Hz. Yusuf'la İlgili Kısım

 

Başta kaydettiğimiz hadisin en son kısmında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Eğer Hz. Yusuf'un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım, dâvete icâbet ederdim" buyurmaktadır.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada da bir başka âyete telmihte bulunmaktadır: Bilindiği üzere, Hz. Yusuf (aleyhisselam) Mısır Meliki'nin rüyasını başarılı bir şekilde tâbir edince, mükâfaten hapisten çıkarılmasına karar verilir. Hz. Yusuf bu kararı duyar duymaz hapisten çıkma cihetine gitmez, suçsuzluğunun te'yidini, yapılan ithamdan berâ-etini taleb eder ve çıkma haberini getiren elçiye: "Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi,  kendine sor..." der.

Mısır Melik'i kadınları toplayıp: "Yusuf'un nefsinden kâm almak istediğiniz zaman ne haldeydiniz?" (Onu size meylettiğini hissettiniz mi, intibaınız nedir?) diye sordu. Kadınlar: "Hâşa dediler, biz onda bir fenalık görmedik." Azizin  karısı da şöyle dedi: "Şimdi hak meydana çıktı, ben onun nefsinden murad almak istemiştim. O, doğru söyleyenlerdendir, (bu işte hiçbir kabahati yoktur)."

Sarayda yapılan bu tahkikat ve tesbit edilen itiraflardan sonra Hz. Yusuf (aleyhisselam) hapisten çıkmaya karar verir. Ayet-i kerime, bu davranıştaki, Hz. Yusuf'un kasdını kendi ağzından şöyle verir:

"(Benim bu itirafı taleb etmem, Melik'in) gıyabında, kendisine hakikaten hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini mutlaka boşa çıkaracağını onun da bilmesi içindi" (Yusuf: 12/50-52).

İşte Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Yusuf kıssasının bu sahnesine telmihte bulunarak: "Onun kaldığı müddet (yedi sene) hapiste ben kalmış olsaydım af haberi gelir gelmez, sabırsızlık eder bir an önce çıkmayı düşünürdüm, tahkikata dayalı bir berâat talebinde bulunmazdım" demek istemiştir.

Böylece Hz. Yusuf (aleyhisselam)'u kuvvetli bir sabırla tavsif etmiş olmaktadır.

Şârihlerin de belirttiği üzere, burada, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tevazu izhar buyurmaktadır. Tevâzu, büyüğün mertebesini düşürmez, bilakis artırır.[1]

 

ـ65ـ وعند الترمذى قال: ]قال رَسُول اللّه # إنَّ الْكَريمَ ابنَ الكَريمِ ابن الْكَريمَ ابن الْكَريمِ يُوسُفُ بنُ يَعْقُوبَ بن إسحَاقَ بن إبْرَاهِيمَ قالَ: وَلَوْ لَبِثْتُ في السِّجْنِ مَالَبِثَ ثُمَّ جَاءَنِى الرَّسُولُ ‘جَبْتُ. ثُمَّ قرأ: فَلمَّا جَاءَهُ الرَّسُولُ قَالَ ارْجَع إلى رَبِّكَ فَاسألْهُ مَا بَالُ النِّسْوَةِ الَّتِى قَطَّعْنَ أيْدِيَهُنَّ. قالَ: وَرَحْمَةُ اللّهِ تَعالى عَلَى لُوطٍ إنَّ كَانَ ليأوِى إلى رُكْنِ شَديدٍ فمَا بَعَث اللّهُ تعالى مِنْ بَعْدِهِ نَبِيّا إَّ في ثَرْوَةٍ مِنْ قَوْمِهِ[ .

 

65. (505)- Tirmizî'nin bir rivayetinde Hz. Yusuf'la ilgili olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Kerim oğlu Kerim oğlu Kerim oğlu  Kerim; İbrahim oğlu İshâk oğlu Yakub oğlu Yusuf'tur."

