NETİCE:

 

Ayetle ilgili yukarıdaki farklı görüşler zâni ve zâniyenin durumuna göre üç ayrı hükme götürmüştür.

1- Müşrikler: Kadın veya erkek inanan bir kimse, müşrik ile evlenemez. Evlenecek olsa yapılan nikâh, meşru  nikâh değildir, bu evlilik hayatı  müebbeten zinadır, kesinlikle haramdır.

2- Zinayı helal  addeden veya mühimsemeyen zâni ve zâniyeler: Bunlar müşrik hükmündedir, bunlarla evlenmek kesinlikle haramdır. Bunların durumu, yukarıda temas ettiğimiz, sadedinde olduğumuz âyet-i kerimenin haklarında inmiş olduğu belirtilen Medine'nin  kerhane çalıştıran fahişeleri gibidir. Ayet-i kerimede Rabb Teâla bunları müşriklerle bir tutmuştur. Bunlarla yapılacak nikâh meşru nikâh değildir, evlilik müebbet zinadır.

Şu halde âyet-i kerime belirttiğimiz bu iki zümre (1- Müşrikler; 2- Zinayı helal addedenler) ile evlenmenin haram olduğu hususunda nassdır, muhkemdir.

3- Zinayı helâl addetmeyenlerin nikahı: Zinayı helal addetmek gibi küfre delil olacak bir tavrı görülmeyen zâni veya zâniye ile evlenmek meselesine cevaz verilmiştir. Bunlarla evlenmek tahrimen mekruh olmakla berâber, yapılan nikah meşrudur, bâtıl değildir.

Âlimler bu âyet-i kerimenin bu grup zânilere teşmilinde şüphe görmüşlerdir. Aradaki ihtilâf ve ictihad farklılıkları da bu kısma râcidir. Yukarıda belirtildiği üzere sadece Hz. Aişe, İbnu Mes'ud ve Bera İbnu Azib (radıyallahu anhümâ) bu kısmı da diğer ikiye ilhak edip hepsini  bir mütâlaa etmişlerdir.

Meşru nikah olmaksızın birleşip sonradan evlenmek isteyenleri, ulemâ büyük ekseriyeti ile, bu gruba dâhil ederek, evlenmelerine fetva vermişlerdir. İbnu Abbâs (radıyallahu anh) böyleleri hakkında:    اوله سفاح وآخره نكاح    "Başlangıcı zinâ,  sonu nikâh" buyurmuştur. İbnu Ömer (radıyallahu anh) bu meselede İbnu Abbas gibi düşünmüş ve: "Bu önce çalıp, sonra çaldığı şeyi satın alan kimseye benzer" demiştir.

Ebu Hanife ve Şâfii hazretlerine göre, istibra gerekmez, zira önceki suyun hurmeti (hukukî, şer'î değeri) yoktur. İmam Mâlik'e göre ise, önceki suyun hurmeti olmasa da nikâh suyunun hurmeti vardır, bunun hurmeti sebebiyle zina suyunun üzerine dökülüp helâl olan, harama karıştırılmamalı, izzet suyu,  zillet suyuna mezcedilmemeli. Bunun  tahakkuku için istibra (yani iddet denen bekleme müddeti geçtikten sonra nikâhın yapılması) şarttır.

Zaniye: Son olarak şunu belirtelim ki, âyette nikâhı yasaklanan zâniye, zina fazihasını âmden, rıza ile işleyendir, rızasının hilâfına zorla tecavüze mâruz kalan, zâniye sayılmaz. Bu sebeple alimler zâniye ile mezniyeyi ayırmışlardır.

Mezniye, kendisiyle zina yapılan kadın demektir. Her mezniye, zâniye sayılmaz.  İkrah ile, zorla zinaya icbar edilen mezniyedir ama zâniye değildir. Zaniye, zina fiiline rıza ile iştirak ettiği için fâildir, mezniye ise, rızası olmadığı  için fâil değil, mef'uldür. Şu halde, ayet-i kerimede gelen hüküm, zinanın sübutu için şeriatın derpiş ettiği şartlar tahakkuk eden, fiillerine zina hükmü lâhık olan zâni ve zâniye ile alâkalıdır. Zinanın sübutunda en az dört erkeğin şehadeti  şart olduğu gibi, zâninin İslâm, akıl, büluğ, hürriyet, evlenmişlik gibi vasıfları taşıması da şarttır.[1]

 

ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ هَِلَ بن أميَّةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَذَفَ امْرَأَتَهُ عِنْدَ النَّبىِّ #

بِشَريكِ بن سَحْمَاءَ. فَقَالَ النَّبِىُّ #: الْبَيِّنَةُ أوْ حَدٌّ في ظِهْرِكَ. فقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ إذَا رَأى أحَدْنَا عَلى امْرَأتِهِ رَجًُ يَنْطِلقُ يَلْتَمِسُ الْبَيَنَةَ؟ فَجَعَلَ النَّبىُّ # يقولُ: الْبَيِّنَةُ أوْ حَدٌّ في ظَهْركَ. فقال: وَالَّذِى بَعَثَكَ بِالْحَقِّ إنِّى لصَادِقٌ وَلْيَنْزِلَنَّ اللّهُ تعالى مَا يُبْرِئُ ظَهْرِى مِنَ الحَدِّ. فنزلَ جِبْرِيلُ عليهِ السَّمُ وَأنْزلَ علَيْهِ: وَالَّذِينَ يَرْمُونَ أزْوَاجَهُمْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ شُهَدَاءُ إَّ أنْفُسُهُمْ حَتَّى بَلَغَ إنْ كَانَ مِنَ الصَّادِقِينَ. فَانْصَرَفَ النَّبىُّ #، فأرْسَلَ إلَيْهمَا فَجَاءَ هِلٌ فَشَهِدَ وَالنَّبِىُّ # يَقُولُ: اللّهُ يَعْلَمُ أنَّ أحدَكُمَا كاذِبٌ فَهَلْ مِنْكُمَا تَائِبٌ؟ ثُمَّ قَامَتْ فَشَهِدَتْ. فلمَّا كَانَتْ عِنْدَ الخَامِسَةِ وَقَفُوهَا وَقَالُوا لَهَا إنَّهَا مُوجِبَةٌ. قَالَ ابنُ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. فَتَلَكِّأتْ ونَكَّصَتْ حَتَّى ظَنَنَّا أنَّهاَ تَرْجِعُ. ثُُمَّ قالتْ: وَاللّهِ َ أفْضَحُ قَوْمِى سَائِرَ الْيَوْمِ، فَمَضَتْ، فَقَالَ النَّبِىُّ # أبْصِرُوهَا فإنْ جَاءَتْ بِهِ أكْحَلَ الْعَيْنَيْنِ سَابِغَ ا‘لْيَتَيْنِ خَدَلَّجَ السَّاقيْنِ فَهُوَ لَشَرِيكَ ابن سَحْمَاءَ، فَجَاءَتْ بِهِ كَذلِكَ. فقَالَ النبىُّ #: لَوَْ مَا مَضَى مِنْ كِتَابِ اللّهِ تَعالَى لَكَانَ لى وَلَها شَانٌ[. أخرجه البخارى وأبو داود والترمذى .

 

2. (717)- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hilal İbnu Ümeyye (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında, hanımının Şerik İbnu Sahmâ ile zina yaptığını söyledi.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ya delil getirirsin veya sırtına hadd tatbik edilir"dedi.

Hilâl: "Ey Allah'ın Resûlü! Birimiz, hanımı üzerinde bir adam görse, koşup delil mi arayacak?"  dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) önceki sözünü tekrar ediyordu: "Ya delil getirirsin ya da sırtına  had  uygulanır." Bunun üzerine Hilâl:

"Seni hak üzerine gönderen Zât'a kasem olsun doğruyu söylüyorum. Mutlaka Allah sırtımı hadden kurtaracak bir vahiy gönderecektir" dedi. Cibril (aleyhisselam) indi ve şu vahyi indirdi: "Karılarına zina isnad edip de kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâhidliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah'ı dört defa şâhid tutmasıyla olur. Beşincisinde eğer yalancılardan ise Allah'ın lânetinin kendisine olmasını diler" (Nur 6-7).

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oradan ayrıldı. Onlara adam gönderdi. Hilâl geldi (lânet okuyarak) şehâdette bulundu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah biliyor ki, ikinizden biriniz yalancısınız, tevbekâr olanınız var mı?" dedi.

Sonra kadın kalktı, o da şehâdetde bulundu. Kadın beşinci şehâdette iken kadını  durdurdular ve: "Beşince şehâdet, (yalancı olduğun takdirde) şiddetli azab gerektirir" dediler.

