Maglubiyetten Önce Tevbe:

 

Kur'ân-ı Kerim'de yol kesen eşkiyalara (muhâriblere) verilecek  cezalarla alâkalı pasajın sonunda yapılan istisna, yâni "... Siz kendilerine kaadir olmazdan (kendilerini ele geçirmezden) evvel tevbe eden (muhâriblerle, yol kesen)ler müstesnâdırlar, bilin ki, Allah çok affedici ve çok merhamet sâhibidir" âyeti, tevbekâr olan ve mukâvemeti terk ederek teslim olan âsilerin cezâ dışı tutulmalarını gerektirmiştir. Hattâ "evvelce yapmış oldukları cerhten, katilden, ahz-ı maldan dolayı hukuk-ı umumiyye nâmına mes'ul olmazlar." Bâz fakihler, tevbelerinin şâyan görülebilmesi için yolculardan almış oldukları malları da -mevcut ise aynen, değilse bedelen- sâhiblerine iâde etmeleri gerektiğini, aksi takdirde haklarındaki hadd cezâsının sâkıt olmayacağını ileri sürmüşlerse de, racih görüş sâkıt olacağına kâil olan görüştür.[1]

 

ـ3ـ وعن البراء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]مُرَّ علَى النَّبِىّ # بِيَهُودِىّ مُحَمَّمٍ مَجْلُودٍ فَدَعَاهُمْ فَقَالَ: هَكَذا تَجِدُونَ حَدَّ الزَّانِى في كِتَابِكُمْ؟ قَالُوا نَعَمْ. فَدَعَا رَجًُ مِنْ عُلَمَائِهِمْ فقَالَ: أنْشِدُكَ بِاللّهِ الَّذِى أنزَلَ التَّوْرَاةَ عَلَى مُوسى أهكَذَا تَجِدُونَ حَدَّ الزَّانِى في كِتَابِكُمْ؟ قَالَ َ؛ وَلَوَْ أنَّكَ نَشَدْتَنِى بِهذَا لَمْ أخْبرْكَ، نَجِدُهُ الرَّجْمَ. وَلكِنَّهُ كَثُرَ في أشْرَافِنَا فَكُنَّا إذَا أخَذْنَا الشَّرِيفَ تَرَكْنَاهُ، وَإذَا أخَذْنَا الضَّعِيفَ أقَمْنَا عَلَيْهِ الحَدَّ، فَقُلْنَا تَعَالَوْا فَلْنَجْتَمِعْ عَلَى شَئ نُقِيمُهُ عَلَى الشَّرِيفِ وَالْوَضِيعِ. فَجَعَلْنَا التَّحْمِيمَ وَالْجَلْدَ مَكَانَ الرَّجْمِ.

فَقَالَ النبىّ #: اللَّهُمَّ إنِّى أوَّلُ مَنْ أحْيَا أمْرَكَ إذْ أمَاتُوهُ؛ فأمِرَ بِهِ فَرُجِمَ. فأنَزلَ اللّهُ تعالى: يَا أيُّهَا الرَّسُولُ َ يَحْزُنْكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ في الْكُفْرِ. إلى قوله: إنْ أؤتِيتُمْ هذَا فَخُذُوهُ وَإنْ لَمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُوا. وَأنْزَلَ اللّهُ تعالى: وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أنَزَلَ اللّهُ فأولئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ. وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أنَزَلَ اللّهُ فأولئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ. وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أنَزَلَ اللّهُ فأولئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ في الْكفّارِ كُلِّهَا[. أخرجه مسلم، وهذا لفظه وأبو داود .

 

3. (585)- Hz. Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yanına yüzü kömürle karartılmış ve dayak atılmış bir Yahudi getirdiler. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)  Yahudileri çağırarak:

"Kitabınızda zina haddini (cezasını) böyle mi buluyorsunuz? diye sordu.

"-  Evet" dediler.

Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onların âlimlerinden birini çağırdı ve

"Musa'ya, Tevrat'ı indiren Allah aşkına soruyorum, zina edenin haddini kitabınızda böyle mi buluyorsunuz?" dedi. Âlim:

- Hayır! Eğer bana böyle yemin vererek sormasa idin sana haber vermezdim. Kitapta recm buluyoruz. Fakat, zina vak'aları eşrafımız arasında çoğaldı. Artık şerefli birini bu suçla yakalarsak onu bırakır olduk. Ancak bîçare birisini yakalarsak ona haddi tatbik ediyoruz. Kendi aramızda şöyle dedik:

"Gelin aramızda öyle bir ceza şeklinde anlaşalım ki o, eşraftan olsun, halktan olsun herkese tatbik edilsin. Sonunda recm yerine suratın kömürle boyanıp dayak atılmasında ittifak ettik." Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Allahım, onların öldürdüğü emr-i şerifini ilk ihya edip dirilten ben olayım" dedi ve had cezasının tatbikini emretti, zâni hemen recmedildi. Bunun üzerine şu âyet indi: "Ey Peygamber! Kalbleri inanmışken ağızlarıyla "inandık" diyenler, Yahudilerden yalana kulak verenler ve başka bir topluluk hesabına casusluk edenlerden inkara koşanlar seni üzmesin. Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de "Böyle bir (fetva) size verilirse alın, verilmezse kaçının" derler..." (Maide: 5/41). Az sonra Allah Teâla şu ayeti indirdi: "Allah'ın idirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir..." "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar zâlimlerdir..." "...Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fâsıklardır!" (Maide: 5/44, 45, 47).

Bu âyetlerin hepsi kâfirler hakkında nazil olmuştur."[2]

 

ـ4ـ وفي أخرى ‘بى داود عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قالَ: ]هذِهِ اŒياتُ الثَّثُ خَاصّة نزَلتْ في قُرَيظَةَ وَالنَّضِيرِ.[»والتحميم« تَسْوِيدُ الوجه بالحمم، وهو الفحم .

 

4. (586)- Ebu Davud'un İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'dan kaydettiği bir başka rivayette şöyle demiştir:

"Bu üç âyet hassaten  Kureyza ve en-Nadir Yahudileri hakkında nâzil oldu."[3]

 

AÇIKLAMA:

 

Yukarıdaki rivayet, Yahudilerin kitaplarını tahrif etmeleriyle ilgili müşahhas bir örnek sunmaktadır. Ayrıca adaletsizliğin, şerî ahkâmın tatbikat dışı kalmaya yüz tutmasının nasıl başladığı hususunda da bir fikir vermektedir. Cemiyetin nüfuzlu ve şerefli  tabakalarının tefessühü ve adaletin onlara eksik uygulanması.

Bu vak'a hemen hemen bütün hadis kitaplarında çok farklı tariklerle rivayet edilmiştir. Rivayetler değiştikçe vak'ayı aydınlatıcı farklı ziyadelere rastlanmaktadır. Nitekim Müslim'de Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'den yapılan bir rivayette, Yahudilerin "zina edenlerin yüzünü boyarız" şeklindeki cevapları üzerine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

"- Doğru söylüyorsanız, o halde Tevrat'ı getirin!" emreder. Yahudiler Tevrat'ı getirip ilgili bahsi okumaya başlarlar. Recm âyetine gelince, okuyan genç -ki bazı rivayetler adının Abdullah İbnu Surya olduğunu tasrîh eder- elini recm ayetinin üzerine koyup, sonraki âyetleri okumaya devam eder. Cemaatte bulunan Yahudilikten mühtedi, büyük âlim Abdullah İbnu Selam (radıyallahu anh), elini kaldırıp atladığı âyeti okumasını söyler.

Böylece, Tevrat'ta recm âyetinin varlığı anlaşılınca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zânilerin recmedilmesini emreder.

Bazı şârihler, bunların Hayber Yahudilerinden olduğunu, hadisenin dördüncü hicrî senede Zilkade ayında cereyan ettiğini belirtir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Tevrat'ta zinanın hükmü nedir? diye sorması, mevzuyu bilmediğinden değil, onları kendi kitaplarıyla ilzam etmek gayesine bağlıdır. Nitekim, verdikleri cevapla yetinmeyip, "Getirin Tevrat'ı" emreder. O husustaki bilgisi, vahy-i ilâhi ile de olabilir, Abdullah İbnu  Selâm gibi mevzuyu bilen birisinin önceden söylemiş olmasıyla da olabilir.