Ve ilave etti:

"Şayet, hapiste onun yerine ben yatmış olsaydım da, sonunda bana elçi gelseydi, çıkma hususunda hemen cevap verirdim." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) arkadan şu ayeti okudu: "Kendisine elçi gelince, "Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi kendisine sor" dedi.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devamla şunu söyledi: "Allah Tealâ'nın rahmeti Lût'a olsun, o  aslında çok sağlam bir kaleye sığınmıştı. Allah ondan sonra, her peygamberi kavminden kalabalık bir cemaat içinde gönderdi." [2]

(Şerhi için 504 numaralı hadise bakılsın).

 

ـ66ـ وعن عبيد بن عمير قال: ]قالَ عُمرُ بنُ الخَطَّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ‘صْحَابِ رسولِ اللّهِ #: فِيمَ تَرَوْنَ هذِهِ اŒية نَزلَتْ: أيَوَدُّ أَحَدُُكُمْ أنْ تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِنْ نَخيلٍ وَأعْنَابٍ؟ قالُوا اللّهُ وَرَسُولُهُ أعْلمُ. فَغَضِبَ عُمرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فقال: قُولُوا نَعْلمُ أوَْ نَعلمُ. فقالَ ابنُ عَبَّاس رَضِىَ اللّهُ

عَنْهُما: في نَفْسِى مِنْهَا شَئٌ يَا أمير المُؤمِنِينَ. فقَالَ يَا ابنَ أخِى قُلْ وََ تَحْقِرْ نَفْسَكَ. فَقَالَ ابنُ عبَّاسٍ: ضُرِبتْ مَثًَ لِعَملٍ. قَالَ عُمرُ: أىُّ عَمَلٍ؟ قَالَ ابنُ عبَّاسٍ لِعَملِ رَجُلٍ غَنِىٍّ يَعْمَلُ بِطَاعَةِ اللّهِ تعالى. ثُمَّ بَعَثَ اللّهُ تعالى لهُ الشَّيْطَانَ فَعَمِلَ بِالْمَعَاصِى حَتَّى أغْرَقَ أعْمَالَهُ[. أخرجه البخارى .

 

66. (506)- Ubeyd İbnu Umayr anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabına sordu:

"Şu âyet kimin hakkında nâzil olmuştur? "Sizden herhangi biri arzu eder mi ki, hurmalardan, üzümlerden kendisinin bir bahçesi olsun, altında ırmaklar aksın, orada kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun. Fakat ona ihtiyarlık çöksün, âciz ve küçük çocukları da olsun, derken o bahçeye içinde bir ateş bulunan bir bora isabet etsin de o, yanıversin?" (Bakara: 2/266). Cemaat:

"Allah ve Resulü daha iyi bilir" cevabını verdi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu cevaba kızdı ve:

"Biliyoruz veya bilmiyoruz" deyin dedi. Bunun üzerine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ):

"Bu hususta içimden bir şeyler geçiyor ey müminlerin emiri" dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) ona:

"Ey kardeşimin oğlu söyle onu, kendini küçük görme" dedi. İbnu Abbas: "Bu, bir iş için misal olarak verilmiştir" deyince Hz. Ömer:

"Hangi iş için?" diye tekrar etti. İbnu Abbas da:

"Zengin bir kimsenin işi için, öyle ki bu zengin Allah'a da kulluk ve itaatini yerine getiriyordu. Sonra Allah ona şeytanı gönderdi. (Zengin onun iğvasına kapılarak günahlar işledi ve sonunda bütün (salih) amellerini batırdı."[3]

 

ـ67ـ وعن البراء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. في قوله تعالى: ]وََ تَيَمَّمُوا الخَبِيثَ منْهُ تَُنْفِقُونَ نَزَلتْ فِينَا مَعْشَر ا‘نْصَارِ. كُنَّا أصْحَابَ نَخْلٍ فَكَانَ الرَّجُلُ يَأتِى مِنْ نَخْلِهِ عَلَى قَدْرِ كَثْرَتِهِ وَقلَّتِهِ فَكانَ الرَّجُلُ يَأتِى بِالْقِنْو والْقِنْوِين فَيُعَلقُهُ في المسجدِ، وكَانَ أهلُ الصُّفَّةِ لَيْسَ لَهُمْ طَعامٌ فَكانَ أحَدُهُمْ إذَا جَاعَ أتَى القِنْوَ فَضَرَبَهُ بِعَصَاهُ فَسَقَطَ البُسْرُ والتَّمْرُ فَيأكُلُ، وَكَانَ ناسٌ مِمَّنْ َ يَرْغَبُ في الْخَيْرِ يأتِى الرَّجُلُ بِالْقِنْو