İbnu Abbâs der ki: Bunun üzerine kadın durakladı ve sükut etti. Öyle ki, yeminden rücû edeceğini sandık.

Sonra: "Hayır, vallahi kavmimi bundan böyle mahçup hâle düşürmeyeceğim" dedi ve yeminini tamamladı.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İyi bakın, eğer bu kadın gözleri sürmeli, kabaları iri, bacakları kalın bir çocuk doğurursa bilin ki bu çocuk Şerik İbnu Sahmâ'dandır" buyurdu. Gerçekten de bu evsafta bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle söylediler:

"Eğer, Allah'ın Kitabı'nda kadının yemini ile haddin düşeceği hususunda hüküm gelmemiş olsaydı, (çocuktaki bu benzerlikten hareketle kadının zâniliğine hükmederdim ve) onun benden göreceği vardı." [Buhârî, Tefsir, Nur 3, Şehâdât 21, Talâk 28; Ebu Dâvud, Talâk 27, (2254); Tirmizî, Tefsir, Nur, (3178).][2]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu hadis, İslâm'ın mühim bir müessesesine açıklık getirmektedir.

Lian, karı veya  kocanın mukabil tarafı zina ile ithamı sonunda başvurulan bir lânetleşmedir. İddiada bulunan taraf, sözünde sadık olduğunu, öbür taraf da suçsuz olduğunu dört defa yeminle te'yidden sonra beşinci defada yalancı olduğu takdirde "Allah'ın lâneti'nin üzerine olmasını" ifâde eder.

Lian, kazifte bulunan tarafı hadd-i kazif'ten, öbür tarafı da hadd-i zinâ'dan kurtarır ve kesinlikle boşanma hâsıl olur.

Şâfî hazretleri, lianın sıhhati için üçüncü şahsın ismen zikredilmesini şart koşar. İsmen zikredilmediği takdirde kazifte (zinâ iftirasında) bulunanın hadde mâruz kalacağını söyler.

Bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Delil getir, aksi  takdirde sırtına hadd vurulur" sözü, kaziften sonra delil getirmeyen ve lânetleşmeye de yanaşmayan kişinin hadde tâbi tutulacağını ifade eder.

Yine hadiste geçen "İkinizden biri yalancıdır, tevbe edin" ifadesi her iki tarafın getireceği beyyine (şahitler) birbirlerini cerh ederse davanın düşeceğine delâlet eder. Çünkü deliller birbirini hükümsüz bırakmıştır.

Hadiste görülen mühim bir husus da, imamın zâhire göre hükmetmesi, kanaatine yer vermemesi gereğidir. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'ın kitabında kadının yemini ile haddin düşeceği hususunda hüküm gelmemiş olsaydı, onun benden göreceği vardı" buyurmuştur.[3]

 

ـ3ـ وعن الزهرى عن عروة وغيره عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كَانَ رسولُ اللّه # إذَا أرَادَ سَفَراً أقْرَعَ بَيْنَ نِسَائِهِ أيَّتُهُنَّ خَرَجَ سَهْمُهَا خَرَجَ بِهَا مَعَهُ، وَإنَّهُ أقْرَعَ بَيْنَنَا في غَزَاةٍ فَخَرَجَ سَهْمِى فَخَرَجْتُ مَعَهُ بَعْدَمَا أنْزِلَ الحِجَابُ، وَأنَا أحْمَلُ في هَوْدَجٍ وانْزَلُ فِيهِ، فَسِرْنَا حَتَّى إذَا فَرَغَ رَسولُ اللّه # مِنْ غَزْوَتِهِ تِلْكَ وَقَفَلَ وَدَنَوْنَا مِنَ الْمَدِينَةِ آذَنَ لَيْلَةً بِالرَّحِيلِ، فَقُمْتُ حِينَ آذَنُوا بِالرَّحِيلِ حَتَّى جَاوَزْتُ الْجَيْشَ، فَلَمَّا قَضَيْتُ مِنْ شَأنِى أقْبَلْتُ إلى الرَّحْلِ فَلمَسْتُ صَدْرِِى فإذَا عِقْدٌ لِى مِنْ جَزْعِ أظْفَارٍ قَدِ انْقَطَعَ فَرَجَعْتُ فَالْتَمَسْتُهُ فَحَبَسَنِى ابْتِغَاؤُهُ، وَأقْبَلَ الرَّهْطُ الَّذِينَ كانُوا يُرَحِّلُونَنِى فاحْتَمَلُوا هَوْدَجِى فَرَحَّلُوهُ عَلَى بَعِيرى وَهُمْ يَحْسَبُونَ أنِّى فِيهِ، وَكانَ النِّسَاءُ إذْ ذَاكَ خِفَافاً لَمْ يُثْقِلْهُنَّ اللَّحْمُ، وَإنَّمَا نأكُلُ الْعُلْقَةَ مِنَ الطَّعَامِ، فَلَمْ يَسْتَنْكِرِ الْقَوْمُ حِينَ

رَفَعُوهُ خِفَّةَ الْهَوْدَجِ فَحَمَلُوهُ، وَكُنْتُ جَارِيَةً حَدِيثَةَ السِّنِّ، فَبَعَثُوا الجَمَلَ وَسَارُوا فَوَجَدْتُ عِقْدِى بَعْدَ مَا اسْتَمَرَّ الجَيْشُ فَجِئْتُ مَنْزِلَهُمْ وَلَيْسَ فِيهِ أحَدٌ مِنْهُمْ فَتَيَمَّمْتُ مَنْزِلِى الَّذِى كُنْتُ فِيهِ وَظَنَنْتُ أنَّهُمْ سَيَفْقِدُونَنِى فَيَرْجِعُونَ إلىَّ. فَبيْنمَا أنَا جَالِسَةٌ غَلَبَتْنِى عَيْنَاى فَنِمْتُ، وَكانَ صَفْوانُ بنُ الْمُعَطَّلَ السُّلَمىُّ ثُمَّ الذَّكْوَانِىُّ قَدْ عَرَّسَ وَرَاءَ الْجَيْشِ فأدْلَجَ فأصْبَحَ عِنْدَ مَنْزِلِى فَرَأى سَوَادَ إنْسَانٍ نَائمٍ فَاتَانى فَعَرَفنِى حِينَ رَآنِى، وَكَانَ يَرَانِى قبْلَ الْحِجَابِ، فَاسْتَيْقَظْتُ بِاسْتِرْجَاعِهِ حِينَ عَرَفَنِى فَخَمَّرْتُ وَجْهِى بِجِلْبَابِى وَواللّهِ مَا يكلِّمُنِى بِكَلمةٍ وََ سَمِعْتُ مِنْهُ كَلمةً غَيْرَ اسْتِرْجِاعِهِ، وَهَوَى حَتَّى أنَاخَ رَاحِلَتَهُ فَوَطئَ عَلَى يَدَيْهَا فَرَكِبْتُهَا، فانْطَلَقَ يَقُودُ بِىَ الرَّاحِلَةَ حَتَّى أتَيْنَا الجَيْشَ بَعْدَ مَانَزَلُوا مُعَرِّسِينَ، قالتْ فَهَلَكَ في شأنِى مَنْ هَلَكَ، وَكَانَ الَّذِى تَوَلّى كِبْرَ ا“فْكِ عَبداللّهِ بنَ أبىِّ ابنَ سُلولَ، فَقَدِمْنَا الْمَدِينَة فاشْتَكَيْتُ بِهَا شَهْراً، وَالنَّاسُ يُفِيضُونَ في قَوْلِ أصْحَابِ ا“فْكِ وََ أشْعُرُ، وَهُوَ يُرِيبُنِى في وَجَعِى أنِّى َ أرَى مِنَ النبىِّ # اللُّطْفَ الَّذِى كُنتُ أرَى مِنْهُ حِينَ أشْتَكِى، إنَّمَا يَدْخُلُ فَيُسَلِّمُ ثُمَّ يقُولُ كَيْفَ تِيكُمْ؟ ثُمَّ يَنْصَرِفُ، فذلِكَ الَّذِي يُريبُنِى مِنْهُ وََ أشْعُرُ بِالشَّرِّ حَتَّى نَقِهْتُ، فَخَرَجْتُ أنَا وَأمُّ مِسْطَحٍ قِبَلَ المَنَاصِعَ وَهُوَ مُتَبَرَّزُنَا، وَكُنَّا َ نَخْرُجُ إَّ لَيًْ إلى لَيْلٍ، وَذلِكَ قَبْلَ أنْ نَتَّخِذَ الْكُنُفَ، وَأمْرُنَا أمْرُ الْعَرَبِ ا‘وَلِ في التَّبَرُّزِ قِبَلَ الْغَائِطِ، فأقْبَلتُ أنَا وَأمَّ مِسْطَحٍ، وَهىَ ابْنةُ أبى رُهْمِ بنِ المُطّلِب بن عبْدِ مَنَافٍ. وَأمُّهَا بِنتُ صَخْر بن عَامِر خَالةُ أبى بَكْرِ الصِّدِّيق رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. وَابنُهَا مِسْطَحُ بنُ أثَاثةَ ابن عُبَاد بن المُطلبِ، حِينَ فَرَغْنَا مِنْ شَأنِنَا نَمْشِى. فَعَثَرَتْ أُمُّ مسْطحٍ في مرْطَهَا فَقَالَتْ: تَعِسَ مِسْطحٌ. فقُلتُ لَهَا: بِئْسَمَا قُلتِ؛ أتَسُبِّىنَ رَجًُ شَهِدَ بَدْراً؟

