Nazar (Bakmak):

 

Cinsî terbiyede meşrû yoldan tatmin esâs olmakla berâber, cinsî kuvvenin sevkedebileceği memnu fiillerden  korunmak için derpiş edilen mühim bir tedbir nazar meselesidir. Umumiyetle nazarın, fesâd-ı kalbe dâvetçi olduğu kabul edilir. Sünnet her bir uzvun zinâya mâruz  kaldığını, gözlerin zinâsının da nazar olduğunu  belirtir. Bu sebeple bizzât Kur'ân-ı Kerîm, erkek olsun, kadın olsun bütün mü'minlerin gözlerine hâkim olmasını emreder:

"(Ey Resûlüm) Mü'min erkeklere söyle, gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar (...) Mü'min kadınlara da söyle gözlerini (haramdan) sakınsınlar,  ırzlarını korusunlar.."

Bu âyetlere dayanarak, sadece erkek değil, kadınların da yabancı erkeklere şehvetle olmasa bile bakmasını pek çok ulemâ harâm kabul etmiştir.

Sünnette nazarla zinâ arasında sıkı bir irtibât kabûl edilmekle, zinâya giden yolun nazardan geçtiği ifâde edilmekte ve "nazar iblisin zehirli oklarından bir oktur (...)" denilerek, nazarın mutlak  bir te'sire sâhip olduğuna dikket çekilmektedir. Aynı mânâyı daha vâzıh olarak ifâde etmek üzere Hz. İsâ'nın: "Gözünü kapadığın müddetçe  fercin zinâ etmez" dediği kaydedilmektedir.

Sünnet, ihtiyârsız olan ilk ve âni nazar için ruhsat vermiş, bunun mânevî bir mes'uliyeti mûcib olmadığını tasrih etmiş ise de,  müteâkip ve temâdî eden nazarlardan  men etmiştir. Bu husustaki rivâyet Hz. Ali ile ilgilidir:

"Ey Ali (ihtiyârsız olarak  kaymış olan) nazarına (ihtiyârî olarak müteâkip) nazarlar ekleme. Zira sana birinci helâl ise de diğerleri değildir."

İbnu Abbâs'ın bir rivayetinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e Vedâ Haccı sırasında bir şeyler sormak için gelen kadına Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bineğinin arkasında bulunan Fadl İbnu Abbâs'ın bakmaya başlaması üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) eliyle Fadl'ın yüzünü aksi istikâmete çevirerek kadınla Fadl arasında vâki olan bakışmaya mâni olduğunu görüyoruz.

Memnû nazar fitneye bâis olacak "şehvetle olan nazar"dır. Bu kadına olacağı gibi, sakalı çıkmış veya çıkmamış genç oğlanlara, bütün hayvanlara da olabilir ve bunlar arasında hiçbir fark da yoktur. İbnu Teymiyye, şehvete mukârin bütün nazarların -mehârime bile olsa- tahriminde ulemânın ittifak ettiğini belirtir. İmâm-ı Ebu Hanife, Ebû Yusuf'a olan vasiyetinde çocuklarla konuşup başlarını okşamasında bir mahzur olmamakla beraber bülûğa yaklaşanlarla (mürâhik) konuşmamasını, bunun fitne olduğunu belirtmiştir.[1]

 

ـ46ـ وعن عائشة رضىَ اللّه عنها قالت نزل قوله تعالى: ]َ يُؤَاخِذُُكُمُ اللّهُ بِاللَّغْوِ في أيْمَانِكُمْ؛ في قولِ الرَّجُلِ؛ َ وَاللّهِ، وَبَلَى واللّهِ[. أخرجه البخارى ومالك وأبو داود وهذا لفظ البخارى، ورواه أبو داود مرفوعاً وموقوفاً عليها.قال مالك في الموطأ: أحْسَنُ مَا سَمِعْتُ في ذلكَ أنَّ اللَّغْوِ حَلِفُ ا“نْسَانِ عَلَى الشَّئِ يَسْتَيقِنُ أنَّهُ كذلِكَ ثُمَّ يُوجدُ بِخِفِهِ فََ كَفّارة فيهِ، والَّذِي يَحلِفُ عَلَى الشّئ وهوَ يَعْلمُ أنَّهُ آثمٌ كاذِبٌ ليُرضِى بِهِ أحداً وَيَقتطِعَ بِهِ مَاً فهذَا أعْظَمُ مِنْ أنْ تَكُونَ لَهُ كَفّارةٌ.

 

46. (486)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Kur'ân'daki: "Allah sizi (dil alışkanlığı olarak maksadsız yapılan) lağv yeminleriniz için müâheze etmez" âyeti kişinin sözünde sıkca kullandığı, "vallahi evet", "bilahi  hayır" gibi yeminleri için nâzil oldu."

Yukarıdaki metin Buhârî'den alınmadır. Hadisi, Ebu Dâvud hem Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözü olarak hem de Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin sözü olarak iki şekilde rivayet etmiştir.

İmam Malik Muvatta'da bu hadisle ilgili olarak şunu söyler: "Bu mevzuda işittiğimin en güzeli şudur: "Ayette geçen "Lağv", bir kimsenin öyle bildiği için bir şey hakkında yaptığı yemindir, ancak sonradan, o şeyin, bildiği gibi olmadığını anlar. Bu durumda yaptığı yemin için kefâret gerekmez. Ancak bir kimse de çıkıp, günahkâr ve yalancı olduğunu bile bile, birilerini memnun etmek veya bir malı ede etmek için yemin ederse bu öylesine büyük bir günahtır ki, bunun kefareti yoktur."[2]

 

AÇIKLAMA:

 

Görüldüğü gibi, dil alışkanlığı olarak, doğru bildiğimiz hususlarda, aldatma kasdı olmaksızın, sözümüzü te'yiden yaptığımız yeminlere şeriat lisanında "Lağv" denmektedir. Bu çeşit yeminlerde yanılmış olsak bile kefaret gerekmiyor.

Ama, birini aldatmak, bir hukuku elde etmek, bazılarına yaranmak gibi maddî veya mânevî menfaat mülâhazalarıya, yalan olduğunu bile bile yemin edecek olursak, bu öylesine bir günah  olmaktadır ki, bunun için affettirici kefaret yoktur. Yaptığından pişman olan kimse, gasbettiği hukuku iade ettikten sonra tevbe eder. Samimi bir tevbe ile Cenâb-ı Hakk'ın affı ümid edilir.  Zira o, Erhâmürrâhimin'dir, her çeşit günahı affedicidir.

Kefâret, daha ziyade istikbâle şâmil olarak bir şeyi "yapmak" veya "yapmamak" hususunda yapılan yeminlerle ilgilidir, yani söylendiği şekilde yapılamaması hâlinde kefaret gerekir.[3]

 

ـ47ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]وُبُعولتُهُنَّ أحَقُّ بِردِّهِنَّ قال: كَانَ الرَّجُلُ إذَا طَلّقَ امْرَأَتَهُ فَهُوَ بِرَجْعَتِها، وَإنْ طلّقها ثثاً، فنُسِخَ ذلكَ بقوله تعالى: الطَّقُ مَرَّتَانِ[. أخرجه أبو داود والنسائى.