Abdullah İbnu Selam (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Medine'ye hicret ettiği zaman, vech-i mübâreklerini görür görmez: "Bu simada yalan olamaz" diyerek derhal Müslüman olmuş genç bir Yahudi âlimidir. Benû Kaynuka  kabilesindendir. İslâm'dan önceki adı el-Husayn idi, Müslüman olunca Abdullah ismini Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz vermiştir. Kendisinden iki oğlu Yusuf ve Muhammed ile Enes İbnu Mâlik, Zürâre İbnu Evfa hadis rivayet etmişlerdir.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), onun hakkında: "O, cennette on kişinin onuncusudur" buyurarak cennetle müjdelemiştir. Muâz İbnu Cebel de: "İlmi dört kişi nezdinde arayın: Uveymir Ebu'd-Derda, Selman, İbnu Mes'ud ve İbnu Selam (radıyallahu anhüm ecmain)" buyurmuştur. Hicrî 43 yılında vefat etmiştir.[4]

Hadisten Çıkarılan Hükümler

Ulema yukarıdaki hadisten çeşitli hükümler çıkarmış, bunların bazılarında ittifak ederken bazılarında ihtilaf etmişlerdir. Mühimlerini kaydediyoruz:

1- Ahmed İbnu Hanbel ve İmam Şâfiî ve İmam Ebu Yusuf hazerâtı bu hadisten hareketle muhsan (recm cezasının tatbikini gerekli kılan vasıfları taşıyan kimse) olmak için kişinin Müslüman olması şartı aranmaz" demişlerdir. Mâlikîlere  ve çoğunlukla Hanefîlere göre ise muhsan olabilmek için gerekli şartlardan biri de İslâm'dır. Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah'a şirk koşan kimse muhsan değildir." Ayrıca: "Buradaki tatbikat da delil olamaz. Çünkü bu, İslâm'a göre değil, Tevrat'a göredir. Tevrat da recm muhsan olana tatbik edilir diye bir kayıt koymaz" demişlerdir. Ancak bu düşüncede olanlara: Allah Teâla: "Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet" (Mâide: 5/48) demişken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) nasıl olur da şeriatde olmayan bir şeyle hükmetmiş olur?" demişlerdir. Keza  "Tevrat'a göre recm, muhsan olmayana da tatbik edilir" sözüne de itiraz edilmiştir. Çünkü, Tevrat'taki recm hükmünü beyan sadedine, Taberânî'de, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den şu rivayet gelmiştir. "Muhsan olan kadın ve erkek zina ederler ve yeterli delil de ikâme edilirse derhal recmedilirler, kadın hâmile ise ona çocuğu doğuruncaya kadar mühlet verilir."

2- İslâm memleketinde zina cürmünü işleyenlere recm cezasının verilmesi vâcibtir.

3- Kâfirlere şeriatın fürûu da tatbik edilir. Ancak bu meselede ulema ihtilâf etmiştir. Bazıları "Gayr-ı müslimler, şeriatın sâdece asl'ına muhataptır, furû'dan sorumlu değildir" demiştir. Diğer bir kısmı da: "Kâfirler şeriatın emirlerine değil, nehiylerine (yasaklarına) muhataptır" demiştir.

4- Bazı âlimler: "Küffâr, müracat ettiği takdirde, Müslüman  mahkemeler, dâvaya,  İslâm şeriatına göre bakar" demiştir. Bu meselede de bazı ihtilaflar olmuştur. Hicaz ve Irak ulemasından bir kısmına göre hâkim davaya bakmak zorunda değildir. İmam Mâlik, Atâ, Şa'bî, Nehaî bu görüştedir. Bir kavline göre Şâfiî hazretleri de  böyle hükmetmiştir. Zuhrî (rahimehumullah) şöyle der: "Sünnet olan zımmîleri, hukuk, muâmelât ve mirâs işlerinde kendi dinlerine bırakmaktır. Ancak kendileri mürâcaat ederek bizim hükmetmemizi taleb ederlerse, o zaman şeriatımıza göre aralarında hüküm veririz."

Bazı âlimler, gayr-ı müslimlerin müracaatı halinde Müslüman hâkimin muhayyer olmadığını, İslâm'a göre hükmetmek  mecburiyetinde olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre muhayyerlik neshedilmiştir. Hanefîler bu görüştedir. Şafiî hazretlerinin bir kavli de böyle, Ömer İbnu Abdilaziz, ve Zührî de bu paralelde görüş beyan etmişlerdir. İmam-ı Âzam şu teferruata da yer vermiştir: "Müslüman mahkemesine karı-koca berâber gelirse aralarında adâletle hüküm vermek icab eder; yalnız kadın gelir de kocası râzı olmazsa hâkim hükmü vermez" demiş, İmâmeyn  ise hüküm verebileceğine kâil olmuştur.[5]

 

ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كَان قُرَيظَةُ والنَّضِيرُ، وَكانَ النَّضِيرُ أشْرَفَ مِنْ قُرَيْظَةَ فَكَانَ إذَا قَتَلَ رَجُلٌ مِنْ قُرَيْظَةَ رجًُ مِنَ النَّضِيرِ قُتلَ بِهِ، وَإذَا قَتَلَ رَجُلٌ مِنَ النَّضِيرِ رَجًُ مِنْ قُرَيْظَةَ فُدِى بِمَائَةِ وَسقٍ

مِنْ تمر. فلمّا بُعِثَ النَّبىّ # قَتَلَ رَجلٌ مِنَ النّضِيرِ رَجًُ مِنْ قُرَيظَةَ فَقَالُوا: ادْفَعُوهُ إلَيْنَا نَقْتُلُهُ. فَقَالُوا: بَينَنَا وَبَيْنَكُمْ مُحَمّدٌ رَسُولُ اللّهِ # فأتَوْهُ. فَأنزلتْ: وَإنْ حَكَمْتَ فاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ؛ وَالْقِسْطُ: النَّفسُ بِالنَّفْسِ ثُمَّ نَزَلتْ: أفَحُكْمَ الْجَاهِليّةِ يَبْغُونَ[. أخرجه أبو داود والنسائى .

 

5.(587)- İbnu Abbas (radyallahu anhümâ) anlatıyor: Kureyza ve en-Nadir, Medine'de yaşayan Yahudilerden iki kabile idi. Bunlardan en-Nadir kabilesi Kureyza kabilesinden daha şerefli kabul ediliyordu. Sözgelimi, Kureyza kabilesine mensup birisi, en-Nadir'den birini öldürecek olsa kısas olarak katil öldürülürdü, ama en-Nadir'den bir kimse Kureyza'dan birisini öldürecek olsa, yüz vask hurma ile fidye ödenirdi (katil öldürülmezdi). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın peygamberliğinden sonra en-Nâdir'den birisi Kureyza'dan bir adam öldürdü. Kureyzalılar:

"Katili bize teslim edin, onu öldüreceğiz" dediler. Öbür taraf

"Sizinle bizim aramızda Muhammed hakem olsun" dediler ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldiler. Bunun üzerine şu âyet indi: "... Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hüküm ver. Allah âdil olanları sever" (Maide: 5/43). Adaletle hükümden maksat "cana mukabil can"dı. Daha sonra şu âyet indi: "Câhiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide: 5/50).[6]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu rivayet de Yahudilerin, bir kısım hukukî ihtilaflarını çözdürmek üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e zaman zaman müracaat ettiklerini ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu durumlarda nasıl davranması gerektiğini belirten vahiyler geldiğini göstermektedir.

Burada, gayr-i müslimlerin mürâcaatı hâlinde, Müslüman hâkimin meseleye bakıp bakmamakta muhayyer olduğunu söyleyenlerin delili görülmektedir. Zira âyet: "Eğer hükmedersen..." diyerek kayıt koymaktadır, "hükmet" emrini vermemektedir.

Ancak, hükmedilirse, "adaletle" hükmedilecektir. Ayet, bir cinayet vak'ası sebebiyle indiği için, İbnu Abbas "adaletle hükmetme"yi "cana mukabil can" olarak açıklamıştır.

Ancak, daha sonra inmiş olan "... yakinen bilen bir  millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide: 5/50), âyetinin de tasrih ettiği üzere, adaletle hükmetmekten murad, arzedilen mesele ne olursa olsun İslâm şeriatı ile hükmetmektir.