فيهِ الشِّيصُ وَالحَشَفُ وَبِالْقِنْوِ قَدِ انكَسَرَ فَيُعَلِّقُهُ. فأنزَلَ اللّهُ تعالى: يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمّا أخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ ا‘رْضِ وََ تَيَمَّمَوا الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ إَّ أنْ تُغْمِضُوا فِيهِ وَاعْلَمُوا أنَّ اللّهَ غَنِىٌّ حَمِيدٌ، قالَ: لَوْ أنَّ أحَدَكُمْ أهْدِىَ إلَيْهِ مِثْلُ مَا أعْطَى لَمْ يَأخُذْهُ إَّ عَلَى إغْمَاضٍ وَحَيَاءٍ. قالَ: فَكُنَّا بَعْدَ ذلِكَ يَأتِى أحَدُنَا بِصَالِحِ ما عِنْدَهُ[. أخرجه الترمذى وصححه.»الشيص« نوع ردئ من التمر كالحشف ونحوه، وقد  يكون فيه نوى .

 

67. (507)- Berâ (radıyallahu anh): "İğrenmeden alamayacağınız pis şeyleri vermeye kalkmayın.." (Bakara: 2/267) meâlindeki âyet biz ensarlar hakkında indi" dedi ve anlattı: "Biz hurma yetiştiren kimselerdik. Herkes,  hurmasından az veya çok oluşuna göre tasadduk ederdi. Bu cümleden olarak, kişi bir iki hurma salkımı getirir  onu mescide asardı. Mescidde kalan Ehl-i Suffa'nın yiyeceği yoktu. Bunlardan biri acıktığı zaman, salkıma gelir, sopasıyla vurur, ondan bir miktar hurma düşürür ve yerdi. Hayrı düşünmeyenlerden bâzıları, içerisinde kalitesiz hurmaların çokça bulunduğu salkımlardan, bazıları kırık adi salkımlardan getirip asıyordu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti indirdi:

"Ey iman edenler: Kazandıklarınızın temizlerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan sarfedin; iğrenmeden alamıyacağınız pis şeyleri vermeye kalkmayın. Allah'ın  müstağni ve övülmeye layık olduğunu bilin."

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) âyeti şöyle açıkladılar:

"Sizden biri, sadaka olarak verdiği şeyin benzeri, kendisine verildiği takdirde onu istemeye istemeye, utanarak alacağı şeyden almamasına dikkat etsin." İbnu Abbâs der ki:

"Bundan sonra hepimiz, sahib olduğumuz şeylerin iyilerinden verir olduk."[4]

 

AÇIKLAMA:

 

Bidâyette Müslümanlar, sadaka verirken, câiz olduğu kanaatiyle, kalitesiz, çürük-çarık adi şeylerden de veriyorlardı. Yukarıdaki rivâyet, Ashâb-ı Suffe'nin ihtiyacını görmek üzere Mescid-i Nebevi'ye asılan hurma salkımlarıyla ilgili bir durumu aksettirmektedir. Anlaşıldığı üzere, bazı kimseler, meyveleri günsüz, çürük, adi olan salkımlardan da asmaktadırlar. Ayet-i kerime bu davranışı yasaklamakta, bize verildiği takdirde hoşumuza gitmeyecek şeyleri vermememizi emretmektedir. Bazı âlimler, bunu, "zekât" olarak verilecek malda aranması gereken vasıf  olarak anlamışlardır. Ancak çoğunluk, bunu zekatla kayıtlamamış, sadaka, hediye, bağış her çeşit verilen şeye şâmil olduğunu belirtmiştir.[5]

