyetler hacc ve umre niyetiyle ihrâma girince bu şekilde davrandıklarını belirtir. Hatta bu vaziyette evlerine girmelerini gerektiren bir ihtiyaçları zuhur edecek olsa, kapıdan girmezdi. Bazı rivâyetler, bu sırada damdan delik açıldığını, bu delik vasıtasıyla eve girildiğini söyler. Bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili rivayetler ihtilaflıdır. En sahih rivayet, sebebi ihramla izah eder. Bu cahiliye âdetinin sebebi ihrama girmektir. "Gökyüzü ile aralarına başka bir şeyi sokmamak düşüncesi buna sevkederdi" de denmiştir.

Birgün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir bahçede iken kapısından çıkar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uyarak Ensar'dan Kutbe İbnu Âmir (veya Rifa'a İbnu Tabut) kapıdan çıkar. O'nun bu davranışı geleneklerine uymadığı için, ayıplanır. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nâzil olur. Ayette evlere girerken kapıyı terkederek arkadan girmenin Allah'ı memnun eden davranış olmadığı ifade edilmiştir[21].

 

ـ32ـ وعن حذيفة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ في قَوْلِهِ تعالَى ]وَأنْفِقُوا في سَبِيلِ اللّهِ وََ تُلْقُوا بِأيْدِيكُمْ إلى التَّهْلُكَةِ قَال: نَزَلَتْ في النَّفَقَةِ[. أخرجه البخارى .

 

32. (472)- Huzeyfe (radıyallahu anh), "Allah yolunda infak edin, kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. İhsanda bulunun. Allah ihsan edenleri sever" (Bakara: 2/195) meâlindeki âyetle ilgili olarak demiştir ki: "Bu âyet infak ile alâkalı olarak nâzil oldu."[22]

 

AÇIKLAMA:

 

Şârihlerin açıkladığına göre, Ensar (radıyallahu anhümâ), Allah yolunda harcamakta eli açık kimselerdi. Bol bol harcamaktan çekinmezlerdi. Bir ara kıtlık hasıl oldu. Bunun üzerine hayır yolunda harcamaktan vazgeçtiler. Cenâb-ı Hakk hazretleri, kıtlık geldi diye ellerini hayır yolunda harcamaktan çekmeyi "kendilerini tehlikeye atmak" olarak vasıflayarak bu davranıştan Ashab (radıyallahu anhüm ecmâin)'ı menediyor.

Ayette, "ihsanda bulunun" diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı "Allah hakkında hüsn-i zanda bulunun", "farzları eda edin" "beş vakit namazınızı kılın" gibi  mânâlara da gelmektedir.

"Âyet infak ile alakalı olarak nazil oldu" açıklaması, "Allah yolunda infakı terketmeleri üzerine" demektir.

Şu halde dinimize göre, infak etmek için çok zengin olmak gerekmez. Esasen zenginliğin bir hududu yok. Maddî durum ne olursa olsun Allah yolunda harcanabilir. Nitekim şu âyet Ashâb-ı Kirâm hazretlerinin ihtiyaç içinde oldukları halde harcamaktan geri kalmadıklarını bildiderek mü'minleri her hal ve şartlarda infaka teşvik eder: "...Kendileri zaruret içnde bulunsalar bile, onları (Muhâcirleri) kendilerinden önde tutarlar..." (Haşr: 59/9), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hadislerinde "bir selam vermeyi", "tatlı söz  söylemeyi", "sıla-ı rahimde bulunmayı" ve hatta "başkasına zarar vermemeyi" sadaka diye tarif ederek "infak"ın imkân hududunu fevkâlâde genişletmiştir. [23]

 

ـ33ـ وعن أسلم بن عمران قال: ]عَزَوْنَا مِنَ المَدِينَةِ نُريدُ الْقُسْطَنطِينِيَّةِ، وَعَلى الْجَمَاعَةِ عَبْدُالرَّحْمنِ بن خَالِدِ بْنِ الْوَلِيدِ، وَالرُّومُ مُلْصِقُو ظُهُورِهِمْ بِحَائِطِ الْمَدِينَةِ فَحَمَلَ رَجُلٌ عَلَى الْعَدُوِّ فَقَالَ النَّاسُ: مَهْ مَهْ، َ إلَهَ إَّ اللّهُ يُلْقِى بِيَدِهِ إلى التَّهْلُكَةِ. فَقَالَ أبو أيُّوبَ ا‘نْصَارِىُّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: إنّمَا أنْزِلَتْ هذِهِ اŒيةُ فِينَا يَا مَعْشَرَ ا‘نْصَارِ لمَّا نَصَرَ اللّهُ تَعَالى نَبِيَّهُ وَأظْهََرَ ا“سْمَ قُلْنَا نُقِيمُ في أمْوَالِنَا وَنُصْلِحُهَا فأنْزَلَ اللّهُ تَعَالى اŒيةَ فَا“لْقَاءُ بِأيْدِينَا إلى التَّهلُّكَةِ أنْ نُقِيمَ في أموَالِنَا وَنُصْلِحَهَا وَنَدَعَ الْجِهَادَ[. أخرجه أبو داود والترمذى وصححه .