Bu ayetle, Kureyza kabilesi ile Benu Nadr kabilesi arasındaki hukukî farklılık kaldırılmış olmaktadır. Rivayette açıklandığı üzere İslâm'dan önce, Kureyza ile Benû Nadr, aynı şeref ve değerde değildirler: Benû Nadr'ın maktûlleri için Benu Kureyza tam diyet öderken, Benu Kureyza'nın maktulleri için Benu Nadr diyetin yarısını ödemektedir.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) nazil olan âyet üzerine:

"Ben, Kureyza'nın kanı Nadr'in kanına,  Nadr'in kanı Kureyza'nın kanına eşittir diye hükmediyorum. Birinin diğeri üzerine  ne kanda, ne diyette, ne de  yaralamada üstünlüğü yoktur."  deyince, Benu Nadr öfkelenir ve:

"Biz buna râzı olamayız!" diye itiraz eder. Bunun üzerine: "Cahiliye devri hükmünü mü üstiyorlar?.." (Maide: 5/50) meâlindeki vahy-i İlahî onları kınar.[7]

 

ـ6ـ وفي أخرى ‘بى داود: ]فإنْ جَاءُوكَ فاحْكُمْ بَيْنَهُمْ أوْ أعْرِضْ عَنْهُمْ فَنُسِخَتْ قَالَ فاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أنْزَلَ اللّهُ[.وَلهُمَا في أخرى: قَالَ كانَ بَنُو النَّضِير إذَا قَتَلُوا مِنْ قُرَيْظَةَ أدَّوْا نِصْفَ الدِّيةَ، وَإذَا قَتَلَ بَنُو قُرَيظَةَ مِنْ بَنِى النَّضِير أدَّوْا إلَيْهم الدِّيةَ كَامِلةً فَسَوَّى بَيْنَهُمْ رسولُ اللّه # .

 

6. (588)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) Ebu Davud'un kaydettiği bir diğer rivayette şu açıklamayı yapar: "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, yahut onlardan yüz çevir, yüz çevirirsen sana bir zarar vermezler" (Maide: 5/42) ayeti neshedildi ve şu emir geldi: "...Allah'ın indirdiği ile aralarına hükmet!..." (Maide: 5/48).[8]

Yine Ebu Dâvud ve Nesâî'de gelmiş olan bir diğer rivayette şöyle denir: "Benu'n-Nadirliler Kureyza'dan birini öldürecek olsalar diyet olarak normal bedelin yarısını öderlerdi. Buna mukabil Benu Kureyzalılar Benu'n-Nadir'den birisini öldürecek olsalar kan bedeli olarak tam diyet öderlerdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu farklılığı kaldırdı ve aralarını eşitledi."[9]

 

ـ7ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كَانَ رسولُ اللّه # يُحْرَسُ ليًْ حَتَّى نَزَلَ: وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ. فأخْرَجَ رسولُ اللّهِ # رَأسَهُ مِنَ الْقُبَّةِ فقَالَ: يَا أيُّهَا النَّاسُ انْصَرِفُوا فَقَدْ عَصَمَنِى اللّهُ تعالى[ .

 

7. (589)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) geceleyin beklenerek korunuyordu. Ancak: "...Allah seni insanlardan korur" (Maide 67), âyeti inince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) başını çadırdan çıkarıp: "Ey insanlar dağılın, artık  beni Allah koruyor" diye seslendi. Tirmizî, Tefsir, Mâide: (3049).[10]

 

AÇIKLAMA:

 

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mazhar olduğu ilâhî himaye pek çok açıklamalara ve bazan farklı yorumlara sebep olmuş bir meseledir.

Görüldüğü üzere, ilâhî muhâfaza âyetle teyid edilen bir vak'adır. Hemen hatıra gelen bir husus şudur. Geceleyin nöbetçilerin kaldırılması hadisesi hangi tarihte başlamıştır? Alimlerimizin de dikkatini çeken bu noktayı tam olarak aydınlatmak mümkün olmamaktadır. Hadiseyi Mekke dönemine, Ebu Tâlib'in himâye dönemine kadar indiren rivâyetler varsa da hem  rivâyetlerin zayıflığı hem de "Allah, seni insanlardan korur" meâlindeki âyetin Medine'de nazil olma keyfiyeti bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır. Üstelik, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hz. Aişe ile  beraberliği Medine'ye hicretin ikinci yılındadır.

Ancak şurası da bir gerçek: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı, Cenab-ı Hakk, çeşitli vasıtalar kullanarak bidâyetlerden itibaren himâye etmiştir. Sözgelimi: Mekke'de iken, Kureyş'in şeflerine, hasedcilerine, inadçılarına ve şımarık zenginlerine karşı korumuş ve bu işte müşrik amcası Ebu Tâlib'i vâsıta yapmıştır. Allah Ebu Tâlib'in kalbine, cibillî akrabalık sevgisi vermiş, böylece Kureyş arasında kendisine karşı gösterilen saygı ve itaat duygusu, tecavüzleri önlemiştir. Bu devrede Ebu Talib Müslüman olsaydı, ona karşı saygıları kalmayacağından Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a tecavüzlerinde daha cüretkâr, daha saldırgan daha şirret olabileceklerdi. Ebu Tâlib'le aralarındaki küfür müşterekliği Ebu Talib'e olan ihtiramlarını korumaya ve dolayısıyla onun hatırına Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a tecâvüzde ölçülü olmaya sevketmiştir.

Cenâb-ı Hakk, Ebu Talib'in vefatından sonra başka esbâb araya soktu. Bunlardan en mühimmi Ensâr'ın himayesidir. Bu sâyede Medine'de emin bir melce buldu. Hicretle oraya gelince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı her çeşit dış tehlikelere karşı korudular.

Müşrikler, Yahudiler, münafıklar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a karşı plan kurdukça Allah hilelerini bozdu: Meselâ Yahudiler sihir yaptılar, Cenab-ı Hakk Muavvizeteyn suresini inzal buyurarak korudu. Hayber Yahudileri zehirli koyun eti yedirmeye kalktıkları vakit, Cenab-ı Hakk, haber vermek ve yememesini emretmek suretiyle himaye etti. Keza Yahudilerin damdan üzerine değirmen taşı atma planları da ilâhî ihbarla akim bırakılmıştı. Bir gazve sırasında koyu gölgeli bir ağacın altında uyurken kendisini takip eden düşman, ağaçta asılı olan kılıcını almış, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a vurmaya hazırlanırken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilâhî bir ikazla uyandırılmış ve mütecâviz kâfire inen gaybî bir darbe ile kılıç elinden düşürülmüş ve böylece kesin bir felâket önlenerek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) korunmuştur.

Bu ilahî himaye örnekleri o kadar çoktur ki, burada hepsini anlatmak bir hayli uzun çeker.

Bazı şarihlerimizce dikkat çekilen bir hususa daha temas edelim: "Bu ilahî koruma vardı da niye yüzünden yara aldı, niye dişi kırıldı, niye zırh, miğfer giydi?" gibi sorular yersizdir. Zira korunma garantisi "öldürülme"ye karşıdır. Elbette ki her hususta "en güzel örnek" vermekle vazifeli olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ümmetine, yorulma,  didinme, zahmet ve meşakkat çekme, aç kalma, yaralanma gibi, bir insanın karşılaşacağı, menfi vaziyetlerde de örnek verecek, o hallerde, o durumlarda alınması gereken tedbirleri, takınılması gereken tavırları ve izhâr edilmesi gereken sabır ve metâneti gösterecek, ümmetine ders verecektir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mâruz kaldığı menfi durumlar bu açıdan değerlendirilince "himayeyi garanti eden ayet bu hadiselerden sonra nazil olmuştur" şeklindeki bir açıklamaya gerek kalmayacağı anlaşılır.[11]

 

ـ8ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّ رَجًُ أتَى النَّبىّ # فقالَ: إنِّى إذَا أصَبْتُ اللّحْمَ انْتَشَرْتُ لِلنّسَاءِ وَأخَذْتنِى شَهْوَتِى فَحَرّمْتُ عَلَىّ

اللّحْمَ. فأنزَلَ اللّهُ تعالى: يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا َ تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ مَا أحَلَّ اللّهُ لَكُمْ اŒية[. أخرجهما الترمذى .

