Print Page | Close Window

Şeytan

Printed From: Vesiletunnecat
Category: ORGANİZASYON
Forum Name: Eğitim - Öğrenim
Forum Description: Dini Bilgiler,Kur'an Alfabesi, Eğitim - Öğrenim
URL: http://www.vesiletunnecat.com/forum/forum_posts.asp?TID=1030
Printed Date: 29-03-2024 at 00:27


Topic: Şeytan
Posted By: kral
Subject: Şeytan
Date Posted: 01-03-2009 at 20:08

1) İnsanın Apaçık Düşmanı: ŞEYTAN

Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır.
(Fatır Suresi, 6)

İnsanın En Büyük Düşmanı
Her kim olursanız olun sizin sonsuz bir azap çekmenizi isteyen, bütün varlığını buna adamış son derece tehlikeli bir düşmanınız var. İsmi, Şeytan. Bir başka deyişle, Allah tarafından lanetlenmiş ve O'nun huzurundan kovulmuş olan İblis ve onun takipçileri.
O en büyük düşmanınız. Bir efsane ya da bir masal değil, gerçeğin ta kendisi. İnsanlık tarihinin her aşamasında var oldu. Yaşamış ve ölmüş milyarlarca insanı ateşin içine çekti ve halen çekiyor. Hiçbir zaman ayırım yapmaz. Genç, yaşlı, kadın, erkek, devlet başkanı veya dilenci farketmez. Her insan bu düşmanın hedefidir.
Bu yazıyı okurken de sizi gözlüyor ve planlar yapıyor. Tek arzusu var; kendisiyle beraber olabildiği kadar çok insanı —siz de dahil— cehenneme sürüklemek.
Zafer kazanması için insanların kendisine tapınması veya çok uç sapkınlıklar yapmaları gerekmiyor. İnsanlardan mutlaka Allah'ı inkar etmelerini de istemiyor. Zaten Allah'ı kendisi inkar etmiyor ki, insanlardan özellikle bunu istesin. Onun tek isteği düşmanlarını Allah'ın dininden ve Kuran'dan uzak tutmak, halis olarak Allah'a ibadet etmelerini engellemek, bunun sonucunda sonsuz azap çekmelerini sağlamak. Hatta kimi zaman dindarlık maskesi altında, Allah'ın adını kullanarak insanları gerçek dinden uzaklaştırıp, saptırıyor. Bu da insanları kendisiyle beraber cehennem çukurunun içine çekmek için yeterli. Hangi vesileyle olursa olsun, onu takip edenlerin sonu hiç değişmiyor:

Ona yazılmıştır: "Kim onu veli edinirse, şüphesiz o (şeytan) onu şaşırtıp-saptırır ve onu çılgın ateşin azabına yöneltir." (Hac Suresi, 4)
 
 
 
 
 2) İblis'in Allah'a isyanı

Kuran'a göre şeytan, ilk insan olan Hz. Adem'den bu yana insan neslini Allah yolundan saptırmak için çaba harcayan ve kıyamete kadar da harcayacak olan varlıkların genel adıdır. Tüm şeytanların atası ve en büyüğü ise, Hz. Adem'in yaratılmasıyla birlikte Allah'a isyan eden İblis'tir.
Kuran'dan öğrendiğimize göre Allah Hz. Adem'i yaratmış ve meleklerden ona secde etmelerini istemişti. Melekler Allah'ın emrini yerine getirirken, cinlerden olan İblis Hz. Adem'e secde etmedi. Kendisinin insandan daha üstün bir yaratık olduğunu öne sürdü. Bu itaatsizliği ve küstahlığı yüzünden Allah'ın huzurundan kovuldu.*

Allah'ın huzurundan ayrılmadan önce, bu duruma düşmesine neden olan insanları kendisi gibi saptırmak için Allah'tan süre istedi. Allah da ona kıyamet gününe kadar süre tanıdı. Böylece İblis'in insana karşı verdiği mücadele başladı. Allah İblis'i ve ona uyanları cehenneme dolduracağına hükmetti. Allah, Kuran'da bu olayı şöyle haber vermiştir:

Andolsun, biz sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Onlar da İblis'in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı.
(Allah) Dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" (İblis) Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."
(Allah:) "Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin."
O da: "(İnsanların) dirilecekleri güne kadar beni gözle(yip ertele.)" dedi.
(Allah:) "Sen gözlenip-ertelenenlerdensin" dedi.
Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım."
"Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın."
(Allah) Dedi: "Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak oradan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım." (Araf Suresi, 11-18)
İblis böylece Allah'ın huzurundan kovulduktan sonra, kıyamete kadar sürecek olan mücadelesine başladı. İnsanları aldatarak saptırmak için onlara sokuldu. İlk büyük tuzağı, cennette yaşamakta olan Hz. Adem'i ve eşini kandırarak onları Allah'ın emrine isyana sürüklemesiydi. İnsanlık tarihinin başlangıcındaki bu olay Kuran'da şöyle anlatılır:
Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.
Şeytan, kendilerinden "örtülüp gizlenen çirkin yerlerini" açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir."
Ve: "Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin de etti.
Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: "Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?"
Dediler ki: "Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız."
(Allah) Dedi ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta (geçim) vardır."
Dedi ki: "Orda yaşayacak, orda ölecek ve ordan çıkarılacaksınız." (Araf Suresi, 19-25)
İşte insanlığın dünyadaki yaşamının başlangıcı, Hz. Adem'in üstteki ayetlerde anlatılan hatasıydı. Ancak Hz. Adem Allah'a tevbe etti ve Allah onu bağışladı. Ancak İblis'in insanların aleyhine yürüttüğü mücadelesi son bulmadı. Kuran'ın Maide Suresi'nde bildirildiği gibi, Hz. Adem'in iki oğlundan birini ayarttı ve onu kardeşini öldürmeye sürükledi. (Maide Suresi, 27)
O tarihten sonra da İblis insan neslinden pek çok kişiyi kandırdı ve kendi safına çekti. Öte yandan diğer cinlerden de pek çok yandaşı oldu. İblis'in yolunu izleyen bu cinler, aynı onun gibi insanları saptırmak için onlara sokulmaya, onların "kalplerine gizlice vesvese vermeye" (Nas Suresi, 4) başladılar. İblis'in yandaşı olan bu cinler ve insanlar da onun sahip olduğu "şeytan" sıfatını kazandılar. (Şeytan, "uzak olmak" kökünden gelen bir kelimedir ve Allah'ın rahmetinden kovulup uzaklaştırılmış her azgın ve isyankar kulun sıfatıdır.)

Dolayısıyla insanoğlunun karşı karşıya olduğu en büyük tehlike olan şeytan, liderliğini İblis'in yaptığı bir grup cin ve insandır. Bu cin ve insanlar, İblis'in yolunu izlerler, kendileri saptıkları gibi diğer insanları da saptırmaya çalışırlar. "Cinni" (cinlerden olan) şeytanlar, insanlar tarafından görülmedikleri için onlara fark edilmeden yanaşır, zihinlerine saptırıcı düşünceler sokarlar. "İnsi" (insanlardan olan) şeytanlar ise diğer insanlara açıkça sokulur, onları Allah'ın yolundan alıkoymak için telkinde bulunurlar. Bu, insanın yakın dostu gibi görünen bir insan olabileceği gibi, bir zorba ya da bir "fikir adamı" da olabilir. Kuran'da, bu tehlikeye karşı müminlere şu dua öğretilmektedir:

De ki: İnsanların Rabbine sığınırım.
İnsanların malikine,
İnsanların (gerçek) ilahına;
"Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran" vesvesecinin şerrinden.
Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar);
Gerek cinlerden, gerekse insanlardan. (Nas Suresi, 1-6)
Şeytan insana bu denli sinsice yaklaşabilen bir düşman olduğuna göre, ondan sakınmak için azami dikkat göstermek gerekir. Bunun en başta gelen şartı, şeytanı tanımaktır. Şeytanı tanımak için ona baktığımızda ise, oldukça garip, oldukça esrarengiz bir mantığa sahip olduğunu görürüz. Önce İblis tarafından kullanılan ve sonra da onun tüm takipçileri tarafından devralınan bu mantığın temelinde, kibir ve büyüklenme yatmaktadır.
 
 
 3) Şeytanın Özellikleri

Şeytan her insanın hayatı boyunca binlerce defa karşılaşacağı en büyük düşmanıdır. Düşmandır çünkü, insan yüzünden Allah katındaki makamını kaybetmiştir. Yeryüzünde bulunmasının tek nedeni de insanları saptırmak için Allah'tan aldığı izindir. Kıyamete kadar, bu izin doğrultusunda olabildiği kadar çok insanı cehennem ateşine sürükleyecek, bunu başarmak için her türlü yolu deneyecektir. Bu amaçla şeytan, insanları her an gözler (Araf Suresi, 27), insana zarar verecek planlar ve oyunlar hazırlar.
Çoğu insan şeytanın ne kadar büyük bir tehlike olduğunun farkında bile değildir. Şeytan bu insanların mantığına göre, uzak, hatta hayali bir varlıktır. Onlara göre yalnızca çok büyük kötülükleri yapan, vahşi, cani kimseler şeytana uyarlar. Kendilerini ve kendileri gibi normal insanları zaten temiz kalpli görürler. Ancak arada yapılan ufak tefek hatalar için "şeytana uydum" denir.

Oysa bu gaflet, insanın hayatı boyunca yapabileceği en büyük hatalardan biridir. Çünkü şeytan —iman eden küçük bir grup dışında— insanların tamamına yakınını kendi kontrolü altına almıştır. Bu insanlar farkında olmadan en büyük düşmanları olan şeytanın istediği hayatı yaşar ve onun peşinden cehenneme giderler. Oysa insanların yapması gereken, şeytanı çok iyi tanımak ve onu düşman edinmektir. Allah bunu insanlara Fatır Suresi'nde emretmiştir:

Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin... (Fatır Suresi, 6)
Şeytanın farkına varmak, onu bir düşman olarak kavramak insanı kurtuluşa götüren adımlardan biridir. Bunun için öncelikle şeytanın özelliklerini, daha sonra da kullandığı taktikleri bilmek gerekir. Birçok Kuran ayetinde ayrıntılı olarak tarif edilen bu özellikler aşağıda ana başlıklar altında sıralanmıştır.

Sinsi ve Yalancıdır
Şeytan, insanları doğru yoldan alıkoyabilmek için öncelikle gerçekleri örter. Bunun en geçerli yolu ise sinsice yalan söyleyerek insanları kandırmaktır. Yalan yoluyla, sahte ve boş vaadler vererek insanları kendi tarafına çekmeye çalışır. Daha iyi bir sosyal statü, daha çok para, daha çok cinsellik, daha rahat bir hayat, hatta ahirette daha üstün bir konum bile vaad eder. Ancak yalan söylediğini ve boş vaadlerde bulunduğunu ahirette kendisi itiraf edecektir:
İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan vaadi vaadetti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim…(İbrahim Suresi, 22)
Fakat bu itiraf ancak dünya hayatı sona erdikten sonra, şeytan ve dostları kıyamet günü haşredildikleri zaman gerçekleşir. Elbette bu gerçeği öğrenmek şeytanın dostlarına hiçbir fayda sağlamaz. Hepsi tarih boyu şeytana tabi olan diğer insanlarla beraber cehenneme girerler.
 
İtaatten Çıkmış, Saygısız ve Nankördür
Şeytan kendisini yoktan var eden ve sahip olduğu bütün özellikleri veren Allah'a karşı büyük bir nankörlük içindedir. (İsra Suresi, 27) Bu nankörlük ve kendini bilmezlik içinde kendi yaratıcısına başkaldırmış ve itaatten çıkmıştır.
 
Azgın ve Kaypaktır
Şeytanın dikkat çekilen bir başka özelliği de hem azgın, hem de kaypak (Hac Suresi, 3) oluşudur.
 
İtaatten Düzeni İnanlar İçin Çok Zayıftır
Şeytanın iman edenlere karşı kurduğu tuzaklar ve hileli düzenler dıştan bakıldığında güçlü gibi gözükse de bu aslında bir aldanıştır. Çünkü gerçekte şeytanın hileli düzeni zayıftır ve yıkılmaya mahkumdur:
İman edenler Allah yolunda savaşırlar; inkar edenler ise tağut yolunda savaşırlar, öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır. (Nisa Suresi, 76)

Gücü Yalnızca Çağırmaya Yeter
Şeytanın insan üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur. O yalnızca insanları davet eder. Bu davete uyan insanın kendisidir. Yani insan bir vicdansızlık yaptığında, bunun sorumluluğunu şeytana yükleyip bırakamaz. Asıl kınaması gereken şeytana uyan nefsidir. Şeytan bu gerçeği ahirette kendisini suçlayan inkarcılara karşı şöyle bildirecektir:
...Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. (İbrahim Suresi, 22)

İnsanların Düşmanıdır
Şeytan'ın insanın başdüşmanı olduğu birçok ayette belirtilmiştir. (En'am Suresi 142, Kehf Suresi 50, Yasin Suresi 60) Çünkü şeytanın insana vermek istediği zarar, yeryüzünde hiç kimsenin veremeyeceği kadar büyüktür. Şeytan insanın cehennemde sonsuza kadar yanmasını ister. Bu sebeple de insanın en büyük düşmanıdır. Bu gerçek ayetlerde bildirilmektedir:
Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 168)
Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır. (Yusuf Suresi, 5)


İyilikten ve Hayırdan Yana Hiçbir Yönü Yoktur
Varlığını insana zarar ve sıkıntı vermeye adamış olan şeytan, insanlar için hiçbir hayır ve iyilik sahibi değildir. Şeytanın bu özelliği ayetlerde de "her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş" (Nisa Suresi, 117) olarak bildirilmiştir.
 
İnsanlar Üzerinde Bir Pisliktir
Şeytanın insan üzerindeki etkisi, Kuran'da "pislik" olarak tanımlanır:
...Sizi kendisiyle tertemiz kılmak, sizden şeytanın pisliklerini gidermek, kalplerinizin üstünde (güven ve kararlılık duygusunu) pekiştirmek ve bununla ayaklarınızı (arz üzerinde) sağlamlaştırmak için size gökten su indiriyordu. (Enfal Suresi, 11)

Allah Katından Kovulmuştur
Şeytan itaatsizliği ve nankörlüğü yüzünden Allah katından aşağılanarak ve horlanarak kovulmuştur. Zaten "şeytan" kelimesi de bizzat bu kovulmuşluk anlamını içermektedir. Şeytanın bu özelliği Al-i İmran Suresi 36, Tekvir Suresi 25 ve Hicr Suresi 17.
 
 
 
 4) Şeytanın Taktikleri

Kıyamete kadar sürecek mücadele sonucunda şeytan, milyarlarca insanı kendisiyle birlikte cehennem ateşinin içine sürükler. Ancak, bir grup vardır ki şeytan onlara karşı asla zafer kazanamayacaktır; müminler. Çünkü müminler Allah'ın yeryüzündeki halifeleridir ve O'nun koruması altındadırlar. Şeytanın oyunları onlara karşı etkisiz kalır. Şeytan tarafından da itiraf edilen bu gerçek Kuran'da şöyle geçer:
Dedi ki: "Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna." (Hicr Suresi, 39-40)
Ayetten de anlaşıldığı gibi şeytanın gücü gerçek müminleri saptırmaya yetmez. Ancak hiç kimse de kendisini kesin olarak "cennetlik" göremez. Mümin bir kimse "şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz" (Mearic Suresi, 28) ayeti gereğince imanını korumak için, her zaman "Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak" (Al-i İmran Suresi, 103) zorundadır. Şeytan, insanların "dosdoğru yollarına oturacağı" (Araf Suresi, 16), onların "ayaklarını kaydırmak" (Al-i İmran Suresi, 155) isteyeceği için, mümin onun hile ve oyunlarına karşı uyanık olmalıdır. Aksi takdirde hiç farkında bile olmadan bu tuzaklara düşer ve hatta bir süre sonra dinden dahi çıkabilir. Şimdi şeytanın insanları cehenneme sürüklemek için kullandığı taktikleri ayrı ayrı inceleyelim.
 