 

33. (473)- Eslem İbnu İmrân anlatıyor: Medine'den gazve için yola çıktık. Niyetimiz İstanbul'du. Cemaatin başında Abdurrahmân İbnu Hâlid İbni'l-Velid vardı. Rum askerleri sırtlarını şehrin surlarına yaslamış müdafaada idiler. Bizden biri tek başına düşmana saldırıya geçti. Halk:

"Dur, dur! Lâilâhe illallah, eliyle kendini tehlikeye atıyor!" diye bağrıştılar. Ebu Eyyub el-Ensârî hazretleri (radıyallahu anh) atılarak:

"Ey Ensâr topluluğu, bu âyet bizim hakkımızda indi. Cenâb-ı Hakk, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yardım edip, İslâm galebe çalınca biz: "Artık işlerimizin başında kalıp, onları yoluna koyalım" dedik. Bunun üzerine Allah u Teâla bu âyeti indirdi. Yani "Ellerimizle kendimizi tehlikeye atmak" demek malın-mülkün başında kalıp onları düzene koymak için cihadı terketmektir."[24]

 

ـ34ـ وعن عبداللّه بن مَعْقِل رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَألْتُ كَعْبَ بْنَ عُجْرَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْه عَنْ فِدْيَةٍ مِنْ صِيَامٍ. قالَ: حُمِلْتُ إلى النَّبِيِّ # وَالْقَمْلُ يَتَنَاثَرُ عَلَى وَجْهِى. فَقَالَ: مَا كُنْتُ أرَى أنَّ الْجَهْدَ بَلَغَ بِكَ هذا. أمَا تَجِدُ شَاةً؟ قُلْتُ َ! قَالَ: صُمْ ثَثَةَ أيَّامٍ أوْ أطْعِمْ ستَّةَ مَسَاكِينَ لكُلِّ مِسْكِينٍ نصْفُ صَاعٍ مِنَ الطَّعَامِ وَاحْلِقْ رَأسَكَ فَنَزَلَتْ في خَاصَّةً، وَهِىَ لَكُمْ عَامَّةً[. أخرجه الستة، ولهذا لفظ الشيخين.

 

34. (474)- Abdullah İbnu Ma'kıl (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ka'b İbnu Ucre (radıyallahu anh)'ye "Oruçtan yahut sadakadan yahut kurbandan bir fidye lâzımdır" (Bakara: 2/196) mealindeki ayetten sordum. Dedi ki:

"Başımda bitler kaynaştığı halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a götürüldüm. Beni görünce:

"Meşakkatin, bu gördüğüm dereceye ulaşacağını zannetmezdim. Bir koyun bulabilecek misin?" dedi.

"Hayır" cevabını verdi. [Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: "...İçinizde hasta olan veya başından rahatsız varsa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir..." (Bakara: 2/196)] Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Üç gün oruç tut veya her fakire yarım sa' yiyecek vermek suretiyle altı fakiri doyur, başını traş et" dedi. Bu âyet  hassaten benim hakkımda nazil oldu, ancak umumen hepimize şâmildir."[25]

 

AÇIKLAMA:

 

Hacc farizasını ifa ederken ihramlıyı ilgilendiren yasaklardan biri traş olmamak, bit-pire dahil hayvan öldürmemektir. Hadiste, Ka'b İbnu Ucre (radıyallahu anh)'nin tahammül edilemeyecek kadar bitlendiği, bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan bu durumu sormak, ihramdan çıkma vakti gelmeden alacağı bir tedbirin olup olmadığını öğrenmek üzere müracaat ettiği görülmektedir. Bu müracaat üzerine ilgili âyet nâzil olur ve ihramlının uyması gereken bu yasağın ihlâli hâlinde yerine getirilmesi gereken cezayı açıklıyor. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ka'b İbnu Ucre (radıyallahu anh)'ye "Ceza olarak kesmeye kurbanlık koyunun var mı?" diye soruyor. "Yok" deyince, diğer cezaları hatırlatıp: "Ya üç gün oruç tutmak veya altı fakire fidye vermek şartıyla traş ol, bitten temizlen" diye fetva veriyor.[26]

 

ـ35ـ وعن أبى أمامة التميمى قال: ]كُنْتُ رَجًُ أكْرَى في هَذَا الْوَجْهِ، وَكَان َالنَّاسُ يَقُولُونَ: إنَّهُ لَيْسَ لَكَ حَجٌّ قَلَقِيتُ ابْنَ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهما فَقُلْتُ إنِّى رَجُلٌ أكْرَى في هذا الْوَجْهِ، وَإنَّ نَاساً يَقُولُونَ إنَّهُ لَيْسَ لَكَ حَجٌّ. فَقَالَ ابْنُ عُمَرَ:

أليْسَ تُحْرِمُ وَتُلَبِّى وَتَطُوفُ؟ قُلتُ: بَلَى. قَالَ فإنَّ لَكَ حَجّاً. جَاءَ رَجُلٌ إلى النَّبىِّ # فَسَألَهُ عَنْ مِثْلِ مَا سَألْتَنِى فَسَكَتَ وَلَمْ يُجِبْهُ حَتَّى نَزَلَتْ هَذِهِ اŒية: لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاجٌ أنْ تَبْتَغُوا فَضًَ مِنْ رَبِّكُمْ فأرْسَلَ إلَيْهِ رَسُولُ اللّهِ # وَقَرَأهَا عَلَيْهِ وََقَالَ لَكَ حَجٌّ[. أخرجه أبو داود .