 

8. (590)- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek: "Ben et yediğim zaman kadınlara karşı zaafım artıyor ve bende şehvet galebe çalıyor. Bu sebeple et yemeyi  nefsime haram ettim" dedi. Bunun üzerine şu âyet indi:

"Ey iman edenler! Allah'ın size helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın. Doğrusu Allah, aşırı gidenleri sevmez. Allah'ın size verdiği rızıktan temiz ve helal olarak yiyin. İnandığınız Allah'tan sakının" (Maide: 5/87-88).[12]

 

AÇIKLAMA:

 

Rivâyet bize, sathî bir  nazarla bakınca, gâyet mâsum ve mâkul görünen bir niyetle, kişinin aldığı bir kararı görmekteyiz. Ancak âyet-i kerime, bu çeşit kararların ne kadar masum görünürlerse görünsünler, İslâmî olmayacağına dikkat çekmektedir. Fahreddin-i Râzî hazretleri "Allah'ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın" emrinde altı çeşit muhtemel yasak gösterir:

1- Allah'ın size helal kıldığı bir şeyin haram olacağına sakın itikad etmeyin.

2- Allah'ın size helal kıldığı bir şeyin haram olduğunu dilinizle telaffuz etmeyin.

3- Allah'ın size helal kaldığı şeylerden, haramdan kaçtığınız gibi kaçmayın. Bu üç çeşit yasak, itikâd, söz ve amel'e hamledilir.

4- Fetva vererek, helalleri başkasına haram kılmayın.

5- Nezir ve yeminde bulunarak helalleri tahrim etme yoluna gitmeyin.

6- Gasbedilen şeyi mülkünüze ayrılması kâbil olmayacak şekilde karıştırmayın, bu durumda tamamı haram olur. Böylesi bir karıştırma, kendisine helal olan şeyi de haram kılar. Temiz bir şeye pis bir şeyin karışması hususunda da aynı hüküm câridir. Pislik, ayrılmayacak  şekilde karışmışsa temiz şeyin tamamı pis sayılır.

Ayet-i kerime bu altı ihtimâlin hepsine şamildir, hepsine  hamli akla uzak değildir

Râzî hazretleri, Tahrim suresinin baş tarafında yer alan: "Ey Peygamber, eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine yasak ediyorsun?" meâlinde başlayan âyetlerin de sadedinde olduğumuz ayetle aynı maksadı güttüğüne dikkat çeker.

Ayette geçen: "Hududu aşmayın" ibaresiyle, Cenab-ı Hakk (celle şânuhu)'ın "helali haram kılma" fiilini kulluk haddinin aşılması ve zulüm olarak değerlendirdiği belirtilmiştir. Keza bu tabirle tayyibâtı, yâni temiz olanları mubah kılmakla birlikte, onları istihlakte israftan nehyettiği belirtilir. Tıpkı: "Yiyin, için fakat israf etmeyin" (A'raf: 7/31) meâlindeki ayette olduğu gibi. Ayrıca: "Madem Allah size temiz olanları helal kılmış, bunlarla yetinip harama gitmeyin!" manası da ayetten anlaşılmıştır.

Râzî, bu ayetle, Ashâb'tan bir grubun, -Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Osman İbnu Maz'un (radıyallahu anh)'un evinde, kıyâmet gününün dehşetini tasvir ederek o gün için iyi hazırlık yapılmasını tavsiye buyurmasından sonra- dünyayı terketme, güzel yemek ve içeceklerden vazgeçip gündüzleri oruç tutup geceleri namaz kılmak, yatak üzerinde uyumamak, kendilerini iğdiş etmek... gibi kararlara varmalarıyla ilgi kurar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu yanlış karara varanları çağırıp: "Ben böyle emretmedim, nefsinizin üzerinizde hakkı var, oruç tutun, yiyin de; gece namazı kılın, uyuyun da. Ben gece  kalkarım ama uyurum da, oruç tutarım ama yerimde de. Etli de, yağlı da yerim, kadınlara da mukârenet ederim, kim benim sünnetimi beğenmezse benden değildir" der.

Bu mevzuyu 80, 81. hadislerde açıkladık.

Rivayetten şu da anlaşılmaktadır

Nefse hâkim olmanın meşrû ve yegane yolu yiyeceklerden kısmak, bir başka ifadeyle helal olanı haram etmek değildir. İbadet, gözün haramdan sakınması, nefsin arzularını meşru hudud içerisinde tatmin etmek... gibi. Nefisle mücadelede sünnete uygun yol budur. Bunu yaptığımız takdirde gâye kendiliğinden hâsıl olur, helalleri  haram kılma aşırılığına hacet kalmaz.[13]

 

ـ9ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَمَّا نَزلتْ لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُوا إذَا مَا اتَّقَوْا وَآمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اŒية، قال لِى رسولُ اللّهِ # أنْتَ مِنْهُمْ[. أخرجه مسلم وهذا لفظه، والترمذى.

 

9. (591)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "İnananlara ve faydalı iş işleyenlere, -sakınırlar, inanırlar, faydalı işler  işlerler, sonra  haramdan sakınıp inanırlar ve sonra isyandan sakınıp iyilik yaparlarsa- daha önceleri tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur..." (Maide: 5/93) ayeti indiği zaman Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bana dedi ki:

"Bana senin onlardan olduğun söylendi." [14]

 

AÇIKLAMA:

 

Hadisin sonunda "onlardan" olduğu belirtilen kimse Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) imiş  gibi bir mâna çıkmaktadır. Ancak "onlardan" olan İbnu Mes'ud'dur. Şarabı haram eden âyetin nüzulü üzerine Ashab:

"Uhud savaşı sırasında kardeşlerimiz şarabı içmişlerdi arkasından öldüler, onların durumu ne olacak?" diye endişelenince bu ayet iner. Ayet şu mânayı ders vermektedir:

"Onlar henüz haram edilmezden önce içtikleri için, günahkâr değillerdir." Kıble Kudüs'ten Mekke'ye çevrildiği zaman da Ashâb:

"Eski  kıble üzerine namaz kıldığı halde ölen kardeşlerimizin durumu ne olacak?" diye üzülmüşler  ve onları teselli sadedinde: "... Allah ibâdetlerinizi boşa çıkaracak değildir...." (Bakara: 2/143) mealindeki âyeti nazil olmuş, Ashab teselli bulmuş idi.

Sadedinde olduğumuz ayette "tatmak"la tercüme edilen kelimenin aslı taame'dir. Bu kelime Arapça'da çoğunlukla "yemek" mânâsında kullanılır. Sadedinde olduğumuz âyet bu mânâda tevil edilerek "daha önce içtikleri şarap sebebiyle mesul değiller" mânası çıkarılmıştır.[15]

 

ـ10ـ وله في أخرى عن البراء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]ماتَ رِجالٌ مِنْ أصْحَابِ رسولِ اللّهِ # قَبْلَ أنْ تُحَرَّمُ الْخَمرُ فَلَمَّا حُرِّمَتْ قَالَ رِجَالٌ كَيْفَ بِأصْحَابِنَا وَقَدْ مَاتُوا يَشْرَبُونَ الْخَمْرَ؟ فَنَزلَتِ اŒيةُ[. صححه الترمذى .

 

10. (592)- Yine Müslim'in bir başka rivayetinde Bera (radıyallahu anh) şunu anlatıyor: "Şarap haram edilmezden önce, Ashab (radıyallahu anhüm)'tan bazıları vefat etmişti. Şarap haram edilince birçok kimse:

"Arkadaşlarımız şarap içerek öldüler, onların hâli ne olacak?" dediler. Bunun üzerine ayet indi: "İnananlara, ve faydalı iş yapanlara... daha önceleri tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur" (Maide: 5/93) ayeti indi."[16]

 

ـ11ـ وعن عمر بن الخطاب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنه قال: ]اللَّهُمَّ بَيِّنْ لَنَا في الْخَمْرِ بَيَانَ شِفَاءٍ فَنَزَلَتِ الَّتِى في البَقَرَةِ: يَسْألُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسَرِ قُلْ فِيهِمَا إثْمٌ كَبيرٌ وَمَنافِعُ لِلنَّاسِ وَإثْمُهُمَا أكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَا. فَدُعِى عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَقُرِئَتْ عَلَيْهِ فَقَالَ: اللَّهُمَّ بَيِّنْ لَنَا في الْخَمْرِ بَيَانَ شِفَاءٍ. فَنَزَلَتِ الَّتِى في النِّسَاءِ: يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا َ تَقْرَبُوا الصََّةَ وَأنْتُمْ سُكَارَى اŒيةَ؛ فدُعِى عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَقُرِئَتْ عَلَيْهِ فَقَالَ: اللَّهُمَّ بَيِّنْ لَنَا في الْخَمْرِ بَيَانَ شِفَاءٍ. فَنَزَلَتِ الَّتِى في المائِدَةَ: إنَّمَا يُرِيدُ الشَّيْطَانُ أنْ يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْصَاءَ في الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللّهِ وَعَنِ الصََّةِ فَهَلْ أنْتُمْ مُنْتَهُونَ فَدُعِىَ عُمَرَ فَقُرِئَتْ عَلَيْهِ فَقَالَ إنْتَهَيْنَا انْتَهَيْنَا[ أخرجه أصحاب السنن .