Vesvese Verir
Müminlerin en büyük düşmanlarına karşı mücadeleleri ömür boyu sürer. Bu savaş sırasında şeytan çok kurnaz yöntemler kullanır. İnsana hiçbir zaman gerçek yüzünü göstermez, karşısına çıkıp "ben şeytanım, ve senin cehennemde yanmanı istiyorum" demez. Onun yerine, "sinsice göğüslere ve kalplere vesvese vererek" (Nas Suresi, 4-5) kendi varlığını ustaca gizler. Şeytanın farkında olmayan bir insan, onun telkinlerini kendi kafasından geçen düşünceler zanneder. Dahası şeytan bu fikirlerin doğruluğuna onları inandırır. Bu sayede birçok insanı —kendileri şuurunda değilken— tamamen kontrolü altına alır.
Ancak müminler, göğüslere ve kalplere kadar girip fısıldayabilme yeteneğine sahip bu düşmanı, Kuran sayesinde saf dışı edebilirler. Mümin öncelikle, kalbinden gelen bu sesin, şeytana mı yoksa kendi vicdanına mı ait olduğunu teşhis edecek bir nur ve feraset sahibidir. Şeytanın oyununun farkına vardıktan sonra, Kuran'da emredilen hareketi yapar, Allah'a sığınır. Çünkü Allah'ı anan bir mümin karşısında şeytanın vesvesesinin hiçbir etkisi kalmaz. Allah bu önemli sırrı Kuran'da şöyle bildirir:

Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.
(Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (A'raf Suresi, 200-201)
Dünya hayatının bir imtihan yeri olması nedeniyle gün içinde insanın karşısına birçok farklı durum ve değişik ortam çıkabilir. Şartlar ve ortam ne olursa olsun, şeytan hep pusuda bekler. Bunlardan herhangi birinde müminin gösterebileceği en küçük zayıflık, şeytan için büyük bir fırsattır. Ve şeytan bu fırsatların hepsinde şansını dener. Ancak kendi varlığını hiçbir şekilde farkettirmemeye çalışır.
Eğer mümin, içinde bulunduğu ruh halinde veya ortamda bir şeylerin ters gittiğini, sıkıntı verdiğini veya vicdanını rahatsız ettiğini hissediyorsa —ki bu sıkıntı genelde vicdan yoluyla yapılan rahmani bir uyarıdır— hemen durup düşünmesi gerekir. Bunun için en kolay yol, insanın kendisine dışarıdan tarafsız bir yabancı gözüyle bakmasıdır. Böylece karşısındaki insanı —yani kendisini— şu sorular yardımıyla inceleyebilir:

O an için kafasından geçen düşünceler Kuran' uygun mu?
Allah'ı anmada gevşeklik mi gösteriyor?
Kuran'ın sınırlarını korumada, hükümlerini gözetmede gevşek mi davranıyor?
Planları Allah'ın rızası ve ahireti dışında bir amaca mı yönelik?
O an için kendi çıkarı diğer müminlerden daha mı ön planda?
Kendisine veya bir başka mümine yönelik kuşkusu, zannı mı var?
Müminler içinde kendisinin özel bir konumu olduğunu, yerinin doldurulamayacağını mı düşünüyor?
Olaylar karşısında tevekkülsüz davranıp haksızlığa uğradığını mı düşünüyor?
Yaptığı fedakarlığın diğer insanlar tarafından bilinmesini, bunun konuşulmasını mı istiyor?
Sevdiği bir maldan fedakarlık etmesi gerekiyor da, bunu bir bahane bulup yapmamaya mı çalışıyor?
Herhangi bir dünya malına karşı hırsı mı var?
Gelecek korkusu mu taşıyor?
Kendisine Kuran doğrultusunda yapılan bir uyarıya karşı tahammülsüz mü?
Allah'a ve dine düşman bir kimseye karşı içinde bir sevgi, bağlılık mı oluştu?
Kuran okumayı, dua etmeyi, veya salih amellerde bulunmayı geçersiz mazeretlerle erteledi mi?
Eğer içindeki sıkıntı burada sayılanlar veya bunlara benzer bir durumdan kaynaklanıyorsa, bu insana şeytan o an için musallat olmuş demektir. Kendinizin zannetiğiniz bu düşüncelerin hepsi de, şeytanın kalbinize fısıldadığı sözleridir.
Şeytan farklı insanlar için farklı taktikler kullanır. Örneğin dinden uzak, Kuran'dan gafil yaşayan bir kimseyi, bu hayat tarzına devam ettirecek taktikler izler. Onları tamamen dünya hayatına yöneltir, dünyanın gelip geçici süsüne iyice daldırır, böylece ömür boyu hak dinden uzak tutar.
Dine yeni yeni ilgi duymaya başlayan kimseyi, çevresi tarafından dışlanacağı, dinin hayatını kısıtlayacağı, eğer dini uygulamaya başlarsa bunu devam ettiremeyeceği gibi boş ve yersiz endişelere düşürerek dinden uzaklaştırmaya çalışır.

Şeytan müminlere karşı da faaliyetini sürdürür. Örneğin bir müminin her hangi bir mümine karşı sinirlenmesi veya Kuran okumayı aklından geçirdiğinde önemsiz bir bahane bulup bundan vazgeçmesi bu fısıltıların etkisindendir. Ancak şeytan mümine doğrudan "Kuran okuma", "Allah'ı anma" diye fısıldamaz. Çünkü bunun etkisiz olacağını bilir. Onun yerine insanın kafasını boş ve uzun emellerle oyalamaya çalışır. Eğer insan bu fısıltıların etkisinde kalır, ahireti unutup dünya hayatına dalarsa, bu gafletin etkisiyle doğal olarak Kuran'ın emrettiği yaşam biçiminden uzaklaşır. Bu tuzağa düşmemenin tek yolu şeytanın fısıltılarını zamanında teşhis edip Allah'a sığınmaktır.

Sağlıklı bir teşhis ise şeytanın özellikleri, taktikleri ve insan üzerinde oynadığı oyunlar bilindiği takdirde yapılabilir. Bunun için de tek yol gösterici Kuran'dır. İlerleyen sayfalarda Kuran ayetlerine göre şeytanın taktikleri, insanları Allah yolundan saptırmak için kurduğu tuzaklar ve müminlerin hareketlerine hata olarak yansıyan hileleri incelenecektir.
 

Şirk
Şirk, Kuran'da, Allah'a ortak koşarak O'ndan başkasını ilah edinmek anlamında kullanılan bir kelimedir. Ancak içinde bulundukları şirk yüzünden cehenneme gidecek milyarlarca insan, gerçekte şirk kelimesinin anlamını bile bilmezler. "Şirk koşmak, Allah'tan başkasını ilah edinmek" ifadesiyle, yaratıcı olarak Allah'tan başka bir yaratıcı kabul etmek, putlara tapmak gibi yüzyıllar öncesinin çok tanrılı dinlerinin kastedildiğini zannederler. Bu mantıktan yola çıkan cahiliye toplumu fertleri, "ben Allah'a inanıyorum, kimseye zararım yok, insanlara faydalıyım, cehenneme gideceğimi zannetmiyorum" gibi tamamen Kuran dışı, sapkın mantıklara sahip olurlar.
Oysa Allah'tan başka bir varlığı koruyucu güç olarak kabul etmek, Allah'tan başkasından korkmak, Allah'tan başkasına karşı müstakil bir sevgi duymak, Allah'a eş ve ortak koşmak anlamına gelir.

Allah'tan başka yol göstericiler edinmek de en yaygın şirk çeşitlerindendir. Günümüz cahiliye toplumu da, Allah'tan başka yol göstericiler kabul ederek ve bu yol göstericileri izleyerek, yüzyıllar öncesinin puta tapıcılığını yaşatırlar. Çok tanrılı dinlerin yerini insanlar tarafından ortaya atılan din-dışı ideolojiler, önünde bel bükülen putların yerini bu ideolojilerin kurucuları ya da kurucularının heykelleri almıştır. Ülkeler ve milliyetler ne olursa olsun, bu yolla milyarlarca insan Allah'ın dinini yaşamaktan alıkonulmuştur.

Elbette bu sapkınlığı en çok tahrik eden de şeytandır. Çünkü insanın Allah'tan uzaklaştığı her nokta şeytanın insana karşı başarı kazandığı bir cephedir. Bu yüzden şeytan, şirk sayesinde cahiliye insanlarının beyinlerini uyuşturur. Bütün yaşamlarını çepeçevre saran şirk, bu insanların sağlıklı düşünmelerini engeller. Yaşamlarını Allah'ın istediği şekilde, Kuran çerçevesinde değil, şeytanın telkinleri altında geçirirler.

Şirk içinde geçen bir  yaşam, şeytan tarafından hazırlanmış öyle sinsi bir tuzaktır ki, bu tuzağın içindekiler kendi durumlarının farkına bile varmazlar. Bu insanların çoğu kendilerini doğru yolda, hatta herkesten daha çok cennetlik görürler. Şirk koştuklarının bilincinde olmayan ve kendilerini kandıran bu insanların, ahiret günü aslında birer müşrik olduklarını öğrendiklerinde uğradıkları yıkım ayette şöyle anlatılmıştır:

Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: "Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?" (Bundan) Sonra onların: "Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik" demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup-uzaklaştı. (En'am Suresi, 22-24)
Şirki doğuran unsurlardan birisi de insana yaratılıştan verilen sevgi duygusunun yanlış yönlendirilmesidir. İslam'da insanın Allah'a yakınlaşmasına vesile olan bu duygu, cahiliyede Allah'tan uzaklaştıran şeytani bir tutku olmuştur. Müminler fıtratlarındaki sevgiyi asıl olarak Allah'a yöneltirler. Bu sevgi bütün sevgilerin üzerindedir. Diğer insanları ve varlıkları ise, Allah'a olan sevgilerinin bir tecellisi olarak severler. Bir insana bağımsız bir sevgi duymaları, örneğin Allah'a isyankar olan bir inkarcıya sevgi beslemeleri, Kuran'a göre mümkün değildir. Müminler Allah'ın hoşnutluğu için, Allah'ın sevdiğini sever, sevmediğini sevmezler. Müminlerin insan sevgisi Allah'a yöneltilen sevginin bir sonucu olduğundan, müşriklerin insan sevgisinden çok daha köklü ve kalıcıdır.
Müşrikler için sevgi, sahip oldukları sayısız ilaha karşı beslenir. Bu kimseler Allah'ı da sevdiklerini iddia ederler. Ancak bu sevgi sözde kalır. Bütün yaşamlarını gerçek sevgilerini yönelttikleri putları için harcarlar. Örneğin, babalarını, oğullarını, eşlerini, parayı, makam ve mevkiyi Allah'tan daha çok severler. İnkar edenlerin bu sevgileri bir ayette şöyle geçer:

İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını "eş ve ortak" tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)
Cahiliyede en yaygın olan şirk unsurlarından biri kadınlara duyulan tutku dolu sevgidir. Eğer herhangi bir kadına duyulan sevgi, Allah'a karşı duyulan sevgiden öte bir sevgiyse, söz konusu durum şirki doğurur. Oysa bir insana yöneltilen sevgi, ancak o kişideki güzelliklerin sahibinin Allah olduğu kalbe tam olarak yerleştirilmişse bir anlam kazanır. Allah'a karşı beslenecek sevgide bir sınır olmadığından, Allah için seven bir insanın karşısındakine yönelttiği sevgi de çok güçlü ve kalıcı olur.
Allah, kadınlara duyulan bu tutkunun, şeytanın bir oyunu olduğunu şöyle bildirmiştir:

Onlar, O'nu bırakıp da (birtakım) dişilere taparlar. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar. (Nisa Suresi, 117)
Şirk Allah'a karşı işlenmiş büyük bir günah ve nankörlüktür. Bu yüzden Allah bütün günahları affedebileceğini, ancak şirki kesinlikle affetmeyeceğini bildirmiştir:
Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. (Nisa Suresi, 48)
Şirk o kadar büyük bir tehlikedir ki, bütün bir ömrünü Allah'a ibadet etmekle geçiren kimseleri bile tehdit eder. Çünkü yapılan bütün salih ameller, şirk olduğu takdirde boşa gider. Bu yüzden şeytan, hayatlarını Allah'a adamış müminlere şirk koşturmak için türlü tuzaklar hazırlar, uygun fırsatlar bekler. Kimi zaman kadınları, kimi zaman parayı kimi zaman da başka yolları kullanmayı dener. Örneğin kazanılan bir zaferin ardından yapılan "bunu sen başardın" telkini de şeytanın bu amaçla hazırladığı bir tuzaktır. Böylece kişiyi, Allah'ın kontrolü dışında şahsi bir gücü olduğuna inandırmaya çalışır.
Müminler amellerinin olduğuna göre bu amellerinin boşa gitmesine neden olacak her türlü tehlikeye karşı son derece dikkatli olmalıdırlar. Bunun için Kuran'da müminlere yapılmış çok açık bir uyarı vardır:

Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): "Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın. "Hayır, artık (yalnızca) Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol." (Zümer Suresi, 65-66)

İnsanların Şükretmelerini Engeller
Şeytan Allah'ın huzurundan kovulmadan önce, kendi kendine önemli bir söz vermiştir. Bu söz, şeytanın insanlara karşı kullanacağı çok önemli taktiklerden birini gösterir:
"Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Araf Suresi, 17)
Şeytan insanların şükretmelerini engellemek ister. Çünkü şükür Allah'ın Kuran'da en çok üzerinde durduğu konulardan biridir. Yaklaşık 60 ayette şükürden ve şükretmenin öneminden bahsedilir. Allah'ın bu kadar önemle hatırlattığı bir konuyu insanlara göz ardı ettirmek, şeytanın elbette başlıca amaçlarından biri olacaktır.
Şükredebilmek için öncelikle şükrün önemini kavrayabilecek şuura sahip olmak gerekir. Şükreden bir insan, sahip olduğu nimetin tek sahibinin ve onu kendisine verenin Allah olduğunu ve Allah karşısındaki acizliğini bilir. Allah'ın büyüklüğünü, azametini gözardı eden, bunu kalbine sindiremeyen bir insanın şükrü de aynı derecede yüzeysel olur.
Şeytan tarafından yönlendirilen cahiliye toplumu zaten şükürden uzaktır. Şükretmek gibi temel bir ibadeti ancak başlarına gelen bir bela geçtikten sonra veya istenmeyen bir durum ortadan kalktığında oldukça kısa bir süre hatırlar, sonra tekrar küfür içindeki yaşamlarına geri dönerler. Kuran'da bu yapıya örnek olarak felakete uğradığı zaman dua eden, üzerlerinden sıkıntı kalktığı zaman şirk koşan insanların durumları verilmiştir:

De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz."
De ki: "Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız." (En'am Suresi, 63-64)
Oysa şükretmek insanın en önemli sorumluluklarından biridir. Çünkü her insanın hayatı şükredeceği sayısız nimetlerle doludur. Öyle ki bu nimetlerin bir genelleme yapılarak bile bitirilemeyeceği Nahl Suresi'nin 18. ayetinde belirtilmiştir. Kuran'da şükür için belirli bir sınır koyulmadığından, insan elindeki bütün nimetleri bir şükür vesilesi olarak kullanılabilir. Örneğin Hz. İbrahim gibi, kendisini yediren ve içirenin Allah olduğunun bilincinde olan bir kişi (Şuara Suresi, 79), her yemek yediğinde veya bir şey içtiğinde, bunları kendisine lütfeden Allah'a şükretmelidir.
Ancak şükretmek yalnızca yeme içme ile sınırlı kalmamalıdır. İnsanın günboyu istifade ettiği halde çoğu zaman aklına getirmediği, tefekkür etmediği ancak kaybettiği zaman değerinin farkına vardığı sayısız nimet vardır. Kuran'da sık sık bahsi geçen ve şükür vesilesi olarak bildirilen "görme" ve "işitme" nimetleri de bunlara örnektir.

Görme ve işitme tesadüfen ortaya çıkmış özellikler değildir. Allah'ın insanlara gözler, kulaklar vermesi, kendisine şükretmeleri, gerektiği gibi kulluk etmeleri amacıyladır:

Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78)
Aynı şekilde insanlar için ulaşım ve taşıma aracı olan gemilerin, dünyanın dörtte üçünü oluşturan denizlerin ve rüzgarların bile varlığı insanların şükretmelerine vesile olmalıdır. Allah bunu şöyle bildirir:
Denizi de sizin emrinize veren O'dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs-eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O'nun fazlından aramanız ve şükretmeniz içindir. (Nahl Suresi, 14)
Size kendi rahmetinden tattırması, emriyle gemileri yürütmesi ve O'nun fazlından (rızkınızı) aramanız ile umulur ki şükretmeniz için, rüzgarları müjde vericiler olarak göndermesi, O'nun ayetlerindendir. (Rum Suresi, 46)

Allah; kendi emriyle gemiler akıp gitsin ve O'nun fazlından ararsınız diye, sizin için denize boyun eğdirdi. Umulur ki şükredersiniz. (Casiye Suresi, 12)

Müminin kendisine verilen nimete şükretmesi, bu nimete ehil olduğunu gösteren bir delildir. Böylece hem nimetin hakkını vermiş olur, hem de daha üstün bir nimet için önünde yol açılır. Allah şükreden kullarına nimetlerini artıracağını bildirirken, şükretmeyen nankörleri azabıyla tehdit eder:
Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir. (İbrahim Suresi, 7)
Kendisine peygamberlik makamı verilmiş Hz. Süleyman'ın Allah'tan kendisine şükretmeyi ilham etmesini istemesi (Neml Suresi, 19) tüm müminlere örnek olmalıdır. Çünkü şeytan, insanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından yaklaşarak; unutturmak, nimetlere karşı ülfet duygusu vermek, önemsetmemek gibi hilelerle onları şükretmekten alıkoymaya çalışmaktadır.
 
Korku Vermesi
Müminlerin Allah'a olan yakınlıkları şeytana karşı manevi bir kalkan oluşturur. Allah'a teslim olmak, O'nu zikretmek, yeryüzündeki her olayın O'nun kontrolünde olduğunu bilmek ve katıksızca O'na yönelmek, müminlere önemli bir manevi güç sağlar. Şeytan her fırsatta müminlerin bu manevi güçlerini zayıflatacak yollar dener. Bu yollardan biri de insana Allah korkusu dışında başka "korku"lar vermektir.
Şeytanın bu silahı kullanmasının önemli bir nedeni vardır. Korku, şuurun kapanmasına, Allah ile bağlantının kopmasına ve tevekkülün ortadan kalkmasına sebep olur. İhlasını koruyan bir mümin için böyle bir durum söz konusu olmaz. Şeytan ancak gaflet içinde olan, şuuru geçici olarak veya tümüyle kapanmış kimseleri etkiler. Bir Kuran ayetinde asıl korkulması gereken gücün Allah olduğu şöyle hatırlatılmaktadır:

İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Ben'den korkun. (Al-i İmran Suresi, 175)
Müminler için dünya, bir kadere bağlı olarak yaşadıkları geçici bir mekandır. Korkacakları tek varlık da bu dünyanın ve kaderin yegane hakimi Allah'tır.
Mümin olmayanlar ise dünyayı, birbirinden bağımsız olay ve insanların yer aldığı kontrolsüz bir mekan zannederler. Şeytan herhangi bir vesile ile bu insanların kalplerine kolaylıkla korku sokar. Artık karşılarına çıkan her olay onlara göre sonu belli olmayan bir bilinmeyendir. Ölüm korkusuyla, fakirlik korkusuyla, gelecek korkusuyla Allah'a değil, sayısız putlarına sıkıca sarılırlar.

Şeytanın "korku" telkini mümin topluluğu içinde bulunan, ancak kalplerinde hastalık bulunan kimseler üzerinde de etkili olur. Allah yolunda bir güçlükle karşılaştıklarında kendilerini teslim alan bu korku, içinde bulundukları gafletin ortaya çıkmasını sağlar. Örneğin sıcak savaş ortamında korkularına yenik düşen bir grup insanın durumu Kuran'da şöyle bildirilmiştir:

İman edenler, derler ki: "(Savaş izni için) Bir sure indirilmeli değil miydi?" Fakat, içinde savaş (kıtal) zikri geçen muhkem bir sure indirildiği zaman, kalplerinde hastalık olanların, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş olanların bakışı gibi sana baktıklarını gördün... (Muhammed Suresi, 20)
Tevekküllü kimse kendisini tam olarak Allah'a ve kadere teslim eder. Korkudan tamamen arınır ve Allah'a tam teslimiyetin verdiği cesaretle Allah dışında hiçbir güçten korkmaz.
Yalnız burada unutulmaması gereken, müminlerin cesaretinin, şuursuz ve akılsız inkarcıların kendini bilmezliklerinden çok farklı bir özellik olduğudur. Bu duygu kadere tam olarak iman etmenin, Allah'a teslimiyetin verdiği kendine güven duygusudur. Samimi olarak iman etmeyenler tarafından asla taklit edilemez. Müminlerin bu cesaretinin Kuran'da birçok örneği vardır.