 

35. (475)- Ebu Ümâme et-Temîmî anlatıyor: "Ben hac sırasında, ücret mukabili hizmet veren birisi idim. Bana: "Senin haccın hacc sayılmaz" dediler. Bilâhere İbnu Ömer (radıyallahu anh)'e rastladım. O'na:

"Ben hacc sırasında, ücretle hizmet veren birisiyim, halk bana: "Senin haccın hacc sayılmaz diyorlar"  dedim. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)

"İhrama girmiyor, telbiye okumuyor, tavafta bulunmuyor musun?" dedi:

"Hepsini yapıyorum" diye cevap verdim. Cevabım üzerine şu açıklamayı yaptı:

"Senin haccın hacc sayılır. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir adam gelmiş, senin bana  sorduğuna yakın şeyler sormuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sükût buyurdu ve adama cevap vermedi. Derken şu âyet nâzil oldu: "(Hacc mevsiminde, ticâret yaparak) Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur..." (Bakara: 2/198). Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) o adamı çağırtarak, âyeti okudu ve: "Haccın hacc sayılır" buyurdu."[27]

 

ـ36ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كَانَتْ عُكَاظُ وَمَجَنَّةُ وَذُو الْمَجَازِ أسْوَاقاً في الجَاهِليَّةِ فَلمَّا كَانَ ا“سْمُ كَأنَّهُمْ تَأثَّمُوا أنْ يَتَّجِرُوا في الْمَوْسِمِ فَنَزَلَتْ: لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أنْ تَبْتَغُوا فَضًْ مِنْ رَبِّكُمْ في مَوْسِمِ الحَجِّ هكَذَا قَرأهَا[. أخرجه البخارى وأبو داود .

 

36. (476)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz cahiliye devrinin panayırları idi. İslâm geldiği zaman halk, hac mevsiminde ticaret yapmayı günâh addeder oldular. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: "Hac mevsiminde Rabbinizden rızık taleb etmenizde sizin için bir günâh yoktur." Âyeti İbnu Abbas bu şekilde okudu."[28]

 

AÇIKLAMA:

 

Cahiliye döneminde, hac  mevsimi aynı zamanda ticâret mevsimi idi. Her taraftan gelen hacılar satacak malları varsa satarlar, ihtiyaçlarını da satın alırlardı.

Bazı mevsimler, ticâret için elverişli olmadığından, hac zamanını ticarete elverişli günlere rastlatmak için, kamerî olan takvimlerinde nesî denen karmaşık bir sistem bile geliştirmişlerdi.

Yukarıdaki hadis, İslâm geldikten sonra, hac sırasında ticaret yapılabilir mi yapılamaz mı diye bir tereddüt hâsıl olduğunu gösteriyor. Ancak, yapılmasına izin veren âyetin nüzulü de gecikmiyor.

Burada adı geçen panayırların yerleri hususunda kaynaklar ihtilâf eder. el-Fâkihî'ye göre Zülmecaz Arafat'a yakın bir yerdedir. Ukâz ise Nahle ile Tâif arasındadır. Mecenne'ye geline, bu Merru'z-Zahrân'dan el-Asgar denilen  bir dağa kadar olan sâhadır.

Bu sayılanlar hac mevsiminde kurulan panayırlardır. Hacc mevsimine bağlı kalmadan kurulan panayırlar da mevcut idi.

el-Fakihî şu bilgiyi de verir: "Bu panayırlar İslâm'dan sonra da bir müddet kurulmaya devam etti. İlk terke uğrayan Ukâz panayırı oldu. Hâricîler zamanında 129 yılında kurulamadı ve ondan sonra tamamen bırakıldı. Son olarak da Hubâşe panayırı -ki Mekke- Yemen istikâmetinde Mekke'den altı merhale mesâfede idi. Receb ayında  kurulurdu- 197 yılında Dâvud İbnu İsa İbni Mûsâ el-Abbâsi zamanında terkediliyor.

Kelbî'nin belirttiğine göre: Her bölgenin şerifi, bölgesinde kurulan panayıra iştirâk ederdi. Bunların en büyüğü Ukâz idi. Ona her taraftan gelenler katılırdı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ashab'tan bir grupla oraya katıldığı belirtilir. Bu, Zülkâde ayının 1-20 günleri arasında kurulurdu. Bunu Mecenne panayırı takip ederdi. On gün sürer, Zülhicce'nin ilk günü kapanırdı. Sonra da sekiz gün açık kalan Zülmecâz panayırı açılır, bunun kapanmasıyla hac yapmak üzere Mina'ya hareket edilirdi. Vahyin başladığı andan itibâren, halkı davet etmek üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu panayırları muntazaman on yıl boyunca takip ettiği rivâyetlerde gelmiştir.[29]

 

ـ37ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ أهْلُ الْيَمَنِ يَحجُّونَ وََ يََتَزَوَّدُونَ، وَيَقُولُونَ: نَحْنُ الْمُتَوَكِّلُونَ فَإذَا قَدِمُوا مَكَّةَ سَألُوا النَّاسَ فَأنْزَلَ اللّهُ تَعالى: وَتَزَوّدُوا فإنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى[. أخرجه البخارى وأبو داود.

