Hz. Peygamber'in vefatından sonra İmametin
        Hz. Ali ve evlatlarına ait bir hak olup nass ve tayinle gerçekleşeceğini
        iddia eden birbirlerinden farklı mezheplerin müşterek adı.
        Şîa kelimesi Arapcada şe-ye-a kökünden
        fırka, bölük, taraftar, yardımcı, bir kimseye uyan ve
        yardımcı olan manalarına gelen bir kelimedir. Kur'ân-ı
        Kerîm'de değişik yerlerde geçen bu kelime (bk. el-En'am,
        6/65, 159; el-Hicr, 15/10; Meryem, 19/69; el-Kasas, 28/4, 15; er-Rûm,
        30/32; Sebe, 34/54; el-Kamer,54/-51; es-Saffât, 37/83) Arapçada daha
        çok taraftar anlamında kullanılmıştır. Genel
        olarak halife Osman b. Affan'ın öldürülmesinden sonra meydana
        gelen olaylarda Ali b. Ebi Talib tarafını tutan, onunla
        birlikte düşmanlarına karşı savaşan ve mücadele
        edenlere Ali b. Ebi Talib'in taraftarları (Şatu Ali b. Ebi
        Talib) denildiği görülmektedir (eş-Şehristan, el-Milel
        ve'nNihal, I, 146). Şîa kelimesinin bu manada kullanılışı
        genel olarak Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 61/10 Ekim 681 tarihinde Kerbelâ'da
        şehid edilişinden sonraya kadar devam etmiştir. Kerbelâ
        hadisesinden bir süre sonra Şîa kelimesi bir terim olarak
        Emevilere karşı Hz. Hüseyin'in intikamını almak,
        Hz. Ali ve soyunun haklarını aramak, onun nesline yardım
        etmek için bir araya gelenleri ve onlara taraftar olanları ifâde
        etmeye başlamıştır.
        Şîa'nın ne zaman doğduğu
        konusu oldukça ihtilaflıdır. Şii kaynaklar, Hz.
        Peygamber zamanında, Ali b. Ebî Talib'i diğer sahabelerden üstün
        gören ve onu halifeliğe en layık sahabi olarak kabul eden Ebu
        Zer el-Gıfarî, Selmân el-Farisî, Mikdad b. el-Esved gibi ashabın
        ilk şiîler olduğunu, bu bakımdan Şîa'nın Hz.
        Peygamber devrinde doğduğunu belirtmektedir (bk. En-Nevbaht,
        Firaku'ş-şîa, Necef 1368, 39-40). Fakat Hz. Ali'yi üstün ve
        faziletli gören bu grup ile daha sonra mezhep olarak teşekkül
        etmiş olan Şîa'nın Hz. Peygamberin vefatını
        takiben, Hz. Ali'nin meşru halife olduğu iddiasıyla doğan
        tamamen bir siyasi hareket olarak çıktığı iddiası
        (bk. Bernard Lewis, the Origins of İsmailism, Cambridge 1940, 23 ve
        Ahmed Emin, Fecrul-İslâm, Kahire 1964, 266 vd.) yanında Hz.
        Osman'ın öldürülmesinden sonra (bk. J. Wellhausen, el-Havâric
        ve'ş-Şa, Kahire 1968, 146) veya Hz. Ali'nin halifeliği
        esnasında özellikle Camel ve Sıffın savaşlarını
        takiben (bk. İbnü'n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1954, 175) yahut Hz.
        Ali'nin öldürülmesi ve cemaatin Muaviye b. Ebi Süfyan'a beyat etmesi
        ile doğduğu (bk. Taha Hüseyin, el-Fitnetu'l-Kübra, II,
        Kahire 1966, 175) ileri sürülür. Bütün bu olaylar Şîa'nın
        ortaya çıkış zamanını kesin olarak
        belirtmeseler de olayların hepsinin Şîa'nın gelişmesinde
        müessir olduğu görülmektedir.
        Şîa diger fırkalar gibi, İslâm'da
        ana bünye diyebileceğimiz cemaatten ayrılarak, yine İslâm
        içinde ortaya çıkan bir zümreleşme hareketidir. Hz. Ali'nin,
        Hz. Peygamber tarafından takdir edilen, yiğitlik, kahramanlık,
        ilim ve takva gibi şahsî meziyetleri bize kadar intikal eden özellikleridir.