 

ـ68ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسُول اللّه #: إنَّ للشَّيْطَانِ لَمَّةً باِبن آدَمَ، وَلِلْمَلكِ لَمَّةً. فأمَّا لَمَّةُ الشَّيْطَانِ: فإيعادٌ بِالشَّرِّ وَتَكْذِيبٌ بِالْحَقِّ، وَأمَّا لَمَّةُ المَلكِ: فإيعادٌ بِالخَيْرِ وَتَصدِيقٌ بِالحقِّ. فَمَنْ وَجَدَ مِنْ ذلِكَ شَيْئاً فَلْيَعْلَمْ أنَّهُ مِنَ اللّهِ تعالى فَلْيَحْمَدِاللّهُ تعالى، وَمَنْ وَجَدَ ا‘خْرَى فَليَتَعَوّذْ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ. ثمَّ قرَأ: الشيْطَانُ يَعِدُكُمُ الفَقْرَ وَيَأمُرُكُمْ بِالفَحْشَاء اŒية[. أخرجه الترمذى .

 

68. (508)- İlbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Şeytan da, melek de insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayıra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah'tandır ve hemen Allahu Teala'ya hamdetsin. Kim de içinde şerr ve inkâra çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah'a sığınsın."

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sözlerine şu meâldeki âyeti ekledi:

"Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size cimriliği emreder.." (Bakara: 2/268).[6]

 

AÇIKLAMA:

 

Hadis, "İnsanda, şeytan ve melek için birer "lemme" vardır..." der. Lemme ise inme, yaklaşma, değme manasına gelir. Türkçe kitaplarda bazan rastlanan "insan kalbinde bir lümme-i şeytaniye vardır" şeklinde ifade yukarıda sunduğumuz mânanın bir başka şekli olmaktadır. Bu tarz bir ifade okuyucuyu kalbte, şeytana mahsus maddî bir cihaz, bir pencere aramaya sevkederse yanıltıcı olabilir.

Hadis, şeytan ve meleğe verilen bir kapasiteden, insan ruhuna nüfuz ederek, telkinlerde bulunma kapasitesinden haber vermektedir. Bu kapasite "yaklaşma, değme, inme" mânalarını taşıyan "Lemme" ile ifade edilmiştir, mahiyeti  meçhuldür.

Hadis, kötü hislere kapıldıkça ondan kaçıp, Allah'a sığınmanın gereğini irşad buyurduğu gibi, iyi fikirlerin de melek vasıtasıyla Allah'ın bir ilhâmı olduğunu, ona uyulduğu takdirde sonunun hayırlı olacağını, öyle ise bu hususta gayret gerektiğini de irşâd etmektedir.

Nail olduğumuz hayırlar ve muvaffakiyetler karşısında fahre, gurura düşmeye hakkımızın olmadığı, aksine şükür vazifemizin arttığı hususu hadisin verdiği bir başka ders olmaktadır.[7]

 

ـ69ـ وعن مروان ا‘صفر عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قولِهِ تعالى: ]وإنْ تُبدُوا مَا في أنْفُسِكُمْ أوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّهُ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ واللّهُ عَلَى كُلِّ شَئٍ قَدِىرٌ نَسَخَتها اŒية التى بعدها[. أخرجه البخارى .

 

69. (509)- Mervân el-Esfar'ın anlattığına göre, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ): "..İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder, Allah her şeye kâdirdir." (Bakara: 2/284) ayetinin müteakip ayet tarafından neshedildiğini söylemiştir."[8]

 

AÇIKLAMA:

 

Hadis, 510 numaralı hadisle açıklığa kavuşacaktır.[9]

 

ـ70ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]لمَّا نَزلَ قولُهُ تعالى: وإن تُبْدُوا مَا في أنفُسِكُمْ أوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّهُ. اŒية اشْتَدَّ ذلكَ عَلَى الصَّحَابَةِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم فأتَوْا رَسُولُ اللّهِ # وَبَرَكُوا عَلَى الرُّكَبِ وَقَالُوا: ىا رسُولَ اللّهِ