 فقَالَتْ: يَا هَنْتَاهُ ألَمْ تَسْمَعِى مَا قَالَ؟ فقُلْتُ وَمَا قَالَ؟ فَأخْبَرتنِى بَقَوْلِ أهْلِ ا“فْكِ فازْدَدْتُ مَرَضاً إلى مَرَضى. فلمَّا رََجَعْتُ إلى بَيْتِى دَخَلَ رسولُ اللّه # فقَالَ: كَيْفَ تِيكُمْ؟ فقُلْتُ ائْذَنْ لِى أنْ آتِىَ أبَوَىَّ، وَأنَا حِينَئِذٍ أرِيدُ أنْ أسْتَيْقَنَ الخَبَرَ مِنْ قِبَلِهِمَا، فأذِنَ لِي فأتَيْتُ أبَوَىَّ. فقُلتُ ‘مِّى: يَا أمَّتَاهُ مَاذَا يَتَحدَّثُ النَّاسُ بِهِ؟ فقَالَتْ: يا بُنَيَّةُ هَوِّنِى عَلَى نَفْسِكِ الشَأْنَ، فَوَاللّهِ لَقَلّمَا كَانَتِ امَرَأةٌ قطُّ وَضِيئةٌ عِنْدَ رَجُلٍ يُحِبُّهَا وَلَهَا ضَرائِرُ إَّ أكْثَرْنَ عَلَيْهَا، فقُلْتُ سُبْحَانَ اللّهِ! وَلَقَدْ تَحَدَّثَ النَّاسُ بِهذَا؟ قَالَتْ: فَبَكَيْتُ تِلْكَ اللَّيْلَةَ حَتَّى أصْبَحْتُ َ يَرْقأُ لِى دمْعٌ وََ أكْتَحلُ بِنَومٍ. ثُمَّ أصْبَحْتُ أبْكِى، فَدَعَا رسولُ اللّه # عَلَىَّ ابن أبى طَالبٍ وأسَامَةَ ابنَ زَيْدٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما حِينَ استَلْبَثَ الْوَحْى يَسْتَشِيرُهُمَا في فِرَاقِ أهْلِهِ. قَالَتْ: فَأمَّا أسَامَةُ فَأشَارَ عَلَيْهِ بِمَا يَعْلَمُ مِنْ بَرَاءَةِ أهْلِهِ بالَّذِى يَعْلمُ في نَفْسِهِ مِنْ الْوُدِّ لَهُمْ. فقَالَ أسَامةُ: هُمْ أهْلُكَ يَا رَسُولَ اللّهِ وََ نَعْلَمُ وَاللّهِ إَّ خَيْراً. وَأمَّا عَلَىٌّ ابنُ أبى طالِبٍ فقَالَ: يَارَسُولَ اللّهِ لَمْ يُضَيِّقِ اللّهُ عَلَيْكَ، وَالنِّسَاءُ سِوَاهَا كَثِيرٌَ، وَسَلِ الجَارِيةَ تُخْبِرْكَ. قَالَتْ: فَدَعَا رسولُ اللّه # بَريرةَ فقَالَ لَها: أىْ بَرِيرَةُ: هَلْ رَأيْتِ فِيهَا شَيئاً يُرِيبُكِ؟ فقَالَتْ َ؛ وَالَّذِى بَعَثَكَ بِالْحَقِّ نَبِيّاً إنْ رَأيْتُ مِنْهَا أمْراً أغْمِصُهُ عَلَيْهَا أكْثَرَ مِنْ أنَّهَا جَارِيَةٌ حَدِيثَةُ السِّنِّ تَنَامُ عَنْ عَجِينِ أهْلِهَا فَتأتِى الدَّاجِنُ فَتَأكُلُهُ قالتْ: فقَامَ رسولُ اللّهِ #

مِنْ يَوْمِهِ وَاسْتَعْذَرَ مِنْ عَبدِاللّهِ بن أبَىٍّ ابن سَلُولَ. فقَالَ وَهُوَ علَى الْمِنْبَرِ: مَنْ يَعْذُرُنِى مِنْ رَجُل بَلَغَنِى أذَاهُ في أهْلِى؟ فَوَاللّهِ مَا عَلِمْتُ عَلَى أهْلِى إَّ خَيْراً، وَلَقَدْ ذَكَرُوا رَجًُ مَا عَلِمْتُ عَلَيْهِ إَّ خَيْراً، وَمَا كَانَ يَدْخُلُ عَلَى أهْلِى إَّ مَعِى. قالتْ: فَقَامَ سَعْدُ بنُ مُعاذٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فقَالَ: يَارسُولَ اللّهِ؛ أنَا وَاللّهِ أعْذُرُكَ مِنْهُ! إنْ كَانَ مِنَ ا‘وْسِ ضَرَبْنَا عُنُقَهُ، وَإنْ كانَ مِنْ إخْوَانِنَا مِنَ الخَزْرَجِ أمَرْتَنَا فَفَعَلْنَا فِيهِ أمْرَكَ. فقَامَ سعدُ بنُ عُبَادَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ، وَهُوَ سَيِْدُ الْخَزْرَجِ، وَكانَ رَجًُ صَالِحاً وََلكِنْ أخَذَتْهُ الحَميَّةُ. فقَالَ لسعدِ بن مُعَاذٍ: كَذَبْتَ لَعَمرُ اللّهِ َ تَقْتُلُهُ وََ تَقْدِرُ عَلَى ذلِكَ، فقَامَ أسَيْدُ بنُ حُضَيْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ، وَهُوَ ابنُ عَم سعدِ بنُ مُعاذٍ فقَامَ لسعْدِ بن عُبَادَةَ كَذَبْتَ لَعمْرُ اللّهِ لَنَقْتُلَنَّهُ فإنَّكَ مُنافقٌ، تَُجَادِلُ عَنْ المُنَافقينَ. فَثارَ الحَيَّانِ ا‘وْسُ وَالخَزْرَجُ حَتَّى هَمُوا أنْ يَقْتَتلُوا ورَسولُ اللّهِ # عَلَى الْمِنْبِرِ فَلَمْ يَزَلْ يُخفِّضُهُمْ حَتَّى سَكَتُوا وَنَزَلَ، وَبَكَيْتُ يَوْمِى ذلكَ َ يَرْقأ لِى دَمْعٌ وََ أكْتَحِلُ بِنَوْمٍ ثُمَّ بََكَيْتُ لَيْلَتِى الْمُقْبِلَةَ َ يَرْقأ لِى دَمْعٌ وََ أكْتَحِلُ بِنَوْمٍ فأصْبَحَ أبَوَاى عِنْدِى وَقَدْ بَكَيْتُ لَيْلَتَيْنِ وَيَوْماً حَتَّى أظُنَّ أنَّ الْبُكَاءَ فَالِقٌ كَبِدِى. فَبَيْنَمَا هُمَا جَالِسَانِ عنْدِى وَأنَا أبْكِى إذْ اسْتَأذَنَت امْرَأةٌٌ مِنَ ا‘نْصَارِ فأذِنْتُ لَهَا فَجَلَسَتْ تَبْكِى مَعِى. فَبَيْنَمَا نَحْنُ كَذلِكَ: إذْ دَخلَ عَلَينَا رسولُ اللّه # ثُمَّ جَلَسَ، ولَمْ يَجْلِسْ عِنْدِى مِنْ يَوْمِ قِيلَ فِىَّ مَا قِيلَ قَبْلَهَا، وَقَدْ مكثَ شَهْراً َ يُوحَى إلَيْهِ في شأنِى بِشَئٍ فَتَشَهَّد حِينَ جَلَسَ. ثُمَّ قالَ: أمَّا بَعْدَ فإنَّهُ بَلَغَنِى عَنْكِ كَذَا وَكَذَا. فإنْ كُنْتِ بَريئةً