 

47. (487)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), "Kur'ân-ı Kerim'deki: "Kocaları, bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse onları geri almaya (herkesten) çok lâyıktırlar..." (Bakara: 2/228) âyeti hakkında şunu söyledi: "Erkek hanımını üç talakla da boşasa hanımını geri alaya herkesten daha çok hak sâhibi idi. Ancak bu hüküm, Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü ile neshedildi: "Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutma ya da iyilik yaparak bırakmadır..." (Bakara: 2/229).[4]

 

ـ48ـ وعن عروة بن الزبير قال: ]كانَ الرَّجُلُ إذَا طَلّقَ امْرَأَتهُ ثُمَّ ارْتَجَعَهَا قَبْلَ أنْ تَنْقَضى عِدَّتُهَا كَانَ ذلِكَ لَهُ، وإنْ طَلّقهَا ألْفَ مَرَّةٍ فَعَمَدَ رَجُلٌ إلى امْرَأتِهِ فَطَلّقَهَا حَتَّى إذَا شَارَفَتْ انْقِضَاءَ عِدَّتها ارْتَجَعَهَا ثُمَّ قَالَ: واللّهِ َ آويكِ إلىَّ وََ تَحِلِّينَ أبداً، فأنزَلَ اللّهُ تعالى: الطَّقُ مَرَّتانِ فإمْسَاكٌ بِمْرُوفٍ أوْ تَسْريحٌ بِإحْسانٍ؛ فاستَقْبَلَ النَّاسُ طََقاً جَديداً مِنْ ذلِكَ الْيَوْمِ مَنْ كَانَ طَلّقَ أوْ لَمْ يُطَلّقُ[. أخرجه مالك والترمذى .

 

48. (488)- Urvetu'bnu'z-Zübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Cahiliye devrinde kişi hanımını boşar, iddeti sona ermeden geri almak isterse, alma hakkına sahipti. Bu şekilde bin kere boşayıp geri dönebilirdi. (Bu hal bir adamın şu hâdisesine kadar devam etti.) Bir gün adam hanımını boşadı ve iddeti dolmak üzere iken hanımını geri aldı, sonra tekrar boşadı ve hanımına:

"Allah'a kasem olsun seni evime almıyorum ve ebediyen başkasına da helal olmayacaksın" dedi. Kadın: "Bu nasıl olur?" deyince, adam:

"Seni boşuyorum, iddetin dolmadan tekrar geri alacağım ve bu böylece devam edip gidecek" dedi. Kadın Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye gitti, durumu anlattı. Hz. Aişe cevap vermedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bekledi. Gelince vak'ayı anlattı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da cevap vermedi (vahiy bekledi). Cenab-ı Hakk şu ayeti inzal buyurdu:

"Boşama iki defadır ya iyilikle tutma ya da iyilik yaparak bırakmadır" (Bakara: 2/229). O günden itibaren insanlar bu yeni talaka yöneldiler, boşayan da boşamayan da."[5]

 

AÇIKLAMA:

 

Ayette geçen "boşama iki defadır" tabiri şöyle anlaşılmıştır: "Talâk-ı ric'î, iki defadır, üçüncü talaktan sonra rücû, yani aynı hanımı geri alma yoktur. İllâ ki kadın bir başkasıyla evlenmiş olsun. Bu tefsir üç talâkı da bir defada vermeyi câiz kabul edenlere göredir, İmam Şâfiî gibi.

Ancak, âyet-i kerimeyi farklı anlayarak "Şer'î boşanma üç ayrı seferde olmalıdır, bunlar bir anda yapılamaz" diyen fakihler de mevcuttur. Bunlar üç talakın beraber verilmesini haram kabûl ederler. Ebû Hanife (rahimehumullah) "Üçü berâber verilecek olsa, haram da olsa talak vâki olur" demiştir.

Ayette geçen "iyilikle tutmak"tan maksad, ikinci boşamaktan sonraki rücû ile alâkalıdır. Bu durumda erkekle hanımı arasında tek bağ kalmış demektir. Üçüncü boşama halinde rücû hakkı kalmaz. Ayet-i kerime son bağla hanımıyla beraber olma kararı veren erkeğe "iyilik"i emretmektedir. Yani, evliliğin getirdiği bütün hukuka riayeti emretmektedir. Nafaka ve iyi davranışlar (hüsnü's-sohbet ) gibi.

"İyilik yaparak bırakma"ya gelince Rabbimiz Teâla hazretleri burada, erkeğe boşadığı kadına bütün mâlî hukukunu ödemesini, arkadan gıybet etmemesini, kötü  şekilde  yadetmemesini,  halkı ondan nefret ettirmemesini emretmektedir. "İyilikle bırakma"dan "İddeti bitinceye kadar kadını tutması" da anlaşılmıştır.[6]

 

ـ49ـ وعن معقل بن يسار رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَتْ لِى أُخْتٌ تُخْطَبُ إلىَّ وَأمْنَعُها مِنَ النَّاسِ فأتانِى ابنُ عَمِّى فأنْكَحْتُهَا إيَّاهُ فاصطَحَبَا مَا شَاءَ اللّهُ ثُمَّ طَلَّقَهَا طََقاً لَهُ رَجْْعَةٌ ثُمَّ تَركَهَا حَتَّى انْقَضَتْ عِدّتها، فَلَمَا خُطبَتْ إلىَّ أتَانِى يَخْطُبُهَا مَعَ الخطَابِ، فقُلْتُ لَهُ حُطِبَتْ الىَّ فَمَنَعْتُهَا النّاسَ وآثَرْتُكَ بِهَا فَزَوَّجْتُكَ ثُمَّ طَلَّقْتَهَا طقاً لَكَ رَجْعَةٌ ثُمَّ تَرَكْتَهَا حَتّى اِنْقَضَتْ عِدَّتُهَا فَلَمَّا خُطِبَتْ إلىَّ اَتَيْتَنِى نَخْطُبُهَا مَعَ الْخُطَابِ، واللّهِ َ أنْكَحْتُكَها أبدَاً. قالَ فَفِىَّ نزلت هذه اŒية: فإذا طلقتُمُ النّساءَ فبَلغْنَ أجَلَهُنَّ فَ تَعْضُلُوهنَّ أنْ يَنكِحنَ أزواجَهُنَّ اŒية. قال: فَكَفّرتُ عَنْ يَمِينِى وأنكحتُهَا إياهُ[. أخرجه البخارى وأبو داود والترمذى.وفي أخرى للبخارى: فدَعاهُ النبىُّ # فقرأها عَلَيهِ فترَك الْحمْيَةَ واستَقادَ ‘مْر اللّهِ عزّ وجلّ.

 

49. (489)- Ma'kıl İbnu Yesâr (radıyallahu anh) anlatıyor: Benim bir kızkardeşim vardı. Evlenmek için buna müracaat edenler oldu. Fakat kimseye müsbet cevap vermiyordum. Derken amcamın oğlu istedi. Kız kardeşimi ona nikahladım. Allah'ın dilediği kadar bir müddet  beraber yaşadılar. Sonra amcam oğlu onu talak-ı ric'î[7] ile boşadı. Ancak tekrar almadan terketti. İddeti tamamlandı. Kız kardeşimle evlenmek isteyenler bana müracaat edince amcam oğlu da, müracaat ederek tekrar almak istedi. Kendisine:

"Daha önce de çok isteyenler oldu, kimseye vermedim, seni hepsine tercih ederek sana verdim, seninle evlendirdim. Sen onu talak-ı ric'î ile boşadın. (Geri alma hakkın olduğu halde terkettin ve iddeti doldu. Başkaları istemeye gelince, sen de tâlib odun, taleble almak istiyorsun. Allah'a kasem olsun onu asla  sana vermeyeceğim" dedim. Ma'kıl der ki: Bunun üzerine benim hakkımda şu âyet nâzil oldu:

"Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru bir surette anlaştıkları takdirde, artık kendilerini kocalarına nikah etmelerine engel olmayın" (Bakara: 2/232). Yine Ma'kıl ilâve ediyor: "Âyet üzerine, yeminim için kefarette bulundum ve kız kardeşimi, eski kocasına nikahladım"[8]

Buhârî'nin bir rivayetinde şöyle denir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ma'kıl'ı çağırdı, âyeti kendisine tilâvet  buyurdu.  Bunun üzerine o, müşkülpesendliği bıraktı ve Allah'ın emrine boyun eğdi"[9]

 

ـ50ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]فيما عرَّضْتُم بِهِ مِنْ خِطبَةٍ هُوَ أنْ يَقُولَ: إنِّى أرِيدُ التَّزْوِيجَ، وَإنَّ النِّسَاءَ لِمَنْ حَاجَتِى، وَلَوَدِدْتُ أنَّهُ تَيَسَّرَ لِى امْرَأةٌ صَالِحَةٌ[. أخرجه البخارى .