        Onun bu özelliklerinden dolayı bazı sahabîler tarafından
        beğenilip takdir edilmesi ve üstün görülmesi manevi bir bağlılık
        ve samimi bir dostluk ifade etmektedir.
        Hz. Peygamber'in ashabından bazılarını
        takdir eden ifâdeler kullanması ve onlara iltifatı düşünüldüğünde
        sadece Hz. Ali'nin özelliklerini takdir etmediği de görülür. Bütün
        bunlar dikkate alındığı takdirde Hz. Ali devri de
        dahil Hulefâyı Raşidin devrinde, dostluk ve sevgi izharı
        ötesinde bir mezhebî gruplaşma olmadığı anlaşılır.
        Bu açıdan Şîa'nın Hz. Peygamber devrinde teşekkülü
        mümkün görülmemektedir.
        Şîa en erken, Hz. Hüseyin'in şehâdetinden
        sonra siyasî bir eğilim olarak kamuoyu oluşturmaya başlamıştır.
        Özellikle 65/684 yıllarında ortaya çıkan ve Hz. Hüseyin'in
        intikamını almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde
        yardımsız bıraktıkları için ızdırap
        duyan ve tevbe eden Kûfelilerin oluşturduğu Tevvâbin
        hareketi, Şîa'nın bir terim haline gelişinin ve İslâm
        içinde bir kitleleşme hareketinin başlamasının ilk
        belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir. Tevvâbin hareketinin
        Emeviler karşısında başarı kazanamaması
        sonucunda, kurtulanlarla birlikte, Ehl-i Beyt'in intikamını
        almak için ortaya çıkan Hz. Ali'nin Havle binti'l-Hanefiyye'den
        doğan oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunan,
        İslâm tarihinde Mehdilik, gaib imam, ric'at ve bedâ gibi görüşlerle
        esaslı yankılar uyandıran Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Sakaf
        (67/687) gibi kimseler de Hz. Ali'nin neslinin adını
        kullanarak toplumun içinde itibar kazanmaya çalışmışlardır.
        Keysaniyye veya Muhtariyye ismi ile ortaya çıkan ve Muhammed b.
        el-Hanefiye'nin imametinini savunan bu fırka günümüze ulaşmamıştır.
        Şia'nın bütün fırkalarında
        ilk ve ihtilafsız İmam Hz. Ali'dir. Onun ölümünden sonra
        imamet görevi oğulları Hasan ve Hüseyin'e intikal etti. Hüseyin
        b. Ali'nin ölümünden sonra imamet oğlu Ali b. Hüseyin Zeynü'lAbidin'e
        geçti. Emevilere karşı Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini
        savunanlar da, onun ölümünden sonra Ali b. Hüseyin'e bağlandılar.
        Böylece imamet hemen tamimiyle Hz. Ali'nin, Hz. Hüseyin'den
        gelen evlâtlarına intikal etmiş oldu.
        Kerbelâ'da katliamdan kurtulan Ali b. Hüseyin,
        Medine'ye intikal ettikten sonra siyasetten tamamen uzaklaşarak ölümüne
        kadar (95/713) ilimle meşgul oldu ve çevresindeki insanları
        yetiştirmeye gayret etti. Daha sonra imâmeti devam ettiren büyük
        oğlu Muhammed el-Bâkır ölümüne kadar (114/733) babasının
        prensiplerini izleyerek ilmî konularla meşgul oldu ve çevresindeki
        mensuplarını korumak için siyasetten uzak kalmaya çaba
        sarfetti. Altıncı İmam Ca'fer es-Sâdık gerçekten
        alim ve faziletli bir kişidir (bk. Mustafa Öz, "Ca'fer es-Sadık",
        TDV İslâm Ansiklopedisi, VII, I, 3). Devrinde birçok kimse
        kendisinden istifâde etmiştir. Bu imamın devrinde, İslâm
        tarihinde, Hz. Hüseyin'in şehadetinden sonra Emevilere karşı,
        Ehl-i Beyt adına ilk defa ayaklanan Zeyd b. Zeynü'l-Abidin'dir.