فَسَيُبرِّئُكِ اللّهُ تعالى، وَإنْ كُنْتِ ألْمَمْتِ بذنْبٍ فاسْتَغْفِرِى اللّه تعالى وتُوبِى إلَيْهِ، فإنَّ الْعَبْدَ إذَا اعْتََرَفَ بِذَنْبِهِ ثُمَّ تَابَ تَابَ اللّهُ تعالى عَلَيْهِ، فَلَمَّا قَضَى رسولُ اللّه # مَقَالَتَهُ قَلَصَ دَمْعِى حَتَّى مَا أحِسُّ مِنْهُ بِقَطْرَةٍ. فقُلتُ ‘بِى أجبْ رسولَ اللّه # فِيمَا قَالَ: قالَ واللّهِ مَا أدْرِى مَا أقُولُ لِرَسُولِ اللّهِ # فقُلتُ ‘مِّى أجِيبِى رسولَ اللّه # عَنِّى فيما قَالَ. قالتْ وَاللّهِ مَا أدْرِى ما أقُولُ لرسولِ اللّهِ # قالتْ: وَأنَا جَارِيةٌ حَدِيثَةُ السِّنِّ َ أقْرأُ كَثيراً مِنَ الْقُرآنِ فقُلتُ: إنِّى وَاللّهِ أعْلَمُ أنَّكُمْ سَمِعْتُمْ حَدِيثاً تَحدَّثَ النَّاسُ بِهِ واسْتَقَرَّ في نُفُوسكُمْ وصَدَّقْتُمْ بِهِ. فَلَئِنْ قُلْتُ لَكُمْ إنِّى بَرِيئَةٌ َ تُصَدِّقُونَنِى بِذلِكَ. وَلَئِنْ اعْتَرفتُ لَكُمْ بِأمْرٍ وَاللّهُ يَعْلَمُ أنّى مِنْهُ بَرِيئَةٌ لَتُصَدِّقُنَّنِى فَوَاللّهِ مَا أجِدُ لِى وَلَكُمْ مَثًَ إَّ أبَا يُوسُفَ إذْ قَالَ: فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ ثُمَّ تَحَوَّلْتُ فاضْطَجَعْتُ عَلَى فِراشِى وَأنَا وَاللّهِ حَينَئِذٍ أعْلَمُ أنِّى بَرِيئَةٌ، وَإنَّ اللّهَ تعالى مُبَرِّئى بِبَرَاءَتِى، وَلَكِنْ وَاللّهِ مَا كُنْتُ أظُنُّ أنْ يُنْزِلَ اللّهُ تعالى في شَأنِى وَحْياً يُتْلَى، وَلَشَأنِى في نَفْسِى كانَ أحْقَرَ مِنْ أنَّ يَتَكَلمَ اللّهُ تعالى فيَّ بِأمْرٍ يُتْلَى، وَلكِنْ كُنْتُ أرْجُوا أنْ يَرَى رسولُ اللّه # في النَّوْمِ رُؤْياً يُبَرِّئُنِى اللّه تعَالى بِهَا. فَوَاللّهِ مَا رَامَ مَجْلسَهُ وََ خَرَجَ أحَدٌ مِنْ أهْلِ الْبَيْتِ حَتَّى أنْزَلَ اللّهُ تعَالى عَلَى نَبِيِّهِ #: فَأَخَذَهُ مَا كانَ يَأخُذُهُ مِنَ الْبُرَحَاءِ فَسُرِّىَ عَنْهُ وَهُوَ يَضْحَكُ فَكَانَ أوَّلُ كَلِمَةٍ تَكَلمَ بِهَا أنْ

قَالَ لِى: يَا عَائِشِةُ احْمَدِى اللّهَ تعاَلى فإنَّهُ قَدْ بَرَّأكِ، فقَالَتْ لِى أمِّى قُومِى إلى رَسُولِ اللّهِ # فَقُلْتُ: وَاللّهِ َ أقُومُ إلَيْهِ وََ أحْمَدُ إَّ اللّه تَعَالى هُوَ الَّذِى أنْزَلَ بَرَاءَتِى فَأنْزَلَ اللّهُ تعالى: إنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِا“فْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ. الْعَشْرَ اŒياتِ. فَلَمَّا أنْزَلَ اللّهُ تعالى هذَا في بَرَاءَتِى قَالَ أبُو بَكْرِ الصِّدِّيقُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: وَكانَ يُنْفِقُ عَلَى مِسْطَحِ بن أثَاثَةَ بِقَرَابَتِهِ مِنْهُ وَفَقْرِهِ: وَاللّهِ َ أنْفِقُ عَلَى مِسْطَحٍ شَيْئاً أبداً بَعْدَ مَا قَالَ لِعَائِشَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها. فَأنْزَلَ اللّهُ تعالى: وََ يأتَلِ أولُوا الْفَضْلِ مِنْكُمْ وَالسَّعَةِ، إلى قولِهِ: وَاللّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ. فقَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: بَلَى وَاللّهِ إنّى ‘ُحِبُّ أنْ يَغْفِرَ اللّهُ لِى فَرَجَّعَ إلى مِسْطَحٍ النَّفَقَةَ الَّذِى كانَ يَجْرِى عَلَيْهِ وَقَالَ: وَاِللّهِ َ أنْزَعُهَا مِنْهُ أبداً. قَالَتْ عَائِشَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها: وَكانَ رسولُ اللّه # سَألَ زَيْنَبَ بِنْتَ جَحْشٍ عَنْ أمْرِى فَقَالَ: يَا زَيْنَبُ مَا عَلِمْتِ وَمَا رَأيْتِ؟ فقَالَتْ يَارسُولَ اللّهِ: أحْمِى سَمْعِى وَبَصَرِى، واللّهِ مَا  عَلِمْتُ عَلَيهَا إَّ خَيراً وَهِىَ الَّتِى كانَتْ تُسَامِينِى مِنْ أزْوَاجِ النَّبِىِّ # فَعَصَمَهَا اللّهُ تَعالَى بِالْوَرَعِ. قَالَتْ: فَطَفِقَتْ أُخْتُهَا حَمْنَةُ تُحَارِبُ لَهَا فَهَلَكتْ فِيمَنْ هَلَكَ مِنْ أصْحَابِ ا“فْكِ. وَكانَ مِنْ أهْلِ ا“فْكِ أيضاً حسَّانُ بنُ ثَابتٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قَالَ عُرْوَةُ: وَكانَتْ عَائِشَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها تَكْرَهُ أنْ يُسَبَّ عِنْدَهَا حَسَّانُ. وَتَقُولُ هَوَ الَّذِى قَالَ:فَإنَّ أبى وَوَالِدَهُ وَعِرْضِى        لِعِرْضِ مُحَمَّدٍ مِنْكُمْ وِقَاءُقَالَ مسروق بن ا‘جدع: دَخَلتُ عَلَى عَائِشَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها وَعِنْدَها حسَّانُ ابنُ ثَابِتٍ يُنْشِدُهَا شِعْراً يُشَبِّبُ بِهِ أبْيَاتٍ فَقَالَ: حَصَانٌ

رَزَانٌ مَا تُزَنُّ بِرِيبَةٍ      وَتُصْبِحُ غَرْثِى مِنْ لُحُومِ الْقَوافِلِفَقَالَتْ لَهُ عَائِشَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها:]لَكِنَّكَ لَسْتَ كَذلِكَ، قَالَ مَسْرُوقٌ لَهَا: أتَأذِنِينَ أنْ يَدْخُلَ عَلَيْكِ وَقَدْ قَالَ اللّهُ تعالى: وَالَّذِى تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ. قَالَتْ: وَأىُّ عَذَابٍ أَشَدُّ مِنَ الْعَمَى، وَقالتْ: فَإنَّهُ كانَ يُنَافِحُ عنْ رسولِ اللّهِ #[. أخرجه الخمسة إ أبا داود.»العُلْقَةُ« بضم العين وسكون الم بعدها قاف: قدر ما يمسك الرمق من الطعام. وقولها. »يُريبُنِى« أى يشككنى. »والْغَمْصُ« العيب. »والدَّاجِنُ« الشاة التى تألف البيت. وقوله »مَنْ يَعْذُرِ« أى من يقوم بعذرى ف يلومنى إن كافأته على سوء صنعه. »والْبُرَحَاءُ« الشدة. وقول حسان في شعره. »وَتُصْبِحُ غَرْئَى« أى جائعة ف تغتاب أحداً .