Örneğin Hz. Musa ve beraberindekiler, deniz ile Firavun'un ordusu arasında sıkıştıklarında, aralarındaki imanı zayıf olan kimseler yakalandıkları zannıyla korkuya kapılırlar. Oysa Hz. Musa, "Hayır, Rabbim benimledir" (Şuara Suresi, 62) diyerek Allah'a teslimiyetini ve güvenini ifade eder. Allah'a iman ettikleri için, Firavun tarafından kolları ve bacakları kesilmekle tehdit edilen büyücüler de aynı korkusuzluğu göstermişlerdir. Ateşe atılan Hz. İbrahim de aynı şekilde hiçbir korku duymamıştır. Kuran'ın Ahzab Suresi'nde bahsi geçen müminlerin, düşman birlikleriyle karşılaştıkları zaman "imanları ve teslimiyetleri" artmıştır. Çünkü şeytanın korku telkini tevekkül eden kimse üzerinde etkisizdir. Allah'ın ayetinde de bildirdiği gibi, şeytanın "...iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur". (Nahl Suresi, 99)
 

Müminlerin Arasını Bozmaya Çalışır
Kuran müminlerin birlik içinde, birbirlerine destek ve yardımcı olmalarını, birbirlerini gözleyip kollamalarını emreder. Bağın ne derece güçlü olması gerektiği aşağıdaki ayetle bildirilmiştir:
Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf Suresi, 4)
İşte şeytan bu önemli hükmü göz ardı ettirmeye ve müminlerin aralarındaki birliği yıpratmaya çalışır. Bu amaç doğrultusunda en büyük çabayı müminler arasındaki konuşmaları etki altında bırakmak için harcar. Kötü söz söyleme, imalı konuşma, laf dokundurma gibi cahiliye insanlarına ait çirkinlikleri yapmaya teşvik ederek müminlerin aralarını açmaya çalışır. İman eden bir kimse, şeytana karşı boş bulunduğu her an böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalabilir. Bu yüzden Kuran'da, müminler bu tehlikeye karşı uyarılır, birbirlerine karşı güzel söz söylemelerini emreder ve şeytanın müminlerin düşmanı olduğunu hatırlatır:
Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)
Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? (Maide Suresi, 91)

Öğüt Verdiği İnsanları İnandırır
Şeytan, başdüşmanı olan insanı sonsuz yıkıma uğratmak istediği halde, hiçbir şekilde bu niyetini ona sezdirmez. Tam aksine insana, öğüt vermek isteyen bir yardımcı kimliği altında yaklaşır. İnsanı, onun iyiliğini istediğine inandırdıktan sonra, kontrolü altına alır. Kişinin zaaflarını kullanarak, ona bu yönde telkinler yapar.
Hz. Adem'in, cennetten çıkarılmasına neden olan hatayı yapmasının sebebi de, bu sinsi tuzaktır. Şeytan Hz. Adem'e ve eşine bir dost gibi yaklaşmış ve onlara kendilerine öğüt verdiğine dair yemin etmiştir.

Şeytan, kendilerinden "örtülüp gizlenen çirkin yerlerini" açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir."
Ve: "Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin de etti. (Araf Suresi, 20-21)
Şeytan Hz. Adem'i ve eşini aldatarak cennetten kovulmalarını sağlamıştır. Hz. Adem ancak tevbe ettikten ve Allah'tan bağışlanma diledikten sonra tekrar doğru yolu bulabilmiştir.
Şeytanın düşmanı olduğu uyarısını bizzat Allah'tan duyan Hz. Adem'in, bu uyarıdan sonra bile şeytan tarafından kandırılması, insanın ömrü boyunca karşı karşıya olduğu gizli düşmanının ne kadar usta ve sinsi bir yalancı olduğunun bir delilidir.

Hz. Adem'e tüm şeytanların en büyüğü olan İblis tarafından verilen "ben size öğüt verenlerdenim" telkini, diğer insanlara da insi şeytanlar tarafından yapılır. Kendi kavmini Allah'ın yolundan alıkoyarken onlara, "...ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan da başkasına yöneltmiyorum" (Mümin Suresi, 29) diyen Firavun bunun bir örneğidir.

Benzer telkinlere bugünkü cahiliye toplumunda da sıkça rastlamak mümkündür. Dini yaşamak isteyen bir gence karşı yapılan "sen daha çok gençsin, hayatını yaşa, yaşlanınca zaten ibadet edersin" telkini buna bir örnektir. Telkini yapan kişi bunu kendisinin iyiliğini istediği için yaptığını öne sürer. Oysa çağırdığı yol cehennem yoludur.

Şeytan "öğüt verme" taktiğini uygulamak için öncelikle kişinin yakın çevresinde bulunan ve daha önceden kontrolü altına aldığı kimseleri kullanacaktır. Örneğin Kuran'da, iman ettikten sonra şeytan tarafından ayartılan, bu aşamadan sonra arkadaşlarının telkinleriyle sapan kişilerden bahsedilir. Bu "arkadaş"ların sözleri, şeytanın taktiğini çok net gözler önüne serer: "Doğru yola, bize gel..." Şeytanın bu taktiğinin bildirildiği ayetin tamamı şöyledir:

De ki: "Bize yararı ve zararı olmayan Allah'tan başka şeylere mi tapalım? Allah bizi hidayete erdirdikten sonra, şeytanların ayartarak yerde şaşkınca bıraktıkları, arkadaşlarının da: "Doğru yola, bize gel" diye kendisini çağırdığı kimse gibi topuklarımız üzerinde gerisin geri mi döndürülelim?" De ki: "Hiç şüphesiz Allah'ın yolu, asıl yoldur. Ve biz alemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk." (En'am Suresi, 71)
İnsan bu düşmana karşı son derece dikkatli olmak zorundadır. Ancak Allah'a tam olarak teslim olmuş ve O'nun zikrine sıkı sıkıya sarılmış bir kimse bunu başaracak şuura sahip olur. Şeytanın telkinlerinin kaynağını hemen teşhis eder ve zihninden söküp atar. Aksi takdirde kişi bunları kendi düşüncesi zanneder ve iradesini ona teslim eder.
 
Allah Adını Kullanarak Saptırması
Şeytanın en sinsi ve aldatıcı hilelerinden biri de insanlara Allah'ın ismini kullanarak yaklaşmasıdır. Bu yöntemle, Allah'ın razı olmadığı hareketlerin din ve Allah adına yapıldığını telkin eder. Söz konusu hareketleri hizmet, ibadet kisvesi altında yaptırır. Bu oyuna gelen bir insan, İslam'ın kendisine Allah yolunda mücadele etmesi için sağladığı imkanları ve tanıdığı özgürlükleri, tamamen kendi nefsini tatmin için kullanmaya başlar.
Örneğin böyle bir kişi, dine hizmet amacıyla küfrün yoğun olarak bulunduğu, aldatıcı dünya süsleriyle dolu bir ortama girdiğinde, sadece kendi nefsini düşünerek hareket eder. Başlangıçta meşru olan nimetlerden zevk almasında hiçbir sakınca yokken bir süre sonra durum değişir. İslamın hayrı için başlayan bir hareket amacından sapar, nimetler amaç haline gelir.

Belki görünüşte Allah'ın sınırları içinde hareket ediliyordur, ama kalpte Allah'ın rızası değil, nefsin doyurulması hırsı vardır. Yaptığı hareketten hiçbir ecir alamayacağı gibi imanı gittikçe zedelenmeye başlar. Şeytan bir kez daha dünya hayatının aldatıcı süsünü kullanarak ahireti terk ettirmiş, bahane olarak da "Allah'ın rızası"nı kullanmıştır:

Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak) aldatmasın. Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır. (Fatır Suresi, 5-6)
Küçük hesapların ve geçici dünya hayatının peşine düşerek imanları zayıflayan, üstelik çıkarlarını korumak için Allah rızasını siper edinen bu insanlar bir süre sonra münafık konumuna girerler:
(Münafıklar) Onlara seslenirler: "Biz sizlerle birlikte değil miydik?" Derler ki: "Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz, (Müslümanları acıların ve yıkımların sarmasını) gözetip-beklediniz, (Allah'a ve İslam'a karşı) kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı. Sonunda Allah'ın emri (olan ölüm) geliverdi; ve o aldatıcı da sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak, hatta masumca sizden görünerek) aldatmış oldu." (Hadid Suresi, 14)
Bu hile oldukça kafa karıştırıcı ve aldatıcıdır. Çünkü şeytan bu sefer insanın dosdoğru yolunun üzerine oturarak (Araf Suresi, 16) bir tuzak hazırlamıştır. Ancak Allah'tan gerektiği gibi korkup sakınan kimseler şeytanın bu oyununa gelmezler. Çünkü Allah kendisinden korkup sakınana, onu doğru yola ulaştıracak, doğruyu yanlıştan ayırmasını sağlayacak bir anlayış verir:
Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)
Şeytanın insanı Allah'ın adıyla aldatmasının bir başka yolu da, Allah'ın affediciliğini öne sürerek insanı günah işlemeye teşvik etmesidir. Allah elbetteki büyük bir merhamet sahibidir ve tevbe edip kendisinden bağışlanma dileyen her kulunun günahlarını affedebilir. Ama bir insan, "nasıl olsa Allah affeder" diyerek bile bile günah işlemeye başlarsa, çok tehlikeli bir yola girmiş olur. Zamanla kalbi katılaşır, duyarsızlaşır ve Allah korkusunu tümüyle yitirir. Kuran, "yakında bağışlanacağız" diyerek bile bile günah işleyen insanlardan (Araf Suresi, 169) söz ederken, Şeytan'ın insanı Allah adıyla aldatışının bir örneğini gösterir.
 
Müminin Zamanla Yıpranmasını İster
Şeytan zamanın mümini yıpratmasını ister, açık vermesini sabırla bekler. Kişinin maneviyatından zaman içinde kopardığı küçük tavizler, bir süre sonra kalbinin üzerinin kabuk bağlamasına ve aklının örtülerek şeytanın daha büyük telkin ve vesveselerine kapılabilmesine sebep olur. Bir Kuran ayeti, zaman içinde kazandıkları yüzünden, şeytan tarafından ayakları kaydırılmak istenen bir grup müminin haberini şöyle vermiştir:
İki topluluğun karşı karşıya geldikleri gün, sizden geri dönenleri, kazandıkları bazı şeyler dolayısıyla şeytan onların ayağını kaydırmak istemişti... (Al-i İmran,155)

Vaadlerde Bulunur
Şeytan insanları kandırmak için her sahtekarın ortak taktiğine başvurur. Karşısındakine boş vaadlerde bulunur. Münafıklar ve müşrikler de bu vaadlere inanırlar. Oysa bu basit bir aldanma değildir. İnsan sonsuz ahiretini, bu boş
vaadler sonucunda kaybeder.
Bu vaadlerin ortak özellikleri gelip geçici dünya hayatına yönelik olmalarıdır. Şeytan kimi zaman eğlence, cinsellik, ticaret, para, mülk, kimi zaman da daha güzel ve uzun bir hayat, sosyal statü, mevki, saygınlık vaad eder. "Yaldızlı sözler" fısıldar (En'am Suresi, 112). Ancak sebep her ne olursa olsun şeytana kananlar için sonuç hep aynıdır; sonsuz azap ve cehennem. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:

(Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi, 120)
İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim... (İbrahim Suresi, 22)

Allah'ın hoşnutluğunu, sevgisini, rahmetini ve cennetini kazanmayı hedefleyen bir mümin, geçici dünya hayatına ait bir vaadi elbette ciddiye almaz. Çünkü yeryüzünde ulaşacağı herhangi bir makam, kazanacağı herhangi bir mülk veya sahip olacağı herhangi bir nimetin gerçekte önemi yoktur. Bunlar ancak çok kısa bir süre varlığını koruyacak, ölümle beraber yok olup gidecektir.
 
Kuruntulara ve Kuşkulara Düşürür
Şeytanın kullandığı bir başka yöntem ise kuşku ve kuruntu vermektir. Gerçekte hiç var olmayan olayları insanların kafalarında sanki varmış gibi gösterir. Kalplerinde hastalık bulunan, zayıf karakterli kişiler bir süre sonra tamamen bu kuruntuların etkisi altına girerler. Her olayı kendi aleyhlerine planlanmış bir hareket olarak görürler (Münafikun Suresi, 4). Hatta elçi tarafından aldatıldıkları zannına kapılırlar. Sürekli tedirgin, korku içinde, ne yapacaklarını bilemeyen bir karakter sergilerler. Şuurlu bir insanın aklına bile getirmeyeceği olmadık kuruntulara düşerler.
Onları —ne olursa olsun— şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim... Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi, 119-120)
Mümin şeytanın en büyük düşmanı olduğu için, kendisini böyle bir tehlikeden müstağni göremez. Zira göstereceği en küçük bir gevşeklik, şeytanın kuruntu vermek, şüpheye sevk etmek gibi taktiklerle üzerine saldırmasına imkan tanır. Ancak kesin bir bilgiyle ahirete inanan, her an katıksızca Allah'a yönelen bir mümine karşı bu kuruntular kesinlikle etkisiz kalır.
 
Sapkın Amelleri Süslü ve Çekici Gösterir
Şeytan etkisi altına giren kimselere, yapmakta oldukları sapkın işleri süslü ve çekici gösterir. Bu yüzden içinde bulundukları sapıklığa tutkuyla bağlanırlar.
...Şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar. (Neml Suresi, 24)
....Onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi. (En'am Suresi, 43)

Kalpleri katılaşan kimseler iyi ve kötüyü ayırdedecek duyarlılığı kaybettiklerinden, şeytan işledikleri kötülükleri onlara süslü gösterir. Bu katılaşma yüzünden de şeytanın etkisi altındaki kimseler, kendilerine çekici gösterilen sapıklıklarında büyük kararlılık gösterirler. Bu kararlılık kimi zaman geleneklerle bozulan ve Kuran'da "ataların dini" olarak adlandırılan sapkın dinin temsilcilerinde, kimi zaman da Allah'ın elçisine isyan eden, ona karşı mücadele eden münafıklarda görülür. Kimi zaman da inkarcıların müminlerin aleyhine yürüttükleri faaliyetlerde ortaya çıkar. İster müşrik olsun ister kafir, tümünün ortak özelliği şeytan tarafından kandırılmış ve oyuna getirilmiş olmalarıdır. Bir Kuran ayetinde bu insanlar üzerindeki şeytani etki şöyle bildirilir:
O zaman şeytan onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara: "Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım" demişti... (Enfal Suresi, 48)

Fakirlik Korkusu Verir
Şeytan ahirete karşılık insana dünya hayatını sunar. Bu yüzden şeytanın etkisi altındaki insanlar sanki sonsuza dek ölmeyeceklermiş gibi dünya için çalışır, ahiret için hiçbir çaba harcamazlar. Şeytan binlerce yıldır insanlara bu tuzağı kurar. Bugüne kadar milyarlarca insan yaşamları boyunca çalışmış, çabalamış, para, mal mülk kazanmış, sonra bunların hepsini arkalarında bırakarak ölmüşlerdir. Şu an yaşayanlar ise, kendilerinden önce ölen bu insanların durumlarından hiçbir ders almaz, sanki kendileri hiç ölmeyeceklermiş gibi mal mülk biriktirirler.
Şeytan dünya hayatını değerli ve kalıcı göstererek müminlere de zarar vermeye çalışır. İmanı zayıf olanlara ve münafıklara fakirlik korkusu verir. Bu sayede onları, dünya hayatı için daha çok çaba harcamaya, cimrilik yapmaya iter. Bir Kuran ayetinde şeytanın çabası şöyle bildirilmiştir:

Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin-hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vaadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 268)
Mal-mülk hırsı vererek tuzak kurmak şeytanın çok eski bir yöntemidir. Hatta Hz. Adem'i kandırdığında da "sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?" (Taha Suresi,120) yalanını söylemiş, mülk vaadinde bulunmuştur. Bu yüzden Allah, müminlere mal sevgisine karşı birçok uyarıda bulunur. Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilir:
İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen bazılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik eder. Allah ise, Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar. (Muhammed Suresi, 38)
Her kim olursa olsun, dünya çapında ünlü ve zengin bir işadamının veya bir dilencinin, Allah rızasına uygun olarak harcamadığı her kuruşta, farkında olmadığı güçlü bir ortağı vardır. Allah inkar edenlerin mallarına şeytanı ortak kılmıştır. Bu ortaklık emri ayette şöyle geçer:
"Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun." Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaadetmez. (İsra Suresi, 64)

Kibir Verir
Kibir şeytanın en önemli özelliklerinden biridir. Allah'ın huzurundan da kibiri ve itaatsizliği yüzünden kovulmuştur:
Yalnız İblis hariç. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.
(Allah) Dedi ki: "Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?"(Sad Suresi, 74-75)
Şeytanın bu önemli hastalığı insanlar için de büyük bir tehlikedir. Çünkü şeytan bir insanı kendisine yakın kılmak için öncelikle kendi hastalığını o insana bulaştırmaya çalışır. Bu hastalığa yakalanan bir kimsenin aklı örtülür, şuuru kapanır. Bu tehlike nedeniyle Kuran'da müminler alçak gönüllü olmaları için uyarılmıştır:
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin. (İsra Suresi, 37)
(Lokman dedi ki) İnsanlara yanağını çevirip ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir. (Lokman Suresi, 18-19)

Mümin, şeytanın vasfı olan kibirden mümkün olduğunca sakınmalı ve bunun için büyük bir dikkat sarf etmelidir. Aksi takdirde ecir kaybına uğrar, imanı büyük bir tehlike içine girer.
Şeytanın etkisi farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Örneğin bir insan İslam'a büyük hizmetlerde bulunmuş olabilir. Ama bu hizmet, yalnızca kendisine Allah tarafından lütfedilmiş bir ecir kazanma imkanıdır. Kişi Allah'ın kontrolü dışında, kendi başına bir hareket yapamayacağı için, herhangi bir başarısıyla övünmesi söz konusu olamaz. Bunun tersini yapanlara Kuran'da çok büyük bir tehdit vardır:

Getirdikleriyle sevinen ve yapmadıkları şeyler nedeniyle övülmekten hoşlananları (kazançlı) sayma; onları azaptan kurtulmuş olarak sayma. Onlar için acı bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 188)
Nitekim sahip olduğu zenginliği kendi kişisel özelliklerinin bir sonucu sayan ve "bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir" (Kasas Suresi, 78) diyen Karun, Allah tarafından şiddetli bir cezaya çarptırılmıştır.
Şeytan kibir telkini vererek aynı zamanda müminler arasındaki huzuru bozmaya çalışır. Çünkü kibir yalnızca Allah katında değil müminler arasında da hoşa gitmeyen bir ahlak zayıflığıdır ve bu tür bir tavra sahip bir insan onları son derece rahatsız eder.