 

50. (490)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) Kur'ân'ın: "(Vefat  iddeti bekleyen) kadınları nikahla isteyeceğinizi çıtlatmanızda... üzerinize bir vebâl yoktur" (Bakara: 2/235) ayetinden maksadı, "Evlenmeyi arzu eden kişinin: "Ben nikahlanmak istiyorum, kadına ihtiyacım var, sâliha bir kadına kavuşmak istiyorum" demesidir" diye açıklamıştır.[10]

 

AÇIKLAMA:

 

Yukarıda mealini kısmen kaydettiğimiz ayetten âlimler iki yasak ve iki mübah hükmü çıkarmışlardır: Yasak: Boşanma veya kocasının vefatıyla dul kalan kadın, henüz bekleme müddeti (iddet) içerisinde iken, onunla evlenmek ve sarih bir şekilde evlenme teklifinde bulunmak. Mübah olanlar: Târiz ve kinâyedir.

Görüldüğü üzere evlenmek yasak edildiği gibi sarih bir şekilde evlenme teklifinde bulunmak da yasaklanmıştır.

İbnu Abbâs (radıyallahu anhumâ) ayette geçen ta'riz yani imâ yollu ifâdeyi  -ki çıtlatma diye tercüme ettik- bazı örneklerle açıklığa kavuşturmaktadır.[11]

 

ـ51ـ وعن علي رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنَّ النَّبِىَّ # قالَ: ]يَوْمَ ا‘حْزَابِ، وفي رواية: يَوْمَ الْخَنْدَقِ مَ‘َ اللّهُ قُبُورَهمْ وَبُيُوتَهُمْ نَاراً كَمَا شَغَلُونَا عنِ الصََّةِ الْوُسْطَى حَتَّى غَابَتِ الشّمْسُ[. أخرجه الخمسة.وفي رواية: شَغَلُونَا عَنِ الصَّةِ الْوُسْطَى صَةِ الْعَصْرِ.وزاد في أخرى: ثُمَّ صََّهَا بَيْنَ الْمَغْرِبِ وَالْعِشَاءِ. هذَا لفظ الشيخين .

 

51. (491)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hendek Savaşı sırasında "Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun, bizim orta namazımıza mâni oldular, güneş batıncaya kadar kılamadık" buyurdu.

Bir rivâyette: "Bizi, salat-ı vusta olan ikindi namazından alıkoydular" denir.

Bir diğer rivayette: "Sonra ikindiyi akşamla yatsı arasında kıldık" denir.[12]

 

AÇIKLAMA:

 

Kur'ân-ı Kerim'de hususi bir ayetle ehemmiyetine dikkat çekilen salat-ı vusta'nın hangi namaz olduğu  münâkaşalıdır. Bu hadis, mezkur namazın ikindi namazı olduğu hususunda oldukça kuvvetli bir delil teşkil etmektedir. Ulemanın umumiyetle kabulü de bu merkezdedir. Ancak, 497 numaralı hadise kadar kaydedilecek rivayetlerde de görüleceği üzere,  diğer  vakitlere de "orta namaz" diyen hadisler mevcuttur. Böylece müteârız durumlarda en kuvvetliyi tercihe başvurulmaktadır.[13]

 

ـ52ـ وعن أبى يونس مولى عائشة قَالَ: ]أمَرَتْنِى عَائِشَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها أنْ أكْتُبَ لهَا مُصْحفاً وَقَالَتْ إذَا بَلَغْتَ هذِهِ اŒية فآذِنِّى: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَواتِ وَالصََّةِ الْوُسْطَى. فَلَمَّا بَلَغْتُهَا آذَنْتهَا فَأمْلَتْ عَلَىَّ: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَواتِ والصََّةِ الْوُسْطَى، وصََةِ الْعَصْرِ وَقُومُوا للّهِ قَانِتِينَ. قالت عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها سَمِعْتُهَا مِنْ رَسُولِ اللّهِ #[. أخرجه الستة إ البخارى .

 

52. (492)- Hz. Aişe'nin azadlısı Ebu Yunus anlatıyor: "Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), kendisine bir mushaf yazmamı emretti  ve dedi ki: "Şu âyete gelince bana haber ver: "Namazlara ve bilhassa orta namazına devam edin" (Bakara: 2/238). Yazarken bu âyete gelince ona haber verdim. Bana şunu imla ettirdi: "Namazlara ve orta namazına ve ikindi  namazına devam edin ve Allah için yalvaranlar olarak eda edin" (Bakara: 2/238). Hz. Aşie (radıyallahu anhâ): "Ben bunu Resûlullah'dan işittim" dedi.[14]

 

AÇIKLAMA:

 

Hz. Aişe'ye nisbet edilen bu rivayete göre: "... ve ikindi namazına" tâbiri Kur'ân'dan bir kelime olmalıdır. Bunu tefsîrî bir kayıt olarak te'vil etmediğimiz takdirde "şâz kıraat" kabul edeceğiz. Nevevî şöyle der: "Şaz kıraatle ihticâc edilmez, buna, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in  hadisi gözüyle de bakılamaz. Çünkü bu kıraati nakleden, onu Kur'ân diye nakletmiştir. Halbuki Kur'ân, icma ve tevatürle sübut bulur. Söz konusu rivayetin Kur'ân olmadığı kesin olunca, hadis olmadığı da kesinlik kazanır." Nevevî bu açıklamayı, "ikindi namazı" tâbirinin "orta namazı" tabirine atfedilmiş olmasını göz önüne alarak "matuf, matuf aleyhin aynısı olamaz, öyle ise "orta namazı" ikindi namazı değildir"diyenlere cevap sadedinde yapar.[15]

 

ـ53ـ وعن عمرو بن رافع رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]أنَّهُ كَانَ يَكْتُبُ لِحَفْصَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها مُصْحَفاً فَذَكَرَ عَنْهَا مِثْلَ مَا قَالَتْ عَائِشَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها[. أخرجه مالك.

 

53. (493)- Amr İbnu Râfi (radıyallahu anh)'nin anlattığına göre, "Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ)'ya bir mushaf yazıyormuş. Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ) kendisinden, önceki hadiste -(Ebu Yunus'tan) Hz. Aişe'nin- taleb ettiği hususu aynen taleb ettiğini anlatmıştır."[16]

 

ـ54ـ وعن شقيق بن عقبة عن البراء بن عازب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قَالَ: ]نَزَلَتْ هَذِهِ اŒية حَافِظُوا عَلَى الصَّلَواتِ وَصََةِ الْعَصْرِ. فَقَرَأنَاهَا ما شَاءَ اللّهُ، ثُمَّ نَسَخَهَا اللّهُ تعالَى فَنَزلَتْ: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَواتِ وَالصَّةِ الْوُسْطَى. فَقَالَ رَجُلٌ كانَ جَالِساً عِنْدَ شَقِيقٍ لَهُ: فَهِىَ إذاً صََةُ الْعَصْرِ. قَالَ البراء: قَدْ أخْبَرْتُكَ كَيْفَ نَزَلَتْ وَكَيْفَ نَسَخَهَا اللّهُ تعالَى[. أخرجه مسلم .