 

37. (477)- Yine İbnu Abbâs anlatıyor: "Yemen ahâlisi, hacca geliyorlar fakat beraberlerinde azık almıyorlardı. "Biz mütevekkil kimseleriz" diyorlardı. Mekke'ye gelince bu davranışlarını halka sordular. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti inzâl buyurdu: "Azıklanın, ancak bilin ki, en hayırlı azık takvâdır" (Bakara: 2/197).[30]

 

AÇIKLAMA:

 

Belirtildiği üzere bu âyet indiği zaman, Ashab'tan bir zat kalkarak:

"Ey Allah'ın Resûlu, azık alacak birşey bulamıyoruz" der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"İnsanlara yüz suyu dökmekten koruyacak kadar azık temin et, hazırladığınız azığın en hayırlısı da takvâdır" buyurdu.

Alimler, bu hadisten, insanlardan istemeyi terketmenin, takvadan ileri geldiğini anlamışlardır. Bu mânayı, istemekte ısrar etmeyenleri öven ayet de te'yid eder: "En hayırlı rızık takvadır" (Bakara: 2/197) yani "Azıklanın da dilenmek suretiyle insanlara verdiğiniz eziyetten ve bu davranıştaki günahtan sakının" demektir.

Bu rivayette şu mâna da mevcuttur: Başkalarına ihtiyaç arzederek Allah'a tevekkül edilmez. Gerçek tevekkül, hiçbir hususta başkasının yardımını taleb etmemekle hâsıl olur. Bazıları tevekkülü: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Deveni bağla, sonra tevekkül et" hadisinde olduğu şekilde esbâba tevessül ettikten sonra sebeplerden kat-ı nazar etmektir" diye tarif etmiştir.[31]

 

ـ38ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]يطُوفُ الرَّجُلُ بِالْبَيْتِ مَا كََانَ حًََ حَتَّى يُهِلَّ بِالْحَجِّ فإذَا رَكِبَ إلَى عَرَفَةَ فَمَنْ تَيَسَّرَ لَهُ هَدْيُهُ مِنَ ا“بْلِ وَالبَقَرِ وَالْغَنَمِ مَا تَيَسَّرَ لَهُ مِنْ ذَلِكَ أىْ ذلِكَ شَاءَ غَيْرَ إنْ لَمْ يَتَيَسَّرْ فَعَلَيْهِ صَوْمُ ثَثَةِ أيَّامٍ في الحَجِّ وذلِكَ قَبْلَ يَوْمِ عَرَفَةَ فإنْ كَانْ آخِرُ يَوْمٍ مِنَ ا‘يَّامِ الثَّثَةِ يَوْمَ عَرَفَةَ فََ جُنَاحَ عَلْيِهِ ثُمَّ يَنْطِلقُ حَتَّى يَقِفَ بِعَرَفَاتٍ مِنْ صََةِ الْعَصْرِ إلى أنْ يَكُونَ الظََّمُ ثُمَّ لْيَدْفَعُوا مِنْ عَرَفَاتٍ إذَا أفَاضُوا مِنْهَا حَتَّى يَبْلغُوا جَمْعاً الَّذِى يُبَاتُ فِيهِ ثُمَّ لْيَذْكُرُوا اللّهَ كَثِيراً وَأكْثِرُوا مِنَ التَّكْبِيرِ وَالتَّهْلِيلِ ثُمَّ أفِيضُوا فَإنَّ النَّاسَ كَانُوا يُفِيضُونَ. وَقَالَ اللّهُ

تَعَالى: ثُمَّ أفِيضُوا مِنْ حَيْثُ أفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُوا اللّهَ إنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ، حَتَّى تَرْمُوا الجَمْرَةَ[. أخرجه البخارى .

 

38. (478)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Kişi ihramsız olarak (yani Mekke'de ikâmet edenler veya umre için gelip, umreden sonra ihramı çıkaranlar) Beytullah'ı ziyaret eder. Bu imkân, hacc niyetiyle ihram giymeye kadar devam eder. Arafat'a çıkınca, kime deve, sığır veya davardan kurban müyesser olmuşsa, dilediğini kurban eder. Bunlardan biri olmazsa, ona hactaki, üç günün orucu terettüp eder. Bu günler, arefe gününden evvele ait olmalıdır. Bu üç günün sonuncu günü arefe gününe tesadüf ederse, bunda bir günah yoktur. Sonra Arafat'da vakfe'ye gider ikindi namazından akşam karanlığının gelmesine kadar vakfede kalır.

İbnu Abbas anlatmaya üslubu biraz değiştirerek devam ediyor.[32]

"Sonra Arafat'tan insanlar sökün edince, orayı terketsinler. Topluca geceyi geçirecekleri yere (Müzdelife'ye) gelsinler. Orada Allah'ı çokca zikretsinler, sabah vakti girmezden önce bilhassa tekbir ve tehlili çok yapsınlar sonra buradan da topluca  hareket etsinler. Çünkü (eskiden beri) herkes buradan hareket ederdi. Cenâb-ı Hakk: "İnsanların toplu olarak sökün ettiği yerden siz de sökün edin, (eski yaptıklarınızdan) Allah'a af dileyin. Allah bağışlar ve merhamet eder" (Bakara: 2/199). Şeytan taşlayıncaya kadar akmaya (ve çok zikretmeye) devam edin" buyurmuştur. Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 35.[33]

 

AÇIKLAMA:

 

İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) burada, hem hacla ilgili bir âyet-i kerimeyi açıklıyor, hem de normal bir hacc'ın safhalarını anlatıyor. Çünkü hacc âdeti câhiliye döneminde de vardı. İslâmiyet, haccın icrasında bazı değişiklikler yapmıştır. Ayet-i kerimenin nüzûl sebebinde açıklandığı üzere Kureyşliler (ve bir kaç başka kabile) kendilerini diğer Araplara nazaran üstün bildikleri için, üstünlük alâmeti olarak Arafat'a kadar gitmezler, Müzdelife'de kalırlarmış. Ayette ifâde edilen ifâza (toptan boşanma, akın etme) işine diğer Araplar Arafat'tan başlarken Mekkeliler Müzdelife'den başlarmış. Âyeti kerime, "Sonra, insanların toplu olarak akın ettiği yerden, siz de akın edin" emrederek, Kureyşlilerin kendilerine tatbik ettikleri imtiyazı kaldırmıştır. Âyet-i kerimenin devamındaki: "Allah'tan mağfiret dileyin" emriden de "daha önce, Arafat'a gitmeyerek kendinize uyguladığınız keyfî imtiyazla işlediğiniz hatadan tevbe edin" mânâsı anlaşılmıştır.[34]

 

ـ39ـ وعن ابن المسيب قال: ]أقْبَلَ صُهَيْبٌ رَضِىَ اللّهُ عَنْه مُهَاجِراً مِنْ مَكَّةَ فاتبَعَهُ رِجالٌ مِنْ قَرَيشٍ فَنَزَلَ عَنْ رَاحِلَتِهِ وَانْتَشَلَ مَا في كنَانَتِهِ وَقَالَ: وَاللّهِ َ تَصِلُونَ إليَّ حَتَّى أرْمِِى بِكُلِّ سَهْم مَعَى ثُمَّ أضْرِبَ بِسَيْفِى مَا بَقِىَ في يَدِى، وَإنْ شِئتُمْ دَلَلْتُكُمْ عَلَى مَالٍ دَفَنْتُهُ بِمَكَّةَ وَخَلّيتُمْ سَبيلِى ففَعَلوا فَلَمَّا قَدِمَ عَلَى رَسُولِ اللّهِ # نَزلتْ: وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْرِى نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرَضَاتِ اللّهِ اŒية. فَقَالَ لَهُ رَسُولُ اللّهِ # رَبِحَ الْبَيْعُ أبَا يَحْيى وَتََ عَلَيْهِ اŒيةَ[. أخرجه رزين .

 

39. (479)- İbnu Müseyyeb anlatıyor: "Süheyb (radıyallahu anh) muhacir olarak Mekke'den yola çıktı. Kureyş'ten bazıları onu takibe başladılar. Bunun üzerine o da devesinden inerek sadağında ne kadar ok varsa hepsini çıkardı. Takipçilere:

"Allah'a kasem olsun oklarımın hepsini atıncaya kadar bana yetişemezsiniz. Sonra elimde durdukça kılıcımı kullanacağım. Eğer dilerseniz, size Mekke'de toprağa gömdüğüm malın yerini söyleyeyim, mukabilinde siz de beni serbest bırakın, yoluma devam edeyim" dedi. Takipçiler teklifini kabûl ettiler. (O da sağ salim yoluna devam etti). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına varınca şu ayet nâzil oldu:

"İnsanlardan öyle kimse de vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini satın alır..." (Bakara: 2/207). Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ebu Yahya'nın alışverişi kârlı oldu" der ve âyeti tilâvet buyurur".[35]

 

ـ40ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ]لمَّا نَزَلَ قَوْلُهُ تعالى: وََ تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إَّ بِالَّتِى هِىَ أحْسَنُ، وَقَوْلُهُ تَعَالى: إنَّ الَّذِينَ يَأكُلُونَ أمْوَالَ اليَتَامى ظُلْماً إنَّمَا يَأكُلُونَ في بُطُونِهِمْ ناراً وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيراً انْطَلقَ مَنْ كَانَ عِنْدَهُ فَعَزَلَ طَعَامَهُ مِنْ طَعَامِهِ وَشَرَابَهُ مِنْ شَرابِهِ فإذَا فَضَلَ مِنْ طَعَامِ الْيَتِيمِ وَشَرابِهِ شَئٌ حُبِسَ لَهُ حَتَّى يَأكُلَهُ أوْ يَفْسُدَ. فاشْتَدَّ ذلِكَ عَلَيْهِمْ فذكَرُوا ذلِكَ لِرَسولِ اللّهِ # فأنْزَلَ اللّهُ تعالى: وَيَسْئلُونَكَ عَنِ الْيَتَامَى قُلْ إصَْحٌ لُهُمْ خَيْرٌ وَإنْ تُخَالِطُوهُمْ فإخْوَانُكُمْ، فَخَلَطُوا طَعَامَهمْ بِطَعاَمِهِمْ وشَرَابهُمْ بِشَرَابِهِمْ[. أخرجه أبو داود والنسائى .