Şeytanın kendisini fark ettirmeden, insana çok sinsice yaklaşacağı unutulmamalıdır. Şeytanın acelesi de yoktur. Kendini üstün görme telkinini, uzun vadede, birçok farklı olay için yavaş yavaş yapar. Eğer kişi bu yönteme karşı çok uyanık olmazsa, bu telkinlerin etkisi zamanla katlanarak büyür. Örneğin kazanılan küçük bir başarının ardından şeytan mutlaka telkin yapmak isteyecektir. Eğer kişi, başarının tek sahibinin Allah olduğunu kalben hissetmezse, şeytanın fısıltısını da kendi teşhisi zanneder ve başarı sahibinin kendisi olduğuna zamanla yürekten inanır.

Şeytan başka taktikler de izler. Örneğin bir mümin hata yapabilir. Böyle bir durumda diğer müminlere düşen, hatayı yapan mümine şefkatle yaklaşmak ve o müminin de kendileri gibi aslında aciz bir kul olduğunu unutmamaktır. Çünkü şeytan, hata sahibine karşı öfke duymayı veya onu küçük görmeyi telkin eder. Bir mümini yaptığı hatadan veya başka bir sebepten dolayı içten içe küçük gören kişi, kendini üstün görme fısıltısının etkisi altında kalmaya başlamıştır.

Bu ruh hali devam ederse kibir insanın kişiliğine yerleşir ve diğer müminlere karşı şefkat ve merhamet duygusu azalır. Artık yalnızca kendi bildiğini okuyan, kendi başına buyruk, aklını diğer müminlerin akıllarından üstün gören bir insan ortaya çıkar. Kişinin içindeki kendini üstün görme fısıltısı sesini yükseltir ve o, bunun kendi üstün teşhislerinden biri daha olduğunu zanneder. Bu psikolojiye giren kimsenin imanında zamanla çok ciddi yaralar oluşur. Bir süre sonra kalbi, Kuran'da da bildirildiği gibi, Allah'ın ayetlerine karşı duyarsızlaşır:

Bizim ayetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar iman eder. (Secde Suresi, 15)
Ayetten anlaşıldığı üzere, ancak büyüklük taslamayan kimseler, Allah'ın ayetlerine iman edebilirler. Kendisini üstün görüp kibirlenen bir kimsenin ayetleri gerektiği gibi anlaması ise imkansızdır.
 
Gösteriş İçin İbadet Etmeye Zorlar
Dünya hayatının en aldatıcı tuzaklarından biri, insanların birbirlerine gösteriş yapma ve sahip olduklarıyla övünme tutkusudur.
Gösteriş yapmanın şekli insanın içinde bulunduğu ortama göre değişir. Paranın ön planda olduğu bir ortamda zenginlik, saygınlığın geçerli olduğu bir toplulukta makam övünme konusudur. Şeytan bu tutkuyu dindarlığın ön planda olduğu topluluklarda da kullanır. Kalbinde iman olmayan kimseler için ibadet etmek, Allah'ın rızasını kazanmak için değil, dindar toplulukta itibar elde etmek için yapılan bir harekettir. Kuran bu tür kimselerden şöyle bahseder:

İşte (şu) namaz kılanların vay haline,
Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,
Onlar gösteriş yapmaktadırlar. (Maun Suresi, 4-6)
Şeytanın gerçek amacından saptırıp bir gösteriş aracı haline getirebileceği önemli ibadetlerden biri "infak"tır, yani insanın malını Allah yolunda harcaması. Bu ibadeti yaparken Allah'ın rızasını aramak yerine, insanların hoşnutluğunu gözeten kimseler aslında şeytana arkadaş olmuşlardır:
Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah'a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o. (Nisa Suresi, 38)
İnfak, mümine arınması ve ahiretini kazanması için tanınmış en önemli fırsatlardan biridir. Böylesine önemli bir ibadete, şeytanın pisliği —gösteriş yapma— karışırsa, müminin ihtiyacı olan arınma gerçekleşmez, ahiret için çok önemli olan bir fırsat kaçırılmış olur. Bu yüzden mümin olan bir kimse, infak ederken, şeytana karşı çok uyanık olmalı, her ibadetini olduğu gibi bunu da yalnızca Allah'ın rızası için halis bir niyetle yapmalıdır. Kuran müminleri bu konuda şöyle uyarır:
Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. (Bakara Suresi, 264)

Ayetlerden Uzaklaştırmaya Çalışır
Allah'ın kitabına tabi olmak büyük bir sorumluluktur. Böylesine önemli bir sorumluluğu ihmal etmenin cezası da aynı derecede şiddetli olur. İnsanın böyle bir cezaya çarptırılması ise bilindiği gibi şeytanın en büyük amacıdır.
Şeytanın etkisiyle Kuran'dan uzaklaşan bir kimse, gerçekte Allah'tan uzaklaşmış olur. Çünkü Kuran, Allah'ın sözüdür. Hem müminlerin hidayete ermelerini sağlayan, hem de onlara ömür boyu yol gösterici olan bir 'nur'dur.

Kuran'dan uzaklaşmak, Kuran'a tabi olmuş kimseleri —müminleri— tehdit eden bir tehlikedir. Çünkü müşrikler ve kafirler zaten Kuran'dan tamamen gaflet içindedirler. Ayetlere karşı perdelenmiş oldukları için, Kuran'dan daha fazla uzaklaşmalarına imkan yoktur. Fakat ayetler vesilesiyle iman eden ve ayetlerin bildirdiği şekilde yaşayan müminler, Kuran'dan uzaklaşırlarsa, çok büyük bir tehlikeyle, şeytanla yüz yüze kalırlar. Dahası bunun farkına varmadan, kendilerini hala doğru yolda zannederek, şeytan tarafından kontrol altına alınırlar. Kuran'da bu durum, şeytanın insanın üzerine kabuk gibi bağlanması olarak ifade edilmiştir:

Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, biz bir şeytana onun "üzerini kabukla bağlattırırız"; artık bu, onun bir yakın dostudur.
Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. (Zuhruf  Suresi, 36-37)
Böyle bir gaflete de ancak, ahireti terkedip dünyevi çıkarlara yönelen, nefsinin istekleri doğrultusunda hareket eden biri dalabilir. Aslında Allah'ı değil, nefsini tatmin etmeye yönelip şeytanın peşine takılan bu kimse, insandan çok hayvana benzer. Çünkü hayvanın da, insanın da temel fiziksel ihtiyaçları (yemek, içmek, cinsellik) ortaktır. İnsanı üstün yapan kendisini Yaratan'a bilinçli bir biçimde kulluk etmesidir. İşte bu nedenle Kuran'da nefsinin hevasına uyan ve bir zamanlar tabi olduğu ayetlerden uzaklaşan kimse, köpeğe benzetilir.
Onlara kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu.

Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti (veya yere saplandı), hevasına uydu. Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi onlara aktar. Ki düşünsünler. (Araf Suresi, 175-176)
Bir mümin yıllar boyunca, birçok defa Kuran'ı okumuş olabilir. Ama bu onu şeytanın oyunlarından müstağni kılmaz. Şeytan birçok oyunla karşısına çıkar. Müminin Kuran'ı inkar etmeyeceğini bildiğinden, çeşitli hilelerle, müminleri günlük hayatlarında Kuran'ın emrettiği yaşam tarzından uzaklaştırmaya çalışır.
Örneğin Kuran'da, yaşanan ve yaşanacak her anın Allah tarafından bir kader çerçevesinde önceden yaratıldığı bildirilmiştir. Bu bilgiye rağmen başına gelen olaylar karşısında sıkıntılı, tevekkülsüz bir ruh hali sergilemek, Allah'ın ayetlerini gözardı ederek hareket etmek anlamına gelir. Uzun süre bu ruh halinde kalan bir kimsenin kalbi, Kuran'ın temiz ve berrak ruhunu yitirir ve giderek kararmaya başlar. Sonunda bu kimse Kuran'dan etkilenmeyen, duyarsız bir hale gelir.

Kuran'ın emrettiği gibi bir hayat sürme gayretindeki herkes bu tehlikeyle karşı karşıyadır. Her kim olursa olsun, kendisine kitap verildikten sonra bu yükümlülüğü hakkıyla yerine getiremezse, kalbi katılaşır. Kuran'da, daha önce kendilerine kitap verilen ancak bu sorumluluğu taşıyamayan kimselerin durumu hatırlatılmaktadır:

İman edenlerin, Allah'ın ve haktan inmiş olanın zikri için kalplerinin "saygı ve korku ile yumuşaması" zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasık olanlardı. (Hadid Suresi, 16)
Allah müminlere, şeytanın bu oyununa düşmemeleri için Kuran'a sımsıkı sarılmalarını emreder. Çünkü Kuran hayatının her anında mümine yol gösterici olacak bir kılavuzdur. Dahası müminler ayetleri yalnızca düzenli olarak okumakla değil, gün boyu akılda tutmakla, üzerlerinde düşünmekle ve her olayda Kuran'la hükmetmekle yükümlüdürler:
Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır. (Ahzab Suresi, 34)
Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır... (Bakara Suresi, 121)


Unutkanlık ve Dalgınlık
Unutkanlık vermek şeytanın çok sık kullandığı fakat insanlar tarafından fazla fark edilmeyen bir yöntemdir. Şeytan bu telkini farklı konumlardaki insanlar için, farklı taktiklerle kullanır.
Örneğin yaşamlarını dinden uzak geçiren kimselere verdiği unutkanlık ve dalgınlık, klasik anlamdaki unutkanlık veya bir anlık göz dalması değildir. Şeytanın gerçek anlamda unutkanlık verdiği bu kimseler, 60-70 yıllık bir ömrü Allah'ı ve ahireti unutarak boş ve yararsız uğraşlar içinde geçirirler. Allah'ın ahireti hatırlatmak için yeryüzünde yarattığı hikmet ve ibretleri kavrayamazlar. Neden ve nasıl yaratıldıkları sorusunun hiçbir önemi yoktur. Şeytan onlara, iyiliği, hayrı, en önemlisi kendilerini yaratanı, O'nu anmayı ve herşeyin kontrolünün O'nda olduğunu unuturur. Ölüm, kader ve ahireti hiç düşündürtmez.

Aynı şekilde münafıklar da şeytan tarafından çepeçevre kuşatıldıklarından, Allah'ın varlığını ve O'nun zikrini unuturlar. Kuran'da münafıkların içinde bulundukları durum şöyle haber verilir:

Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Mücadele Suresi, 19)
Şeytanın unutkanlık vermeye çalıştığı bir diğer grup müminlerdir. Ancak bu unutkanlık müşriklere ve münafıklara verdiği unutkanlıktan daha farklıdır. Şeytan büyük-küçük ayırdetmeden müminlerin sorumlu oldukları her konuda unutkanlık vermek ister. Çünkü her insan dünya hayatının her anında, Kuran'ın emrettiği hayatı yaşama konusunda denenmektedir. Bu yüzden insanın her an şuurlu ve uyanık olması ve yaşadığı her an, Allah'ın rızasını araması gerekir.
Kuran'da şeytanın müminlere vermeye çalıştığı bazı unutkanlıklardan örnekler verilmiştir. Bunlardan biri, ayetler hakkında "alaylı tartışmalara" dalanlarla aynı ortamda bulunmaktır. Allah müminleri böyle bir ortamdan sakındırır ve şeytanın unutturucu etkisine karşı uyarır:
Ayetlerimiz konusunda "alaylı tartışmalara dalanlar:" —onlar bir başka söze geçinceye kadar— onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma. (En'am Suresi, 68)
Bir başka hüküm ise bir şeyi yaparken, onun ancak Allah'ın dilemesiyle mümkün olacağını anmaktır:
hiçbir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme.
Ancak: "Allah dilerse" (inşallah yapacağım de). Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: "Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip-iletir." (Kehf Suresi, 23-24)
Bu konuya bir başka örnek Hz. Musa kıssasında verilmiştir. Ayette, Hz. Musa ile beraber yolculuk eden genç yardımcısı, yanlarına aldıkları balığı unuttuğunu fark edince, bunun sorumlusunun şeytan olduğunu belirtir:
(Genç-yardımcısı) Dedi ki: "Gördün mü, kayaya sığındığımızda, ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu." (Kehf Suresi, 63)
Mümin unutkanlığa ve buna yol açan faktörlere karşı çok dikkatli olmalıdır. Müminin yaşamında dalgınlıklara, aklı örten hayali senaryolara ve boş hayallere dalıp gitmeye yer yoktur. Çünkü bu karakterde bir insan Allah yolunda ciddi bir çaba harcayamaz. Kendisini dünyanın aldatıcılığına kaptırıp, gerçek görevini, varlığının tek nedenini, Allah'a kul olmayı unutur:

Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Kendileri Allah'ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir. (Haşr Suresi, 18-19)
Unutkan ve dalgın bir yapıya önlem olarak, müminler Allah'ı, Allah korkusunu ve Allah rızasını, cenneti, cehennemi, dünya hayatının geçiciliğini daima düşünerek unutmamalıdırlar. Çünkü insan bu gerçekleri aklında tutmadıkça, şeytana karşı korumasız kalır.
 
Duygusallık Telklini
Duygusallık, insanın duygularının Kuran'ın belirttiği doğrultunun dışına taşarak Kuran'ın sınırları içinde yönlendirilmemesi, bunların kişinin karar ve davranışlarını kontrol altına alması ve kişiyi aklın yerine duyguların yönetmesi demektir.
Duygusal davranan bir kimsenin h

-------------
<font color=RED>“Bilginin elde edilmesi... bizi iyiye ulaştıracaktır.”[/COLOR]




Replies:
Posted By: kral
Date Posted: 01-03-2009 at 20:20

12) UNUTKANLIK ÜZERİNE

Murat Kazancı

Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Ona suret verip yarattığım ruhtan üflediğimde, hepiniz onun önünde secdeye kapanın." Meleklerin hepsi birden ona secde etti. Ancak iblis müstesna. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu. Allah buyurdu ki: "Ey iblis! Kudretimle yarattığım şeye seni secde etmekten alıkoyan nedir? Kibir mi taslıyorsun; yoksa gerçekten yücelerden misin?" İblis "Ben ondan daha hayırlıyım." dedi. "Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." Allah buyurdu ki: "Öyleyse çık Cennetten. Artık sen kovulmuş biri sin. Kıyamet gününe kadar lânetim senin üzerinedir."

İblis "Ey Rabbim, onların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver" dedi. Allah buyurdu ki: "Sen mühlet verilenlerdensin. Bu mühlet, İlâhi ilmimizde vakti belli olan bir güne kadardır." İblis dedi ki: "Senin izzetine yemin olsun ben onların hepsini azdıracağım. Ancak onlardan ihlasa erdirdiğin kulların müstesna." Allah buyurdu ki: "Bu doğrudur ve Ben hakikati söylüyorum: muhakkak ki cehennemi sen ve sana uyanların hepsiyle dolduracağım."

— Sa’d süresi 38:71-85.

VE İBLİS huzurdan ayrıldı. Artık şeytanın hikayesi başlamıştı...

Şeytan durdu ve bir süre düşündü. İşe nereden başlanabilirdi? Neler, nasıl yapılmalıydı? İnsanlara ‘haydi Cehenneme birlikte gidelim!’ demekle bu iş olmazdı. Cehennemi, Cennet gibi göstermek gerekirdi. İnsanoğluna düşman olduğu halde dost görünerek onları kandırmak şimdi elzem olmuştu. Soldan yaklaşamadığı birisine sağdan da yaklaşabilmeliydi. Strateji, ince ve hileli olmalıydı. Bu, pek de kolay görünmüyordu. Bir kibir uğruna üstlendiği vazifenin ağırlığı çöktü omuzlarına. Vazifesini zorlaştıran bir dizi faktörle karşı karşıya olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Her şeyden önce insan, İslam fıtratında yaratılıyordu. Ve içinde yaşadığı kainat ta buna şahitlik ediyordu. Semavi kitaplar ve peygamberler de buna apaçık deliller teşkil edeceklerdi. Ve azdıramayacağı ihlasa erdirilmiş insanların her birisi onun yolunda aşılması imkânsız birer dağ gibi duracaktı. Velhasıl işi çok zordu. Ve kendi kibirlenmesini hatırladı. Allahın bir emrine kasten karşı gelerek sonra tevbe etmemekte direnmenin cezası her halde ebedî cehennem olacaktı. Acaba bütün bunlara değer miydi? Dönüp özür dilemek, bütün bu lânetli işleri binlerce sene sürdürerek sonunda ebediyyen ateşte yanmaktan daha kolay olmasındı? ‘Ama hayır’ dedi, ‘bunu kesinlikle yapamam.’ Ben muhakkak ki üstün bir mahlûkum ve bunun anlaşılmadığını düşünüyorum. Hem bunun artık dönüşü olmadığını ve tövbemin de kabul edilmeyeceğini zannediyorum. Artık vakit geçirmeden işe koyulmalıyım!