كُلِّفنا مِنَ ا‘عْمَالِ مَا نُطيقُ: الصةَ، والصِّيَامَ، وَالْجِهَادَ، والصَّدَقةَ؛ وقَدْ أنَزَلَ اللّهُ تعالى عَلَيْكَ هذِهِ اŒية ما نُطيقُهَا. فقالَ رسولُ اللّهِ #: أتُريدُونَ أنْ تَقُولُوا كَما قَالَ أهلُ الكتَابَيْنِ مِنْ قَبْلِكُمْ: سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا؟ بَلْ قُولُوا سَمِعْنَا وَأطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وإلَيْكَ الْمَصِيرُ. فلمَا اقْتَرَأها الْقَوْمُ وَدَلَّتْ بِهَا ألسِنَتُهُمْ أنزلَ اللّهُ تعالى في أثَرِها: آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمََئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ ورُسُلِهِ َ نُفَرِّقُ بَيْنَ أحَدٍ مِنْ رُسلِهِ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَأطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإلَيْكَ الْمصِيرُ. فلما فعَلوا ذلِكَ نَسَخَها اللّهُ تعالى فأنزَلَ: َ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفساً إَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيها ما اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا  َتُؤَاخِذْنا إنْ نَسِينا أوْ أخْطَأنَا. قالَ نَعَمْ: رَبَّنَا وََ تَحْمِلْ  عَلَيْنَا إصراً كَما حَمَلتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا. قَالَ نعم: رَبَّنَا وََ تَحمِلْنَا مَاَ طاقَةَ لَنَا بِهِ. قَال نَعم: واعفُ عَنَّا واغفِرْ لَنَا وارْحَمْنَا أنتَ مَونَا فانصُرنَا عَلى القَوْمِ الكَافِرينَ. قالَ نعم[. أخرجه مسلم .

 

70. (510)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Cenâb-ı Hakk'ın şu mealdeki sözü nazil olunca: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesâba çeker ve dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder..." (Bakara: 2/284) bu ihbar Sahabe (radıyallahu anhümâ)'ye çok ağır geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldiler, diz çöküp oturdular ve dediler ki:

"Ey Allah'ın elçisi, bize yapabileceğimiz işler emredildi: Namaz, oruç, cihâd ve sadaka, bunları yapıyoruz. Ama Cenâb-ı Hakk sana şu âyeti inzal buyurdu. Onu yerine getirmemiz mümkün değil." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara:

"Yani sizler de sizden önceki Yahudi ve Hıristiyanlar gibi "dinledik ama itaat etmiyoruz" mu demek istiyorsunuz? Hayır öyle değil şöyle deyin: "İşittik itaat ettik. Ey Rabbimiz affını dileriz, dönüş Sana'dır." Cemaat bunu okuyup, dilleri ona  alışınca, bir müddet sonra Cenâb-ı Hakk şu vahyi inzâl buyurdu:

"Peygamber ve inananlar O'na Rabbi'nden indirilene inandı. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. "Peygamberleri arasında hiçbirini ayırdetmeyiz, işittik, itaat ettik, Rabbimiz! Affını dileriz,  dönüş sanadır" dediler" (Bakara: 2/285).

Ashab bunu yapınca Allah, önceki âyeti neshetti ve şu âyeti inzal buyurdu:

"Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir. Rabbimiz! Eğer unutacak veya  yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. (Resûlulah bu duayı yapınca Allah Teâla hazretleri: Pekala, yaptım buyurmuştur). Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! (Allah Teâla hazretleri: Pekiyi buyurmuştur). Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmiyeceği şeyi taşıtma (Rabb Teâla hazretleri: Pekiyi dedi). Bizi affet, bizi bağışla,  bize acı. Sen Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardım et (Rabb Teâla buna da Pekiyi demiştir).[10]

 

AÇIKLAMA:

 