 

40. (480)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Cenab-ı Hakk'ın şu sözleri nazil olduğu zaman: "Yetim rüşdüne erinceye kadar, onun  malına o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın"; keza "Yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" (Nisa: 4/10) yanında yetim bulunanlar hemen gidip yetimlerin yiyeceğini ve içeceğini kendilerinin yiyip içeceklerinden ayırdılar. Yetime ait yiyecek ve içeceklerden bir şey artsa ona dokunulmuyor, yiyinceye veya kokuşup bozuluncaya kadar saklanıyordu. Bu hal, bir kısım müşkilatlara sebep oldu. Durum Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a arzedildi. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: "Sana yetimleri sorarlar. De ki: Onları faydalı ve iyi bir hâle getirmek hayırlıdır. Şâyet kendileriyle bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir" (Bakara: 2/220). Bu âyet üzerine yetimlerin yiyeceklerini ve içeceklerini kendi yiyecek ve içeceklerine karıştırdılar."[36]

Yetimlerle ilgili geniş açıklama daha önce geçti.[37]

 

ـ41ـ وعن نافع قال: ]كَانَ ابنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهما إذَا قَرَأ الْقُرْآنَ َ يَتَكَلَّمُ حَتَّى يَفْرغَ مِنْهُ فَأخَذْتُ عَلَيْهِ يَوْماً فَقَرأ سُورَةَ الْبَقَرَةِ حَتَّى انْتَهى إلى مَكانٍ. فَقَالَ: أتَدْرِى فِيمَ أُنْزِلتْ؟ قُلْتُ َ . قَالَ: أُنزِلتْ في كذَا وَكَذَا ثُمَّ مَضَى[. أخرجه البخارى .

 

41. (481)- Nâfi anlatıyor: İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Kur'ân okuduğu zaman, okuma işinden çıkıncaya kadar hiç konuşmazdı. Bir gün ben (Mushaf'ı, yüzünden takip ediverdim, o da ezberden) Bakara sûresini okudu. Bir âyete gelince bana:

"Bu âyet ne hakkında indi biliyor musun?" diye sordu. Ben

"Hayır!" deyince:

"Şu, şu mesele için" diye açıkladı, sonra (okumaya) devam etti.[38]

 

AÇIKLAMA:

 

İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'den kadınlara arka uzvundan teması tahrim eden bir âyetle ilgili olan  bu hadis, oldukça mübhem bir tarzda rivâyet edilmektedir. Bu mübhemlik daha ziyade Buhârî'nin rivâyetine hastır. Yine Nâfi'den başka tariklerle diğer kitaplarda gelen vecihleri mübhemliği izâle edecek ziyâdeleri havidir. Nitekim parantez içerisine dercettiğimiz açıklayıcı kısımlar rivayetin başka vecihlerinden alınmadır. Bu açıklayıcı ziyâdelerden biri de, İbnu Ömer'in dikkat çektiği ayet-i kerimedir: "Kadınlarınız sizin (evlat yetiştiren) tarlanızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi gelin..." (Bakara: 2/223).

Ayet-i kerîmedeki "hars" kelimesi ekim demektir, tarla diye tercüme ettik. İslâm uleması bununla kadınların cinsiyet uzvunu anlamakta ittifak ederler. Kadınların rahimlerine bırakılan nutfeler, çocuk elde etmek üzere atılan tohumlara benzetilmiş oluyor.

Bu mevzuyu tamamlayan pekçok rivâyet mevcuttur. Bunlardan bir kısmı müteâkiben kaydedilecek. Her bir rivâyette konuyu açıklayan bir ziyadeye rastlanacaktır. Bu söylenenleri şimdiden şöyle özetlemek mümkündür: Kur'ân-ı Kerîm kadını tarlaya teşbih ettikten sonra "tarlanıza istediğiniz şekilde gelin" demekle "ekim"e uygun gelişi irşad etmiştir. Yani, herkes nikahlısına -Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın açıkladığı üzere- tek yol'dan istediği tarzda temas edebilecektir.[39]

 

ـ42ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَتْ الْيَهُودُ تَقُولُ إذَا جَامَعَها مِنْ وَرَائِهَا جَاءَ الوَلَدُ أحْوَلَ فَأنْزِلتْ: نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ فَأتُوا حَرْثكُمْ أنَّى شِئْتُمْ[. أخرجه الخمسة إ النسائى .

 

42. (482)- Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Yahudiler: "Kadına arka istikametinden temas edilirse çocuk şaşı doğar" derlerdi. Bunun üzerine: "Kadınlarınız sizin (evlad yetiştiren) tarlanızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi gelin" ayeti nâzil oldu" (Bakara: 2/223).[40]

 

ـ43ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ]جَاءَ عُمرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْه إلى رَسُولِ اللّهِ # فَقَالَ يَا رَسُولُ اللّهِ هَلَكْتُ. قالَ: وَمَا أهْلَكَكَ؟ قَالَ حَوَّلتُ رَحْلى اللّيْلَةَ. فَلَمْ يَرُدَّ عَلَيّهِ

شَيْئاً، فَأوْحى اللّهُ تعالى إلى رسُولِ اللّهِ # هذِهِ اŒية: نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ فَأتُوا حَرْثَكُمْ أَنَّى شِئْتُمْ. أقْبِلْ وَأدْبِرْ، وَاتَّقِ الدُّبُرَ والحَيْضَة[. أخرجه الترمذى .