 

3. (718)- Zührî  merhum, Urve ve başkalarından almış olarak Hz. Aişe'nin şu rivayetini nakleder:

"Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) buyurmuştur ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir sefere çıkacağı zaman kadınları arasında kur'a çeker, kur'a kime çıkarsa onu beraberinde sefere götürürdü.

Bir sefer sırasında da benim okum çıktı ve yolculuğuna ben refakat ettim. Bu sefer, örtünme emri geldikten sonra idi. Ben yol sırasında deve sırtında giden bir mahmil içinde  taşınıyordum. Konak yerlerinde de onun içinde iken iniyordum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın o gazvesi  sona erinceye kadar hep böyle yol aldık. Nihayet geri döndü ve Medine'ye yakın bir yerde konakladık. Geceleyin bir müddet kaldıktan sonra dönüş emri verildi. Dönüş emri çıktığı sırada ben kalkıp (kâzayı hacet için tek başıma) ordudan ayrılıp gittim. İhtiyacımı gördükten sonra  bineğime geri geldim. O sırada göğsümü yokladım. Yemen'in göz boncuğundan yapılmış gerdanlığım kopmuştu. Aramak üzere geri döndüm. Onu aramak beni epeyce oyaladı. Benim bineğimle meşgul olan askerler gelip mahmilimi deveme yüklemişler. Zannetmişler ki  ben mahmilin içindeyim. O zamanlar kadınlar çok hafifti. Az yedikleri için şişman değillerdi. Askerler mahmilini kaldırırken hafifliğine şaşırmayıp yüklemişler. Ben zaten küçük yaşta bir kadındım: Hülâsa devemi sürüp gitmişler.

Ordu gittikten sonra gerdanlığımı buldum. Ordugâha geri döndüğüm zaman kimseyi bulamadım. Herkes gitmişti. Önce bulunduğum yere geldim. Beni bir müddet sonra kaybetmiş olduklarını farkederek aramaya geleceklerini düşündüm. Bu halde iken uyku bastırmış ve uyuyup kalmışım.

Safvan İbnu Muattal es-Sülemî -ki bilâhere (Zekvan'da ikamet ederek) Zekvânî ünvânını da almıştır- (geri gözcülüğü vazifesiyle) ordugâhın gerilerinde geceyi geçirmişti. Sabah olunca benim menzilden geçerken uyuyan bir insan karaltısı görerek yanıma geldi. Görür görmez beni tanıdı. Zira örtünme emri gelmezden önce beni görmüştü.

Ben onun istirca sesiyle "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn = Biz Allah'ın kullarıyız ve Allah'a dönüp varacağız" uyandım. Derhal başörtümle yüzümü örttüm. Allah'a kasem olsun bana tek kelime konuşmadı, istircâından başka bir tek sözünü de işitmedim. İndi ve devesini ıhtırdı. Binmem için devenin ön ayaklarına ayağıyla bastı. Ben de bindim. Devemi önden çekti, böylece yol aldık. Ordu bir yerde konakladığı sırada onlara yetiştik.

(Gecikme hadisesini iftira vesilesi yaparak) benim yüzümden helâk olanlar oldu. Bu işte en büyük vebal de Abdullah İbnu Ubey İbni Selûl'e düşmüştü.

Medine'ye geldiğimiz zaman bir ay kadar hasta yattım. Meğer bu esnada iftira edenlerin dedikoduları herkesi meşgul ediyormuş. Benim ise hiçbir şeyden haberim olmadı. Ancak bir husus bende kuşku uyandırmıştı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'da, başka zaman hastalanınca gördüğüm iltifat ve alâkayı göremiyordum. Yanıma girip selam veriyor, sonra da: "Şu sizinki nasıl?" deyip çıkıyordu. Bu davranışından biraz işkilleniyordum ama yine de (ortalığı saran) fitneden bîhaberdim. Bu halde nekâlet devresine girdim.

Bir gece, ben ve Ümmü Mistah o zaman için helâ olarak kullandığımız menâsı (denen çukurların bulunduğu semte) doğru gitmiştik. Biz buraya, geceden geceye çıkardık. (Hicab âyetinden sonra) evlerde helâlar inşa edilince çıkmaz olduk. Bundan önce biz de, eski Araplarının def-i hâcetteki usulüne uyuyorduk. Ben ve Ümmü Mistah -ki bu kadın Ebu Rühm İbnu Muttalib İbni Abdi Menaf'ın kızıdır- böylece yürüdük. Onun annesi Ebu Bekri's-Sıddîk'ın teyzesi olan Sahr İbnu Âmir'in kızıdır. Oğlu da Mistah İbnu Üsâse İbnu Ubâd İbni'l-Muttalib'dir.

İşimiz bittikten sonra yürüyorduk. Ümmü Mistah, ayağı örtüsüne  takılarak düştü. Kadın (böyle can yakıcı durumlarda söylenmesi âdet  olan "düşmanın helâk olsun" demedi): "Mistah helâk olsun!" diye (oğluna) beddua etti. Ben kadına:

"- Amma da yaptın!" Bedir gazvesine katılan bir kimseye beddua ediyorsun ha!" dedim.

"- Anacığım! onun ne söylediğini işitmedin mi?" dedi.

"- Ne söylemiş ki?" dedim.

Bunun üzerine iftiracıların söylediklerini bir bir anlattı. Hastalığıma yeni hastalık katıldı.

Eve dönünce, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanıma girdi ve:

(İsmimi söylemeden) "Adamınız nasıl." dedi. Ben:

"- Ebeveynimin yanına gitmeye izin ver" dedim. Ben, haberin aslını annemle babamdan işitmek istiyordum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) izin verdi, ben de ebeveynimin yanına geldim. Anneme:

"-  Ey anneciğim, halk arasında söylenen bu sözler nedir?" dedim.

"- Ey kızım! Sen bu meseleyi büyütme. Allah'a kasem olsun güzel ve kocasının yanında sevgili olan, birçok kumaları (ortak) bulunan bir kadın hakkında her zaman çok dedikodu ederler" dedi. Ben:

"- Sübhanallah, demek halk böyle söylüyor ha!" dedim.

O gece sabaha kadar hiç durmadan ağladım. Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözüme uyku girdi.

Sabah oldu, ben hâlâ ağlıyordum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) o gün Ali İbnu Ebî Talib'i ve Üsâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ)'i çağırmıştı. Benimle ilgili vahyin gecikmesi üzerine ailesiyle ayrılma hususunda onlarla istişâre ediyordu.

Üsâme (radıyallahu anh), ehlinin suçsuzluğu hususunda onlara karşı içinde beslediği sevgiye dayanarak, bildiği hususu şöyle dile getirmişti:

"- Ey Allah'ın Resûlü! Onlar zevcelerinizdir. Allah'a kasem olsun, onlar hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz."

Ali İbnu Ebî Tâlib de şöyle demişti:

"- Ey Allah'ın Resûlü, Allah sana darlık vermez. Ondan başka kadın çoktur. Sen câriyene sor, (onun hâlini o daha iyi bilir), sana gerçeği haber verir.

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu tavsiye üzerine cariyemiz Berîre'yi çağırdı ve:

"- Ey Berîre,  söyle! Aişe'de sana şüphe verici bir husus gördün mü?" diye sordu. Berîre:

"- Hayır! Seni hak üzerine peygamber olarak gönderen Zât-ı Zülcelâl'e  yemin olsun, ben onda fena bulduğum bir şey görmedim. Ayıplanabilecek tek gördüğüm şey şudur: "Yaşı genç olduğu için, ailesi için yoğurduğu hamurun üzerine uyur, bu sırada gelen keçi, hamurdan yerdi."

(Bu soruşturma sonunda) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalkıp mescidde bir hutbe okur. Bu iftirayı ilk defa çıkaran Abdullah İbni Ubey İbni Selûl hakkında söz etmekten özür dileyerek, minberde şunları söyler:

"- Ehlim hakkında bana sıkıntı veren adamı cezalandırmada, intikamımı almada bana kim yardım edecek? Allah'a yemin olsun ehlim hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Adı iftiraya karıştırılan bir adamdan söz ettiler. Onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. O ailemin yanına ben olmayınca hiç girmemiştir."