 

54. (494)- Şakik İbnu Utbe, Berâ İbnu'l-Âzib (radıyallahu anhümâ)' ten naklettiğine göre, demiştir ki: "Önce şu âyet nâzil oldu: "Namazlara ve bilhassa ikindi namazına devam  edin." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu bize Allah'ın dilediği müddetçe okudu. Sonra Allah bunu nashetti ve şu âyeti indirdi: "Namazlara ve bilhassa orta namazına devam edin." Şakîk'in yanında oturmakta olan bir zât kendisine:

"Öyle ise bu ikindi namazıdır." Berâ dedi ki:

"Ben bu âyetin nasıl nazil olduğunu, Allah'ın nasıl neshettiğini sana haber verdim."[17]

 

ـ55ـ وعن مالك أنَّهُ بَلَغَهُ أنَّ عليّ بن أبى طالب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ، وابن عباسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما كانَا يَقُونِ: ]الصََّةُ الْوُسْطَى صَةُ الصُّبْحِ[. وأخرجه الترمذى عن ابن عباس وابن عمر تعليقاً .

 

55. (495)- İmâm Mâlik (rahimehumullah)'e ulaştığına göre, Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallahu anh)'e İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), Kur' ân'da zikri geçen "orta namaz"a (salâtu'l-vusta) sabah namazı demişlerdir.[18]

 

ـ56ـ وعن زيد بن ثابت وعائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. أنهما قَاَ: ]الصََّةُ الْوُسْطَى صََةُ الظُّهْرِ[. أخرجه مالك عن زيد والترمذى عنهما.

 

56. (496)- Zeyd İbnu Sâbit ve Hz. Aişe (radıyallahu anhümâ) "Orta namazı, öğlen namazıdır" derlerdi.[19]

 

ـ57ـ وعند أبى داود رحمه اللّه عن زيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قالَ: ]كَانَ رسُولُ اللّهِ # يُصَلِّى الظُّهْرَ بِالْهَاجِرَةِ، وَلَمْ يَكُنْ يُصَلِّى صََةً أشَدَّ عَلَى أصْحَابِهِ مِنْهَا فَنَزَلتْ: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَواتِ وَالصََّةِ الْوُسْطَى. قَالَ إنَّ قبْلَهَا صََتَيْنِ وَبَعْدَهَا صََتَيْنِ[ .

 

57. (497)- Ebu Dâvud'un Zeyd (radıyallahu anh)'den kaydettiğine göre, Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğle namazını zevalden sonra sıcağın en şiddetli olduğu saatte kılardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kıldığı namazlar içinde ashabına en zor geleni bu namaz idi. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: "Namazlara ve orta namazına devam edin." Zeyd devamla dedi ki: "(Orta namazı, öğlen namazıdır, zira) bundan önce iki namaz var (birisi geceden -yatsı-, diğeri gündüzden -sabah-), ondan sonra da iki namaz var (biri gündüzden -ikindi-  diğeri geceden -akşam-)".[20]

 

AÇIKLAMA:

 

"Namazlara ve orta namazına devam edin" meâlindeki ayet-i kerimede geçen orta namazı -Kur'ânî ifadeyle "essalâtu'l-vusta"- hangi namazdır? Bu husus alimlerce  münâkaşa edilmiştir. Zira bu âyetle orta namazının Allah katında taşıdığı ehemmiyete Kur'ân-ı Kerim dikkat çekmiş olmaktadır. Münakaşanın sebebi, bunun, beş vakit  namazdan hangisine tekabül ettiği hususunda gelen rivâyetlerin farklı olmasındandır. 491 numaralı hadisten  itibaren buraya kadar kaydettiğimiz rivayetler gözden geçirilince görülecektir ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bizzat kendisinden vârid olan beyanlar ve bu beyânlara dayanan Ashab es-Salâtu'l-Vusta'yı tayinde farklı olmuşlardır. 491, 492, 493, 494 numaralı hadislere göre bu, ikindi namazıdır. 495 numaralı hadise göre sabah  namazıdır, 496 ve 497 numaralı hadislere göre de öğle namazıdır.

Burada kaydedilmeyen rivayetlere göre akşam ve hatta yatsı namazı olduğu da söylenmiştir. Kadı İyaz gibi bâzıları da: "Orta namazdan murad beş vaktin hepsidir" demişlerdir. Şârihlerin belirttiği üzere en kavi  rivayetler, bunun sabah veya ikindi namazı olduğunu söyleyenlerdir. Bunlar arasında da ikindi namazı üzerinde duranlar en sahihtir. Bu sebeple alimlerin ekserisi de "orta namaz"ın ikindi namazı olduğu görüşündedir.

Unutmayalım ki, Kur'ân-ı Kerim'in beyanındaki bu mübhemlik bir tesadüf değilir. Burda mühim hikmetler mevcuttur.

Rıza-ı İlâhîyi aramada hassas olan mü'minler, bu mübhemlik sayesinde "beş vakitten her biri" orta namazı olabilir düşüncesiyle bütün vakitlere aynı ehemmiyeti vererek namazlarını vaktinde kılarlar.[21]

 

ـ58ـ وعن عبداللّهِ بن الزبير رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قالَ: ]قُلْتُ لِعُثْمَانَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ هَذِهِ اŒيةُ الَّتِى في الْبَقَرَةِ: وَالَّذِينَ يَتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ أزْوَاجاً إلى قوله غَيْرَ إخْرَاجٍ. قد نسختها اŒيةُ ا‘خرى فَلِمَ تَكْتُبُهَا؟ قَالَ: نَدَعُهَا يَا ابْنَ أخِى؟ َ أُغَيِّرُ شَيْئاً مِنْ مَكَانِهِ[. أخرجه البخارى .

 

58. (498)- Abdullah İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Osman (radıyallahu anh)'a, Bakara suresinde geçen: "Sizden zevceler(ini geride) bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi evlerinden) çıkarılmayarak yılına kadar faidelenmesini (bakılmasını) vasiyyet etsinler" (Bakara: 2/240), âyeti diğer bir âyetle (Bakara: 2/234) neshedildiği halde niçin bu mensuh ayeti de Kur'ân-ı Kerim'e yazıyorsunuz?" diye sordum. Bana şu cevabı verdi:

"Ey kardeşim oğlu  bu âyeti  terk mi edelim, (bunu  mu söylüyorsun)? Hayır, ben hiçbir şeyi yerinden oynatmam."[22]

 

AÇIKLAMA:

 

İslâm'ın ilk zamanlarında kocası vefat eden bir kadın miras almaz, yalnız bir sene kocasının evinde bakılırdı. Bu durumda iddet de bir yıldı. Eğer kadın, o müddet zarfında çıkar giderse, bir yıl bakılma hakkından mahrum kalırdı. Bilâhere yukarıda kaydettiğimiz âyet -ki bir yıl nafaka ve süknayı vasiyet etmeyi emretmektedir- kadınlara miras  hakkı tanıyan ayetle (Nisa: 4/12), bir senelik iddet ayeti de vefat iddeti olan dört ay on günlük iddetle (Bakara: 2/234) neshedildi.

Mücâhid'e göre, âyet muhkemdir. Yani neshedilmemiştir, hükmü bâkidir. Şöyle ki: Kocası ölen kadın, süknayı (yani kocasının evinde ikâmeti) ihtiyar etmez, onun malından nafaka almazsa iddeti dört ay on gündür. Süknayı ve nafakayı ihtiyar ederse bir senedir. Bu rey râcihtir.