 

11. (593)- Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) anlatıyor: Ömer: "Allah'ım, şarap hakkında bize tatminkâr bir açıklamada bulun"  diye dua  etmişti ki Bakara suresinde bulunan şu âyet indi: "Sana içki ve kumarı sorarlar de ki: "İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür." (Bakara: 2/219).

Bunun üzerine Ömer (radıyallahu anh) çağırıldı ve âyet kendisine okundu. Ömer yine: "Allah'ım şarap hakkında bize tatminkâr bir açıklamada bulun" dedi. Bir müddet sonra Nisa suresindeki: "Ey iman  edenler! Sarhoşken ne dediğinizi bilene kadar, cünübken, -yolcu olan müstesna- gusledene kadar namaza yaklaşmayın..." (Nisa: 4/43) ayeti nazil oldu. Ömer (radıyallahu anh) çağırıldı ve âyet kendine okundu. Ömer yine: "Allah'ım şarap hakkında bize tatminkâr bir açıklamada bulun" dedi.

Bir müddet sonra, Maide suresindeki âyet indi: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki  ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı  anmaktan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?" (Maide: 5/90-91). Ömer yine çağırılıp âyet kendisine okundu. Bu sefer

"Evet Rabbimiz vazgeçtik, vazgeçtik" dedi.[17]

 

AÇIKLAMA:

 

Şarap istihlâki, İslâm öncesi Arap cemiyetinde çok yaygındı. Arpa, buğday, hurma, mısır, üzüm, pirinç, bal gibi çok değişik maddelerden şarap yapılırdı.

İslâm gelince, daha Mekke'de iken, şarap meselesine dikkat çekmiş, vahiyde yer vermiş idi. Ancak, böylesi köklü alışkanlıkların yasaklanması birden bire yapıldığı takdirde netice alınmazdı. Bu sebeple yukarıda kaydedilen rivayetten de anlaşılacağı üzere, hafiften şiddete doğru tedrici yasaklamalarla hareket edilmiş, son sözün söylenmesi epeyce te'hir edilmiştir. Ancak yasaklama kesinlikle ortaya konunca, herhangi bir mukavemetle karşılaşılmadan, şarap yüzünden kimseye ceza verilmeden, kesin netice alınmıştır. Mü'minler kendiliklerinden bırakmışlardır.

Biz bu bahsi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mücadele metodu dahil, farklı yönleriyle, ilgili bahiste tahlil edeceğiz, oraya bakılsın (2276. hadis).[18]

 

ـ12ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سألُوا النبىّ # حتَّى أحْفَوْهُ في المَسْئَلَةِ فَصَعِدَ ذَاتَ يَوْمٍ عَلَى الْمِنْبَرِ فقَالَ: َ تَسْألُونِى عَنْ شئٍ إَّ بَيَّنْتُهُ لَكُمْ. فَلَمَّا سَمِعُوا ذلِكَ أرَمُّوا وَرَهِبُوا أنْ يَكُونَ بَيْنَ يَدَيْ أمْرٍ قَدْ حَضَرَ. قَالَ أنَسٌ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَجَعَلْتُ أنْظُرُ يَمِيناً وَشِمَاً فإذَا كُلُّ رَجُلٍ مِنْهُمْ فٌّ رَأسَهُ في ثَوْبِهِ يَبْكِى؛ فأنْشَأَ رَجُلٌ كانَ إذَا حَى يُدْعَى إلى غَيْر أبِيهِ.فقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ مَنْ أبِى؟ قَالَ: أبُوكَ حُذَافَةُ. فَقَالَ عُمَرُ: رََضِينَا بِاللّهِ رَبّاً، وَبِا“سَْمِ دِيناً، وَبِمُحَمّدٍ نَبِيّاً، نَعُوذُ بِاللّهِ مِنَ الْفِتَنِ. فَقَالَ رَسُولُ اللّهِ # مَا رَأيْتُ في الْخَيْرِ وَالشَّرِّ كَالْيَوْمِ قَطُّ إنَّهُ صُوِّرَتْ لِى الْجَنَّةُ وَالنَّارُ حَتَّى رَأيْتُهُما دُونَ الْحَائِطِ[. أخرجه الشيخان والترمذى .

وزاد فنزلت: ]يَا أيُّهَا الَّذِِين آمَنُوا َ تَسْألُوا عَنْ أشْيَاءَ إنْ تُبْدَ لَكُمْ تَسُؤْكُمْ وَقَالَ ابْنُ شِهَابٍ: أخْبَرَنِى عُبَيْدُاللّهِ ابْنُ عَبْدِاللّهِ بْنِ عُتْبَةَ قَالَ: قَالَتْ أمُّ عَبْدِاللّهِ ابْنِ حُذَافَةَ لِعَبْدِاللّهِ: مَا رَأيْتُ قَطُّ أعَقَّ مِنْكَ أَأَمِنْتَ أنْ تَكُونَ أمُّكَ قَدْ قَارَفَتْ بَعْضَ مَا يُقَارِفُ أهْلُ الْجَاهِلِيَّةِ فَتَفْضَحَهَا عَلَى أعْيُنِ النَّاسِ؟ فَقَالَ عَبْدُاللّهِ: لَوْ ألْحَقَنِى بَعَبْدٍ أسْوَدَ لَلَحِقْتُهُ[.»وَا“حْفَاءُ« في السؤال استقصاء وا“كثار. »وَأرَمَّ« بفتح الهمزة والراء إذا أطرق ساكتاً من خوف. »والرهبة« الخوف والفزع .

 

12. (594)- Hz. Enes  (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e sorular sordular. Soruda öylesine aşırı gittiler ki, birgün minbere çıkıp (öfkeyle):

"Sorun, her sorunuza cevap vereceğim" dedi. Cemaat bu sözü işitince, korkuyla başlarını öne eğdiler. Başlarına mühim bir hadise gelmekte olmasından korktular.

Enes (radıyallahu anh) devamla dedi ki: "Ben sağıma soluma bakmaya başladım. Bir de ne göreyim, herkes elbisesini başına sarmış ağlıyordu. (Kimseden ses çıkmıyordu). Derken, münakaşa falan ettiği zaman, babasından başka birisine nisbet edilen bir kimse ilk konuşan oldu:

"Ey Allah'ın Resûlü! Babam kimdir?" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Baban Hüzâfe’dir" buyurdu. Hz. Ömer (radıyallahu anh) de:

"Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak da Muhammed'den razıyız. Fitnelerden Allah'a sığınırız" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de:

"Hayır ve şer  her ikisinin de bugünkü kadar bol indiğini hiç mi hiç görmedim. Bana cennet ve cehennem gözle görülecek hale getirildi ve onları şu duvarın önünde gördüm." dedi.

Bir rivayette şu ziyade var: "... Bunun üzerine şu âyet indi: "Ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kur'ân indirilirken onları sorarsanız size açıklanır, (ama üzülürsünüz). Allah sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Allah bağışlayandır, halimdir. Sizden önce bir millet onları sormuştu. Sonra da onları inkâr etmişlerdi" (Maide: 5/101-102).[19]

 

AÇIKLAMA:

 

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Cehâlet hastalığının ilacı sormaktır","Bir şeyde şüpheye düşerseniz benden  sorun" buyurmuştur. Hz. Aişe:

"Ensar kadınları ne iyi kadınlardır, haya, onların dinlerini öğrenmeleri, bilgilerini artırmaları hususunda soru sormalarına mâni olmamıştır" diye övmüştür. İbnu Mes'ud (radıyallahu anhümâ):

"İlmin artması taleble, anlaşılması sualledir" diye açıklamıştır. İbnu Şihâb:

"İlim hazinedir, anahtarı sualdir" diye açıklar. Hasan Basrî de:

"Kim utanç belâsıyla ilim talebinden geri kalırsa cehâlet için şalvar giyer, öyle ise ilim talebinde utanmayı kovarak kendinizden cehalet şalvarını atın. Zira kimin yüzü yufkaysa  ilmi de yufkadır" diye nasihat etmiştir.