Ve bunun üzerinden bin yıllar geçti, zaman gele gele asr-ı saadet oldu. Şeytan, bu geçen zaman süresince yeryüzünün diğer toplulukları gibi Arabistan toplumu üzerinde de, o ilk baştaki iddiasında oldukça etkili olmuştu. Son Kitabın ve Peygamberin (s.a.v.) gönderildiği ortamda cahiliyet ve gericilik diz boyu yaşana gelmekteydi. Bu insanlığın en bedevi kavmini kendi kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye kadar götüren azgınlık şekillerinden birisi de açık saçıklıktı. Hatta öyle ki, Kabedeki putlar bile müşriklerce açık saçık biçimlerde ziyaret ediliyordu. İşte bu zamanda ve ortamda gönderilen Resul (s.a.v.) ve nazil olunan Kur’an, inananlara tesettürü emrediyor, nazarları helâl olmayana sarf etmeyi yasaklıyordu. Ve bu dairede hareket etmeye çabalayan mü’minlerin kuvve-i hafızalarındaki netlik hemen dikkati çekiyordu. Hz.Peygamberin (s.a.v.) kendisine Cebrail (a.s.) vasıtası ile vahyedilen ayetler, bunları ilk kez ve bir kez duyan insanların hafızalarına yanlışsız kaydediliyordu. Keza Resulullahın (s.a.v.) sözleri ve halleri de bu keskin nazarlarda eksiksiz iz düşümünü derhal buluyordu. Bu insanların kuvve-i hafızaları bir çocuk kadar saflaşmaktaydı. Onlar için bir şeyi bir kere görmek veya duymak, hiç unutmamacasına öğrenmek için yeterliydi. Ve böylesi berrak nazarlarda ve keskin hafızalarda kazınan bu sözlü kültür birikiyor, birikiyordu.

Yine günlerden bir gün hadis konusunda uzman on âlim toplanarak, hafızasında bir milyondan fazla hadisin senetleri ile var olduğu söylenen İmam-ı Buhari’yi denemek için, herbiri senetlerini karıştırarak kendisine on adet hadisin doğruluğunu sorarlar. Hepsini baştan sona dinleyen İmam, söz konusu yüz hadisi soru sırası ve doğru senetleri ile sıralar. Bu muazzam kültür birikimi ve öğrenileni unutmama hâli, mü’minlerin hakikat noktasında bildiklerinin bütünü ile düşünüp, bu bütünlük içinde yaşamalarına imkân tanıyordu. Çoğunluğunu eğitimsiz hatta ümmî insanların oluşturduğu bu toplumun birike gelen İslamî kültürü, onun fertlerinin günlük hayatlarında bir bilinç motifi olarak her zaman yansımaktaydı. Mü’minler, aciz ve fâni oldukları, bu dünyada bir imtihan yaşadıkları, Allah ve ahiretin var olduğu gerçeğini hiç unutmadan yaşıyorlar, toplumsal ilişkilerini de bu gerçeklikle düzenliyorlardı. Ve ehl-i İslam, kendilerini insanlığın zirvelerine çıkaran bu halin bereketli meyvelerinden çok ama çok memnunlardı.

Fakat bu durumdan hiç de memnun olmayan birisi vardı. İblis. O bu hali kıskanıyor ve içi içini kemiriyordu. İlk insanın yaratılışındaki isyanına uygun olarak, düşmanı olan insanın yaratıcısı ve ahiret ile bağını koparması, unutmadıklarını unutturması gerekiyordu. Yoksa bu iddiasını kanıtlamak ve kendisi ile aynı yolun yolcularını bulmak çok zor olacaktı. Pek te aptal olmayan şeytanın, tesettür ve harama sarf-ı nazar etmemek emrine ittiba ile, göz kamaştırıcı parlaklıktaki kuvve-i hafızalar arasındaki paralel ilişkiyi fark etmemesi imkansızdı. Bu çerçevede neler yapabilirim diye kara kara düşünmeye başladı...

Şeytanın mahiyeti ve düşünce sistematiği bütün detayları ile kendisine bildirilen Hz.Peygamber (s.a.v.) daha o zamandan, mucizevî bir tarzda, zaman içinde gitgide şiddetlenecek ve ahir zamanda doruğa tırmanacak olan bir umumi hastalığa karşı mü’minleri açıkça uyarıyordu; "Ahir zamanda hafızların göğsünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor". Evet, bu şeytanî tasarının adı ‘unutkanlık hastalığı’ olacaktı ve iblis planlarını bu eksende hazırlıyordu.

‘Benimle beraber cehennemlik olacakları belirlemek için ehl-i İslam ve İmana Allahı ve ahireti unutturmak gerekir’ diye kurgulamaya devam etti iblis. "Bu ‘unutturma’ işini gerçekleştirebilmek için şu ‘unutmayan’ parlak kuvve-i hafızaları bozmaya çalışmalıyım. Bu da ancak harama nazar ile mümkün olabilir. Bunun için de tesettür emrine ilişmek şarttır." Şimdi şeytanın ehl-i İslam üzerindeki yeni planının ana hatları belli olmaya başlamıştı. Ve bunun devamında ikinci bir safha başlayacaktı. Bunları uygulama safhası.

Şeytanın fikrince, tesettür emrini kırmak için açık saçıklığı daha da teşvik etmek gerekirdi. Bunun için nefsinin heva ve heveslerine tabi olmuş kişilerden gönüllü yardım alınabilirdi... Derken o zamanın üzerinden bin dört yüz şu kadar sene geçerek vakit asrımıza geldiğinde artık medeni değerler, kültür, moda, medya, tiyatro, dans vs. ile açık saçıklık umumileşti ve sokağa düştü. Belki de medya ile evlere kadar girdi. Ve bu tuzağın farkında olmayan ehl-i İslamda harama nazar arttıkça nefsin hevesleri heyecana gelip, vücudunda su-i istimaller ile israfa girmesi ve haftada birkaç kez gusül abdesti alması kaçınılmaz hale gelir. Bu durumda, günümüzde tıbben de ispat edildiği gibi, kuvve-i hafızasına zaaf gelir, ve unutkanlık başlar. 

Adamın birisi doktora gider.

Doktor ‘Şikayetiniz nedir?’ der.

Hasta ‘Unutkanlık hastalığı doktor bey.’

Doktor ‘Bunun belirtileri nasıl?’

Hasta ‘Neyin belirtileri?’

Doktor ‘Unutkanlık hastalığı dediniz ya!’

Hasta ‘Ne unutkanlığı?’

•••

Harikulade parlak kuvve-i hafızaların nereden nereye geldiğini anlatan bu misâl aynı zamanda ehl-i İslamın yıpranmışlığının boyutlarını da ortaya koymakta. Günümüzde herkesin az ya da çok şikayet ettiği bu hastalık, açık saçıklıkla paralel şiddetini de arttırarak devam etmekte. Zamanımız insanını, başladığı bir işi, hatta bir cümleyi bile tamamlayamayacak hale getirebilen bu unutkanlık illeti, ciddiye alınmazsa, çok kere ehl-i İslamda bu hayatın gerçeklerini unutarak yaşama temayülleri ortaya çıkartmakta. Allah ve Resulü ise, ehl-i imana ve ehl-i hakikate yakışmayan bu halden kaçınmamızı istemekte. Ve ilgili hadisten çıkardığı dersle İmam-ı Şafii’ (r.a.) bu hükmü açıkça belirtmiş; "Harama nazar, unutkanlık verir". Bu derdin dermanı ise, mümkün oldukça harama sarf-ı nazar etmemektir.  Zafer Dergisi 
 

13) GÖNÜL  BOŞLUK  KABUL ETMİYOR - ŞEYTAN PUSUDA

  Cenab-ı Hak, insanı her bakımdan üstün yaratmıştır. Yarattıkları içinde en kıymetlisi, düşüneni ve başka her şeyin kendisi için yaratılmış olanı...

   Bu dünya meydanına imtihan için gönderilmiş olan insan, Peygamberlere komşu olacak derecede yücelebilir. Aynı insan hayvanlardan daha aşağılara kadar düşebilir, hatta Şeytanlaşabilir...

   Yücelmek için aklı, ruhu ve bunlara yol gösteren, ışık tutan vahyi dinlemek gerekiyor. Düşmek için ise, nefsi ve şeytan'ı izlemek yeterlidir. Ancak yücelip yükselmek ve meleklerden bile daha değerli hale gelmek zor iştir. Çalışma ister, emek ister, çile ister... Kendini, nefsini ve şeytan'ı aşmak, ruhun zevklerine, kalbin hazlarına, maneviyatın saadetlerine razı olmak gerekir. İnsan ancak böyle insan olur, hatta sultan olur... 

   Benliğini aşan, yoklukta varlığı, tevazuda izzeti bulan bir kuldur gerçek insan... Benlikten kurtulamayan, bencillikten zevk alan, daima nefsinin izzeti peşinde olan insan ise, sadece görünüşte,
şekilde, biçimde insandır. Özde, gerçekte, iç dünyasında insanlıktan eser kalmamıştır.

     Bediüzzaman Hazretleri'nin deyimiy-le böyleleri, dış içe, iç dışa çevrilseler, insan değil hayvan suretlerinde görüneceklerdi...Ama, "belhüm adal" sırrınca, "hayvandan daha aşağı", fıtrat dışı bir mahlük suretinde olacaklardı.

     Hilkaten hayvan olanlar, binbir hikmetle bu dünyada bir görevi yapmak üzere yaratılmışlardır. Sahiplerini, maliklerini, yaratıcılarını unutmadan, yaratılış çizgisinden sapmadan fıtrat istikametinde yaşayıp gitmektedirler.

   Ancak Allah'ın kulu olmak yerine nef-sinin köleliğini tercih edenler, isyankar-lardır. Yaratıcı'larına başkaldırmış olan bu varlıklar, bütün kainatla irtibatlarını koparmış, yalnız başlarına kalmış, ve en çok zararı da kendilerine vermiş olan zavallılardır.

   Bunların işleri anarşidir, terördür, kandır, kindir. Başkaca bir işe yaramazlar. Zamanla zehirlemekten zevk alır hale gelirler ve Şeytan'ın ücretsiz askeri olurlar. Bunların yüzünden Şeytan günü-müzde bolca istirahat etmektedir. Çünkü bunlar, Şeytan',ın batırma, saptırma, fıtratına ters düşürme işinin taşaronlarıdır. Ya da, Şeytan'ın görünen temsilcileri ...

   Oysa ki Şeytan, Rabbimiz'in bizi tekamül ettirmek için önümüze koyduğu bir  engeldir.
Ama gerekli donanıma sahip olduğumuz zaman kolayca atlayıp geçebileceğimiz bir antreman engeli...Ruhi yapımızı, manevi dokumuzu geliştireceğimiz güçlendireceğimiz bin mania... Askerin eğitim alanında önüne konulan engeller, çukurlar, ipten merdivenler, gibi.. Bunlar askeri beden olarak geliştirmek, savaşa hazırlamak ve daha sıhhatli olmalarını sağlamak için değil midir?

     Seytan da iç dünyamızı geliştirmek, kötülüklere karşı mücadeleye hazırlamak ve ruhi sağlımızı korumak maksadiyle önümüze konulan, bir imtihan engelidir.

     Nefis de içimize konmuş bir kötülük odağıdır. O da takılıp kalınacak bir tuzak değil, aşılıp gerilecek bir engeldir. Nasıl ki mikroplara karşı beden direncini artırmak için aşılar yapılıyor, yani bir miktar mikrop veriliyorsa vücuda, aynen onun gibi... Nefis de ruhumuzun kötülüğü tanıması ve ona karşı her daim mücadeleye hazır olması için benliğimize konulmuştur.

   Nefse takılıp da onun esiri olan insan, vücuduna aşı olarak verilen mikroplara yenik düşen zayıf, zavallı ve aciz insan gibidir.

     Böyle biri aşağıların aşağısına düşer. Ancak nefis engeline takılmayan, Şeytan'ın tuzaklarına düşmeyen bir insan ise, yücelerin yücesine erişir, varlığını ebedi bir saadet yurdunda ölümsüzleştirir. Bu Allah'ın apaçık bir vaadidir.

     Böyleyken, insan niçin Şeytan'a. takılır kalır, nefsin engellemesine karşı koyamaz. Çünkü Şeytan'ın , işi tahriptir, bozmaktır, imhadır. Tahrip ise çok kolaydır. Nefsin çağırdığı kötülükler ise,
dış yüzleriyle çok makyajlı, süslü ve cazibelidir.
Dışları süs, içleri pis olan bir anlık lezzetlere çoğu zaman anlık gafletlerle, bazen de dalaletten gelen gönüllü itaatlerle düşer insanoğlu...

     İnsan acelecidir. Hemen gelen gayrı meşru lezzetlere tamah eder. Sonra-dan gelecek olan günahın acılarını düşünmez. Ruhun lezzetlerine ulaşmak, bilgi ister, arınma ister, sabır ister: Halbuki bedenin gelip geçici olan hayvani lezzetlerini tatmak için hiçbir çabaya ve çileye ihtiyaç yoktur.

     Ne var ki çok defa Şeytan'ın galibiyeti ruhun hakiki gıdasını bulamamasından kaynaklanır. Aç kalan insanın leş bile yiyebilmesi gibi, ruh da Allah inancının lezzetiyle doyurulup tatmin edilmezse, kötülük odaklarına yönelebilir, onları ilahlaştırabilir, kısacası şerrin emrine girebilir.

   Gönül boşluk kabul etmez. Orada ya Allah olacaktır, ya da onun karşıtları... Allah bir gönülde gerçekten tecelli etmiş, inancın nuruyla orasını aydınlatmışsa, yani hakiki bir kul olmuşsa, Şeytan'ın o gönülde yapacak işi kalmamış demektir.

     Elbette Allah'ın sarsılmaz bir inançla gönüllerde tecelli etmesi, ilimle, irfanla, derin kavrayışlarla mümkün olacaktır. İman hem köklü, ciddi ve devam-lı çabalarla güçlü tutulacak, hem de ömür boyu aynı itina ile desteklenecektir.
Çünkü, nefsin ortadan kalkması, Şeytan'ın kesin olarak ümidini yitirmesi imkansızdır. Her daim bir açık kapı bulmanın dikkatiyle bekler ve tuzağına düşürmek için pusudadır.

     İnsanın iç dünyası bomboş bırakılırsa, gerçek anlamda Allah inancına geçit verilmezse, bu defa Yüce Yaratıcı'nın yerine kötülük odağı olan Şeytan gelip kurulmaktadır. Böyle bir durum Şeytan'ın bile, beklemediği bir vaziyettir. Çünkü onun temel işi, insanı sapıtmak, gaflete atmak ve günah çukurlarına düşürmektir. Fakat kendisinin ilah bilin-mesi, kutsanması Yaratıcı'nın yerine konulması, muhakkak ki şeytanı da şaşırtan bir akıl almaz tersliktir.

     Ancak bu durum da gösteriyor ki, insan inanca muhtaçtır. Bir gönül Allah'a mecburdur. Eğer iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun kaynağı olan Rabbi'ni bulamaz, O'na kul olamaz ve yoluna gidemezse, bunalıyor. Bu boşluktan akla hayale gelmez kötülükler fışkırıyor. Sürülmeyen, bakılmayan ve uzun yıllar boş bırakılan tarlanın gereksiz, hatta zararlı bitkilerle dolması gibi.. Yıllarca boş bı-rakılan, bakılmayan, temizlenmeyen evin kendi kendine kir, pas ve çürümeye maruz kalması gibi...

     Gönül evi ve ruh tarlası da yaratılış amacından uzaklaşarak bozuluyor, kirleniyor, çürüyor ve orada hiç olmaması gerekenler oluyor. Zira gönül boşluk kabul etmez.

     Boş bırakılmış ruhlarının karanlıklarında yalnız kalamayarak Şeytan'a tutunan ve onun hoşlandığı şerleri işleyen gençler ne kadar suçludurlar?
     Onların gönül boşluklarını oluşturan-lar, Şeytan'a ve nefse karşı savunmasız kalmalarına sebep olanlardır asıl suçlular...
     Kimdir bunlar?
     Anne-babadır.
     Eğitim veremeyen eğitim sistemidir.
     İrtica mirtica yaygarasıyla sapla smanı birbirine karıştırarak, insanları inanç odaklarından
     uzaklaştıran basın yayın dünyasıdır.
     Kötü arkadaşlardır.
     Nefsâni arzuları, insanin tabii ve zaruri ihtiyaçları gibi gösteren ve bunların tatmininde de hiç bir
     ölçü, kural ve sınırlama tanımayan çağdaş sapıklıklardır.

     Ancak hep başkalarını suçlamak gerekir. Bütün bu Şeytan'ın işini kolaylaştırmalar, hep Müslümanların gevşekliğinden ileri geliyor. İnanç zayıflığından, bilgisizlikten, ya da irade gevşekliğinden yararlanıyor Şeytan...

     Şeytan'ın yolunu açan ve manevra alanını genişleten çok önemli bir sebep de, Allah'tan çok Şeytan'a uyan din mensuplarının davranışlarıdır. Özellikle de Müslümanların inandıkları gibi yaşama-maları, batıl ve asılsız inançların peşinde yuvarlanmaları Şeytan'ın işini kolaylaştırmaktadır.

Çünkü bu suretle gönüllerde fay hatları oluşuyor. İç dünyalarda menfi enerji kaynağı zehirli gazlar birikiyor. Şeytan da bunları nefis işbirliğiyle kolay tetikliyor, ateşliyor, patlatıyor.

Bu sebeple dir ki Efendimiz (s.a.v.) "Rabbim, beni bir an bile nefsimin eline bırakma" diye yakarmıştır.

Biz Müslümanlar günün kaç saatinde nefsimizin, kaç saatinde Rabbimiz'in emrindeyiz? Günlük hayatımızda yaptıklarımızın yüzde kaçı Mevla'nın rızasına, yüzde kaçı Şeytan'ın isteğine uygun durumdadır?...

     Her Müslüman, mutlaka, Şeytan'ın işine yarayacak neler yapıyorum?" diye düşünmelidir... Eğer bizim hayatımızdaki inanç ve ahlak boşlukları olmasaydı, Şeytan'a tapanlar ortaya çıkar mıydı?

     Eğer mü'minler gerçekten emredilen güzel ahlakı pırıl pırıl, tertemiz yaşasalardı, İslam toplumunda batıl düşünceler, kan, kin, Şeytancılık yaşanır mıydı?

     Değerli okuyucular, kabul edelim ki, hepimiz inancımızda, ibadetimizde, ahlakımızda boşluklar bırakmıyoruz. Hatalar yapıyoruz. İşte bu hatalar ve boşluklar, batılla doluyor, aykırı ve ters olanla doyuruluyor.