Hadis-i şerif, Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın Kur'ân'ı istinsah ettirirken, Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) tarafından tanzim edilmiş olan tertibe aynen  riayet edildiğini ifade eder. Bu tertipte, âyetler, nasihtir, mensuhtur diye bir ayrıma tâbi tutulmamıştır. Ancak, Kur'ân-ı Kerim'in 23 yıllık nüzul tarihi içinde, değişen şartlara göre vukua gelen tekemmül ve nesh durumlarını ve Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in zaman içindeki bâzı farklı uygulamalarını, Kur'ân'ın bir kısım ayetlerini açıklayıcı mahiyetteki sözlerini şahsî anlayıştaki farklılıklardan ileri gelen bazı münferid ve şaz hâdiseler olmuştur. Az yukarıda geçen 492, 493, 494 numaralı hadisleri de böyle değerlendirmek gerekir. Kur'ân-ı Kerîm' in bugünkü muhtevası mütevâtirdir ve Ashabın icmâı vardır, şâz olan ve münferid kalan rivayetler bu icmaı bozamaz.[23]

 

ـ59ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أن رسول اللّه # قال: ]إنَّ لِكُلِّ شَئٍ سَنَاماً. وَإنَّ سَنَامَ الْقُرآنِ سُورَةُ الْبَقَرَةِ، وَفِيهَا آيةٌ هِىَ سَيِّدَةُ آىِ الْقُرآنِ: آيةُ الْكُرْسِىِّ[. أخرجه الترمذى .

 

59. (499)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "Her şeyin bir  şerefesi var. Kur'ân-ı Kerîm'in şerefesi de Bakara suresidir. Bu surede bir âyet vardır ki, Kur'ân âyetlerinin efendisidir: "Ayetü'l-Kürsî",.[24]

 

AÇIKLAMA:

 

Şerefe diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı senâm'dır. en-Nihâye'de bu kelime ile herşeyin en yüksek noktasının zirvesinin ifade edildiği belirtilir.

Bakara suresinin Kur'ân-ı Kerim'in şerefesi olarak tavsifi, uzunluğundan dolayıdır. 286 ayetle bu hususta başta gelir, dolayısıyla pekçok  ahkâma şâmildir. Keza cihâd emri de bu surededir ve elbette bu sebeple de ayrı bir yücelik ve şerefe sahiptir.

Bakara'da yer alan Ayetü'l-Kürsî de bu surenin şerefini artıran, diğerleri arasında mümtaz bir makama ulaşmasına sebep olan bir âmil olarak ifade edilmektedir.

Ayetü'l-Kürsî'ye gelince, bu Bakara'nın 255'inci âyetidir. Cenâb-ı Hakk'ı mühim sıfatlarıyla tanıtır. Uzunca bir ayettir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu âyeti başka hadisleriyle de övmüştür. Bir hadis şöyle: "Kim farz olan her namazın ardından Ayetü'l-Kürsî okursa ondan sonraki namaza kadar mahfuz kalır." Bu hadis sebebiyle her namazın arkasından  tesbihattan önce okunan bu âyetin meâl-i âlisi şöyledir:

"Allah (o Allah'tır ki)  kendinden başka hiç bir ilah yoktur. (O, zâtî, ezelî ve ebedî hayat ile) diridir (bâkidir). Zâtiyle ve kemâliyle kaimdir. (Yarattıklarının her an tedbir ve hıfzında yegâne hâkimdir, herşey onunla kâimdir). Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek kim imiş? O, (yarattıklarının) önlerindekini arkalarındakini, (yaptıklarını, yapacaklarını, bildiklerini, bilmediklerini, açıkladıklarını, gizlediklerini, dünyalarını, âhiretlerini, hülâsa herşeyini, her şe'nini) bilir. (Mahlukatı) O'nun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi (kabil değil) kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri (kucaklamıştır, o kadar) geniştir. Bunların muhafazası O'na ağır da gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür."

Ayetü'l-Kürsî hakkında gelen birkaç hadis daha:

"Kim  sabaha çıkınca Âyetü'l-Kürsî ile Hâ-Mim tenzîlü'l-Kitab minallahi'l-Azîzi'l-Alîm suresinin  evvelindeki iki âyeti okursa  o gün akşama kadar (bela ve kazalardan) mahfuz kalır. Kim de akşama dâhil olunca onları okursa o gece sabahlayıncaya kadar mahfuz olur."

"Allah'ın en büyük ismi (İsm-i âzamı) -ki Allah, onunla kendisine dua edilince isâbet buyurur, onunla bir şey istenince verir- şu üç suredir: el-Bakara, Âl-i İmrân ve Tâ-Hâ sureleri. Râvi Ebu Ümâme ilâve ediyor: "Ben o ism-i âzam'ı aradım, el-Bakara suresindeki Âyetü'l-Kürsî, Al-i İmrân suresindeki  Elif-Lâm-Mim Allahu Lâ ilâhe illâ hüve'lhayyul'lkayyum ve Tâ-Hâ suresindeki: ve anati'lvücûhi li'lhayyi'lkayyûm âyetlerinde (Tâ-Hâ: 20/111) buldum (yâni ism-i âzam Hayy ve Kayyûm isimleridir.)[25]

 

ـ60ـ وعن أبىّ بن كعب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: يَا أبَا الْمُنْذِرِ أتَدْرِى أىُّ آيةٍ مِنْ كِتَابِ اللّهِ مَعَكَ أعْظَمُ؟ قُلتُ: اللّهُ َ إلهَ إَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ فَضَرَبَ في صَدْرِى، وقالَ لِيَهْنَكَ الْعِلْمُ أبَا الْمُنْذِرِ[. أخرجه مسلم وأبو داود.

 

60. (500)- Übey İbnu Ka'b (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:

"Ey Ebu'l-Münzir, Allah'ın Kitabından ezberinde bulunan hangi âyetin daha büyük olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Ben:

"O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, O, Hayy'dır, Kayyûm'dur (yani diridir her şeye kıyam sağlayandır" (Bakara: 2/225) -ki buna Ayet'ü'l-Kürsî denir- dedim. Göğsüme vurdu ve:

"İlim sana mübârek olsun ey Ebu'l-Münzir!" dedi."[26]

 