        Ali b. Hüseyin Zeynü'l-Abidin'in küçük oğlu, Muhammed el-Bâkır'ın
        kardeşi ve Ca'fer es-Sadık'ın amcası ve akranı
        olan Zeyd, Emevi halifelerinden Hişam b. Abdulmelik'e karşı
        Kûfe'de isyan etti. Kendisine bey'at eden onbeşbin kişi ile
        Hişam'ın Kûfe-Basra (Irakeyn) valisi Yusuf b. Ömer es-Sakafi
        ile giriştiği savaşta (122/740) başarısızlığa
        uğradı ve öldürüldü. Zeyd'den sonra fikirlerini sürdüren
        oğlu Yahya (ö. 125/743) ile Zeydîyye fırkası ortaya çıkmıştır.
        Zeyd b. Zeynelâbidin'in ölümünden sonra
        Carudiyye, Süleymaniyye, Batriyye gibi çeşitli fırkalara ayrılan
        Zeydîyye mensupları uzun süre dağınık halde kalmışlardır.
        Abbasi halifelerinin siyasî otoritelerinin zayıflamasından
        faydalanarak Yemen ve Taberistan'da ayaklanarak muhtelif devletler kurmuşlardır.
        Hazar denizinin güneyinde Taberistan'da kurulan zeydî devleti 305
        (917) yılına kadar varlığını sürdürmüştür.
        Yemen Zeydîliği ise günümüze kadar varlığını
        muhafaza edebilmiştir. VI/XII. yüzyıldan itibâren sınırlarını
        Tihâme'ye kadar genişleten Zeydler daha sonra Osmanlı
        hakimiyetine girmişlerdir. Günümüzde Yemen'in resmî mezhebi
        Zeydîyedir. İmâmet konusunda daha mutedil bir yol izleyen bu fırka
        mensupları büyük günah işleyenler hakkında daha çok
        Haricilik ve Mutezile'nin tesiri altında bulundukları için bu
        tip kimselerin tam anlamıyla tevbe etmedikçe Cehennemde ebedi
        kalacakları görüşündedirler. Fıkıh konusunda
        genel olarak, Ehl-i Sünnet mezheplerinden Hanefiliğe yakın
        bir yol izlerler. İsnaaşeriyye'den * farklı olarak mut'a
        nikahını meşru olarak kabul etmezler (Konu ile ilgili
        geniş bilgi için bk. Zeydîyye Mad).
        Ca'fer es-Sadık'ın imamet devresinde önceleri
        oğlu İsmail'in kendisine halef olacağını kesin
        olarak belirtmişken daha sonra bazı sebeplerle onu
        halifelikten çekti. İsmail babasının sağlığında
        vefat etti. 148 (765) yılında, Ca'fer es-Sadık'ın ölümü
        üzerine, İsmail'in taraftarları onun adına oğlu
        Muhammed b. İsmail'e bey'at ettiler. Böylece Şîa bünyesinde
        İsmailiyye adı ile anılan yeni bir fırka ortaya çıkmış
        oldu.
        Aşırı bir Şiî mezhebi olan
        İsmailiyye kuruluşundan itibaren bir buçuk asır süre
        ile gizli imamlar ve dâiler tarafından idâre edildi. Basra, Kûfe,
        İran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler,
        mezhebi yaymak için büyük çaba gösterdiler. Ali b. el-Fadl ve
        İbn Havşeb, Yemen'de Ebu Said el-Cennâbî ve oğlu Ebu
        Tahir el-Cennâbî Bahreyn'de, Ebu Abdulah eş-Şiî ise Kuzey
        Afrika'da devlet kurmaya muvaffak oldular. III/IX. asrın sonuna doğru
        Suriye'nin Selemiyye şehrinden Kuzey Afrika'ya intikal ederek
        burada mehdiligini ilan eden İsmaili imamı Ubeydullah 297
        (909) yılında Fatimîler Devletini kurmayı başardı.