     Her şeye rağmen ve mazeretlere sığınmaksızın, hepimiz teker teker sorumluluğumuzun bilincinde olmalı, kendimizi; nefsimizi hesaba çekmeli ve açıklarımızı acilen kapatmaya koşmalıyız.

     Zira gönül ferman dinlemiyor. Gönül boşluk kabul etmiyor. Gönül aç ve susuz kalamıyor. Daha doğrusu gönül O'nsuz olamıyor. O'nun, O Yüce Yaratıcı'nın zikri, fikir ve inancı ile doyurulamayan gönül, çölleşiyor. Rabbimiz bizi, ancak imanla insan olacak, mutlu olacak, normal olacak şekilde yaratmıştır.

     Seçimin alternatifi fazla değildir:
     Ya Allah, ya da Şeytan...
     Terazi iki kefelidir. Ya inanç ağır basacak, iyilik, güzellik hakim olacaktır. Ya da Şeytan'ın hükümranlığı altında şerler yayılıp gidecek, ve dünya yaşanmazlaşacaktır.

     Bu sebeple seçimi doğru yapmalı, tam ve kesin yapmalı, biraz iman, biraz da şer ve kötülük yanlısı olmamalıyız. Küçük hesapları bir yana itmeli ve mutlaka ahiret boyutlu düşünmeliyiz.

     Allah ortak kabul etmez.
     Bazen kendi yolunda, bazen de Şeytan'ın hoşlandıkları peşinde olmayı kabul etmez. Bu sebeple bir deruni arın-ma ameliyesinden geçmemiz şarttır.

     Eğer Şeytan'ı yüceltenler olmasın istiyorsak... Eğer Şeytan'ın istediklerini yapan, kan ve kine sapan sapıklar olmasın istiyorsak... Önce biz Şeytanlıklardan arınmalıyız. Sonra da çevremize yardımcı olmalıyız. İnsanların imanlarına her vesileyle ve bütün imkanlarımızı zorlayarak yardımcı olmalıyız.

     Şuurlu mü'minlerin çoğunlukta olduğu yerde Şeytan barınamaz. Seytan'ı herkesin EÜZÜ-BESMELE ile taşladığı ve bunu işleriyle, ahlakıyla da pekiştirip teyit ettiği yerde Şeytan'a düşen mağlubiyettir.

     Şeytan'ın barınamayacağı güzel ortamlar oluşturmak hepimizin görevidir. Şeytan, ancak günahların yoğunlaştığı, insanların da neme lazım dediği manevi bataklıklarda mekan tutar ve at oynatır.

     Şeytan'ın barınamayacağı ortam,ahlak ile sağlanır. Her şeyin mübah, her günahın helal telakki edildiği ortamlar Şeytan'ı mutlu eder... İnsana yaraşır ahlakı bulunduğumuz her mekana hakim kılmalıyız. Ancak şunu da unutmamalıyız ki, ALLAH'SIZ AHLAK OLMAZ!

     Satanizm; polis baskınıyla, gözaltıyla, dergi toplamakla önlenemez. Dergi, kötü arkadaş, sapkın müzik, ancak içi boşalmışları etkileyebilir. Bu dış etkenlerin insanın içinde iş yapabilmesi için, önce gönül güzelliklerinin ortadan kalkması gerekir. Bu da birden bire olmaz.

     Bu sebeple aileler çocuklarını sürekli gözetim ve denetim altında tutmalıdırlar. Onları polis'ce ye casus gibi değil, sevgiyle, arkadaşça bir yakınlıkla, şefkatle kucaklamalıdırlar. İmandan doğan güzellikler sürekli beslenip büyütülmeli, sözle değil, hal ve hareketle yalnız olmadıkları duyurulmalı-dır.

     Gençleriyle olumlu, sürekli ve sıkı iletişim kurabilen aileler, onları yitirmezler, Şeytana kaptırmazlar.

     Satanizme uzanan yollara ne kadar kendi hal ve hareketlerimizle pirim verdiğimizi düşünmeliyiz ve ilk düzeltmeyi kendi içimizde yapmalıyız.

     Satanizme değilse bile, Şeytan'ı mutlu  kılmaya giden  yollar, ekranlardan
mikrofonlardan, kasetlerden, CD'lerden, beyaz perdeden açılıyor. Sanat kılıfı altında da olsa, gözümüzü ve gönlümüzü bu tür faaliyetlere karşı  da dört açmak mecburiyetindeyiz.

Çocuklar ne okuyor?
Ne seyrediyor?
Hangi müziği dinliyor?
Hangi felsefeye meylediyor?
Ne düşüncedeki kimselerle arkadaşlık kuruyor?

     Bunları sık sık araştırmak ve bizzat onlarla kuracağımız sıkı ve samimi arkadaşlık sayesinde doğrudan kendilerinden öğrenmek durumundayız. Yoksa bazı ana-babalar gibi, kızımız, ya da oğlumuz, Allah korusun ekranlara çıkınca, "Hiç haberim yoktu, bu çocuk ne zaman bu hale geldi?" deriz...
     Şer cephesi boş durmuyor. Şeytan'ın askerleri yıkma kolaylığından da yararlanarak habire çalışıyorlar... Ya yapma, imar etme, tamir etme durumunda bulunanlar...Onlar ne haldeler...
     Onların mazeretlerini, zorluklarını, önlerine konulan engelleri biliyorum. Biliyorum bilmesine de, yine de onları Hakk'a hizmete ve Hakk'a seferberliğe çağırmaktan başka bir yol da düşünemiyorum.

Çocuklar bizimdir.
Gençler de geleceğimizdir.
Bu yarışı kazanmak ve Şeytan'ı yenmek zorundayız.

     Şeytan'a galip gelmenin zevkini tattıkça, moralimiz artacak, çabalarımız çoğalacak ve zaferlere koşacağız  inşallah...
 

14) NEFSİMİ  YENMELİYİM 

İnsanlar Nefis Savaşında Üç Sınıfa Ayılırlar.
Nefis Savaşında Başarılı Olmanın Temel Unsurları: 

Kalp, Akli, Ruhî Yenilginin Belirtileri, Şeytanın Giriş Yerlerinden korunma Çareleri

   1.Açgözlülük ve kötü düşünme kapısı
   2.Yaşamayı sevmek ve tükenmez arzu kapısı
   3.İstirahat ve nimetin peşine koşma kapısı
   4.Kendini beğenme kapısı
   5.İnsanları hafife almak ve onlara az saygılı olmak kapısı
   6.Kıskanma kapısı
   7.Gösteriş yapmak ve insanların övgüsünü elde etmek kapısı
   8.Cimrilik kapısı
   9.Kibir kapısı
  10.Tamah kapısı 

İnsan kendi nefsiyle sürekli bir mücadele içinde bulunur. Sonunda ya nefsini yener veya ona yenilir. Yahut da ölünceye kadar bu mücadele devam eder. Bu savaş, bazen onun lehine bazen de aleyhine olur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Nefse ve onu şekillendirene, ona iyilik ve kötülük kabiliyetini ilham edene and olsun ki, nefsini temizleyen iflah olmuş, onu fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır."
(Şems, 9-10)

     Hz. Peygamber (s.a.v) de bu hususa işaret ederek şöyle buyuruyor:
"Fitneler, kalplere tıpkı hasır çubukları gibi dal dal arz olunur. Artık onlar hangi kalplere işlerse o kalpte siyah bir leke meydana gelir. Hangi kalp, onları kabul etmezse o kalpte de beyaz bir nokta meydana gelir. Böylece iki çeşit kalp meydana gelir. Bu kalplerden biri, cilalı taş gibi bembeyazdır ve ona hiçbir fitne zarar vermez. Ötekine gelince; o, alaca siyahtır. Ne bir iyiliği tanrı ne de bir kötülüğe karşı çıkar. Yalnız içine işleyen hevâ ve hevesini bilir." (Müslim: İman, 231)

         İnsanlar Nefis Savaşında Üç Sınıfa Ayrılırlar
     1. Bir kısım insanlar nefsanî arzularına yenilmişlerdir. 

     Böylece dünyaya ve dünya maluma meyletmişlerdir. Bunlar, Allah'ı (c.c) unutan,
Allah (c.c) da onlara kendisini unutturmuş olduğu kâfirlerle onların planlarını tatbik
eden kimselerdir. Allah (c.c) onları, Kur'ân'da şu sözüyle tarif ediyor:
"Ey Muhammed! Hevâ ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği; gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Allah'ın saptırdığı kimseye O'ndan başka kim doğru yolu gösterecek, düşünmez misiniz?" (Câsiye, 23)

     2. Bir sınıf da nefisleriyle cihad ediyor ve nefsânî arzularını yenmeye uğraşıyorlar.
Bazen arzularını yeniyor, bazen de hezimete uğruyorlar. Bazen günah işliyorlar, sonra da tevbe ediyorlar. Allah'a (c.c) isyan ediyorlar, sonra pişman oluyorlar ve Allah'tan (c.c) günahlarının bağışlanmasını diliyorlar.
"Ve onlar, bir kötülük yaptıkları ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar bile bile yaptıklarında ısrar etmezler." (Âl-i İmrân, 135)

     Hz. Peygamber (s.a v) şu hadisiyle bunlara işaret etmiştir: "İnsanoğlundan her
biri hatalıdır ve hatalıların iyileri tevbe edenlerdir." (Tirmizî: Kıyâmet, 49)
Aynı manada Vehb b. Münebbih'ten (r.a) şöyle rivayet edilmiştir:
"Günün birinde,şeytan Yahya b. Zekeriyye (a.s) ile karşılaştı. Yahya (a.s) ona dedi ki -Size göre insanlar, mizaç bakımından kaç kısma ayrılır? Bana bildir. iblis ona şöyle cevap verdi -İnsanlardan bir sınıf, senin gibi mâsumdurlar. Biz onlara hiçbir şey yapamıyoruz. ikici sınıf ise, çocuklarınızın elindeki toplar gibidir. Onlar fıtne bakımından biri geride bırakırlar. Üçüncü sınıf ise bize karşı en kuvvetli olan sınıftır. Biz onlardan birine yöneliriz nihayet ondan ihtiyacımızı elde ederiz (yani onu yoldan çıkarırız.) Sonra o, tevbeye sığınır. Böylece ondan elde ettiğimiz şeyi tevbe ile hükümsüz kılar. Ondan ne ümidimizi keseriz ne de ihtiyacımızı elde edebiliriz."

   Nefis Savaşında Başarılı Olmanın Temel Unsurlan Kalp: Kalp, canlı, yumuşak(doğru), temiz, sert ve parlak bir organdır. Ali b. Ebî Tâlib (k.v) kalbi tarif ederken şöyle demiştir:
"Yüce Allah'ın yeryüzünde kapları vardır. Bu kapları, kalplerdir. Allah katında en sevimli olan kalpler en katı, en temiz ve en yumuşak kalplerdir. Sonra bu sözlerini açıklayarak şöyle dedi: -Yani dinî konularda en katı olan kalpler, inançta en temiz olan kalpler ve müslüman kardeşlerine karşı en yumuşak olan kalplerdir."
  
     Başka bir sözünde şöyle demiştir:
"Mü'minin kalbi temizdir. Onda parlayan bir kandil vardı. Kâfırin kalbi ise siyahtır.
Ters çevrilmiştir." (İbni Mâce: Zühd, 33)

     Kur'ân'ı Kerîm mü'minlerin kalplerini tasvir ederek şöyle diyor:
"Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığı zaman kalpleri titrer.
Kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır." (Enfâl,3)

     Kâfirlerin kalplerini tasvir ederken de şöyle buyurur: "Gerçek şudur ki, yalnız gözler kör olmaz fakat göğüslerdeki kalpler de körelir." (Hacc, 46)

     Başka bir âyette;
"Bunlar Kur'ân'ı düşünmezler mi? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var? (ki hiçbir hakikat göğüslerine girmiyor.)" buyuruluyor. (Muhammed, 24)

     Akıl insanın; anlama, kavrama, iyi ve kötüyü, hayır ve şerri, hak ve batılı birbirinden ayırma kabiliyetine ve Allah'a (c.c) yaklaşmaya, O'nun yücelik ve kuvvetini anlamaya sebep olan ilimlerden faydalanma kabiliyetine akıl denir. Bu tarif, yüce Allah'ın (c.c) şu âyetinden çıkarılmıştır.
"Allah'ın kulları arasında ancak bilginler, Allah'tan gereğince korkar." (Fatır, 28)

     Hz. Peygamber (s.a.v) akıl nimetinin kıymetini şu hadisiyle işaret etmiştir:
"Allah yarattığı şeyler içinde akıl kadar kıymetli bir şey yaratmamıştır." (Tirmizi)Ve Hz. Ali'ye:
"İnsanlar, çeşitli iyilikler yaparak Allah'a yaklaştıklarında sen de aklınla Allah'a
yaklaş." buyurmuştur.

     Diğer bir hadisinde:
"Hiçbir adam sahibine doğru yolu gösteren ve onu yok olmaktan koruyan akıl (ilim) gibi bir fazilet elde edememiştir." buyurmuştur. (Camiu's-Sağir: II, 143)

     Bundan dolayı İslâm, insanlan, ilim ve bilgiyi ögrenmeye ve dinde fakih olmaya teşvik etmiştir ki, akıl bu bilgilerin yardımıyla iyi ve kötüyü, hak ile bâtılı birbirinden ayıracak kabiliyete sahip olsun. Hz. Peygamber (s.a.v) bu hususta şöyle buyurmuştur:
Allah bir kimseye hayır vermek dilerse onu dinde fakih kılar." (Müslim: İmâre,175)

     Başka bir hadiste ise şöyle buyurmuştur:
"Alimin, âbide üstünlüğü, benim ashabımdan en küpük derecede olana karşı
üstünlüğüm gibidir." (Tirmiıi: him, 19)

     Bütün bunlar, ilmin kıymetli olması ve imanın ruhun derinliklerine kadar işlemesindeki etkisi ile insana bu kainatın gerçeklerini öğretmeye vesile olmasından dolayıdır.

     Mü'minin aklı, iyiyi kötüden, helali haramdan ve şeriatın emrettigi şeylerle,
yasakladığı şeyleri birbirinden aylırabilecek bir kabiliyete sahiptir. Mü'min, ince bir
perde arkasında Allah'ın (c.c) kendisine bağışladığı hidayet nuru ile bunlara bakar.
"Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz." (Nûr, 40)

       Akıl nurunu ise, ancak, günah işlemek, günah işlemeye devam etmek, onları açıkça
işlemek ve onlardan tevbe etmemek söndürür.

   Hz. Peygamber (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Kim bir günah işlerse
aklının bir kısmı kendisinden ayrılır ve bu aklı ebediyyen ona dönmez."

     Diğer bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Eğer şeytanlar insanoğullarının kalpleri etrafında dolanmasaydı, onlar, göklerin
ve yerlerin saltanatına göz dikeceklerdi." (Ahmed b. Hanbel: II, 353)

     Enes b. Malik'ten rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Ben yolda bir kadınla
karşılaşmış ve göz ucuyla ona bakmış, güzelliğini etraflıca süzmüş olduğum halde
Osman b. Ajjan'ın (r.a) huzuruna girdim. İçeri girdiğimde "Osman, şöyle dedi:
-Birini, zina izleri gözlerinde olduğu halde içeri giriyor. Mahrem olmayan kadına bakmanın göz zinası olduğunu bilmez misiniz? Ya tevbe edeceksin veya seni cezalandıracağım.
Ben, Şöyle dedim: -Peygamber'den sonra
vahiy var mıdır? O: -Vahiy yoktur, dedi. Fakat akli, delil ve doğru çıkan çabuk
sezme kabiliyeti vardır, dedi."
  
   Ruhî Yenilginin Belirtileri
   İnsanın kalbi öldüğü veya katılaştığı, akıl nuru söndüğü ve saptığı zaman ve o
şeytanla yaptığı savaşta yenilgiye uğradığında özellikle onun ruhuna açılan kötülük
kapıları çoğalır ve şeytan insanoğlunun vücudunda kan gibi dolaşır.

   İnsanın dayanma gücü ortadan kalktığı ve ruhî bağışıklığı kırıldığı zaman, şeytan
onun arkadaşı olur.
"Şeytan onların kalplerine hakim olmuş, onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur."
(Mücadele, 19)

   Şu âyet-i kerîme de bu konuya işaret etmektedir: "(Şeytan): - Öyle ise, beni azdırdığın için and olsun ki, Sen'in doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağtm, sonra onların önlerinden, arkalartndan, sag ve sollarından onlara sokulacağım ve çoğunu Sana şükredenlerden bulamayacaksın, dedi." (A'râf, 17)

   Yenilgiye uğrayan kimselerin yakalandıklan en tehlikeli hastalık, vesveseye düşme
hastalığıdır. Şeytan, onları Allah'ın (c.c) yolundan çevirmek için hayatlarıyla ilgili işlerin hepsinde, onların kalbine vesvese sokar. Bu konuda Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Doğrusu şeytan, değişik metodlarla insanın yolunu kesmiştir. İslâmiyet yolunda
insanın önünü kesmiş ve ona şöyle demiştir. Nasıl olur da sen müslüman olup kendi
dinini ve ecdadının dinini terk edersin? İnsanoğlu ona itaat etmemiş ve müslüman
olşmuştur. Sonra hicret yolunda insanın önünü kesmiş ve ona şöyle demiştir. - Sen
göç mü ediyorsun? İnsanoğlu ona uymamış ve göç etmiştir. Sonra cihad yolunda
onun önünü kesmiş ve ona şöyle demiştir. - Harb, can ve malın yok olmasına sebep
olduğu halde sen nasıl cihad ediyorsun? Sen savaşırsan ölürsün, başkaları karınla
evlenir ve varislerin malını paylaşırlar. İnsanoğlu şeytana itaat etmemiş ve cihad
etmiştir."

