Dördüncü halife Hz. Ali'nin soyundan gelen, onu diğer
sahâbeden ve diğer üç halîfeden üstün tutan mezhebe mensup
kimse. Alevîlik düşüncesi, ister açıkça, ister gizlice,
Ali'ye uyup onun Kur'an'daki nâs ve Resulullah (s.a.s.)'ın
vasiyetiyle imamlığa tayin edildiğini ileri süren;
imametin* onun soyundan dışarı çıkmayacağına
inanan ve onu diğer sahâbeden üstün gören zümrelerin başlattığı
fikir ve siyasî kavgalarla ortaya çıkan" hareketin genel adıdır.
Bu fikir ve harekete katılanlar, Ali'ye (r.a.) uydukları ve
onu, öteki sahâbîlerin önüne geçirdikleri için Alevî; buna
taraftar olanlara da 'tarafını tutan' anlamında "Şia"*
denilmiştir. Şia, Alevîliğin ifade ettiği katılıktan
daha mûtedîl bir kelimedir ve İslâm âlimleri Alevîlik için
Şia'dan farklı olarak 'Râfıza' 'Ravâfız'
tabirlerini kullanırlar. İslâm tarihinde Hz. Peygamber'den
sonra halîfe olarak Hz. Ali'yi tanıyanlara, Ali'ye mensup, inancı
bakımından, Ali taraflısı anlamında "Alevî"
tabiri kullanıldı. Alevîlik, halifelikte Hz. Ali'nin hakkının
yendiğini, sahâbenin Hz. Peygamber'den sonra Ebû Bekr*'e bey'at
etmekle, İslâm'a aykırı hareket ettiği iddiasını
yansıtır. Alevîler Hz. Ali'nin hilâfette hak sahibi olduğunu
şu sebeplere dayandırırlar: Ali*, Hz. Peygamber'in tabii
olarak varisiydi. O, İslam'ı ilk kabul eden kimsedir. Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in amcasının oğlu ve damadıdır.
İslâm savaşlarının kahramanıydı. Yaşadığı
sürece Hz. Muhammed'in en yakın yardımcısıydı.
Onun bütün işlerine bakardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) Ali'ye
olan sevgisini ve güvenini bildirerek, onun kendisinden sonra halîfe
olacağına işaret etmiştir. Bu yüzden onlar, Ebû
Bekir, Ömer* ve Osman*'ın işbaşına getirilişini
batıl saydılar. Yani bunu şerîat kurallarına ve Hz.
Peygamber'in sünnetine aykırı görerek bununla savaşmayı
dinî bir görev kabul ettiler. Ancak, Hz. Peygamber'in, Hz. Ali hakkında
söyledikleri ve Ali'nin üstünlükleri doğru olmakla birlikte,
Allah Resulü benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi diğer
büyük Sahâbîler hakkında da söylemiştir. Üstelik,
hastalandığında imamlığa Hz. Ebû Bekr'i geçirmiştir.
Diğer yandan Hz. Peygamber, kendisinden sonra müslümanların
başına kimin geçeceğini isim vererek belirtmeden bu dünyadan
ayrılmıştır. Böyle bir hadîs olsaydı, Hz. Ebû
Bekr'in halife seçildiği sırada yapılan konuşma ve
müzâkerelerde bu hadîsin sözkonusu edilmesi gerekirdi. Çünkü ashâb-ı
kîrâm, kendi aleyhine bile olsa, Hz. Peygamber'den işittiğini
nakletmekten çekinmeyecek derecede üstün mezîyetlere sahiptir. Ancak,
Allah Resulü'nün cenaze işleriyle uğraşması yüzünden,
halîfe seçimi sırasında hazır bulunamayan Hz. Ali ile
bu kadar önemli bir konunun istişare edilmemiş olması
bir eksiklik sayılabilir. Fakat, Ensâr'ın hilâfet konusunu müzâkere
etmekte olduğu topluluğa Hz. Ömer'le Hz. Ebû Bekr bile
sonradan katılmıştı. Bu çok önemli meselede yanlış
bir adımın atılması endişesi ve işin kısa
sürede çözülmesi zarûreti, seçimin Hz. Ebû Bekir lehine yapılmasını
gerekli kılmıştır. Nitekim daha sonra Hz. Ali de Ebû
Bekr'e bey'at* etmiştir.
Müslümanlar, Ehl-i Beyt denen 'Ali ve ailesini' öteki
Ashâb-ı Kîram'dan ve Allah Resulü'nün öteki halîfelerinden ayırmadan
severler. Onun ailesine yapılan haksızlığa ve zulme
karşıdırlar ve tarih içinde de karşı olmuşlardır.