ـ61ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]وَكَّلَنِى رسُولُ اللّهِ # بِحِفْظِ زَكَاةِ رَمَضَانَ فَأتَانِى آتٍ فَجَعَلَ يَحْثُو مِنَ الطَّعَامِ فَأخَذْتُهُ فَقُلْتُ ‘رْفَعَنَّكَ إلى رسولِ اللّهِ #، فَقَالَ إنِّى مُحْتَاجٌ وَعَلَىَّ عِيَالٌ وَلِىَ حَاجَةٌ شَدِيدَةٌ. قَالَ: فَخَلَّيْتُ عَنْهُ فَأصْبَحْتُ فَقَالَ النَّبِىُّ # يَا أبَا هُرَيْرَةَ مَا فَعَلَ أسيرُكَ الْبارِحَةَ؟ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّه شَكا حَاجَةً شَدِيدَةً وَعِيَاً فَرَحِمْتُهُ فَخَلَّيْتُ سَبِيلَهُ. قَالَ أمَا إنَّهُ قَدْ كَذَبَكَ وَسَيَعُودُ؛ فَعَرفْتُ أنَّهُ سَيَعُودُ لِقَوْلِ النَّبِىِّ # فَرَصَدْتُهُ فَجَاءَ يَحْثُو مِنَ الطَّعَامِ فَأخَذْتُهُ فَقُلْتُ ‘رْفَعنَّكَ إلى رسُولِ اللّه #. قَالَ دَعْنِِى: فَإنِّى مُحْتَاجٌ وَعَلَىَّ عِيَالٌ َ أعُودُ فَرَحِمْتُهُ فَخَلَّيْتُ سَبِيلَهُ. فَأصْبَحْتُ؛ فَقَالَ لِى رَسُولُ اللّه #: يَا أبَا هُرَيْرَةَ مَا فَعَلَ أسيرُكَ الْبَارِحَةَ؟ فَقُلْتُ: يَا رَسُولُ اللّهِ شَكا حَاجَةً وَعِيَاً فَرَحِمْتُهُ فَخَلَّيتُ سَبِيلَهُ. قَالَ أمَا إنَّهُ كَذَبَكَ وَسَيَعُودُ. فَرَصَدْتُهُ الثَّالثَةَ: فَجَاءَ يَحْثُو مِنَ الطَّعَامِ فَأخَذْتُهُ فَقُلْتُ ‘رْفَعَنَّكَ إلى رسُولِ اللّهِ # وَهذَا آخِرُ ثََثِ مَرَّاتٍ إنَّكَ تَزْعُمُ أنَّكَ َ تَعُودُ. فَقَالَ دَعْنِى فَإنِّى أعلِّمُكَ كَلِمَاتٍ يَنْفَعُكَ اللّهُ تَعَالَى بِهَا. قُلتُ مَا هِىَ؟ قَالَ إذَا أوْيتَ إلى فِراشِكَ فاقْرأ آية الكُرْسِىِّ: اللّهُ َ إلَهَ إَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ. حَتَّى تَخْتِمَ اŒيةَ؛ فَإنَّهُ لَنْ يَزَالَ عَلَيْكَ مِنَ اللّهِ تَعَالى حَافِظٌ، وََ يَقْربُكَ شَيْطَانٌ حَتَّى تُصْبِحَ فَخَلَّيْتُ سَبِيبلهُ فَأصْبَحْتُ. فَقَالَ لِى رَسُولُ اللّهِ #: مَا فَعَلَ أسِيرُكَ الْبَارِحَةِ؟ فَقُلْتُ يَارَسُولُ اللّه زَعَمَ أنَّهُ يُعَلِّمُنِى كَلِمَاتٍ يَنْفَعُنِى اللّهُ تعالَى بِهَا فَخَلّيتُ سَبِيلَهُ فَقَالَ مَا هِىَ؟

 قُلتُ قَالَ لِى: إذَا أوَيْتَ إلى فِرَاشِكَ فَاقْرَأ آيةَ الْكُرْسِىِّ مِنْ أوَّلِهَا حَتَّى تَخْتِمَ اŒيةَ: اللّهُ َ إلَهَ إَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ. وَقَالَ لِى لَنْ يَزَالَ عَلَيْكَ حَافِظٌ مِنَ اللّهِ تَعَالَى حَتَّى تُصْبِحَ، وَلَنْ يَقْرُبَكَ شَيْطَانٌ. فَقَالَ النَّبِى #: أمَا  إنَّهُ قَدْ صَدَقَكَ وَهُوَ كَذُوبٌ. تَعْلَمُ مَنْ تُخاطِبُ مُنْذُ ثََثٍ يَا أبَا هُرَيْرَةَ؟ قُلْتُ َ! قَالَ ذَا شَيْطَانٌ[. أخرجه البخارى .

 

61. (501)- Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni Ramazan zekatını muhâfazaya tâyin etmişti. Derken kara bir adam gelerek zâhireden avuç avuç almaya başladı. Ben derhal kendisini yakaladım ve:

"Seni Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a çıkaracağım" dedim. Bana:

"Ben fakir ve muhtaç bir kimseyim, üstelik üzerimde bakmak zorunda olduğum çoluk-çocuk var, ihtiyaçlarım cidden çoktur, şiddetlidir" dedi. Ben de onu salıverdim. Sabah olunca, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

- Ey Ebu Hüreyre! Dün akşamki esirini ne yaptın? diye sordu. Ben:

- Ey Allah'ın Resûlü: Bana şiddetli ihtiyacından ve çoluk-çocuktan dert yandı. Bunun üzerine ona acıyarak salıverdim, dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

- “Ama o sana muhakkak yalan söyledi. Haberin olsun, o tekrar gelecek!” buyurdu. Bu sözünden anladım ki, herif tekrar gelecek. Binâenaleyh onu beklemeye başladım.  Derken yine geldi ve zahireden avuçlamaya başladı. Ben de derhal yakaladım ve:

"Seni mutlaka Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a çıkaracağım" dedim. Yine yalvararak:

"Beni bırak, gerçekten çok muhtacım, üzerimde çoluk-çocuk var, bir daha yapmam" dedi. Ben yine acıdım ve salıverdim.

Ertesi gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

- Ey Ebu Hüreyre, dün geceki esirini ne yaptın? diye sordu. Ben:

- Ey Allah'ın Resûlü, bana ihtiyacından çoluk-çocuğundan dert yandı. Ben de acıdım ve salıverdim, dedim. "Ama" dedi, Resulullah: "O yalan söyledi fakat yine gelecek."

Üçüncü sefer yine gözetledim. Yine geldi ve zahireden avuç avuç almaya başladı. Onu yine yakalayıp:

- “Seni mutlaka Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e götüreceğim.  Bu üçüncü gelişin, üstelik sıkılmadan başka gelmeyeceğim deyip yine de geliyorsun” dedim. Yine bana rica ederek şöyle söyledi:

"Bırak beni, sana birkaç kelime öğreteyim de Allah onlarla sana fayda ulaştırsın".  Ben:

- Nedir bu kelimeler söyle! dedim. Bana dedi ki:

- Yatağa girdin mi Ayetü'l-Kürsî'yi sonuna kadar oku. Bunu yaparsan Allah senin üzerine muhafız bir melek diker, sabah oluncaya kadar sana şeytan yaklaşamaz dedi. Ben yine acıdım ve serbest bıraktım.

Sabah oldu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Dün akşamki esirini ne yaptın?" diye sordu. Ben:

- Ey Allah'ın Resulü, bana birkaç kelime öğreteceğini, bunlarla Allah'ın bana faide ihsan buyuracağını söyledi, ben de kendisini yine serbest bıraktım ,dedim. Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm):

- Neymiş onlar? dedi. Ben:

- Efendim, döşeğine uzandığın vakit Ayetü'l-Kürsî'yi başından sonuna kadar oku. (Bunu okursan) Allah'ın koyacağı bir muhâfız üzerinden eksik olmaz ve ta sabaha kadar şeytan sana yaklaşmaz! dedi, cevabını verdim.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine:

"(Bak hele!) o koyu bir yalancı olduğu halde, bu sefer doğru söylemiş. Ey Ebû Hüreyre! Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?" dedi. Ben:

- Hayır! cevabını verdim.