        Kısa zamanda Mısır'ı ele geçiren Fatımler,
        burada kurdukları müesseselerle yaklaşık üç asır
        süreyle mezheplerini yaymaya çalıştılar. Fatımî
        halifelerinden el-Mustansır'ın 487 (1094) yılında ölümü
        ile birlikte İsmailiyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük
        kola ayrıldı. Doğu ve Batı İsmailiyyesi
        diyebileceğimiz bu iki koldan birincisi İran'da Hasan Sabbah'ın
        şahsında büyük bir himayeci bulmuş, özellikle Kazvin
        yakınında başta Alamut kalesi olmak üzere diğer
        kalelerde yerleşen Nizarî fedaileri İslâm hükümdar ve
        devletleri için daima bir korku unsuru olmuşlardır. İsmailiyye'nin
        bu kolu 1254 yılında Hülagu tarafından, Suriye Nizârleri
        ise 1273 yılında Sultan Baybars tarafından ortadan kaldırılmıştır.
        İsmailiyye'nin Musta'liyye kolu ise kısa bir müddet Mısır'da
        hâkimiyetini sürdürmüş, daha sonra birbirinden farklı
        kollara ayrılarak Yemen'e intikal etmiştir. Buradan
        Hindistan'a geçen Müsta'liler, günümüzde Davudler ve Süleymanîler
        olmak üzere iki kısma bölünmüşlerdir. Müsta'lî İsmailleri
        Hindistan'da Bohra adıyla anılmaktadırlar.
        Hülagu'dan sonra daha çok İran Azerbaycan'ında
        kalan Nizarî İsmailîler, tasavvufi bir görünüm altında
        varlıklarını sürdürmüşlerdir. 1718 yılında
        öldürülen 45. Nizarî imamı Halilullah Şah'tan sonra İran
        Kaçar sarayında Ağa Han ünvanı ile damat olan 46.
        İsmailî imamı Hasan Ali Şah'tan itibaren Nizârî
        imamları Ağa Han ünvanı ile anılmışlardır.
        Ali Şah ve Sultan Muhammed Şah'dan sonra günümüzdeki Nizârî
        İsmailîyyenin 49. imamı olan Kerim Ağa Han bu görüşü
        sürdürmektedir.
        Tarih boyunca Batıniyye, Sebiyye, Talimiyye,
        Melâhide vb. isimlerle anılan İsmâilîyye'nin Behvalar hariç
        günümüzde ilmî çalışmaları, bir tefsir ve fıkıh
        sistemleri mevcut değildir. Daha çok ticâretle uğraşan
        İsmailiyye mensuplarına göre dinin en önemli özelliği
        imâmettir. İbadetler konusunda diğer Şîa fırkalarından
        oldukça farklı özellik gösterirler (Geniş bilgi için bk.
        İsmilyye mad.).
        Ca'fer es-Sadık'tan sonra taraftarlarının
        ekseriyeti oğlu Musa el-Kâzım'a tabi oldular. Harun er-Reşid
        zamanında isyan edebileceği endişesiyle Medine'den Bağdad'a
        celbedilen Musa el-Kâzım uzun süre hapis hayatı yaşamıştır.
        Kendisinin 183 (799) yılında ölümü üzerine imam olan Ali
        er-Rıza, Abbasi halifelerinden el-Me'mun tarafından Irak'a
        getirilerek veliahd tayin edilmiş daha sonra 203 (818) yılında
        zehirlenmek suretiyle öldürülmüştür. Bundan sonraki imamlar sırasıyla
        Muhammed et-Takî (ö. 220/835), Ali en-Nakî (ö. 254/868), Hasan
        el-Askerî (ö. 260/873) ve Muhammed el-Mehdi'dir. el-Mehdiyyü'l-Muntazar,
        Hüccet, Sahibuzzaman lakaplarıyla anılan Sâmarra'da bir
        mahzende kaybolduğuna, yeniden dünyaya gelip dünyayı ıslâh
        edeceğine inanılan bu imamla, imamların sayısı
        onikiye ulaştığı için Şîa'nın bu fırkası
        İsnaaşeriyye (onikiciler) diye anılır. Ayrıca
        imameti dinin en önemli rüknü saymaları hasebiyle İmamiyye,
        İmam Ca'fer es-Sadık'ın fıkhını
        uygulamaları sebebiyle de Caferiyye diye bilinirler.