Meselâ, Ahmed b. Hanbel* (rh.a), "Ehlü's-Sünne ve'-l Hadîs"
taraftarlarının Hz. Muhammed (s.a.s.)' in ailesine hak
ettikleri muhabbeti gösterdikleri ve Ali İbn Ebî Tâlib'in (r.a.)
haklarını tanıdıkları için "Ali'nin 'şiası,
taraftarı" olduğunu ifade etmektedir. Aynı tavrı
İmam-ı Â'zam da takınarak Abbasîlere karşı
İmam Zeyd'i desteklemiştir. Bu anlamda Şia, îtikâdî ve
siyasî bir mezhep olarak kabul edilirken, Alevîlik, Hz. Ebû Bekr es-Sıddık'a
(r.a.), Ömer el-Faruk'a (r.a.) ve Osman Zünnureyn (r.a.)'e ve daha pek
çok ashâb-ı kirâm'a buğz ve düşmanlık taşıyan
fikirlerle dolu bir tarîkat görünümündedir. Bu ifrata sebep olan
Emevilerdi. Emeviler devrinde, Ömer İbn-i Abdulaziz'in hilâfetine
kadar cuma hutbelerinde Ali İbn Ebî Tâlib'e (r.a.) ve ehl-i
beytine hakaret edilir ve lânetler okunurdu. Onların bu yanlış
hareketleri öteki müslümanları bağlamazdı. Çünkü
onlar, bütün müslümanları temsil edemezlerdi. Hele hilâfet
konusundaki olayları göze alarak öteki, müslümanları zalim
görmek ve göstermek haksızlıktır ve hakdan sapmadır.
Ne Resulullah'ın üç halifesi ne de Ashâb-ı Kirâm, Ali
İbn Ebi Talib hakkında düşmanlık eseri bırakmamışlardır.
Alevîlik, zaman içinde parçalanmış ve sayısı yüze
varan tarîkatlara ve yollara ayrılmıştır. Ancak
bunları İmam Ebu Câ'fer es-Sâdık'ın içtihatlarıyla
amel eden ve müslümanlarla aralarında bir fark görmediklerini söyleyen,
yeryüzünde Allah'ın hâkimiyetini istediklerini haykıran
Ca'feriyye ve Zeydiye kollarına bağlı müslümanlarla karıştırmamak
gerekir. Câferî müslümanları Şia içerisinde incelerken, dünü,
bugünü ve îman-amel ilişkisiyle gözönüne almak ve ona göre
değerlendirme yapmak faydalı olacaktır. Câferîlerle,
Zeydîleri Alevîliğin diğer kolları olan Batînîler, *
Karmatîler, * hatta kuzey Afrika ve Mısır'da uzun yıllar
hüküm süren Fâtımîlerden, bugün Anadolu'da yaşayan Alevîler'den,
Lübnan ve Suriye'deki Dürzî ve Nusayrîlerden ayırt etmek
gerekir.
Alevîlerden Gulât olanlar yani aşırı
gidenler Hz. Ali'de, diğer halifelerde bulunmayan ilâhî
nitelikler ve özellikler olduğuna inanıyorlar. İslâm
tarihinde bu görüşü ve inancı daha da ileri götürerek,
Allah'ın Ali'nin varlığında, insan suretinde görünüş
alanına çıktığını, onun bir ilâh-insan
olduğunu söyleyenler bile çıktı. Ali'nin mehdi olduğunu,
ölmediğini ve kıyamet gününden önce çıkarak dünyada
adaleti sağlayacağını öne sürdüler. Bunlar "sebeîler"dir.
İslâm'da ilk dînî ayrılık hareketini teşkil eden
ilk Alevîlik, Hz. Ali daha hayatta iken San'alı bir Yahudi olan
İbn Sebe'nin telkini ile başlamıştır. Bundan
sonra Ali'nin ve soyunun, hatta İbn Sem'an, Ebû Mansur el-İclî,
Ebu'l-Hattâb, Horasanlı Ebû Müslim gibi Ali ile aile bağı
bulunmayan ve sadece taraftarlık yapan birtakım yabancıların
öncülük ettiği tenâsüha, ibâhaya, farzları terketmenin
caiz olduğuna ve imanın, imamı bilmekten ibaret bulunduğuna
inanan birçok Alevî kolları meydana çıkmıştır.