 

43. (483)- İbnu Abbâs (radıyallahu anühmâ) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:

"Ey Allah'ın Resûlü mahvoldum" buyurdu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

"Niye mahvoldun ne var?" diye sorunca açıkladı:

"Bu gece bineğimi ters çevirdim (arka canibinden yanaştım). "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hiçbir cevap vermedi. Cenab-ı Hakk peygamberine şu âyeti vahyetti: "Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır. Tarlanıza istediğiniz gibi gelin." Dübüründen ve hayız halinde temastan kaçınmak şartıyla önden, arkadan, nasıl istersen öyle gel."[41]

 

ـ44ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]إنَّ ابنَ عُمرَ واللّهُ يَغْفِرُ لَهُ: أوْهمَ إنما كاَنَ هذا الحىُّ مِنَ ا‘نْصَارِ، وهم اَهْلُ وثَنٍ مَعَ هذَا الحىِّ من يَهُودَ، وهُمْ أهلُ كِتَابٍ فَكانُوا يَرَوْنَ لَهُمْ فَضًْ عَلَيْهِمْ في العِلْمِ، وَكَانُوا يقْتَدُونَ بِكِثيرٍ منْ فِعْلِهِمْ، وكَانَ مِنْ أمْرِ أهلِ الْكِتَابِ أنْ  َيأتُوا النِّسَاءَ إَّ عَلى حَرْفٍ، وَذلِكَ أستَرُ مَا تَكُونُ الْمَرأةُ. فَكَانَ هَذَا الحَىُّ مِنَ ا‘نْصَارِ قَدْ أخَذُوا ذِلِكَ مِنْ فِعْلِهِمْ. وَكانَ هذَا الحىُّ مِنْ قُرَيْشٍ يَشْرَحُونَ النِّسَاءَ شَرْحاً مُنْكَراً وَيَتلذَّذُونَ مِنْهُنَّ مُقْبَِتٍ مُدْبِرَاتٍ وَمُسْتَلْقِيَاتٍ، فَلمَّا قَدِمَ الْمُهَاجِرُونَ الْمَدِينَةَ تَزَوَّجَ رَجُلٌ مِنهُمُ امْرَأةً مِنَ ا‘نْصَارِ فَذَهَبَ يَصْنَعُ بِهَا ذلِكَ فَأنْكَرَتهُ عَلَيْهِ وَقَالَتْ إنَّا كُنَّا نُؤْتَى عَلَى حَرْفٍ فَاصْنع ذَلِكَ وإَّ فاجْتَنِبنِى حتَّى شرِىَ أمْرُهما. فَبَلَغَ ذَلِكَ رَسُولُ اللّه # فأنْزَلَ اللّهُ تعالى هذِهِ اŒية: نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ فأتُوا حَرْثَكُمْ أنّى شِئْتُمْ؛ أىْ مُقْبَِتٍ وَمُدْبِرَاتٍ وَمُسْتَلقِيَاتٍ، يَعْنِى بذَلِكَ مَوْضِعَ الْوَلَدِ[. أخرجه أبو داود .

»الشرح« بحاء مهملة: وطءُ المرأة مستلقية على قفاها، وشَرِىَ ا‘مر بينهما: أى عظم وتفاقم .

44. (484)- Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Allah, İbnu Ömer (radıyallahu anh)'i mağfiret buyursun, bir hususta yanılmıştı. Şu Ensarîler putperestti ve ehl-i kitaptan Yahudilerle birlikte idiler. Ensar (İslâm'dan önce) ilim yönüyle Yahudilerin kendilerinden üstün olduklarına inanırlardı. Bu sebeple onların birçok davranışlarını aynen taklid ediyorlardı. Ehl-i kitaba has âdetlerden biri de kadınlarına tek istikametten (yani ön cihetten) yanaşırlardı. Bu, kadın için de en uygun tarzdı. Ensar topluluğu, bu âdeti de Yahudilerden aynen almıştı. Kureyşliler ise, kadınları hoş olmayan şekilde açarlar, onlara arka cihetlerinden, ön cihetlerinden, sırt üstü yatmış vaziyette yanaşırlardı. Medine'ye muhacir olarak Mekkeliler gelince onlardan bir erkek Medineli bir kızla evlendi. Erkek, kadına Kureyş usulünce temas etmek istedi. Kadın buna müsaade etmedi. "Bizde kadına tek istikametten temas edilir, sen de öyle yap, aksi halde bana dokunma" dedi.

Onların bu ihtilafı büyüdü ve herkes duydu. Öyle ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a da intikal etti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti inzal buyurdu: "Kadınlarınız (çocuk yetiştirdiğiniz) tarlanızdır. Tarlaya dilediğiniz gibi gelin" (Bakara: 2/223). "Dilediği gibi" den maksad (istikâmet olarak) önlerinden, arkalarından, sırt üstü yatmış olarak. Ancak bu geliş çocuk mahalline olacak."[42]

 

ـ45ـ وعن أم سلمة رضِىَ اللّهُ عنها. ]أنَّ رَسُولُ اللّهِ # قالَ في قَولِهِ تعالى نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ فَأتُوا حَرْثَكُمْ أنّى شِئْتُمْ. قالَ: في صِمامٍ واحِدٍ، ويُروى بِالسينِ سِمَامٍ[. أخرجه الترمذى »صَمامٍ واحدٍ« أى مسلك واحد .