        İmamiyye bir fırka olarak 260 (873) yılından
        sonra teessüs etmiştir. Bu bakımdan Zeydiyye ve İsmiliyye'den
        daha geç oluşmuş bir fırkadır. 12. imamın 260
        (873) - 328 (940) yılına kadar süren gaybet devresinde Ebu
        Amr Osman b. Said, Ebu Cafer Muhammed, Hüseyin b. Ruh ve Ali b.
        Muhammed gibi sefirler aracılığıyla imamla irtibat
        kurulduğu için bu devreye küçük gaybet devresi denilir. 238
        (940) yılında son sefirin ölümü ile birlikte imamla irtibat
        kesildiği için günümüze kadar olan devre büyük gaybet devresi
        olarak adlandırılmaktadır.
        İmamiyye Şîası gaybet-i kübra
        yani büyük gaybetin başlamasından itibaren İran'ın
        resmi mezhebi olduğu 10 (16) asra kadar İslâm dünyasında
        güçlü bir varlık göstermemiştir. Ancak Safevilerin
        kurulmasıyla İmamiyye 907 (1501) 1149 (1736-37) yılları
        arasında kendisini himaye eden bir devlete sahip olmuştur.
        Şah İsmail devrinden itibaren İran'da camilerde ilk üç
        halifeye lânet edilmesi kararlaştırılmış,
        ezana ilaveler yapılmıştır. Safevilerin Şiîlik
        üzerine kurulu siyaseti ile Sünnilik üzerine kurulu Osmanlı
        siyaseti arasındaki farklılık sebebiyle Osmanlılarla
        İran ordusu arasında 1514 yılında cereyan eden Çaldıran
        savaşında İran ordusunun mağlup olması
        sonucunda Osmanlı-İran münasebetleri normal mecrasında yürümemiştir.
        12/18. yüzyıldan 14/20. yüzyıla kadar sağlanan bir
        devlet desteği olmadan kendi seyri içinde gelişme kaydeden
        İmamiyye şîasının temsilcileri olan ulema 1905-6 yıllarındaki
        anayasa faaliyetlerinde önemli rol oynamışlardır. Kaçar
        hanedanının 1925 yılında yıkılışından
        sonra İran'da idareyi ele geçiren Pehleviler devrinde ulema kısmî
        nüfuz kaybına uğramıştır. Uzun bir hazırlık
        döneminden sonra Şîa yetullah Humeynî'nin çabalarıyla 1979
        yılından itibaren İran'da hakim kılınmış
        ve mezhebin prensipleri devletin yürütülmesinde esas olarak kabul
        edilmiş bulunmaktadır. Tevhid, nübüvvet, imamet, adl ve mead
        esaslarını usuluddin olarak kabul eden bu fırka
        Zeydiyye'den sonraki mutedil bir şii firkası olarak kabul
        edilir.
        Kitap, sünnet, icma ve aklı, şer'i
        deliller olarak kabul eden bu fırka, ibâdet ve muameleler
        konusunda mut'a nikahı hariç Ehl-i Sünnet fıkhı ile cüz'i
        ayrılıklar göstermektedir. Günümüzde İran, Irak ve
        Pakistan'da bulunan bu mezhebin mensupları Şîa'nın büyük
        ekseriyetini teşkil etmektedirler (bk. Ca'feriyye mad).
        Bu üç fırkanın ötesinde kendilerini
        şiî sayan ve fakat mutedil Şîa'nın kendileri ile
        ilgileri bulunmadığını belirttikleri gulat, galiye
        yahut aşırı şiî fırkalar vardır. İslâm
        mezhepler tarihi ile ilgili eserlerde belirtilen Sebeiyye, Beyâniyye,
        Muğiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye
        ve Gurâbiyye gibi fırkalar Hz. Ali'yi ilâh yahut Allah'ın
        ona hulûl ettiğini iddia ettikleri için mutedil Şîa tarafından
        İslâm ve Şîa dışı aşırı
        cereyan olarak değerlendirilmektedir.