   Sonra Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Kim Şeytana uymaz ve böyle hareket ederse, sonra bu uğurda ölürse böyle kimsenin cennete girmesine müsaade etmek Allah'ın üzerine hak olur." (Nesâî: Cihad, 19)

   Şayet okuyucu kardeşim aşağıdaki âyetin tefsirinde zikredilen şeytan ile
İsrailoğulları'ndan olan Rahib'in hikayesine müracaat edip onu okursa ne güzel olur:
   Yahudileri kandıran münafıkların durumu da tıpkı Şeytanın durumuna benzer
ki, o insana inkar et, dedi. İnsan inkar edince de 'Ben senden uzağım, ben âlemlerin
Rabbi olan Allah'tan korkarım' dedi." (Haşr, 16)

                 Şeytanın Giriş Yerlerinden Korunma Çareleri

   Şüphesiz İslâm dini, şeytanî saldırılarla iblisî talimatlara karşı koyması için itısana yardım etmek gayesiyle ona birçok çare göstermiştir. Bu çareler, şeytanla yapacağı savaşta insanın sebat göstermesine yardımcı olacak ve en büyük düşmanının yenilmesini kolaylaştıracaktır. İslâm büyüklerinden birisi çareleri şöyle özetlemiştir:
"Şeytanın hangi kapılardan insana geleceği hakkında düşündüm ve tefekkür
ettim. Onun şu on kapıdan geleceğini tesbit ettim:

   1.Açgözlülük ve kötü düşünme kapısı: Ben, Allah'a güvenmek ve rızkına kanaat
     etmekle ona karşı koydum.
   2.Yaşamayı sevmek ve tükenmez arzu kapısı: Ben, ansızın gelen ölümden
       korkmakla ona karşı koydum.
   3.İstirahat ve nimetin peşine koşma kapısı: Ben, nimetin son bulması ve hesabın
     zorluğuyla ona karşı koydum.
   4.Kendini beğenme kapısı: Ben, başa kakmak ve sonucundan korkmakla ona
     karşı koydum.
   5.İnsanları hafife almak ve onlara az saygılı olmak kapısı: Ben insanların hakkını
     tanımak ve onlara saygı göstermek suretiyle ona karşı koydum.
   6.Kıskanma kapısı: Ben kanaat etmek ve yüce Allah'ın mahlûkatına yaptığı rızık
     taksimatına razı olmakla ona karşı koydum.
   7.Gösteriş yapmak ve insanların övgüsünü elde etmek kapısı: Ben samimiyet ve
     ihlas ile ona karşı koydum.
   8.Cimrilik kapısı: Ben insanların elinde bulunan şeylerin yok olacağına ve yalnız
     Allah (c.c) katından olan şeylerin kalacağına inanarak ona karşı koydum.
   9.Kibir kapısı: Ben alçak gönüllü olmakla ona karşı koydum.
 10.Tamah kapısı: Ben Allah'ın (c.c) hazinesinde bulunan rahmetine güvenmek ve
     insanların elinde bulunan şeylere göz dikmemek suretiyle ona karşı koydum.

   " Şeytanın oklarından ve entrikalarından korunnıak için, İslâm'ın çare olarak ısrarla tavsiye ettigi şey, her işe başlarken Allah'ın (c.c) ismini anmaktır.

Bu konuda, Ebû Hüreyre'den (r.a) şu hadis rivayet edilmiştir:
"Mü'min ve kafirin şeytanları karşılaşırlar. Bir de ne görsünler; kâfirin şeytanı yağlı,
Şişman ve kuvvetli idi. Mü'minin şeytanı ise pek zayıftı, saçı keçeleşmiş, tozlanmış ve çıplak idi. Kâfirin şeytanı, mü'minin şeytanına - Sana ne olmuş, bu kadar zayıflamışsın, dedi. O, şu cevabı verdi. - Ben öyle bir adamın yanında bulunuyorum ki,
yemek yediğinde Allah'ın ismini anar. Böylece ben aç kahrım. Su içtiğinde yine Allah'ın ismini anar. Ben susuz kalırım. Elbise giydiğinde Allah'ın ismini anar. Ben yine çıplak kalırım. Saçına yağ sürdüğünde Allah'ın ismini anar. Böylece benim saçım keçelenir. Sonra kâfirin şeytanı şöyle dedi: - Fakat ben öyle bir adamla beraber yaşıyorum ki,
bunlardan hiçbirini yapmaz. Ben, yemesinde, içmesinde ve elbiselerinde onlara ortak oluyorum.

   " Şeytandan korunma vesilelerinden birisi de, halis, helal mal olsa bile doyasıya ve
tıka basa yemekten sakınmaktır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
     "Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz." (A'râf, 31)

     Hz. Peygamber (s.a. v) şöyle buyurmuştur:
"Doğrusu şeytan insanoğlunun damarında kan gibi dolaşır, Öyle ise siz aç kalmak
suretiyle onu damarlarınıza . sıkıştırınız" (Buhârî: Ahlc'dm 21; MüsHm: Selâm 23,
25.) (Ahmed b. Hanbel: Müsned, III, 156)

     Şeytandan korunma çarelerinden birisi de Kur'ân'ı okumak, Allah'ı (c.c)
zikretmek ve tevbe etmektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a v) bu hususta şöyle
buyurmuştur:
"Şeytan, hortumunu ademoğlunun kalbinin üstüne koyar. Eğer o, Allah'ı anarsa
hortumu geri çeker. Şayet insanoğlu Allah'ı unutursa onun kalbine girer." (İbn
Ebi_Dünyâ)

     Bu çarelerden birisi de işlerinde acele etmemek ve sabretmektir. Hz. Peygamber
(s.a.v) şöyle buyurmuştur: `"Acele, şeytandandır. Sabretmek Allah'tandır." (Tirmizı:
Birr, 66)

     Şeytanın şerrinden ve entrikalarından sakınmak için, İslâm dininin tavsiye ettiği
çareleri ve işleri yapmak gerekir. Bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
     "Allah'tan korkanlara şeytandan bir vesvese dokununca Allah'ı hatırlarlar ve
gerçeği görürler." (A'râf, 201)
 

15) ŞEYTANIN KONFERANSI

  Şeytan hizmetkarlarını toplamış ve demiş ki:
"Müslümanları camiye gitmekten alıkoyamıyoruz. Kur’an okuyup gerçekleri öğrenmelerine engel olamıyoruz.
Allah ile aralarında özel ve sonsuz bir ilişki kurmalarına dahi engel olamıyoruz. Eğer Allah ile olan bağları böyle
devam ederse onların üzerindeki gücümüz yok olur. Bu yüzden bırakın camiye gitsinler, hayatlarını dindar olarak
geçirsinler ama siz onların zamanını çalın ki Allah’a olan bağları kopsun. Sizden yapmanızı istediğim şey bu
hizmetkarlarım. Onları yaratanlarından uzaklaştırın ve gün içersinde onunla olan bağlarını koparın."

"Bunu nasıl yapacağız "diye bağırdı hizmetkarlar.
Lüzumsuz şeylerle onları meşgul edin, beyinleri meşgul edecek sayısız şey icat edin! dedi şeytan.

Onları sürekli harcamaya ve ödünç almaya teşvik edin. Marketleri ve alışveriş merkezlerini eğlenceli,
vakti boşa geçirici şeylerle doldurun.

Kadınları uzun saatler boyunca çalışmaya ikna edin.

Erkekleri boş hayat tarzlarını sürdürebilmeleri için haftada 6-7 gün, günde 10-12 saat çalıştırın.
Çocuklarıyla zaman geçirmekten alıkoyun onları. 

Aileleri parçalanacağından kısa zaman sonra evleri onlar için islerinin stresinden kurtulabilecekleri bir sığınak olmayacak"

Kulaklarını o kadar meşgul edin ki içlerinden gelen o sesi duyamasınlar.

Onları her anlarında faydasız şeyleri dinlemek için kandırın. 

Evlerinde sürekli gereksiz işlerle meşgul edin. 

Ve her mağaza ve restorantta müzikler çaldırın. Bu kafalarını karıştıracak ve Allah ile olan bağlarını koparacaktır.

Sehpalarını dergi ve gazetelerle doldurun.

Kafalarını günün 24 saati haberlerle doldurun.

Posta kutularını gereksiz mektuplarla, kataloglarla, bedava ürün tanıtımları ve yalan ümitlerle doldurun.

Zayıf güzel mankenlerin resimleriyle dergileri doldurun ki kocalar dış güzelliğin önemli olduğunu düşünsün ve karısından memnun olmasın.

İşte! Bu aile için en hızlı yıkımı meydana getirecektir."

Boş zamanlarında dahi onları meşgul edin. Eğlencelerinden yorgun dönmelerini sağlayın.

Onların Allah'ın yarattığı varlıklardaki harika sanatları görmemeleri için tabiatla yüz yüze gelmelerine engel olun.

Bunun yerine onları lunaparklara, spora, konser ve sinemalara gitmelerini sağlayın.

Onları sürekli ama sürekli meşgul edin.

Bir araya geldiklerinde dedikodu ve boş konuşmalarla zaman geçirmelerini sağlayın.

Hadi ne duruyorsunuz. Onların hayatlarını güzel sebeplerle öyle bir doldurun ki Allah'ın gücünü görecek, düşünecek, anlayacak zamanları kalmasın. Az zaman içinde sağlık ve ailelerini bile bu uğurda yok edecekler.

Bu işe yarayacak! Ve şeytanın uşakları müslümanları meşgul etmek, oradan oraya koşturmak için hevesle ise koyuldular.
 

16) ŞEYTANLA BİR  GÖRÜŞME

  Şeytanla kabristanda karşılaştılar. Şeytan çok neşeliydi. Adam sordu: 

"Bu ne hâl?"

"Altın devrimi yaşıyorum." diye cevap verdi şeytan. 

Adam anlamazlıktan geldi: "Ne demek istiyorsun?" "Sen de pekâla biliyorsun," dedi, "Asırlarca âhirzaman dedim durdum. Şimdi artık mutluyum. O Asr-ı Saadet'te neler çektiğimi bir ben bilirim. Hangi sahabeyi görsem dizlerimin takatı kesilirdi.

Hele Ömer, onu görünce saklanacak delik arar, yolumu değiştirirdim. Daha sonra da rahat yüzü gördüm sayılmaz. Sahabeler gitti, müçtehidler geldi. Her asırda bir kutup, bir müceddid, nice alim, nice veli... 

Bana rahat yüzü mü gösterdiler?. Geylânî gitti, Gazali geldi; Rabbanî gitti, Mevlâna geldi.. Selçuklunun çöküşüyle biraz
rahat edeceğimi sandım. Ne gezer. Al sana Osmanlı Ama şimdi altın devrimi yaşıyorum. Evet altın devrimi.

Şeytan, daha sonra da bir nârâ atarak "Gün benim, devran benim" diye ekledi.

"Milyonlarca, milyarlarca insanı nasıl yoldan çıkarıyorsun? Bunu hangi kuvvetle yapıyorsun?" diye sordu adam. 

Şeytan bir kahkaha savurdu: "Allah'ın onlara verdiği kuvvetle!" "Nasıl olur!?"

"Anlatayım," dedi şeytan. "İnsana takılan bütün âletler, duygular, verilen bütün hisler, kuvvetler hep Allah'ın ihsânı.
Ben o insana Allah'ı unutturuyorum. İçine vesvese atıyor, ne lâzımsa yapıyorum. Oyunlar tezgâhlıyor, tuzaklar kuruyorum. Sonunda bana uyarsa, Allah'ın bu ihsanlarını benim istediğim yönde kullanıyor. İşte bütün mesele bu kadar basit."

"Demek sen Allah'ı biliyorsun?" diyerek hayretini belirtti adam.

Şeytan acı acı gülerek; "Öyle lâf ediyorsun ki şaşıyorum" dedi.

"Hiç bilinmeyen bir Zât'a isyan edilir mi? Onu bilmeyen mi var? Ama kimisi Kur'an'ı dinler, emirlerine uyar.
Kimisi de beni dinler, isyan yolunu tutar. Bu ayrı mesele."

Adam, şeytana silahlarını sordu. "Bunları ezberlemeye hafızan yetmez," dedi şeytan. "En çok kullandıklarım dünya sevgisi, benlik dâvâsı, şehvet, gazap, hırs, haset, riya. Herkesin nabzına göre şerbet veririm.
Birine aldanmazsa, diğerini sunarım. Kendime bağlayıncaya kadar peşini bırakmam. Bunu başardım mı işim kolaylaşır. Artık ben o kişinin ardına düşmem. 0 beni takip eder." 

Şeytan onu bir kabre götürerek "Bak" dedi. Adam baktı. Toprağın altı da, üstü gibi seyredilebiliyordu 

Şeytan, "Şu var ya," dedi, "Bil bakalım, erkek mi, kadın mı?" 

"Ne bileyim ben," diye cevap verdi adam.

Şeytan "vaktiyle" dedi, "şu kemikler bir kadının, şu ileridekine de bir delikanlının bedenleri sarılıydı.
İkisini de rahatlıkla parmağımda oynatıyordum. Bu kâinatı, ondaki harika hadiseleri, insanın mükemmel yaratılışını,
ölümü, hesap gününü, kısacası, her hakikatı unutturdum onlara. Şehvetten başka birşey düşünmez oldular.
Bir ömür boyu hayvan gibi yaşadılar. Şimdi de azap çekiyorlar." 

Mezarlıkta biraz ilerlediler. Şeytan bir başka kabri gösterdi: "Bil bakayım," dedi, bu kemikler zengin kemiği mi,
fakir kemiği mi?" 

"Kemiklerden birşey anlaşılmıyor" dedi adam. Ama mezar taşından bu şahsın vaktiyle zengin biri olduğu belli.

"Evet," diye cevap verdi şeytan. "Ben bu adamı servetiyle gururlandırdım. Mal sevgisi gönlünde o kadar yer etti ki,
işin birini bırakıp diğerine koşuyor, rüyalarında bile parayla uğraşıyordu. Ona rahat yüzü göstermedim.
Gayri meşru kazançların peşinde koşturdum. Zâlim ettim, hırsız ettim, mağrur ettim... Bunlar onu mahvetmeye yetti;
şimdi ilk hesabını veriyor. Şu berideki de bir fakirdi. Onu da bunun malına haset ettirdim. Kalbine kin ve nefret
tohumları serptim. Bu kadarla da kalmadım, onu ruhî bunalımlara ittim. Sonunda kaderi tenkide kadar götürdüm.
O da bir başka azap içinde. İşte bir taşla iki kuş vurmak diye buna denir." 

Sözün burasında hiç alâkası yokken yine, "Şu Osmanlılar yok mu," diye içini çekti, şeytan"
kendileri gittiler ama, yine de bana çok çektiriyorlar. Fakat ben de intikamımı iyi aldım." 

"Nasıl aldın?' diye sordu adam. 

"Anlatayım," dedi. Bunu söylerken göğsünü kabartmış, ellerini koltuklarının altına sokmuş, başını gururla dikmişti: 

"Asırlarca dinin, îmanın ve namusun bayraktarlığını yaptılar. Nice plânlarımı akîm bıraktılar. Nice insanları Allah'a secde ettirdiler. Fakat, şimdi ne oldu? Onların torunları benim peşimdeler. Hâyâ perdelerini sıyırıp çöpe attım.
Şimdi birbirlerinin namusuna kötü gözle bakmayı hüner sayıyorlar. Bu manzara beni keyfimden çıldırtıyor.
Dahası da var. Dün Osmanlının isminden dehşete kapılan Avrupalı, bugün memleketinize rahatlıkla giriyor.
İstediği gibi eğleniyor ve Meyhanelerinizde, kızlarınızın taşıdığı içkileri içiyorlar.Bu konuşmaları dinlerken adamın
içinde bir sıkıntı belirmiş ve şeytanın kendisini ümitsizliğe düşürmek istediğini anlamıştı.
Elbette daha fazla konuşturamazdı:

"Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır." diye başladı söze. "işte şimdi bu bahara girmek üzereyiz.
Sözünü ettiğin pespaye gençliğe bedel din, vatan millet için gece gündüz çalışan çırpınan, göz
yaşı döken yeni bir gençlik daha yetişiyor. Hem de akıl almaz bir hızla. Bunu sen de biliyorsun.
Nitekim onlarla durmadan uğraşıyorsun. Öyle değil mi?"

Şeytan adamın söylediklerini inkâr edemezdi. Ve yanından ayrılırken "evet" dedi biliyorum.

Ama yine de onlarla uğraşacağım." deyip, kaybolması bir oldu.  http://www.kissalar.comdan/ - www.kissalar.com'dan alınmıştır
 

17) İNSAN  VE  İBLİS

  İblis öncelikle mü'mine düşman olmakla birlikte, gerçekte tüm insan neslinin karşısındaydı. Sadece inanan ve inancının gereğini yaşayanların değil, inanmayanların da, inancının gereğini yaşamayanların da yakasını bırakmıyordu. Çünkü İblis, kendi helakini insanın varlığına bağlamaktaydı. Âdem yaratılmadan önce yeri rahattı.

Âdem'in yaratılmasıyla fena bir imtihan başına çökmüştü. Kendisi gibi mahluk olan birine secde etmesi istenmişti ondan. Emreden herhangi biri değildi. Kendisini yaratandı aynı zamanda. Yine de bu emri kibrine yediremeyerek secde etmemiş, Âdem'e secde emrinde isyana düşmüş ve insan neslini kendine düşman ilan etmişti.

İnsan neslinin karşısındaydı İblis. İki sarhoş kavga ettiği zaman onun üzüldüğünü düşünebiliyor muydunuz?
Büyük ihtimalle ellerini ovuşturarak başardığı işin zevkini çıkarıyor olacaktı. İki kavim savaşmış olsun, iki nesil, iki ülke..
Ya da nesiller ülkeler savaşsın.. Zehirlemekten aldığı lezzetinin artmasından başka ne fark ederdi onun için?
Yaptığı işlerin dehşetli sonuçlarına bakılırsa, hırsla sarıldığı bu işin sonunda insan nesli tamamen helâk olmadan tatmin olması pek mümkün değil gibi görünüyordu. Acaba yeryüzünde onun uğursuzluğunu tatmamış, onun şerrinden nasibini almamış bir tek insan var mıydı?

Tecrübeliydi.. Hz. Âdemden beri yeterince tecrübe edinmişti. Ne istediğinin ve neyi istemediğinin farkındaydı.
İnsanı istemiyordu. İnsanın lemlerin Rabb'inin huzurunda ikram edilir, kerim bir makam sahibi olmasını istemiyordu.
Secde etmemişti ve bu isyanını Âdem'in kalitesizliğiyle, önünde eğilmeye layık biri olmamasıyla açıklamıştı.
"Ben hiç balçıktan yarattığın birine secde eder miyim?" (1)"ben ondan hayırlıyım" (2)demişti! Önünde eğilmesi gereken
asıl şeyin kendisini Yaratan'ın emri olduğunu, secde etmesi istenen şeyin ise sadece bir perde olduğunu fark edememişti. Fark ettiği zaman ise yine kibrine yenik düşmüştü. Mühlet istemişti, fakat bu mühleti kendiyle yüzleşip nerede hata ettiğini sorgulamak için değil de, kendisini yoktan var eden ve ikram eden Rab'bini yalan çıkarmak için istemişti. 