Evet başta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) olmak üzere bütün büyüklerimiz sormayı övmüş, ilim için soru sormanın gereğinde ittifak etmiştir.

Ancak bunun bir âdâbı olsa gerektir. Aslında bir değil, birçok âdâbı vardır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le ilgili pekçok  rivayette bu âdab üzerine durulduğu görülür.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la ilgili haberlerde, sual sormanın tahdid edilmiş olduğunu görmek oldukça dikkat çekici bir husustur. Tahdid ifâde eden bir rivayet yukarıda kaydedildi. Hatta sual tahdidiyle ilgili olarak, yukarıda gördüğümüz gibi âyet-i kerimenin nâzil olmuş bulunması, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın risâlet hayatında, kendisine soru sorma âdabının ne kadar ehemmiyetli bir durum olduğunu ifade eder.

Bazı rivayetler, mezkur âyetin nüzûlüne, haccın adediyle ilgili bir sualin sebep olduğunu belirtir. Şöyle ki: "Oraya (Kâbe'ye) yol bulabilen insana, Allah için Kâbe'yi haccetmesi gereklidir." (Âl-i İmrân: 3/97) ayetiyle hac farzedildiği zaman, cemaat:

"Her sene mi?" diye sorar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cevap vermez. Cemaat  tekrar betekrar "her sene mi?" diye ısrarla sorar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sonunda:

"Hayır, eğer evet deseydim her yıl yapmanız vâcib olurdu. Şayet vacib kılınsaydı güç getiremezdiniz" buyurur ve bunun üzerine yukarıdaki âyet nazil olur.

Bazı rivayetlere göre bu soruyu soran bir "bedevi"dir, bazılarına göre "Benû Esed'den biri"dir ve soru Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı son derece kızdırmıştır. Bunun üzerine âyet nazil olmuştur.

Dikkat edilirse, âyet-i kerimenin zâhirinden "öğrenildiği takdirde hoşa gitmeyecek olan şeyden soru sormanın"  yasaklandığı anlaşılır.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın soruyu tahdid eden uyarıları fazladır. Bir iki misal verelim:

1- "Ben sizi terkettikçe  siz de rahat bırakın (soru sormayın). Zira sizden öncekileri suallerinin çokluğu ve bir de  peygamberleri hakkında ihtilafları helâk etmiştir."

2- "Allah farzlar emretmiştir, sakın onları ihmal etmeyin, bir kısım da yasak sınırlar koymuştur, sakın bunları aşmaya kalkmayın. Bazı şeyleri de  haram kılmıştır, sakın bunları ihlal etmeyin. Bazı şeylere de -unuttuğu için değil- acıdığı için, yani rahmet olsun diye sükut buyurmuştur, sakın bunlardan sual sormayın."

3- "Müslümanların cürüm yönüyle en büyüğü o kimsedir ki, haram edilmemiş bulunan bir şeyden sual sorar da onun suali üzerine o şey haram kılınır."

4- "Allah sizde görülen üç şeyden nefret eder: Dedikodu, malı ziyan etmek, çok sual sormak."

5- "Kişi kardeşiyle oturunca öğrenmek için sorsun, inadlaşmak için değil" vs.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir defasında, sualde ısrar eden bir kimsenin davranışı karşısındaki hoşnutsuzluğunu ifade eden bir adamı "kâhinlerin kardeşi"ne teşbih buyurmuştur.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu husustaki uyarıları Ashâb-ı Kiram'ı soru sorma hususunda öylesine ihtiyatlı hâle getirmişti ki, bu ihtiyat bir çoğunda korkuya dönüşmüştü. "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a soru sormayız, olur ki hakkımızda Allah bir vahiy indiriverir veya Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir söz sarfeder, ilânihaye hakkımızda ar olarak kalır" diyenler vardı.

Bu edeb Ashab arasında istikrar bulduktan sonra, Hz. Ebu Hüreyre, Hz. Aişe (radıyallahu anhümâ) gibi cesaretiyle tanınanlar dışında kimse soru sormaya cesaret edemiyordu. Tabii ki, bu âdâbı bilmeyen bedeviler hâriç. Enes hazretleri (radıyallahu anh): "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a soru sormada bedeviler insanın en cüretkârlarıydı" der. Bu yüzden, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzurunda iken beraberlerinde bir de  bedevinin bulunması Ashabı sevindirirdi. Çölden, sual soracak "akıllı" bir bedevînin gelmesi temenniler arasındaydı. Hatta bir kısım meselelerin sorulması için "câhil" bedevîlerin teşvik ve tahrik edildiğini rivayetlerde görmekteyiz. Şâtıbî, Cebrâil (aleyhisselam)'in zaman zaman bedevî kıyâfetiyle gelip sual sorması ile bu temenni arasında bir irtibat bulunmaktadır.

İbnu'l-Arabî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında sual yasağının konmasını "insanlara zorluk getirecek bir vahyin gelmesini önleme düşüncesi"ne bağlar ve ilâveten der ki: "O (aleyhissalâtu vesselâm)'nun  vefâtından sonra bu endişe kalktı. Ancak, seleften gelen pekçok rivâyet, vukua gelmeyen meselelerin sorulmasını yasaklamakta, mekruh addetmektedir."

Diğer bir kısım rivayetler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ilgilendiren meselelerde halkın birbirine sorduğunu, helal şeyler hakkında da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a çokca sual sormaları üzerine bâzan "haram" hükmünün geldiğini belirtirler. Bu cümleden olarak, Hz. Câbir, telâun (lânetleşme) ayetinin çok sual sebebiyle geldiğini öyler.

Bu konuda şu söylenebilir: İslâm'ın bazı meselelerde değişik zaman, mekan ve şartlara göre az-çok farklı yorumlara müsamahası vardır. Teferruat meselelerinde farklı anlayışlara ve farklı tatbikata müsamaha esprisini korumak dinimizin mühim stratejilerinden biridir. Hatta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) İslâm'ı "Hanefiyye semhâ" diye över, "Hıristiyanlık ve Yahudilikte olmayan müsamaha bizde vardır" diye iftihar eder. Şu halde teferruat meselelerin âyet veya hadislerle nihai bir şekle bağlanması, Şâri tarafından istenmektedir. Bir konuda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın beyanda bulunması, bir başka ifade ile, herhangi bir meselenin sünnetle şekillenmesi Müslümanlar için bağlayıcı bir durumdur. Bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ifâdesiyle Şâri, "unuttuğu için değil, insanlara merhameti sebebiyle" bazı meselelerin muğlak kalmasını istemiştir. Bu bir kolaylık ve rahmet vesilesidir. Soru yasağı bunun için konmuştur.

Sual meselesine giren mühim adabtan biri de iyice bilinmeyen hususta cevap vermemektir. İslâm âlimleri bu meselede ittifak ederler. İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in koyduğu şu kâide herkesce benimsenmiştir. "Allahu â'lem demek kişinin ilmindendir." Şöyle buyururlar: "Kişi sorulan  şeyi iyi bilirse cevap vermeli, iyice bilemezse "Allah daha iyi bilir (Allahu âlem)" demelidir. Çünkü kişinin bilmediği hususlarda "Allahu a'lem" demesi onun ilmindendir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu konuda daha sarih bir ifade kullanmayı tavsiye eder. "Bilmiyorum." Aynen şöyle derler: "İlim üçtür: "Kur'ân-ı Kerim, yaşayan sünnet ve bilmiyorum (Lâ edri) demek."

Rivayetler, keza sorulara Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın da "bilmiyorum" diye cevap vererek, bu babta başta ulemâ, bütün ümmetine örnek olduğunu göstermektedir: İbnu Ömer anlatıyor: "Bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:

Ey Allah'ın Resulü! Hangi yer daha hayırlıdır? diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Bilmiyorum (Lâ edrî)" dedi. Adam:

"Pekâlâ, hangi yer kötüdür?" diye sorunca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yine

"Lâ edrî (bilmiyorum)" cevabını verdi. Bir müddet sonra Cebrail geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona sordu:

"Ey Cibril hangi yer daha hayırlıdır?" O da:

"Bilmiyorum" diye cevap verdi..." Neticede cevap Cenab-ı Hakk'tan geliyor:

"Hayırlı yerler mecsidlerdir, şerli  yerler de çarşı-pazardır."