Hadis metninde görüldüğü üzere, insanların, içlerinden geçecek olan ve telâffuzla "söz"e, amelle "fiil"e dönüşmemiş bulunan gizli duygu ve düşüncelerden de hesâba çekileceklerini ifâde eden "Siz gönüllerinizdekini açsanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesâba çeker, sonra dilediğini af, dilediğine azab eder" (Bakara: 2/284) mealindeki âyet nâzil olunca bu Ashab arasında büyük bir korku ve endişe uyandırır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a müracaatla kaygularını dile getirirler. Başka rivayetlerde geldiği üzere: "Ey Allah'ın Resûlü, şimdiye kadar bize, bu kadar şiddetli bir vahiy gelmedi, buna gücümüz yetmeyecek" derler ve ilâve ederler: "Herkesin içinden öyle şeyler geçer ki dünyaları verseler bunların kalbinde bulunmasını arzu etmez" derler.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Sizden evvelki Ehl-i Kitap gibi: "İşittik ve isyân ettik" mi demek istiyorsunuz? İşittik, itaat ettik, Rabbimiz affına sığınıyoruz, dönüşümüz sanadır, deyin!" buyurur. Ashâb, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tavsiyesine uyar, bu duayı okumaya devam ederler.

Bir yıl kadar geçince, amene'r-Resûl âyeti nâzil olur. Ashab istiğfar ve ilticaya, tazarru ve niyâza devam eder. Onların bu davranışına mükâfaat olarak bir müddet sonra da La yükellifullahu nefsen illâ vus'ahâ, yâni "Allah hiç kimseye güç yetiremiyeceği teklifde bulunmaz" diye başlayan ayet gelir.

Bu ayetle insanın ihtiyarı olmadan içinden geçen hatırâttan bile hesâba çekileceğini beyan eden önceki âyetin neshedildiği öğrenilmiş olur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da: "Allah ümmetimin gönlünden geçirdiklerini fiile çıkarmadıkça yahut söylemedikçe af buyurmuştur" demiştir.

Bu müjde mü'minler arasında büyük bir ferahlanmaya sebep olur.

Mezkûr âyetle ilgili açıklanması gereken bir-iki nokta var.

1- Ashab'ın korktuğu önceki âyetin nesh'i meselesi. Nesh, sonradan gelen bir vahiyle, önce gelen vahyin hükmünün iptal edilmesi mânasına gelir.

Sonradan gelen âyet: "Allah, hiç kimseye güç yetiremiyeceği teklifte bulunmaz" demekle, daha önceki âyetle ifâde edilen, insanın ihtiyarı olmaksızın ve hatta fiile geçirmediği hatırât-ı kalbiyesinden bile hesaba çekilme hükmünü  neshetmiş olmaktadır.

Bazı âlimler, "Bu ayet ihbar mâhiyetindedir, nesh ahkâmda olur, ihbarda değil, binâenaleyh burada nesh mevzubahis olamaz, ayet muhkemdir" demiştir. Ancak: "Bu âyet habere müteallik olsa bile hüküm de taşımaktadır, öyleyse nesh câizdir, nesh kabul etmeyen haberler hiçbir hüküm ihtiva etmeyen mâziye ait haberlerdir" denilerek cevap verilmiştir.

Bu münâkaşada âyetin neshedildiğini söyleyen İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'a nisbet edilen bir başka te'vili kaydetmede fayda var. Buna göre, önceki âyet neshedilmemiştir. Lâkin Allah Teâla kıyâmet gününde kullarını haşrettiği zaman "Ben size meleklerimin vâkıf olamadığı gönül sırlarınızı haber vereceğim" diyecek. Mü'minlerin sırlarını söyledikten sonra onları affedecek, şüphecilere ise, yaptıkları tekziblerini haber verecektir. İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ): "İşte "Allah dilediğini af, dilediğine de azab eder" ayet-i kerimesinin mânası budur" demiştir. Şu halde, neshedildiği söylenen âyeti böyle anlamak gerekecektir. Allah kalbimizin hâtıratını bile kaydetmektedir, kıyamet günü, onlarla mü'minleri bir lütûf ve kerem olarak muâheze etmeyecek, azablandırmayacak bile olsa ortaya çıkaracak, bildiğini, kaydettiğini gösterecektir.