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu sözleri üzerine (Evs kabilesinin reisi) Sa'd İbnu Muâz (radıyallahu anh) kalktı ve:

"- Ey Allah'ın Resûlü! Allah'a yemin olsun biz ondan senin intikamını alırız! Eğer Evs kabilesindense boynunu vururuz. Hazreçli kardeşlerimizden ise,  bize sen emredersin, biz  emrini aynen  yerine getiririz!" dedi.

Hazreç kabilesinin reisi olan Sa'd İbnu Ubâde ayağa kalktı. Sa'd aslında salih bir kimseydi. Ancak (Sa'd İbnu Muaz'ın konuşmasından alınarak) kabile  hamiyet ve gayretine  kapılmıştı. Sa'd İbnu Muâz'a dönerek şu sert cevabı verdi:

"- Vallahi sen yalan söylüyorsun! Sen onu (Abdullah İbnu Ubey İbnu Selül'ü) öldüremezsin. Öldürtmeye gücün de yetmez."

(Ensâr'ın ileri gelenlerinden) Useyd İbnu  Hudayr (radıyallahu anh) -ki bu zât da Sa'd İbnu Muaz'ın amcaoğludur- kalkarak Sa'd İbnu Ubâde'ye çıkıştı:

"- Allah'a yemin olsun yalan söyleyen sensin. Onu mutlaka öldürürüz. (Abdullah İnu Ubey'e arka çıkıyorsan) sen de münâfıksın, münafıklar hesabına kavga ediyorsun!"

Derken (Ensâr'ın iki kabilesi) Evs ve Hazreç ayağa kalkmışlar ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) daha minberde iken, birbirlerine girmeye ramak kalmıştı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sükûneti sağlayıncaya kadar gayret sarfetmiş ve minberden inmişti.

Ben o gün de ağladım.  Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözüme uyku girdi. Müteakip gece de hep ağladım: Ne gözümün yaşı dindi ne de bir parça olsun uykum geldi. Sabahleyin annem ve babam yanıma geldiler. Böylece ben, iki gece bir gündüz aralıksız ağlamıştım. Öyle ki artık ağlamaktan ciğerlerim parçalanacak diye düşünüyordum.

Onlar yanımda oturuyorlar, ben de ağlamaya devam ediyordum. Derken Ensar'dan bir kadın izin istedi. Ona, gir dedim. Yanıma oturup  o da benimle ağlamaya başladı. Biz bu halde iken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) girdi. Sonra oturdu. Hakkımda söylenen şeyler söyleneliden beri yanımda hiç oturmamıştı. Bu arada bir ay geçmiş ve meselemle ilgili herhangi bir vahy gelmemişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) otururken şehâdet kelimesini de getirmişti. Sonra  bana şunları söyledi:

"- Ey Aişe, senin hakkında bana şöyle şöyle sözler ulaştı. Eğer bu dedikodulardan berî isen Allah seni vahiyle tebrie edecektir. Şayet bir günah işledi isen Allah Teâlâ'ya tevbe et. Zira kul bir günah işler, sonra da günahını itirafla tevbe ederse, Allah Teâlâ tevbesini kabul ve affeder.

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözlerini tamamlayınca (ızdırabımın şiddetinden) gözlerimin yaşı kurudu, artık tek bir damla bile yaş hissetmiyordum.

Babama:

"- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözlerine sen cevap ver" dedim.

Babam:

"- Vallahi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ne diyeceğimi bilemiyorum" dedi. Anneme yönelerek:

"- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın söylediklerine sen bâri cevap ver" dedim. Annem de:

"- Vallahi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ne söyleyeceğimi ben de bilemiyorum" dedi.

Hz. Aişe devamla der ki: "Ben yaşı henüz küçük bir kadındım. Kur'ân'dan da fazla okumuyordum. Dedim ki:

"- Vallahi ben biliyorum ki halkın söyleştiği şeyleri işittiniz. Onlar içinize yer etti ve hep inandınız. Size: "Günahsızım" dedim, inanmıyorsunuz. Yapmadığım bir şeyi size itiraf etsem, -Allah biliyor ki ben ondan berîyim- beni tasdik edeceksiniz. Allah'a kasem olsun, sizinle benim durumumu anlatacak en iyi örnek Hz. Yusuf'un babası ve onun şu sözüdür: "Bana güzelce sabır gerekir. Anlattıklarınıza ancak Allah'tan yardım istenir" (Yusuf, 18). Sonra yüzümü çevirip yatağıma sokuldum. Kasem olsun ben o zaman suçsuz olduğumu biliyordum ve Allah'ın benim suçsuzluğumu te'yid edeceğine inanıyordum. Ancak, kesinlikle, Allah'ın benim hakkımda bir vahiy indireceğini, bunun (kıyâmete kadar) okunacağını hiç aklımdan geçirmedim. Ben, kendimi, Allah'ın herhangi bir şekilde tekellüm buyurarak okunacak bir vahiy konusu edilmeye değer bulmuyordum. Ancak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın göreceği bir rüya yoluyla Allah'ın beni tebrie edeceğini ümid ediyordum.

Allah'a kasem olsun, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) daha oturmuş olduğu yerden kalkmamış ve ev halkından kimse dışarı çıkmamıştı ki Allah, Resûlüne vahiy indirdi: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı vahiy sırasında her zaman gelen hâlet  istila etti. Sonra da o  hal zail oldu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tebessüm içindeydiler. Konuştuğu ilk kelime bana şunu söylemek oldu:

"- Ey Aişe Allah'a hamdet. Zira, seni tebrie buyurdu."

Annem de bana:

"- Kalk Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a teşekkür et!" dedi. Ben ise:

"- Vallahi hayır, ona teşekkür etmeyeceğim, sadece Allahıma hamdediyorum. Benim suçsuzluğumu Rabbim vahiy buyurdu" dedim. Allah'ın indirdiği vahiy şöyleydi:

"Muhammed'in eşine o yalanı uyduranlar içinizden bir güruhtur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın, o sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden herbirine kazandığı günah karşılığı ceza vardır. İçlerinden elebaşılık yapana ise büyük azab vardır. Onu işittiğiniz zaman, erkekkadın mü'minlerin, kendiliklerinden hüsnüzanda bulunup da: "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi? Dört şâhid getirmeleri gerekmez miydi? İşte bunlar şâhid getirmedikçe, Allah katında yalancı olanlardır. Allah'ın  dünya ve âhirette size lütuf ve merhameti olmasaydı, o kötü sözü yaymanızdan ötürü büyük bir azaba uğrardınız..." (Nur 20).

(Bir sayfa tutan) on âyeti, Cenâb-ı Hakk benim suçsuzluğumla ilgili bu ayetleri indirince, Ebû Bekri's-Sıddîk (radıyallahu anh) -ki Mistah İbnu Üsâse'ye akrabalığı ve fakirliği sebebiyle maddî yardımda bulunuyordu- şunu söyledi:

"- Âişe (radıyallahu anhâ)'ye bu iftirayı yaptıktan sonra, ona artık bir daha yardım yapmayacağım."

Bunun üzerine şu vahiy indi: "İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere, vermemek için yemin etmesinler, affetsinler geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah bağışlayandır, merhametli olandır" (Nur, 22).

Bunun üzerine Ebu Bekri's-Sıddîk (radıyallahu anh): "Evet evet, Allah'a kasem olsun, Allah'ın beni affetmesini çok  severim" dedi ve Mistah'a yapmakta olduğu yardımı yapmaya devam etti ve: "Ebediyyen yardımı ondan  kesmeyeceğim" dedi.

Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) sözlerine devamla dedi ki:

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tahkik sırasında Zeyneb Bintu Cahş'a da hakımda sormuş ve:

"- Ey Zeyneb, bu hususta ne biliyorsun, ne gördün?" demişti. O da:

"- Ey Allah'ın Resûlü, ben kulağımı,  gözümü işitmediğim, görmediğim şeyden muhafaza ederim. Ben Aişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!" demişti. Zeyneb (radıyallahu anhâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i tâhireleri arasında (bazı faziletleri sebebiyle) benimle boy ölçüşen birisiydi. Allah verâ ve dindarlığı sebebiyle onu (bu meselede müfteriler tarafında yer almaktan) korudu. Onun kız kardeşi Hamna ise, onunla mücâdeleye koyuldu ve helâk olan müfteriler arasında helâk oldu.Müfteriler arasında [Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şairi] Hassân İbnu Sâbit (radıyallahu anh) de vardı. Urve der ki: "Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) yanında Hassân'a kötü söz söylenmesinden hoşlanmazdı ve derdi ki: "O şu beyti söyleyen kimsedir: "Babam, babanın babası,  ırzım, size karşı Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in ırzına bekçidir."