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bu konuda da örnek alan İslâm âlimleri kendilerine sorulan soruların çoğunluğuna "Lâ edrî (bilmiyorum!)" diye cevap vermekten ar duymamışlardır.[20]

 

ـ13ـ وعن ابن المسيب قال: ]الْبَحِيرَةُ الَّتِى يُمْنَعُ دَرُّهَا لِلطّوَاغيتِ فََ يَحْلُبُهَا أحَدٌ. والسَّائِبَةُ كَانُوا يُسَيِّبُونَهَا Œلِهَتِهِمْ َ يُحْمَلُ عَلَيْهَا شَئٌ. وَالْوَصِيلَةُ الَّتِى تُبَكِّرُ في أوَّلِ نَتاجِ ا“بْلِ بِأنْثى ثُمَّ تُثَنِّى بِأنثى، وَكَانُوا يُسَيِّبُونَهَا لِطَوَاغِيتِهمْ إنْ وَصَلَتْ إحْدَاهُمَا بِا‘خْرَى لَيْسَ بَيْنَهُمَا ذَكَرٌ. وَالحامُ فَحْلُ ا“بْلِ يَضْرِبُ الضِّرَابَ الْمَعْدُودَ فَإذَا قَضَى ضِرَابَهُ وَدَعُوهُ لِلطَّواغِيتِ وَأعْفَوْهُ مِنَ الْحَمْلِ وَسَمَّوْهُ الحامَ. قالَ، وَقَالَ أبُو هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: قال رسولُ اللّه #: رَأيْتُ عَمْرو ابْنَ عَامِرٍ الخُزَاعِىّ يَجُرُّ قُصُبَهُ في النَّارِ كَانَ أوَّلَ مَنْ سَيَّبَ السَّوَائِبَ[. أخرجه الشيخان.»والْقُصُبُ« واحد ا‘قصاب، وهى ا‘معاء.

 

13. (595)- Tabiîn'den İbnu'l-Müseyyeb anlatıyor: "el-Bahîra, cahiliye Araplarınca, sütü putlara bağışlanan, bu sebeple hiç kimse tarafından sağılmayan deveye denirdi. Es-Sâibe; ilahları için salıverilen, üzerine hiçbir yük vurulmayan deveye denir. El-Vasile; İlk doğumunu dişi yapıp sonra ikinci doğumunu da dişi yapan ve araya erkek doğum girmeyen devedir, bu da putlar için salıverilir, hiçbir şekilde istifade edilmezdi. El-Hâm; dölünden muayyen batın yavruya ulaşılan erkek devedir, bu da putlara adanır, yükte kullanılmazdı."

İbnu'l-Müseyyib, Ebu Hüreyre'den şu sözü nakleder: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Amr İbnu Âmir el-Huzâ'î'yi, cehennemde barsaklarını sürürken gördüm. Bu adam, hayvanları putlara adak olsun diye ilk salıveren (sâibe bırakan) kimse idi."[21]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu hadis, Kur'ân-ı Kerim'de geçen birkaç tabiri açıklamaktadır. Tabirlerin geçtiği ayet şöyle:

"Allah, kulağı çentilen (bahîra), salıverilen (saibe); erkek, dişi  ikizler doğuran (vasile), on defa yavrulamasından ötürü yük vurulmayan (hâm) hayvanların adanmasını emretmemiştir, fakat inkâr edenler Allah'a karşı yalan uydururlar ve çoğu da akletmezler" (Maide: 5/103).

Burada dikkat çekeceğimiz bir husus şudur: Said İbnu Müseyyib tarafından mezkur tabirler hakkında hadis metninde yapılan açıklama ile, tefsirlerde ve başkaca kaynaklarda (mesela en-Nihâye'de) kaydedilen açıklama tamâmen aynı değildir. Tefsirlerde kaydedilen ve Türkçe meallere aksettirilen mânaya göre bu tâbirler, daha vâzıh olarak şöyle açıklanmaktadır:

"Cahiliye devrinde Araplar, bir dişi deve beş batın doğurur, beşinci erkek olursa onun kulağını yararlar, salıverirlerdi. Onu ne sağarlar, ne binerler, ne de kullanırlardı. Bahire nezri budur. Bahr=yarmak demektir, bahire yarık, yani kulağı yarılmış adak deve mânasınadır.

Bir adamın başına herhangi bir dert gelirse ondan kurtulmak için, putlar namına deve adar, gayesi hasıl olunca o deveyi salıverir, ondan faydalanmayı kendisine haram ederdi. Sâibe budur.

Hayvan dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa putlarının olurdu. Şâyet ikisini birden doğurursa: "Dişi erkeğe kavuştu" derler, bu dişiden dolayı erkeğini de kurban etmezlerdi. Vasile de budur.

Bir erkek devenin dölünden on batın doğarsa onun sırtını haram sayarlar, onu hiçbir sudan ve mer'adan menetmezler ve "sırtı himaye edilmiştir" derler ki hâm budur.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cehennemde barsağını sürüklediğini haber verdiği Amr İbnu Âmir el-Huzâî'ye gelince: Bu kimse develerden saibe ve bahire gibi adakları Araplar arasına ilk sokan kimsedir. Rivayetler, Mekke'deki belli başlı putların da ilk defa bu hanif tarafından ihdas edilerek, Hz.İbrahim'in tevhid dininin bozulduğunu açıklamaktadır.

Rivayete göre Amr bir ara Mekke'den Şam'a gitmişti. Belka mıntıkasındaki eski Meâb şehrine -ki, o zamanlarda  burası Amâlika'nın dinlenme yeri idi- vardığında Amâlika'nın putlara taptıklarını gördü. Bu putlardan kurak zamanlarda yağmur, harp ve felâket zamanlarında yardım istediklerini öğrendi. Onlardan isteyip aldığı Hübel adlı bir putu götürüp Ka'be'ye dikti. Halkı buna tâzim ve ibâdete dâvet etti.

Keza, cahiliye Araplarının diğer bir meşhur putu olan Lât da Amr'ın eseridir. Şöyle ki: Benî Sakîf'ten hayır sâhibi bir kişi hac mevsiminde, tarihen Sahratu'l-Lât (Lât Kayası) diye anılan bir taş üstünde Arapların sevîk dedikleri kavutu, su ile karıştırıp helva yaparak hacılara dağıtırdı. Bu hayır sâhibi öldüğünde Amr bunu da bir fırsat sayarak halka: "Bu adam ölmemiştir, bu helva taşının içine girmiştir" diyerek bu taşı da bir put yapmış ve halkı tapmaya davet etmiştir.

Amr'ın, cahiliye Arapları arasında soktuğu bid'atlardan biri de yukarıda temas edilen adak hayvanlarının yavrularından istifâde etme şekliyle ilgilidir: Yavrular, canlı doğarsa erkekler istifâde eder, kadınlar edemezdi. Ölü doğarsa kadın erkek her ikisinin de bunda ortak olduğunu söylerlerdi. En'am suresindeki 139. âyet bu hurâfeye temas ederek, böyle inananların cezalandırılacağını bildirir:

"Bu hayvanların karınlarında olan  yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olurlar" dediler. Allah bu türlü sözlerin cezasını verecektir. Çünkü O hâkimdir, âlimdir" (En'am: 6/139).[22]

 

ـ14ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قالَ: ]خَرَجَ رَجُلٌ مِنْ بَنِى سَهْمٍ مَعَ تَمِيمٍ الدَّارِىِّ بنِ بَدَّا فمَاتَ السَّهْمِىُّ بِأَرْضٍ لَيْسَ بِهَا مُسْلِمٌ فَلَمَّا قَدِمُوا

بِتَرِكَتِهِ فَقَدُوا جَاماً مِنْ فِضةٍ مَخُوَّصاً بِذَهَبٍ فَأحْلفَهما رسولُ اللّه # ثُمَّ وُجِدَ الجامُ بِمكَّةَ فَقَالُوا ابْتَعْنَاهُ مِنْ تَمِيمٍ الدَّارِىِّ وَعَدِىٍّ، فقَامَ رَجَُنِ مِنْ أوْلِيائِهِ فَحَلَفَا: لَشَهادَتُنَا أحَقُّ مِنْ شَهَادَتِهمَا، وَإنَّ الجَامَ لِصَاحِبِهمْ. قَالَ وَفِيهِمْ نَزَلتْ: يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا شَهَادَةُ بَيْنِكُمْ اŒية[. أخرجه البخارى وأبو داود والترمذى.»وَالجامُ« ا“ناء »وتَخْويِصُُهُ« أن تجعل عليه صفائح من ذهب كخوص النخل .