Mâzirî ve Kadı İyaz gibi bazı alimlerin, bu duruma nesh  denilip denilemiyeceği hususundaki bazı mütâlaa ve münâkaşaları burada yer verilmesi gerekmiyen tâli hususlardır.

2- Ayette geçen peygamberler arasında ayırım yapmama keyfiyetinden maksad: Hiçbirini inkâr etmeksizin bütün peygamberlere inanmak, saygı ve tâzimi haklarında eksik etmemek demektir. Zamanı, geldiği milleti, kullandığı dili sebebiyle peygamberler arasında tefrik yapmak mü'minlik edebine yakışmaz.

3- Teklif tâkata göredir: Allah hiç kimseye gücünü aşan teklifte bulunmaz. Nitekim bir başka âyette: "Allah size kolaylık ister zorluk istemez" (Bakara: 2/185) buyurulmuştur. Nitekim farzlar insanların kolaylıkla yapabileceği şeylerdir. Beş vakit namaz dışında pek çok şey yapılabilir. Zekat, hac, oruç gibi farzlarda, kişilerin güçleri gözönünde tutulmuştur. Malı olmayanlar zekatla mükellef değildir, sıhhati, parası olmayanlara hac farz değildir. Oruç da mutlak bir farz değildir, durumuna göre istisna edilenler, kefaretle yerine getirmesine ruhsat verilenler mevcuttur.

Emr-i bi'l-ma'ruf, cihad, kesb-i ilim gibi bütün evâmirde "kişinin gücü ve şartları" esas alınmış, sorumluluklar buna göre tesbit edilmiştir.

4- Ayette ifâde edilen mühim bir kolaylık, hata ve nisyanların affıdır. Kişi, hatâen yani kasıdsız olarak yaptığı, veya unutarak yapmadığı şeylerden sorumlu değilir. Cenab-ı Hakk, bu durumlarda kulun tevbe ve istiğfara  koşmasını irşad etmek için, buradaki mağfiretini, dua şeklinde teşrî etmiştir. Yani doğrudan: "Allah unutarak yapmadıklarınız veya hayır yapmak isterken hatâen işlediğiniz şerleri affetmiştir" denmiyor, kulun duası tarzında: "Ey Rabbimiz unutur veya hata edersek bizi hesâba çekme!" buyrulmuştur. Öyle ise kul unutunca veya hata yapınca Cenâb-ı Hakk'ın dergahına koşacak, duasıyla, istiğfarıyla, tevbeleriyle Rabbinin af, rahmet ve mağfiret kapısını çalacaktır.

Şurası da bilinmelidir. Hata ve unutmalar iki çeşittir: Birinde sahibi mâzurken, diğerinde değildir. Meselâ bir kimse elbisesinde bir pislik görse hemen temizlemesi gerekir. İzâlesini sonraya bırakır ve arkadan da unutursa kirli elbise ile namaz kılmakta mâzur olmaz. Ama görmemiş olsaydı mâzur sayılacaktı. Keza, avcı, yanlışlıkla insanı da vurabileceğini hesaba katıp gereken ihtiyatî tedbire başvurmadan avlansa ve bir insanı vursa mazur sayılmaz. Keza bir hâfız ezberlediği Kur'ân'ı, âlim öğrendiği ilmi, tilâvet ve müzâkere suretiyle taze ve canlı tutmaz da unutursa mâzur sayılmaz. Nitekim, daha önce geçtiği üzere, Kur'ân'dan ezberlediğini unutanlara Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şiddetli terhiblerde bulunmuştur.

Dolayısıyla, hatâen içilen zehirin müessir olacağı nasıl kesin ise, hatâen yapılan günah fiillerin de zararlı olacağını düşünerek hem çokca dikkat ve titizliği elden bırakmamak hem de nisyan ve hatalardan sonra tevbe-istiğfarı çok yapmak gerekir.