Mesrûk İbnu'l-Ecda der ki:

"Ben Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin huzuruna girmiştim. Yanında Hassân İbnu Sâbit (radıyallahu anh)'i gördüm. Hz. Aişe'ye şiir okuyor, bazı beyitleri kendisiyle tezyin ediyordu. Şunu okudu:

"Afifdir, ağırdır, iffetinden şüphe ne mümkün!

Kötü  düşünceden uzak olanların etleri bile onu aç bırakır."

Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) ona, "Fakat sen böyle değilsin" dedi.

Mesrûk Hz. Aişe'ye dedi ki: "Sen nasıl olur da Hassân'ın yanına girmesine izin verirsin, o ki, hakkında Allah şöyle buyurmuştur: "İçlerinden elebaşılık yapana ise büyük azab vardır." Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) şu cevabı verdi: "Körlükten daha şiddetli bir azab var mı!" Hz. Aişe sonra şunu da söyledi "O, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı müdafaa ediyordu." [Buhârî, Şehâdât, 15, 30, Hibe 15, Cihad 64, Megâzî 11, 34, Tefsir, Yusuf 3, Nûr 6, 11, Eymân 18, İ'tisâm 28, Tevhid 35, 52; Müslim, Tevbe 56, (2770); Tirmizî, Tefsir, (3179); Nesâî, Tahâret 194, (1, 163-164).][4]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu hadiste, Hz. Aişe'nin katıldığı belirtilen gazve, Benu Müstalik gazvesidir. Hicretin altıncı senesinde cereyan etmiştir. Bu sefer sırasında münafıklar muhtelif karışıklıklar çıkarmışlardır. İfk hadisesi  bunlardan birisidir. Hz. Aişe bu sıralarda -bazı tahminlere göre- 15 yaşına bile basmamıştı. Bir  kısım şerî ahkâmın teşri'ine vesile  olan hadiseye Hz. Aişe'nin kolyesinin kaybı sebep olmuştur. Rivayette belirtildiği üzere kazayı hâcetten sonra dönüp devesine bineceği sırada kolyesinin düştüğünü  farkediyor. Onu bulmak için geri dönüyor. Gece karanlığında arama işi uzun  sürmüş olacak ki, geri döndüğü zaman ordugâhı boşalmış buluyor. Hadisin bâzı vecihlerinde, kendisini mutlaka bekleyecekleri hususundaki kanaatini ifade eder.

Meşhur hadis imamlarından Muhammed İbnu Şihâbü'z-Zührî tarafından rivayet edilen bu hadis, muhtelif rivayetlerin birleştirilmesiye tek bir anlatım, tek bir rivayet halinde sunulmaktadır. Bu tarz, bir şartla caizdir: Bütünü teşkil eden yani birleştirilen parçalar sıhhat yönüyle eşit olmalıdır. Bu şu demektir: Her parça sika, güvenilir ravilerce rivayet edilmişse bu durumda birleştirmede bir beis yoktur. Ancak, meselâ üç parçanın ravileri sika, dördüncü parçanınki zayıf olursa, câiz olmaz, veya ortaya çıkan bütün, zayıf hükmünü alır. Bu tarz bir davranış, sahih hadisleri cemeden kitaplar için kesinlikle caiz olmaz.

Bu hadisten çıkarılan bazı hükümler:

1- Bir hadisi farklı kişilerden parça parça alıp bir araya getirerek rivayet caizdir.

2- Kur'a şer'î bir delildir.

3- Kadınlar arasında kur'a çekmek caizdir.

4- Gazaya kadınıyla çıkmak caizdir.

5- Kadınların mahmil'e (=hevdec) binmeleri caizdir. (Mahmil: Develere yüklenen kapalı odacıktır, içine kadınlar biner).

6- Kadının gazaya katılması caizdir.

7- Askerin yola çıkması, komutanın iznine bağlıdır.

8- Kadının, faziletine delâlet eden bir vak'ayı anlatması caizdir,  içerisinde başkasını medih veya zemmetmek bulunsa bile, yeter ki hâdiseyi anlatan kimseden noksanlık vehmini izâleyi tazammun etsin. Ancak, başından geçeni anlatan kimse, anlattığı kimsenin aynı hataya düşmesini istememek niyetinde samimi olmalıdır.

9- Seferde erkeklerin kadınlara hizmet etmeleri caizdir.

10- Kadınların sefer sırasında bile gerdanlık, bilezik vs. ile süslenmesi caizdir.

11- Başkasının günâha düşmemesi için gayret göstermek, günâha düşmeye terketmekten evlâdır.

12- Mahremi olmayan bir kadını hayvana veya vasıtaya bindiren kimse zaruret olmadıkça onunla  konuşmamalıdır.

13- Az yemeli ve şişmanlıktan kaçınmalıdır.

14- Mahmil, kadının tesettüründe evin yerine geçer.

15- Ordunun bazı ferdlerini geriye bırakmak müstehabtır.

16- Darda kalana, yolunu kaybedene yardım müstehabtır.

17- Kadına, yabancı birisinin, perde gerisinden yardımcı olması evlâdır.

18- Kadının, vücudundan ayrı olan bir şeyle tesettürde bulunması câizdir.

19- Kadın kazayı hacet için tek başına ve kocasından izin almadan gidebilir. Burada örfen umumî bir izin söz konusudur.

20- Az da olsa malın korunması gerekir. Nitekim Hz. Aişe'nin bulma hususunda gayret gösterdiği gerdanlığı ne altın ne de kıymetli taştan mâmul değildi.

21- Mal hususunda fazla hırsın uğursuzluk getireceği de kıssadan anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Aişe'nin gecikmesi bu sebepten ileri gelmiştir.

22- Komutanın izni ile asker geride kalabilir.

23- Musibet anında istircada bulunmak ("İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciün" demek) sünnettir.

24- Kadının yüzünü, yabancı nazara karşı örtmesi.

25- Mevki, makam, şeref sahiplerine ikrâmda bulunmak, binme vs. imkânlarda onlara öncelik tanımak, bu maksadla zahmeti göze almak müstehabdır.

26- Yabancılara, hususan kadınsa ve bilhassa halvet durumunda çok iyi ve edebli davranmak, nezâketi âzami  derecede tutmak.

27- Yürüme  sırasında muhtemel açılmalarda, erkeğin nazar etmesi vehmine düşmemesi, bazı muhtemel durumlarda emin olması, gönlünün rahat etmesi için, erkeğin önde yürümesi, kadının arkadan gelmesi.

28- Kocanın zevcesine iyi davranması,  lütufkâr olması; ancak, iyi davranışı kısmayı gerektiren bir hâlin şuyûu halinde, henüz bu kesinlik kazanmasa bile, iyi davranışı, iltifatı azaltmanın cevazı. Bu davranış karşı tarafın hatasını idrak ederek itiraf etmesine veya özrünü  açıklamasına imkân tanır.

29- Hasta sahipleri, hastayı  üzecek bir şeyi, hastalığını artırmaması için kendisine bildirmemeleri gerekir.

30- Kadın bir ihtiyaçla çıktığı zaman, yanına, kendisinden emin olunan birinin ona  arkadaşlık veya hizmet etmesi için refâkat etmesi.

31- Müslümanın, Müslümanı müdafaa etmesi, hele o, fazilet sâhibi biri ise.

32- Bedir ehlinin fazilette önde olduklarını beyanı.

33- Kötü bir durum şuyû bulduğu takdirde üzerine gitmek, tahkik etmek, gerçek mi, değil mi ortaya çıkarmak müstehabtır.

34- Kötülükle itham edilenin halini, daha önce hayırla bilinmekte ise ve tahkik esnasında önceki hâline muhâlif bir şey de görülemedi ise iyilik üzerine esas almak caizdir.

35- Ümmü Mistah'ın mümtaz bir fazileti görülmektedir. Zira Hz.Aişe hakkında düştüğü hatadan sonra, Mistah'a annelik sevgisi göstermemiş, aksine hakaret etmiştir.

36- Kişi işittiği şeyin yalan olduğunu tahmin edince, Sübhanallah diyerek hayretini ifade etmesi müstehabtır.

37- Kadının evden çıkışı -ebeveynini ziyaret için bile olsa- kocasının iznine bağlıdır.

38- Haber-i vahid, sâdık kişiden bile olsa ihtiyatla karşılanması müstehabtır.

39- Zan mertebesinden çıkıp yakîn mertebesine yükselmeyi araştırmak müstehabtır.