        Şîa fırkaları arasında müşterek
        nokta İmamet esasıdır. Düşüncelerine göre Cenab-ı
        Hak Hz. Peygamber'i İslâm dinini yaymak için göndermiş, o
        da peygamberlik görevini yerine getirerek yirmi üç sene süreyle
        Allah'ın dinin neşretmiştir. Hz. Peygamber'in inanç ve
        amel yönünden yirmi üç sene zarfında gerçekleştirdiği
        ıslah hareketinin O'nun ölümü ile ortadan kalkması Allah'ın
        hikmetine uygun düşmez. Bu sebeple Hz. Peygamber'in
        faaliyetlerinin boşa gitmemesi ve devam etmesi için nübüvvetle eş
        değer olan bir imamet müessesesi gereklidir. İslâm dünya
        durdukça devam edecek bir ilahî din olduğuna göre bütün
        zamanlar boyunca, Hz. Peygamber adına dinî konulara çözüm
        getirecek ve İslâm ümmetini yönetecek bir imama zaruri olarak
        ihtiyaç vardır. Bu imamın Hz. Peygamber'in neslinden olması
        gereklidir. İmamların ilki Ali b. Ebi Talib'dir. O, sadece Hz.
        Peygamber'in yakını ve damadı olduğu için değil
        Allah'ın emrinin gereği olarak imam tayin edilmiştir.
        Kendisinden sonra imâmet, -Keysaniyye hariç- Hz. Fâtıma'dan olan
        neslinden devam edecektir. Hz. Peygamber'e bu manada naib olan imamlar,
        onun ümmet üzerindeki velâyetini hâizdirler. İmamların
        tayini hiç bir zaman ölümlü, ihtirasına ve menfaatine tutkun
        olan insanlar tarafından değil, Allah, Peygamber ve bir önceki
        imam tarafından gerçekleştirilir. İmamlar Hz.
        Peygamberin ilminin hamilleri ve onun gibi masum kimselerdir. Aksi halde
        onların sözlerine itimad edilemez.
        Şîa'nın imamet konusunda böyle düşüncesine
        rağmen aralarında en çok ihtilaf edilen konunun yine imâmet
        olduğu söylenebilir. Hemen her imamın ölümünden sonra o imâmın
        oğulları arasında cereyan eden mücâdelelerde İmam
        olan kişinin güçlü ve itibarlı olması sebebiyle mi
        yoksa Allah'ın onu İmam tayin ettiğinden dolayı mı
        İmam olduğu konusu daima tartışılabilir. Yukarıda
        İmamet konusu ile ilgili esaslar genellikle günümüzde en güçlü
        olan İmamiyye yahut İsnaaşeriyye tarafından
        benimsenen hususlardır.
        İmamet konusunda en mutedil davranan Şiî
        mezhebi Zeydiyye'dir. Onlar yukarıda belirtildiği gibi, imamın
        Hz. Peygamber'in kızı Fatıma neslinden gelmesini kabul
        etmekle birlikte masumiyetini ve ismen tayinini benimsememektedirler.
        İmamın vasfen tayin edilmesi gereği üzerinde duran bu fırkaya
        göre, Hz. Fatıma neslinden gelen cömert, âlim ve takva sahibi
        olması gereken imam, kendini izhar edip imamlığını
        ilan etmelidir. Takıyye veya mestur imam düşüncesi
        Zeydiyye'de mevcut değildir.
        İsmail b. Ca'fer es-Sâdık'ı imam
        tanımakla İsmailiyye, nasların bâtınî manası
        bulunduğunu iddia ettikleri için Batıniyye ve bilginin akıl
        ve duyularla değil ancak masum imamın öğretmesiyle elde
        edileceğini iddia ettikleri için Ta'limiyye adını alan
        bu fırka imamet konusunda gerek ilk devrede gerekse Fâtımîler
        devrinde farklı özellikler göstermiştir. İmamı
        bilme ve ona bağlanma dinin aslı olduğu, dünya ve ahiret
        saadetine ancak bu şekilde ulaşılacağı, genel
        olarak İsmailiyye'nin prensipleri arasında bulunmaktadır.
        Bu fırka günümüzde imamet konusundaki müfrit düşüncelerini
        sürdürmektedir. İmametin dışında takıyye, bedâ,
        rec'at gibi talî esaslar Şîa fırkalarının
        ekseriyeti tarafından benimsenmektedir.
        Günümüzde İslâm dünyasının
        muhtelif yerlerinde Şîa mevcudu kesin bir istatistik bulunmamasına
        rağmen %7 - %9 arasında tahmin edilmektedir.