- O bir şeytandı buyurdular.[27]

 

AÇIKLAMA:

 

Âyet ve surelerin birbirine üstün olup olmayacağı, âlimler arasında münâkaşa konusu ise de, bu hadiste üstünlük açık olarak ifâde edilmektedir. Mesele şudur: Ayetler ve sureler, vahy-i ilâhî ve kelâmullah olmaları  haysiyetiyle aynı yüce değeri taşırlar. Ancak,  ihtiva ettikleri mâna sebebiyle, okuyana kazandırdıkları sevap cihetiyle üstünlük söz konusu olabilmektedir. Madem ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu üstünlüğü söylemiştir, bu mânada kabul etmek gerekir. Öyle ise ihtilâf izâfidir ve değişen nokta-i nazara göredir. Yukardakine benzeyen başka rivayetler de var. Birini aşağıda kaydedeceğiz.[28]

 

ـ62ـ وعن أبى أيوب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]أنَّهُ كَانَ لَهُ سَهْوَةٌ فِيها تَمْرٌ، وَكَانَتْ تَجِئُ الْغُولُ فَتَأخُذُ مِنْهُ فَشَكَا ذَلِكَ إلى رسُولِ اللّهِ #. قَالَ اذْهَبْ: فَإذَا رَأيْتَهَا  تَقُلْ بِاسْمِ اللّهِ أجِيبِى رَسُولَ اللّهِ #. قَالَ: فَأخَذَهَا فَحَلَفتْ أنْ َ تَعُودَ فَأرْسَلَهَا فَجَاءَ إلى رَسُولِ اللّهِ # فَقَالَ: مَا فَعَل أسيرُكَ؟ فَقَالَ حَلَفَتْ أنْ َ تَعُودَ. فَقَالَ كَذَبَتْ وَهِىَ مُعَاوِدَةٌ الْكَذِبَ. فَأخَذَهَا مَرَّةً أخرى: فَحَلَفتْ أنْ َ تَعُودَ. فَأرْسَلَهَا فَجَاءَ إلى النّبىّ # فقال: مَا فَعَلَ أسِيرُكَ؟ فقَالَ حَلَفَتْ أنْ َ تعودَ. قَالَ كَذَبتْ وَهِىَ مُعَاوِدةٌ الْكَذبَ. فَأخَذَهَا فَقَالَ: مَا أنَا بِتَارِكُكِ حَتَّى أذْهَبَ بِكَ إلى رسُول اللّهِ # فَقَالتْ: إنِّى ذَاكِرَةٌ لَكَ شَيْئاً آية الكُرْسِىِّ اقْرَأهَا في بَيْتِكَ فََ يَقْرَبُكَ شَيْطَانٌ وََ غَيْرُهُ فَجَاءَ إلى النَّبِىِّ # فَقَالَ: مَا فَعَلَ أسِيركَ؟ فَأخْبَرهُ بِمَا قالتْ. فقَالَ: صَدَقتْ وَهِىَ كَذُوبٌ[. أخرجه الترمذى.»السهوة« بيت صغير منحدر في ا‘رض شبه المخدع والخزانة .

 

62. (502)- Ebu Eyyûb (radıyallahu anh) anlatmıştır ki: "Kendisinin bir hücresi vardı ve içinde hurma bulunuyordu. Buraya bir gulyabani (cin) dadanmış gelip hurmadan alıyordu. Bu durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a açtı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine:

"Git, tekrar görecek olursan "Allah'ın adıyla, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a icâbet et" dersin" buyurdu.

Ebu Eyyub der ki: (Bekledim, tekrar gelince) yakaladım. Ancak, bir daha gelmeyeceğine dair yemin etti, ben de salıverdim.

Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la karşılaştığımda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Esirin ne oldu?" diye sordu. Ben:

"Bir daha gelmeyeceğine dair yemin etti (ben de bıraktım)" dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"O yalan söylemiş, o yalana alışkındır" buyurdu.

Ebu Eyyûb, bir başka sefer yine geldiğini, yakalayınca gelmeyeceğine dair yine yemin ettiğini, yemini üzerine salıverdiğini anlatır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tekrar:

"Esirin ne oldu?" diye sorar.

"Gelmeyeceğine dair yemin edince bıraktım" der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Yalan söylemiş, o zaten yalana alışkındır" buyurur. Ebu Eyyub (radıyallahu anh) üçüncü sefer yine yakalar ve:

"Bu sefer seni bırakmayacağım, mutlaka Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kadar götüreceğim" der. Bunun üzerine cin:

"(Dinle beni) sana mühim bir şey hatırlatacağım: Ayet'ü'l-Kürsî var ya onu evinde oku. O takdirde sana hiç ne şeytan ne başkası yaklaşamaz" der. (Ebû Eyyub yine salar) ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Esirin ne oldu?" diye sorar. Olup biteni haber verince:

"(Hayret), yalancı olduğu halde bu sefer doğruyu söylemiş" buyurur."[29]

 

ـ63ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]نَزلَ قولُهُ تعالى: َ إكراهَ في الدِّينِ، في ا‘نْصَارِ. كَانتِ الْمَرأةُ تَكُونُ مُقْةً فَتَجْعَلُ عَلَى نَفْسِهَا إنْ عَاشَ لَهَا وَلَدٌ أنٌ تُهَوِّدَهُ فَلَمَّا أُجْليت بنُو النَّضَير كَانَ فيهِم كَثيرٌ مِنْ أبْنَاءِ ا‘نْصَارِ فَقَالُوا َ نَدَعُ اَبْنَاءَنَا فَأنْزَلَ اللّهُ تعالى: َ إكْرَاهَ في الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَىِّ[. أخرجه أبو داود.وقال »المقة« التى  يعيش لها ولد

 

63. (503)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Dinde zorlama yoktur" (Bakara: 2/256) ayeti Ensâr hakkında inmiştir. Şöyle ki: Medine'de çocuğu yaşamayıp ölen kadınlar,

"çocuğum yaşarsa Yahudi dini üzerine yetiştireceğim" diye adakta bulunurdu. Benu Nadîr Yahudileri Medine'den sürüldükleri vakit, bunlar arasında Yahudileştirilmiş çok sayıda Ensâr çocuğu vardı. Ensarîler:

"Çocuklarımızı onlara terketmeyiz" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk: "Dinde zorlama yoktur, artık iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır..." (Bakara: 2/256) âyetini inzâl buyurdu."[30]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu rivâyet câhiliye devrinde müşrik olan Medineli Arapların kitap ehli olan Yahudilere karşı belli ölçüde aşağılık duygusu taşıdıklarını göstermektedir. Çocuğu olmayan kadının "Çocuğum olursa Yahudilik üzerine yetiştireceğim, adağım olsun!" diye adakta bulunması bunu gösterir. Üstelik nâdir bir vak'a olmadığı, bu yolla "çok sayıda" Ensar çocuğunun Yahudileştiği anlaşılmaktadır.

Bazı rivayetlerde, çocuklarını almak isteyen Ensâr'a Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Adamlarınızı muhayyer bırakın, şâyet sizi tercih ederlerse onlar sizdendir, yoksa onları tercih ederlerse, Yahudilerle birlikte onları da sürgün edin." der.

Hattâbi der ki: "İslâm gelmezden önce küfür ve şirki bırakarak Hıristiyanlık veya Yahudiliğe girenler, o girdiği hâl üzere bırakılırlar. Kendilerine cizye alma, kadınlarıyla evlenme, kestiklerini yeme gibi hususlarda Ehl-i Kitap muâmelesi yapılır. Ama, İslâm gelip Yahudiliği neshettikten sonra şirki bırakıp Yahudiliğe giren olursa, o hal üzere bırakılmazlar.

"Dinde zorlama yoktur!" ayetine gelince bu âyetin hükmü, âyetin inmiş bulunduğu hâdisedeki Yahudilerle sınırlıdır. Kâfirin hak dine zorlanması vâcibtir. İşte bu vecibe sebebiyledir ki, Müslüman olmaları veya cizye vererek haklarındaki dinin hükmüne râzı olmaları için onlarla savaştık."