Zât'ı Akdes ise yalan söylemezdi, bunu da biliyordu İblis. Söz verir sözünden dönmezdi. O'ndan mühlet sözü aldıktan sonra, Zât'ı Akdes'in verdiği sözden geri dönmeyeceğini bildiği için gizlediği niyetini hemen açığa vurmuştu.
"Beni saptırmana yemin ederim ki, onları sana ulaştıracak olan yolunun üzerine oturacağım. Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.. Ve, sen onların çoğunu kendine şükreder bulamayacaksın"(3) demişti. Bu derinlerde gizli iddiasını hemen gerçeklemeye koyulmuştu. Hz. Âdem ile Havva'nın, cennetten indirilmelerine sebep olan hilesi, ilk desisesi, ilk planıydı.. başarmıştı da...(4)

Bu ilk planında, Âdem ile Havva'ya verilmiş olan beka hislerini kullanmış, bu hisleri bir maddeye, bir yasak ağaca yönelterek bekâyı, sonsuzluğu onun verebileceğini Âdem ile Havva'nın zihinlerine sokuşturmuştu. (5) Böylece onları neredeyse bâki lezzetlerden etmişti. Bu hile bundan sonra İblis'in en geçerli, en gözde hilesi olacaktı.
Reklamını yaptığı her şeyi, sanki ona ulaşıldığı zaman mutlak, gölgesiz lezzetlere ulaşılmışçasına tatmin olunacakmış gibi sunuyor; sonsuzluk, sanki onun yanı başındaymışçasına lanse ediyordu.
Muhatabında ise buna karşılık verecek sonsuzluğa, bekâya aşık hisler zaten hazırdı. Aldanacaktı insan ve aldanıyordu.. Aldanarak o metanın peşine düşen ise ne yazık ki, aldandığını fark ettiğinde iş işten neredeyse geçmiş oluyordu. Büyük zamanlar harcanmış, hisler, duygular o gerçek anlamda hiç bir değeri olmayan metanın peşinde törpülenmiş, tüketilmiş oluyordu. Yaşanan hayal kırıklıkları beraberinde ümitleri de alıp götürüyordu

Zihinler paraya, mala mülke boğulmuştu. Oysa insan paranın beş para etmediği; malın, mülkün geridekilerin kavgasından başka bir fayda sağlamadığı bir sona doğru gitmedeydi. En güzel hisler, kalpler makamların, mevkilerin ardında, arasında törpüleniyor, zulümlere bulaşıyordu. Oysa tüm bu onurlu(!) makamlar, şatafatlar, kokuşmakta olun bir cîfe, üzeri örtülen
bir çukurla sonlanıyordu. Güzeller ve güzellikler yaşantıların tarifi haline gelmişti. Oysa kalpleri yaralayan,
dağıtan ve zihinleri uyuşturan bir güzellik, gerçekte ne kadar güzel olabilirdi? Hem bastığı yerlere dönmeyecek bir ayak, tuttuğu şeylerin çamuruna inkılâp etmeyecek bir el, akmayacak bir göz, dağılmayacak bir yüz yoktu..

Bu akan kanların, uyuşan zihinlerin, dağıldıktan sonra kinle dolarak toparlanmış kalplerin, firavunlaşan enelerin, gerçeğe değil, hakka değil hevâya tabi olmaların, isyana yönelmiş vicdanların, unutulan hayatî gerçeklerin, bu unutmuş, unutulmuş hayatların.. yaşanan tüm bu manevî karanlığın bu zulümlerin arkasında ise bir tek isim vardı: İblis!..   Salih Ozayturk
 

18) VESVESEDEN KURTULMANIN  PRATİK  ON  ÇARELERİ

1. Vesvese, imanın kuvvetindendir.

Önce hemen şunu belirtelim ki, vesvese çok korkulacak bir şey değildir, çünkü iman var ki, vesvese geliyor.
Sahabe-i Kiram'dan Efendimiz'e gelip, “Ya Rasûlallah, vesveseye mübtelâyım” diyen birine, Efendimiz (sav)'in cevabı, “Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın kuvvetindendir” şeklinde olurdu.
Şeytan, sizde de iman cevheri, ibâdet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki,
korsanlık yapmakta ve size karşı taarruza geçmektedir. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihte
gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle Âdem (as) ile başlamış olup, kıyamete kadar da devam edecektir.

Nasıl deniz korsanları, hazine taşıyan zengin gemilerine tecavüz eder ve define bulunan adalara saldırırlar,
öyle de şeytan dahi, mü'minin iman cevheri taşıyan kalbine hücum eder. Zaten o, tamtakır,
kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz; böylelerine vesvese okları göndermez.
Hırsızlar bile zengin evleri kollarlar; Doğu'nun ve Batı'nın kâfir ve zâlimleri de öyle değil mi?..

Vesveseye düşen mü'min, “Şeytan bütün cephelerde mağlûp oldu; bu yüzden, şimdi de iman ve İslâm'a ait
vesveselerle, şüphelerle beni meşgûl etmek, hazineme el atmak istiyor; ama, benden bir şey koparamayacak.
Bu, onun son çırpınışlarıdır; bir gün gelecek, benden bir şey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir..
kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra çekip gitmesi gibi. Hoş, gitmese de kapılar ona
sürmeli ve beni koruyan kale de çok sağlam; bana Allah’ın izniyle hiç bir şey yapamaz” diye düşünmelidir.

2. Vesvese, kalbin malı değildir:

Kalb rahatsız olduğuna göre, vesvese kalbe mal edilemez; çünkü eğer o, kalbin malı olsaydı,
kalb ondan rahatsız ve tedirgin olmayacaktı ve böyle bir kalble şeytan da uğraşmayacaktı...

Kalbin rahatsız ve tedirgin olması şundandır: Kalb, vesveseye razı değil, sahip de değil; vesvese ile
arasında manâ ve mahiyet bakımından bir münasebet olmadığı içindir ki, kalb vesveseden rahatsız olmaktadır.
Kişinin gösterdiği reaksiyondan, ateşinin yükselmesi, kaşlarının çatılması, başının ağrıması, iştiha ve ağız tadının kaçmasından anlıyoruz bunu; tıpkı vücuda giren yabancı mikroplara ve bu mikropların fizyolojik yapıda açtığı
rahnelere, meydana getirdiği arızalara karşı vücudun muharipler üretmesi, antikorları devreye sokması ve bu ciddi
muharebenin meydana gelmesi neticesinde hararetin yükselmesi gibi. İşte, şeytanın da kalbimize gönderdiği bizim
malımız olmayan yabancı hayâl, düşünce ve vesveselere karşı mânevî yapımız, iman potansiyelimiz, âdeta antikor
üreterek, bu şer ve şerareler ordusuna karşı kavga vermekte, bunun neticesinde de ateşimiz yükselip, kalbimiz
sıkılmaktadır. Eğer, vücudumuz herhangi bir mukavemette bulunmuyor ve boğa yılanı görmüş bir keçi
gibi hemen teslim oluyorsa, o zaman, AİDS virüsüne karşı antikorların teslim-i silah ettikleri gibi,
bizde de iş bitmiş demektir. Gelen vesvese karşısında kalbimiz, imanımız mukavemet etmezse, o zaman vesvese
de olmaz, hararet de yükselmez! Bu, “Gel, ne istersen yap!” demektir ki, şeytanın da istediği budur.

3. Vesveseye maruz kalb, içine kötülerin çer-çöp attığı pınara benzer:

meseleyi bir de şöyle düşünebiliriz: Berrak, saf ve tertemiz bir su kaynağı var; bileşikleri, tadı ve takdim ettiği şifasıyla zemzem suyu gibi bir su kaynağı. Herkes tarafından mâlum ve meşhur hale gelmiş, dünyâca da kabûl edilmiş mübarek
bir kaynak. Şimdi, hain biri geliyor, sinsice kaynağa yaklaşıp, su üzerine boya, toz, çer-çöp döküp kaçıyor.
Siz bunu görünce, “Eyvah” diyorsunuz; “Pınarım kurudu, mahvoldu, pislendi ve ölüp gitti!” Oysa, hakikat böyle değildir. Akan su, üzerinde atılan o çer çöpü götürecek ve safiyetini muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak,
pırıl pırıl bir pınar ise, o zaman bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiç bir zararı olmayacaktır.
O toz, toprak akıp gidecek ve sizin menba'ınız her zaman temiz kalacaktır. Demek oluyor ki, o bulanıklık
pınarın kendinden değil... Evet, işte vesveseye maruz kalb de böyledir...

4. Vesvese, iradî olmayıp, fiiliyata da dökülmüyorsa insanı mes'ul etmez:

Bildiğiniz gibi, mükellef ve mes'ul olmada irâde ve şuur şarttır. Hayvanatın yanısıra mecnunlara, aklı,
şuuru yerinde olmayanlara teklif yoktur. Bu itibarla, vesvese için irâde devrede değilse ve plân, programı yapıp,
“gel” diye kalb ve düşünce kapılarımızı bizzat kendimiz aralamıyorsak, mes'ul sayılmayız. Elverir ki,
onu fiiliyata dökmeyelim, işlemeyelim. İrâde, umumiyetle böyle kendi kendine gelen vesveseyi
karşısında bulur ve ona mukavemet edemez, çünkü o davetsiz gelir. Ayrıca insan, tedayi-i efkâr ile irâdesi dahilinde olmadan gördüğü, duyduğu ve okuduğu şeylerle de bir takım hatıralara, hayâllere ve
düşüncelere maruz kalabilir. Aslında, çok defa bunlardan kurtulmak mümkün de değildir; çünkü insanın bu hali,
yaratılışın muktezasıdır.

5. Vesvese, insanın ilerlemesine mani olmayan örümcek ağı gibidir:

Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Kur'ân, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır”
diye ferman etmektedir (Nisa, 4/76). Evet var ama, yok gibidir şeytanın hilesi. Meselâ, iki duvar arasından geçmek istiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, bir örümcek, ağlarını gerip yolunuzu kapatmış; döner
misiniz, devam mı edersiniz? Örümcek ağı sizin ilerlemenize mâni olabilir mi gerçekten? Şüphesiz hayır;
onu bir engel olarak görmez ve hiçbir şey yokmuş gibi yolunuza devam edersiniz.

Efendimiz, şeytanın dalâleti, küfrü, küfranı, günahı ve kötülükleri yaptırmadığını ve elinden tutup da kimseye günah işletemeyeceğini beyan buyurur. Şeytanın yaptığı, ancak fenalıkları süsleyip-püslemek, allayıp-pullamak,
cazip ve çekici  göstermektir. İyiyi de kötüyü de yaratan, dalâlete de hidayete de sevkeden
Allah (cc)'tır. Rengârenk köpüklerle süslenip imar edilmiş bir saray gibidir şeytanın vesveseleri; fakat altında derin
çukurlar bulunur, kilometrelere ulaşan derin çukurlar...

Gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin zararı olmaz. Vesvese, üflemekle uçup giden tüy kadar zayıftır.
Bir ara toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer o; ardından ne yağmur gelir, ne de yel!.. O, uçak yolcularının
bir anlığına içine düştüğü hava boşluğu gibidir; ne feryat etmeye değer, ne de dövünüp yakınmaya!..

6. Vesvese, üzerinde durulmadığı ve dert haline getirilmediği takdirde hiçbir zarar vermez:

Düşüncenize bulaşıp da onu kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Vesvese, hayâl aynasında
sönüp gidecek derecede zayıf ve gelip geçici bir iz; leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü ve çok hafif
yansımalardan ibarettir. Akla ve hayâle gelen şeyler, hayır kaynaklı ise akıl ve düşünceyi bir
derece nurlandırır; fakat şer kaynaklı bir vesvese ise, o zaman da akla, düşünceye ve kalbe tesir etmez,
kir bırakmaz ve zarar da vermez. Elinizde tuttuğunuz aynaya karşıdaki yılanın görüntüsü aksetse, aynadaki o
yılanın elinize zararı olur mu? Ya da, aynaya akseden bir pislik elinizi kirletir mi? Veya, elinizdeki aynaya akseden
alevli ateş, elinizi yakar mı? Aynenbunun gibi, nasıl karnınızdaki pisliklerin namaza ve elmasın etrafındaki kömür
tozlarının elmasa zararı yoksa, aynı şekilde, şeytanın da dışta ya da içte aslî ve zatî bir varlığı ve hüviyeti olsa bile,
attığı okların, gönderdiği görüntülerin aslî hüviyeti ve hiç bir zararı yoktur.

Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine
meydan vermediğiniz ve bir dert haline getirmediğiniz zaman, vesvesenin hiç bir zararı olmaz. Ona hep
tepeden bakacak ve “Allah'ın (cc) izniyle bunun altından vurup, üstünden çıkarım” diyeceksiniz.

7. Vesvese, zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir:

Şimdiye kadar anlattıklarımızın hilafına hareket edildiği takdirde vesvesenin zararı olabilir. Evet vesvese,
zararsız olduğu bilinmeyip, zararlı tevehhüm edildiği zaman zararlıdır. Üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla
karıştırıldığı zaman zararlıdır o; büyük gördükçe, mühimsedikçe büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hale gelir.
Bir arı kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama, siz önemsemeden kovanın önünden geçer gidersiniz.
Vesvese karşısında da yapmamız gereken şey, bundan farklı olmamalıdır.

Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar; biz de cazip bulur ve onu işlettirirsek, o bir karelik manzara,
hayâl sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi haline gelir de, farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca,
bilhassa gençlerde ve hele bu sûretler, nefsâniliğe bakan, bedeni tesir altına alan suretler olursa...
Evet, insan onu alır ve hayâlinde maceralı bir film haline getirir. Halbuki şeytana ait olan, o
ilk sahnedir. Öyleyse, o ilk oltaya sahip çıkmamak, takılmamak ve onu işlettirmemek gerekir ki, şeytan da bizi
işletmesin ve işlete işlete hayâllerimizi gerçeğe dönüştürmesin; dönüştürmesin ki, biz de neticede o bir karelik
görüntünün kurbanı olmayalım.

8. Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdırlar:

Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda daha da zararlı bir hastalık ve meleke haline gelir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde,
zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır; sonra da bunu kalben, fikren ve im'an-ı nazarla büyütüp,
kendine mal eder. Derken onu huy haline getirir ve onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında ye'se düşüp,
tam zarara uğramanın ifâdesidir. Bu hale ma’ruz kalmış biri, ümitsiz bir şekilde “Artık ben mahvoldum” deyip,
mağlûbiyeti kabûl eder ve böylece önce merkezi şeytanın salvolarına açık hale getirir, sonra da onu terk eder.
Bir kumandan düşünün; ilerde sağ tarafta bir kaç madenî parlama görerek, düşman o taraftan saldırıya geçecek
vehmine kapılır ve ordusunun sağ kanadını boşaltıp o tarafa sürer; sol tarafındaki dağlarda da ağaç yapraklarının
kıpırdanmalarından, düşmanın saklandığı ve hücum edeceği düşüncesine kapılarak, ordusunun sol kanadını da oraya
sevk eder. Neticede merkez, hasmın taarruz ve imha etmesine açık ve hazır hale gelmiş olur. Esasen bu,
taktik bilememenin ve düşmanı tanımamanın ifâdesidir. Görüyorsunuz ki, şeytanın yaptığının vesvese adına bir kibrit
çöpü kadar önemi yokken, insan onu azmanlaştırıyor, azgınlaştırıyor ve kendi başına salıyor. Evet, dikkat edelim,
onu hayalimizde ve düşüncemizde büyütmeyelim...

9. Vesvesenin manyetik alanından ibâdet ile uzaklaşmalı ve psikolojik te’sirinden çıkılmalıdır..!

Vesveseye karşı sizi vesvesenin manyetik alanından kurtaracak davranışlarda bulunun. Hadiste de ifâde edildiği gibi,
böyle bir şey arız olduğunda, söz gelimi gadaplandığınızda, ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız uzanın veya kalkıp
abdest alarak iki rekat namaz kılın ve iç dünyânızda değişiklik yapın; ayrıca o sisi dağıtacak daha başka meşrû bir kısım
davranışlarda bulunun!.. İrâdenizi devreye sokarak, psikolojinize te’sir edebilecek, elinizde olmadan içine düştüğünüz
hava boşluğundan sizi çıkaracak veya tutulduğunuz elektrik akımından sizi çekip alacak küçük de olsa bir vesile arayın.! Efendimiz (sav), bir sefer dönüşü -bir defaya mahsus olmak üzere-yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya
kalınca, “Burayı derhal terkedin; şeytan burada hâkimiyet ve saltanat kurmuş” buyurmuşlardı.
Evet, her zaman şeytanın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan
uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, şeytan ve şeytanî şeylere birer hüsn-ü istikbalse, evrad u ezkâr, Allah’ı ilan ve O’nunla irtibatlanma, bütün şer kuvvetlere karşı bir müdafaa, hattâ bir taarruzdur.
Meselâ, Efendimiz (sav) bir yerde, şeytanın ezan sesinden nasıl kaçtığını anlatır. Demek ki, onun ezana
ve ezanın ihtiva ettiği manâlara tahammülü yok. Öyle ise, şeytan vesveselerle taarruza geçtikce, biz de
Allah ve Rasûlü’yle irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve hep lâhûtî hâtıralara dalmalıyız. Efendimiz (sav)'in
Mi’rac yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hattâ esnemeyi bıçak gibi kestiği ve
keseceği söylenebilir. Keza bir yerde sol tarafınıza atacağınız üç tükürük, bir de bakarsınız onun geldiği sisli perdeyi
yırtıverir. Şeytanın harama teşvik adına gelen vesveselerine karşı bazan yumruğu sıkıp meydan okuma, bazan da hafife
alma manâsına tebessüm edip geçme, onun manyetik alanına karşı gerilimde

-------------
<font color=RED>“Bilginin elde edilmesi... bizi iyiye ulaştıracaktır.”[/COLOR]




Print Page | Close Window