Dağınık Alevî kollarını
birleştiren Câ'fer es-Sâdık'*a bir aralık gidip gelen
ve inanışlarında İslâm'a aykırı şeyler
bulunduğu için kovulan, İmam Câfer'in lânetlemesine uğrayan
Ebî Mansur el-İclî ile Ebû'l-Hattâb'ın ekolü, "İsmâiliye*"
veya "Yedi İmam" mezhebini oluşturmuştur. Batınîlik
adı verilen bu mezhep Yemen'de kökleşmiş, Irak, İran,
Horasan ve Türkistan'a kol atmış ve batıda Endülüs'e
kadar yayılmıştır. Bu mezhepten olanlar Bahreyn'de
ve Ahsâ'da Karmatiyye mezhep ve hükümetini, Kûfe'de ve Basra'da birçok
ihtilâlleri, Mağrip'te önce "Alevî Hükûmeti"ni,
sonra Mısır'da Fâtımî halifeliğini vücûda
getirmişlerdir. Cebel-i Dürûz'da Lübnan'da yaşamakta olan
"Dürzîlik"le daha birçok fırka ve mezhepler Batınîlikten
doğmuştur. Muhammed b. Nusayr de bu arada bugün Suriye, Lübnan
ve Adana yöresinde sâlikleri bulunan "Nusayrîlik"i kurmuştur.
Hz. Ali'nin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle
Kerbelâ olayı Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi, Alevî topluluğun
siyasî bir görüş çevresinde toplanmasına yol açtı.
Sonraları Şia (Şiîlik) adını alan ve daha çok
İran'da gelişen Alevî mezhebinin özünü besleyen bu olaylar
zinciri oldu. İslâm ordusunun doğuya doğru ilerlediğini
gören İran, bağımsızlığını
kaybedeceğini anlayınca, İslâm'ın içinde doğan
ve gelişen Hz. Ali taraftarlığını eski dîn ve
siyasetleriyle kaynaştırarak benimsedi. Bundan Alevîliğin,
bir başka kolu doğdu. Alevî inancı bu yeni ad altında
hızla gelişti. Bu inanca, ruhun bedenden bedene geçişini
(tenâsüh) kabul eden Hind inançları da yine İran etkisiyle
karıştı.
Anadolu Alevîliği ise, sadece Batınîlik'in
devamı değildir. Yesevî, Kalenderî, Hayderî gibi Türk
tarikatlarının, Hurûfiliğin, Vücûdiyye ve Dehriyye
inançlarının karıştığı, bazı Türk
gelenek ve göreneklerinin ve halk şiirinin yaşadığı
bir dünyadır. Onda "tenâsüh", "hulûl",
"ibâha" ve bir çeşit "iştirak"
ilkeleriyle birlikte, Türk şölenlerini andıran âyinler de görülür.
XIII. yüzyılda Anadolu'nun fikir hayatında Orta Asya'dan ve
Horasan'dan göçen bilgin ve mutasavvıfların derin etkileri
olmuştur. Bu arada Harezm'li göçmenler, köylere varıncaya
kadar Anadolu'nun dînî havasının değişmesine yol açmışlardır.
Bu tarihi kökenlere dayanan Alevîlik günümüzde varlığını
sürdürmektedir. Şiîlik, Bektâşîlik ve Kızılbaşlık
gibi Alevî kollarının özel törenleri, toplantıları
bulunmaktadır. Bu kolların hepsinde Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da
şehid edildiği 10. Muharrem günü kutsal olup, matem günü
kabul edilir. Şiîler o gün, özel anma törenleri düzenler, dövünür,
ağlar, yakınırlar. Kızılbaş ve Bektâşîler
bu günün acısını çeker, fakat dövünmezler. Alevî törenlerinin
en büyüğü kadınların da katıldığı
"cem âyini"dir. Bu tören cuma günleri düzenlenir. Cem âyininin
küçüğüne "dernek" denir. Bu toplantılar sazlısözlü,
içkili olur. Özel zikirler yapılır. Töreni yöneten dede
tarafından bir sure veya ayet okunur. Ayrıca cem'âyininden başka
"görgü âyini", canlardan birinin diğerini şikâyeti
hâlinde "sorgu âyini" düzenlenir. Nevrûz, hem bahar bayramı,
hem de Hz. Ali'nin doğum günü sayıldığı için,
genellikle kutsal kabul edilir ve törenler düzenlenir .
Alevîlik İran'da olduğu gibi Anadolu'da da
daha çok şiir ve edebiyatla yayılmıştır. Alevîlerin
büyük tanıdığı yedi şair; Nesimî, Fuzûlî,
Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Virânî'dir.
Bunlardan Nesimî ve Fuzûlî dışındakiler tam batinîdirler.
Yollarını müstakil bir dîn ekolü ve
İslâmiyetin esası kabul eden Alevîler, Hz. Peygamber, Hz.
Ali, Oniki İmam ve Hacı Bektaş Velî'yi kendi yorumcu ve
düşünürleri sayarlar.