Fahreddin-i Râzi, bu âyetle ilgili başka yorumlar da kaydeder, özetle:

1- Allah Teâla, iman işini icbâr ve zorlama üzerine bina etmemiştir, imkân ve ihtiyar üzerine kurmuştur. Çünkü Cenab-ı Hakk imanın delillerini en güzel şekilde açıklamıştır. Kâfirin özür beyan etmesine imkân bırakılmayacak şekilde yapılan beyandan sonra küfür üzere kalmanın özrü yoktur, yine de kabul etmezse imana icbardan başka yol kalmaz. Bu ise imtihan mahalli olan dünya hayatında câiz değildir. Çünkü dine zorlama olursa ibtila ve imtihan mânası kaybolur. Bunu ifâde eden başka ayetler var: "De ki: Gerçek Rabbinizdendir, dileyen inansın dileyen inkar etsin" (Kehf: 18/29). Keza: "Ey Muhammed, Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?" (Yunus: 10/99). Keza: "Ey Muhammed! İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini mahvedeceksin. Biz dilesek onlara gökten bir mucize indiririz de ona boyun eğip kalırlar" (Şuara: 42/3).Bu âyetler gösterir ki, zorlamak, icbâr etmek, teklife, imtihana  muğayirdir.

2- İkrah (zorlama) Müslümanın kafire: "Ya inanırsın ya öldürürüm" demesidir. Ayet-i kerime "Dinde zorlama yok" buyurmuştur. Bu buyruk ya ehl-i kitap ve mecusiler hakkındadır -ki bu durumda cizyeyi kabul ettiler mi haklarında katl düşer- ya da diğer kâfirler hakkındadır. Bunlar da ya Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa girenlerdir; bunlar hakkında fukaha ihtilaf etmiş; bazıları: Oldukları gibi kabul edilir demiştir, bu durumda onlardan da cizyeyi kabul ettiler mi katl düşer, bu görüşe göre "Dinde zorlama yoktur" ayeti bütün kâfirler hakkında câridir. Bâzı fakihler de: Diğer kafirler Hıristiyan veya Yahudi olsalar, bu onlardan kabul edilmez, bu görüşe göre, onlara ikrah (zorlama) caiz olur. Bu durumda "Zorlama yoktur" hükmünü ehli kitaba tahsis etmek gerekir."

3- Ayetten çıkarılan üçüncü te'vil'e göre: Harpte mağlup düşerek dine girenlere "zorla girdiniz" denmemelidir. Çünkü harpten sonra dine girmeyi kabûl eder ve girişinde  samimi olursa, bu zorlama sayılmaz. Öyleyse; âyetin manası, "onları zorlamaya nisbet etmeyin" yâni "zorla Müslüman oldunuz demeyin" demek olur. Bunun benzeri şu âyettir: "...Size Müslüman olduğunu bildirene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek: "Sen Müslüman değilsin" demeyin.." (Nisa: 4/93).

Şu halde başta Hattabî'den kaydettiğimiz görüş, âyetle ilgili olarak yapılan açıklama ve tevillerden sadece biri olmaktadır.[31]

 

ـ64ـ وعن أبي هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسُولُ اللّهِ #: نَحنُ أحقُّ بِالشَّكِّ مِنْ إبرَاهِيمَ عَلَيْهِ السََّمُ إذْ قَالَ رَبِّ أرِنِى كَيْفَ تَُحْيِى الْمَوْتَى قَالَ أوَلَمْ تُؤْمِنْ؟ قَالَ بَلَى. وَلكِنْ لِيَطْمَئنَّ قَلْبِى؛ وَيَرْحَمُ اللّهُ لُوطاً لَقَدْ كَانَ يأوِى إلى رُكْنٍ شَدِيدٍ، وَلَوْ لَبِثْتُ في السِّجْنِ طُولَ لُبْثِ يُوسُف ‘جَبْتُ الدَّاعِى[. أخرجه الشيخان والترمذى، وهذا لفظ الشيخين .

 

64. (504)- Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Hz. İbrahim (aleyhisselam)' in şu sözleriyle ifade ettiği şüpheyi yaşamaya biz ondan daha lâyıkız: "Ey Rabbim ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster" demiş, (Allah: "Buna) inanmadın mı yoksa" demiş, o da: "İnandım, fakat  kalbimin, (gözümle görerek) yatışması için (istedim, diye) söylemişti." (Bakara: 2/260).

Allah, Lût (aleyhisselam)'a rahmetini bol kılsın, aslında o çok muhkem bir kaleye sığınmıştı.

Eğer, Hz. Yusuf (aleyhisselam)'un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım, dâvete icâbet ederdim."[32]

 

AÇIKLAMA:

 

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada üç ayrı peygamberin hayatlarındaki mühim vak'alara dikkat çekmektedir.[33]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/317-318.

[2] Buhârî, Eyman: 14, Tefsir, Maide: 8; Ebu Dâvud, Eyman: 7, (3254); Muvatta, Eyman: 9, (2, 477); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/319.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/319.

[4] Ebu Dâvud, Talâk: 10, (2195); Nesâî, Talâk: 74, (6, 212); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/320.

[5] Tirmizî, Talâk: 16, (1192); Muvatta, Talak: 80, (2, 588). (Parantez içindeki açıklayıcı  kısımlar Tirmizi'deki ziyâdeden alınmıştır.) İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/320.

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/321.

[7] Talak-ı ricî: Üç adedine delalet etmeyen söz veya işaretle yapılan boşama. Erkek, tekrar hanımını geri alabilir. Üçüncü sefer boşarsa, hanım bir başkasıyla evlenip ondan boşanmadıkça eski kocasına gelemez.

[8] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 40, Talâk: 44; Ebu Dâvud, Nikâh: 21, (2087); Tirmizî, Tefsir, Bakara: 2, (298).

[9] Buhârî, Talak: 44; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/322.

[10] Buhârî, Nikâh: 34; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/322.

[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/323.

[12] Buharî, Tefsir, Bakara: 2, 42, Cihâd: 98,  Meğâzi: 29, Daavat: 58; Müslim, Mesâcid: 202-206, (627); Ebu Dâvud: 5, (409); Tirmizî, Tefsir, Bakara: 2, (2987); Nesâi, Salât: 14 (1, 236); İbnu Mâce, Salat: 6, (684); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/323.

[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/323-324.

[14] Müslim, Mesâcid: 207. (629); Ebu Dâvud, Salât: 5, (410); Tirmizî, Tefsir, Bakara: 2, (2986); Nesâî, Salat: 6, (1, 236); Muvatta, Salat: 25, (1,138-139); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/324.

[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/324.

[16] Muvatta, Cemâ'a: 25, (1, 139); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/325.

[17] Müslim, Mesâcid: 208, (630); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/325.

[18] Muvatta, Cemâ'a: 28, (1, 137). Tirmizî, bu hadisi İbnu Abbas ve İbnu Ömer'den muallak (senetsiz) olarak zikretmiştir. Tirmizî, Salât: 133, (182); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/325.

[19] Muvatta, Cemâ'a: 27, (1, 139); Tirmizî, Salât: 133, (182); Ebu Dâvud, Salât: 5, (411); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/326.

[20] Ebu Dâvud, Salât: 5, (411); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/326.

[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/326-327.

[22] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 45; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/328.

[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/328.

[24] Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân: 2, (2881); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/328.

[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/328-329.

[26] Müslim, Müsâfirîn: 258, (810); Ebû Dâvud, Vitr: 17, (Salât: 325, (1460); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/330.

[27] Buhârî, Vekâle: 10; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/331-332.

[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/332-333.

[29] Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân: 3, (2883); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/333-334.

[30] Ebû Dâvud, Cihâd: 126, (2682); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/333-334.

[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/334-336.

[32] Buhârî, Enbiyâ: 11, 15, 19, Tefsir, Yusuf: 5, Ta'bir: 9; Müslim, İman: 238, (151), Fedâil: 152, (151); Tirmizî, Tefsir, Yusuf: 12, (3115); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/336-337.

[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/337.