40- Kişinin akrabalık vs. sebeplerle temâs ettiği kimselerle istişâre etmesi ve istişâre ederken, fikirlerinin  isabetliliği tecrübe ile sübût bulanları tercih etmesi, böylesi, akraba olmasa bile tercih etmesi müstehabtır.

41- İthama uğrayanın halinin araştırılması, araştırma yaparken, gerçek durumun ortaya çıkması için itham konusunun söylenmesi müstehabtır. Bu gıybetten addedilmemiştir.

42- Tezkiye için: "Hayırdan başka bir şey bilmiyorum" denmesi müstehabtır. Bu ifade hususî durumundan bilinen kadarıyla adaleti önceden tahakkuk etmiş bulunan kimse hakkında yeterlidir.

43- Şahitlik hususunda titizlik müstehabtır.

44- Mühim bir hâdise karşısında imam kıvrak zekâlı olmalıdır.

45- Kendinden küçükle istişâre caizdir.

46- Bir kimse hakkında kendisinden açıklama istendiği zaman, kişi, onda mevcut olan kusuru açıklayacaksa ve bunun özrünü de biliyorsa, önce özrü beyan etmesi müstehabtır. Nitekim Berîre, Hz. Aişe'nin ekmek yaparken uyuduğunu söylüyor, ancak "yaşının küçüklüğü"nden ileri geldiğini öncelikle belirtiyor.

47- Bu hadis Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendi kesin hükmünü vahiy geldikten sonra beyân ettiğini gösteriyor.

48- Allah ve Resûlü için gösterilen hamiyet zemmedilemez.

49- Akraba kötülük de yapsa sıla-i rahm kesilmez, iyilik yapılmaya devam edilir.

50- Batıl işe girişene hakâret etmek câizdir.

51- Hataya "yalan" (kizb) kelimesinin kullanılması. (Rivayetlerde buna sıkça rastlanır. Ashab birbirlerini zaman zaman "kizb"le itham etmiştir. Bu, "yalan söyledi" demek olmayıp "hata etti"  demektir..

52- Bu rivayette Hz. Aişe, Hz. Aişe'nin ebeveyni, Safvan, Ali İbnu Ebî Tâlib, Üsâme İbnu Zeyd, Sa'd İbnu Muâz, Üseyd İbnu Hudayr (radıyallahu anhüm ecmâin) hazerâtının yüce faziletleri de beyân edilmektedir.

53- Husumeti ortadan kaldırmak ve  fitneyi teskin etmek hususunda  gayret göstermek, husumet ve fitneye götürecek yolları,  sebepleri ortadan kaldırmanın gereği gözükmektedir.

54- İki zarardan daha büyüğünü atlatmak suretiyle hafif olanını sineye çekmek.

55- Ezâya tahammül etmenin fazileti

56- Resulü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'e muhalefet edenden uzaklaşmak. En yakınımız, en sevdiğimiz bile olsa..

57- Resulü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'e söz veya fiille eziyet veren, hakâret eden kimsenin öldürüleceği anlaşılmaktadır. Zira, Sa'd İbnu Muaz bu hususu mutlak bir şekilde ifade buyurmuş, Resulü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) de buna itiraz etmemiştir.

58- Mühim bir söze başlarken elhamdülillah ve şehâdet kelimeleriyle başlamak.

59- Tevbenin meşru olduğu görülmektedir. İyi niyetli, hâlis kimselerin tevbesi kabul edilmiştir. Ancak affedilmek için sâdece itiraf yeterli olmamakta, pişmanlık da gerekmektedir.

60- İşlenmemiş olan bir suçla itham edilince onu itiraf etmemek gerekir. Gerçek ne ise o söylenmeli veya sükût edilmelidir.

61- Sabrın sonu selâmet getirir ve övgüye mazhar olur, sabredene de gıbta edilir.

62- Söz söylemede öncelik büyüğe tanınır, küçük ikinci plânda konuşur. Meseleyi iyi kavrayamamış olan da konuşmasını ikinci plana bırakır.

63- Yeni bir nimete mazhar olan veya belayı defeden kimse müjdelenir, tebrik edilir.

64- Müjdeli haber alan kimse, bu haberi alınca sevinmeli, neşelenmeli ve gülmelidir, bu caizdir, sünnettir.

65- Şiddet anında, yaşının küçüklüğü, tecrübesizliği gibi sebeplerle feveran eden kimselerin mazur addedilmesi.

66- Kadının kocasına ve ebeveynine karşı cür'etkâr  davranması caizdir.

67- Musibete düşen kimse, ondan kurtulunca, onun yavaş yavaş bundan haberdar edilmesi gerekir. Zira birden bire duyulursa kalbini ferah kaplar ve bu, onun helâkına sebep olabilir.

68- Başına bir musibet gelince Allah'a tevekkül edip, işi O'na bırakmak (tevfiz) büyük bir fazilettir. Bunda muvaffak olanın üzüntü ve kederi hafif olur.

69- Hayır yolunda ve bilhassa sıla-i rahm uğrunda harcamaya teşvik gözükmektedir.

70- Kendisine kötülük yapmış olana iyilikle  mukâbele edenin veya affedenin mağfirete mazhar olması.

71- Hayır yapmama hususunda yemin eden kimsenin yemininden dönmesi müstahsendir, makbuldür.

72- Başa gelen musibetlerde Kur'ân ayetleriyle istişhadda bulunmanın (şahid olarak kullanmanın) caiz olduğu.

73- Büyük peygamberlerin mâruz kaldıkları musibetleri örnek edinmek.

74- Şaşkınlık ve hayrete düşüldüğü, büyük bir vak'a  karşısında kalındığı vakit sübhânallah demek.

75- Gıybet etmenin, gıybet  dinlemenin zemmedilmesi, kötülenmesi.

76- Birbirlerini gıybet edenlerin bundan zecredilip yasaklanmaları, hususan, mü'min yapmadığı bir şeyle itham ediliyorsa.

77- Kötü ve çirkin bir fiilin şuyûunun (dedikodu ile duyurulmasının) zemmedilmesi, kötülenmesi.

78- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin berâet ve suçsuzluğunda şüpheye düşmek haramdır.[5]

 

ـ4ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]لَمَّا نَزلَ عُذْرِى قَامَ رسَولُ اللّه # عَلَى المِنْبَرِ وَذَكَرَ ذلِكَ وَتََ الْقُرآنَ وَأمَرَ بِامْرَأتَينِ وَرَجُلٍ فَجُلِدُوا الحدَّ[. أخرجه الترمذى.

 

4. (719)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Benim özrümle ilgili âyet indiği zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) minbere çıktı, günahsız olduğumu belirtti, arkasından ilgili âyetleri okudu ve iki kadın ve bir erkeğin cezalandırılmalarını emretti. Üçü de had cezası olan celde'ye (değneklenmeye) tâbi tutuldular. [Tirmizî, Tefsir,  Nur (3180).][6]

 

AÇIKLAMA:

 

Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin burada bahsettiği vahiy, kendisine atılan iftira ile ilgili olan vahiydir. İfk Hadisesi diye bilinen bu hadisenin hikâyesi önceki hadiste uzun uzun anlatılmıştır.

Rivâyetin Tirmizî'deki aslında iki erkek ve bir kadının celde edildiği belirtilir. İki erkek Hassân İbnu Sabit ve Mistah İbnu Üsâse'dir. Kadın da Hamnâ Bintu Cahş'tır.

Bir rivayette İfk Hadisesi'nin asıl müsebbibi olan Abdullah İbnu Ubey İbnu Selül'ün ismi, cezalandırılanlar arasında geçmiyor. Onun da cezalandırıldığını teyid eden rivayet mevcut ise de bu husus âlimler arasında ihtilâflı kalmıştır, kesinlik yoktur.[7]

 

ـ5ـ وعنها رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]يَرْحَمُ اللّهُ نِسَاءَ الْمُهَاجِراتِ ا‘وَلِ لَمَّا نَزَلَ: وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلى جُيُوبِهنَّ اŒيةَ. شَقَقْنَ مُرُوطَهُنَّ فَاخْتَمَرْنَ بِهَا[. أخرجه البخارى وأبو داود .

 

5. (720)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Allah ilk muhacir kadınlara rahmetini bol kılsın; "Kadınlar baş örtülerini yakalarının üzerini (örtecek şekilde) koysunlar" (Nur 31) âyeti indiği zaman örtülerini (kenardan)  yırtarak onunla (yüzlerini de) örttüler." [Buhârî, Tefsir, Nur 12; Ebu Davud, Libas 33, (4102).][8]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/110-111.

[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/112-113.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/113-114.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/120-127.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/127-132.

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/133.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/133.

[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/133.