5- Öncekilere yükletilen ağır yükten istiâze de âyetin mühim bir hükmü olmaktadır. Ayette geçen ısr, altındakini kımıldatmayıp yerinde tutan ağır yük ve bağ manasına gelir. Ayetten, eski milletlere, hatalarına mukabil, daha dünya hayatında iken pek ağır yüklerin vurulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim başka bir ayette Yahudiler kastedilerek: "...Onların ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor..." (A'raf: 7/157) buyrulmuştur. Önceki milletlerin sırtındaki zincir ve ağır yükten murad, zor, meşakkatli tekliflerdir. Müfessirler, rivayetlere dayanarak şu örnekleri kaydederler: Yahudiler günde elli vakit namaz kılmak, mallarının dörtte birini vergi vermek, suç işleyen uzvu, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından çıkarılmak, birçok suçları sebebiyle hemen idam edilmek, tevbe için intiharla mükellef tutulmak, işledikleri suçları sebebiyle anında cezalanmak, hataları vâkî olunca, helâl olan yiyeceklerden bir kısmının haram edilmesi gibi hükümlerle karşı karşıya idiler. Bunlar ümmet-i Muhammed'den kaldırılmıştır.

Buharî şârihi Aynî, "Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi yükleme" ayetinin mânası yedi farklı şekilde anlaşılmıştır der ve kaydeder:

1- Ya Rabbi! Bize, tâkat getiremeyeceğimiz meşakkatli emirlerde bulunma.

2- Bize azab verme.

3- Bizi içimizden geçen vesveseler sebebiyle cezalandırıp azap etme.

4- Bize kuvvetli şehvet verme, çünkü bu, ateşe gitmemize sebep olur.

5- Bize, tâkat getiremeyeceğimiz aşk ve muhabbet yükleme.

6- Bizi düşmanların şamatasından koru.

7- Bizi tefrikaya düşürme. Âyetin sonunda: "Bize mağfiret et, ayıplarımızı ilahî ilminde gizle, ört, ortaya çıkararak bizi mahçup eyleme, Rabbimiz bize rahmetinle in'am et, günah işlemeyelim, Sen bizim Mevlamızsın, bütün işlerimizin sahibi sensin, kâfirlere karşı bize yardımcı ol, maddî ve mânevî kurtuluşumuzda, ilâyı kelimetullah vazifesinin ifasında nusret ve yardımını esirgeme" diye dua edilmektedir.

Bir kısım âlimler,  bu son âyetin mü'minlere dua öğrettiğini binaenaleyh, her mü'minin bunu ezberleyerek dua makamında okuması gerektiğini söylemiştir.[11]

 

ـ71ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ: ]إنَّ اللّهَ تعالَى تَجَاوَزَ عَنْ أُمَّتِى مَا حَدَّثَتْ بِهِ أنْفُسَهَا مَا لَمْ يَعْمَلُوا بِهِ أوْ يَتَكلمُوا[. أخرجه الخمسة.

 

71. (511)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Allah Teâla, ümmetim, içinden geçen fena şeylerle amel etmedikçe veya onu konuşmadıkça o şey yüzünden ümmetimi  hesâba çekmeyecektir."[12]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/340-341.

[2] Tirmizî, Tefsir, Yusuf: (3115); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/342.

[3] Buhârî, Tefsir, Bakara: 47; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/342.

[4] Hadisi, Tirmizî rivayet eder ve sahih olduğunu belirtir (Tefsir: (2990). Hadisi İbnu  Mâce, Zekat'ın: 19, (1822) babında kaydeder. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/343.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/343-344.

[6] Tirmizî, Tefsîr: (2991); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/344.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/344-345.

[8] Buhârî, Tefsir, Bakara: 54, 55: İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/345.

[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/345.

[10] Müslim, İman: 199, (125); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/346-347.

[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/347-350.

[12] Buhârî, Eyman Ve'n-Nüzûr: 15, Itk: 6, Talak: 11; Müslim, İmân: 201, (127); Ebû Dâvud, Talak: 15, (2209); Nesâî, Talâk: 22 (6, 156); Tirmizî, Talak: 8, (1183); İbnu Mâce, Talâk: 14, (2540); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/351.