 

45. (485)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kadınlarınız (çocuk yetiştirdiğiniz) tarlalarınızdır,  tarlanıza dilediğiniz gibi gelin" ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurdu:

"Tek yoldan (ki o da çocuk yoludur) olmak  kaydıyla dilediğiniz şekilde temas kurun" [43]

 

AÇIKLAMA:

 

İslâm dini, insanların hayatında mühim bir yer işgal eden cinsî hayat üzerinde şuurlu ve sistemli şekilde durmuştur. Hıristiyanlık başta, diğer bütün inanç sistemlerinin hiçbirinde bu yoktur. Günah addederek, ayıp addederek tedkik, tahlil ve ta'lîm konusu yapmamışlardır. Halbuki insana en hâkim, en müessir, onu en yönlendirici kuvvelerinden biri cinsî güçtür. İçtimâî nizamın pekçok meselesi onunla ilgilidir: Akrabalıklar, verâset, tenâsül vs. Buna pekçok taşkınlıkları, cinâyetleri de ilâve edebiliriz. Öyle ise insanların cinsî yönlerini ihmal etmek değil, ele almak, terbiye etmek, o yönden hâsıl olacak meselelerin hallini önceden düşünmek, tedbirler vazetmek gereklidir.

İslâm dini böyle yapmıştır. Hayayı imandan bir şube olarak tebcil eden dinimiz, cinsiyetle ilgili bahislerde haya sebebiyle cehâleti tasvib etmemiştir. Öğretmeyi, öğrenmeyi prensip edinmiştir.

Biz yukarıda kaydedilen âyet ve bu âyetin açıklanmasıyla ilgili olarak vârid olan sahih hadislerden hareketle, İslâm'da cinsiyetle ilgili bahisleri daha geniş ve tatminkâr bir  tahlile tâbi tuttuk.[44]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/272-275.

[2] Buhârî, Tefsir, Bakara: 25; Nesâî, Siyâm: 63 (4, 190-191); Ebû Dâvud, Savm: 3, (2318), Sıyam: 2, (2316); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/275.

[3] Ebu Dâvud, Savm: 2 (2316); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/276.

[4] Nesâî, Sıyam: 63, (4, 190-191); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/276.

[5] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 26; Müslim, Sıyam: 149 (1145); Ebu Dâvud, Savm: 2 (2315);Tirmizî, Savm 75, (798); Nesâî, Sıyâm: 63, (4, 190); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/277.

[6] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 26; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/277.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/277-278.

[8] Ebu Dâvud, Salât: 358, (1479); Tirmizî, Tefsir: 2, (2973, 3244), Daavât: 2, (3369); İbnu Mâce, Duâ: 1, (3828); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/278.

[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/278-279.

[10] Cami'u'l-Usûl'de bu rivâyet öncekinin devamıdır. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/279.

[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/279-280.

[12] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 27; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/280.

[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/280.

[14] Buhârî, Savm: 15; Tirmizî,Tefsir: 2, (2972); Ebû Dâvud, Savm: 1, (2314); Nesâî, Sıyâm: 29, (4, 147-148); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/281-282.

[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/282.

[16] Buhârî, Savm: 16 ,Tefsîr, Bakara: 2, 28; Müslim, Sıyâm: 35, (1091); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/283.

[17] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 28, Savm: 16; Müslim, Sıyâm: 33, (1090); Ebu Dâvud, Savm: 17, (2349); Tirmizî, Tefsir: 2 (2974-2975); Nesâî, Sıyâm: 29, (4, 148); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/283.

[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/283.

[19] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 28; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/284.

[20] Buharî, Tefsir, Bakara: 2, 29, Umre: 18; Müslim, Tefsir, Nisâ: (3026); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/284.

[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/284-285.

[22] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 31; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/285.

[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/285.

[24] Tirmizî, Tefsir, Bakara: 2, (2976); Ebu Davud, Cihâd: 23, (2512); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/286.

[25] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 32, Meğâzî: 35, Tıbb: 16; Müslim, Hacc: 80, 85 (1201); Tirmizî, Tefsir, Bakara: 2, (2977); Ebu Dâvud, Menâsik: 43, (1856); İbnu Mâce, Menâsik: 8, 6, (3079); Muvatta, Hacc: 239 (1-117); Nesâî, Menâsik: 96, (5, 194-195); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/287.

[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/287.

[27] Ebu Dâvud, Menâsik: 7, (1733); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/288.

[28] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 34, Hacc: 150, Büyû: 1; Ebu Davud, Menasik: 5, (1732), 7, (1734); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/288.

[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/288-289.

[30] Buhârî, Hacc: 6; Ebu Dâvud, Menâsik: 4, (1730); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/290.

[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/290.

[32]Tercümede asla sadakat için üslubun değişmiş olduğuna dikkat çekici cümle tarafımızdan kondu. (İbrahim Canan)

[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/291.

[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/291-292.

[35] Rezin'in ilâvesi'dir. Bagâvî ve İbnu Kesîr tefsirlerinde senedsiz olarak kaydederler. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/292.

[36] Ebu Dâvud, Vesâya: 7, (2871); Nesâî, Vesâya: 11, (6, 256-257); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/293.

[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/293.

[38] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 39; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/293.

[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/294.

[40] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 39; Müslim, Nikâh: 117 (1435); Ebu Dâvud, Nikah: 46, (2163); Tirmizî, Tefsir, Bakara: 2, (2982); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/294.

[41] Tirmizî, Tefsir, Bakara: 2, (2984); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/295.

[42] Ebu Dâvud, Nikâh: 46, (2164); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/296.

[43] Tirmizî, Tefsîr, Bakara: (2983); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/296.

[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/297.