 

14. (596)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Benu Sehm'den bir kişi, Tecîmüd'-Dârî ve Adiy İbnu Bedda ile birlikte yola çıktı. Es-Sehmî, hiç Müslüman bulunmayan bir yerde vefat etti. Terikesini Temin ve Adiyy getirdiler. Ancak (Sehmî'nin yakınları vasiyette adı geçen) gümüş işlemeli bir kabı (teslim edilen mallar arasında) bulamadılar. (Şikayet üzerine) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hususta ikisine (Temim ve Adiyy'e) yemin ettirdi. Sonra kap Mekke'de bulundu. Kabın yanlarında bulunduğu kişiler:

"Biz bunu Temin ve Adiyy'den aldık" diye yemin ettiler. Sehmî'nin yakınlarından iki kişi de  kalkıp Allah'a yemin ederek:

"Bizim şâhitliğimiz o ikisinin şehâdetinden daha doğrudur, kap da arkadaşımıza aittir"  dediler.

İbnu Abbâs der ki şu âyet bunlar hakkında nâzil oldu:

"Ey iman edenler! Ölüm birinize geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki adil kimseyi, şâyet yoklukta olup başınıza da ölüm musibeti gelmişse, namazdan sonra alıkoyacağınız, -şüpheleniyorsanız, "Akraba bile olsa yeminle hiçbir değeri değiştirmeyeceğiz, Allah'ın şahidliğini gizlemiyeceğiz, yoksa şüphesiz günahkârlardan oluruz" diye yemin eden- sizden olmayan iki kişiyi şâhid tutun. Eğer bu şâhidlerin günah işlemiş oldukları ortaya çıkarsa ölene kadar yakın hak sahibi diğer kişi bunların yerine geçer ve "bizim şâhidliğimiz ikisininkinden de daha doğrudur, biz aşırı gitmedik, yoksa şüphesiz zulmedenlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler. Bu, şahitliği gerektiği gibi yapmalarını veya yeminlerinden sonra yeminlerin kabul edilmesinden korkmalarını daha iyi sağlar. Allah'tan sakının, dinleyin, Allah fâsık kimselere yol göstermez" (Mâide: 5/106-108). [23]

 

AÇIKLAMA:

 

Hadiste adı geçen Temîmü'd-Dâri sahabidir. Şerhlerde açıklandığı üzere Adiyy de Temîm'in yakınlarındandır, ancak sahabi değildir. Hâdise, Temîm (radıyallah anh)'in İslâm'a girmesinden önce cereyan etmiştir. Binaenaleyh, Müslüman Sehmî'nin vasiyetini teslim ettiği iki kişiden ikisi de Hıristiyandır.

Başka  kaynaklarda gelen ziyâde bilgilere göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Temim'e yemin ettirince o ihânetini itiraf etmiş, bunun üzerine ona:

"Ey Temim Müslüman ol, Allah senin müşrik iken yaptığın günahları affetsin" teklifinde bulunmuş, o da kabul etmiştir. İslâm'ında samimi olmuştur.

Hadisten çıkan hükme gelince: "Başta Hanbelîler olmak üzere bir kısım âlimler, bir Müslüman, kâfirlerin arasında yalnız kalır, ölüm halinde vasiyette bulunur ve onun vasiyetine yalnızca bu kâfirler şâhidlik ederse bu şehâdet makbuldür. Çünkü âyet-i kerime buna hükmetmektedir. Yukarıda kaydedilen İbnu Abbâs hadisinin gösterdiği üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da bununla amel etmiştir.

Ancak Ebu Hanîfe, Şafiî ve Mâlik hazretlerine göre bu şehâdet makbul değildir. Çünkü vasiyet dışındaki meselelerde şâhidliği makbul olmayanların -fasık gibi-  vasiyetle ilgili meselelerde de kabul edilmez.[24]

 

ـ15ـ وعن عمار بن يَاسرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّه #: أنزِلَتْ المائدَةُ مِنَ السَّمَاءِ خُبْزاً ولَحْماً، فأمِرُوا أنْ َ يخُونُوا وََ يَدَّخِرُوا لِغَدٍ، فَخَانُوا وَادَّخَرُوا وَرَفَعُوا لِغَدٍ، فَمُسِخُوا قِرَدَةً وَخَنَازِيرَ[. أخرجه الترمذى .

 

15. (597)- Ammâr İbnu Yâsir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"(Kur'an-ı Kerim'de zikri geçen) sofra gökten ekmek ve et olarak indirildi. Bu mucizeye mazhar olanlara, ihanet etmemeleri ve ertesi gün için, o yiyeceklerden ayırmamaları emredildi. Ancak onlar bunu dinlemediler, hem  ihânet ettiler hem de yemeklerinden ayırıp ertesi gün için sakladılar. Bunun üzerine ceza olarak maymun ve hınzır suretine çevrildiler."[25]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu hadis, Maide suresinde geçen bir hadise hakkında -ki sure, ismini bu hadiseden alır- kısa bir açıklama sunmaktadır: Hz. İsâ'nın havarileri, imanlarının artması için, kendilerine gökten bir sofra inmesini taleb ederler (112-114. ayetler). Cenâb-ı Hakk bu talebe şu  cevabı verir: "Ben onu size indireceğim, bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, dünyalarda kimseye azâb etmeyeceğim şekilde ona azâb edeceğim" (Maide: 5/115).

Bu ayetin açıklamasından İslâm alimleri bazı farklı fikirler ileri sürmüşlerdir.

1- Ayette bahsedilen sofra Hz. İsa zamanında Yahudilere indirilmiştir. Sofra inme hadisesine hem âyet, hem de bir kısım rivayetler delalet eder.

2- Bazı âlimler bu sofranın inmediğine  kâil olmuşlardır. Bunlar ayeti darb-ı mesel olarak alırlar, Hıristiyanlarca sofra mucizesi diye bir mucizeye inanılmaması, bilinmemesi keyfiyetini de fikirlerini te'yid edici bir unsur olarak zikrederler.

Ancak, Cumhur'un görüşü, âyetin zâhirinde de çıkan mânaya uygun olarak havârîlere sofranın Hz. İsa'nın zamanında inmiş olmasında ittifak eder.[26]

 


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/443.

[2] Müslim, Hudud: 28, (1700); Ebû Dâvud, Hudud: 26 (4448); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/444-445.

[3] Ebu Dâvud, Diyât: 2, (356); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/445.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/445-446.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/446-447.

[6] Ebu Dâvud, Diyât: 1, (4494), Akdiye: 10, (3591); Nesâî, Kasâme: 7, (8, 18); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/448.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/448-449.

[8] Ebu Dâvud, Akdiye: 10, (3590).

[9] Ebu Dâvud, Diyât: 1, (4494), Akdiye: 10, (3591); Nesâî, Kasâme: 7, (8, 18); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/449-450.

[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/450.

[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/450-451.

[12] Tirmizî, Tefsir, Maide: (3052); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/452.

[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/452-453.

[14] Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 109, (2459). Tirmizî, Tefsir, Mâide: (3056); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/454.

[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/454.

[16] Tirmizî, Tefsir Maide: (3054). Tirmizî hadisin sahih olduğunu söyledi; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/454-455.

[17] Tirmizî, Tefsir, Maide: (3053); Ebu Dâvud, Eşribe: 1, (3670); Nesâî, Eşribe: 1, (8, 286, 287). Tirmizî hadisin sahih olduğunu söyledi; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/455-456.

[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/456.

[19] Buhârî, Tefsir, Maide: 12; Rikâk: 27; İ'tisam: 3; Müslim, Fedâil: 134-138, (2359); Tirmizî, Tefsir, Maide: (3058); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/457.

[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/457-461.

[21] Buhârî, Menâkib: 9, Tefsir, Maide: 13; Müslim, Cennet: 51, (2856); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/462.

[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/462-463.

[23] Buhârî, Vesâya: 35; Tirmizî, Tefsir, Maide: (3062); Ebu Dâvud, Akdiye: 19, (3606); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/464.

[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/465.

[25] Tirmizî, Tefsir, Maide: (3063); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/465.

[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/465-466.