İmam
Âzam'ın Hayatından Bir Özetleme
6
Selefin
Kelâm İlmine Karşı Çıkmalarının Sebepleri:
13
Tevhid'den
Bahseden Âyetler
17
Öldükten
Sonra Dirilmeye İman
20
Öldükten
Sonra Hesap Günü :
21
Allah'ın
Konuşması Nasıl Olur? :
24
Allah'ın
İsim Ve Sıfatları:
29
Allah'ın
Sıfatları Yaratılmış Değildir:
30
Kur'an-ı
Kerîm Allah Kelamıdır, Yaratılmış Değildir;
30
Kuran'daki
Kıssalar Allah Kelâmıdır ;
32
Kuranda
Geçen Yaratıklara Ait Sözler Yaratılmıştır :
33
Musa
(A.S.)’ ın Allah İle Konuşması:
33
Hiç
Bir Varlık Allah'a Benzemez:
34
Allah'ın
Sıfatları Kullar Gibi Vasıtalı Değildir:
35
Kelâm
Meselesindeki Görüşler:
36
Allah
Teâlâ Cisimsiz, Cevhersiz Var Olan Bir Şeydir;
39
Allah
Teâlâ Sınırlı Değildir:
39
El
- Yüz Gibi Sıfatlar Allah'ın Keyfiyetsiz Sıfatlarıdır:
40
Müteşabîh
Âyetler Tevil Edilemez:
40
Allah
Her Şeyi Yoktan Var Etmiştir
42
Allah
Ezelde Her Şeyi Bilendir
42
Her
Seyî Takdir Eden Yüce Allahtır
42
Hayır
Ve Şer Allah'ın Takdiri Île Var Olur:
43
Allah
Her Şeyi Önceden Yazı İle Yaratır:
43
Kaza
İle Kader Allah'ın Sıfatlarıdır :
43
Kulun
İşi Kendi İradesi İle Meydana Gelir:
44
Kader
Hakkındaki Münakaşalar
45
Allah
Teâlâ Her Şeyi Olduğu Gibi Bilir ;
47
Küfür
De Îman Da Kulun Kendi Kazancıdır
47
Âdem
(A.S.) in Zürriyetinin Yaratılması:
47
Allah'a
Verilen Ezeli Sözü Bozmak :
48
Allah;
Kulları Küfre Zorlamaz
49
Kul
İşinin Yaratıcısı Değildir
49
Allah
Kötülüğü De İyiliği De Murad Edee:
52
Bazı
Peygamberler Kusur İşlemiştir :
56
Hz.
Peygamber Büyük-Küçük Hiç Bir Günah İşlememiştir
59
Hz.
Peygamber'den Sonra İnsanların En Faziletlisi:
59
Hz.
Peygamberin Ebû Bekir'i Yazılı Bîr Ahit İle Halife Nasb Etmekten Vazgeçmesi
:
59
Dört
Halife Gerçek Halifedîr :
61
Büyük
Günah İşlemekle Mü'min Kâfir Olmaz
62
Günahkâr
Kimse De Gerçek Mü'mîndir :
63
Mutezilenin
Ehl-İ Sünnetten Ayrılması:
63
Mestler
Üzerine Mesh Etmek :
64
Fasıkın
Arkasında Namaz Kılmak
64
Îmanla
Ölen Cehennemde Ebedî Kalmayacaktir :
65
Kafirlerde
Gökülen Hârikalar, Mucize Değildir :
68
Kafirlerin
Elindeki Hârikalar İsyan Ve Küfürlerini Artırır :
69
Allah
Ezelde Yaratıcı Ve Rızık Verendir :
70
Müminlerin
İmanda Eşitliği :
74
Allah'a
Hakkıyla Kulluk Etmek
76
Allah
Fazlı İle İhsan Eder Adaleti İle Ceza Verir:
78
Cennet
Ve Cehennem Hayatının Ebedîliği:
83
Allah'ın
Hidayet Vermesi Ve Saptırması :
83
Kabir
Azabı Ve Ruhların İadesi
84
Allah'ın
Sıfatlarını Farsça Söylemek
87
Allah'a
Yakınlık-Uzaklık Keyfiyetsizdir :
87
Kur'an-ı
Kerim Mushaf'larda Yazılı Olan Allah Kelamıdır
88
Peygamberlerin
Îman Üzerinde Öldüğü Kesindir:
90
Ebu
Tâlib'in Kafir Olarak Ölmesi :
90
İnançtaki
Şüpheleri Gidermek:
92
Deccal,
Ye'cüc-Me'cüc'ün Çıkması Ve Hz.Îsa’nın İnmesi
93
Miraç
Ve Allah'a Mekân İsnadı:
94
Hz.
Peygamber'den Sonra En Üstün Peygamber
96
Meleklerin
İnsanlardan Üstünlüğü
98
Sahabe
Çocuklarının Üstünlüğü
100
Hiçbir
Veli Peygamber Derecesine Ulaşamaz
100
Kul'dan
Hiçbir Suretle Teklifler Düşmez:
101
Naslar
Zahirî Mânâlarına Alınır
101
Allah'ı
Görmek Hakkındaki İhtilaflar
102
Kul
İçin Yararlı Olanı Yapmak Allah Üzerine Gerekli Değildir:
105
Allah
Vaadinden Dönmez, Vaidinden Dönebilir
106
Küçük
Günahlardan Dolayı Azab Caizdir
107
Ölüler
İçin Yapılan İyilikler Onlara Fayda Verir
108
Kafirlerin
Duaları Kabul Değildir
109
Cinlerin
Kâfirleri İçin Cehennem Azabı Vardır
110
Şeytanların
İnsanlar Üzerindeki
Tasarrufu
111
Müctehid
Hata Da İsabet De Edebilir
111
İman
Artma Ve Eksilme Kabul Etmez
112
Allah'ı
Akıl İle Bulmak Herkese Farzdır.
115
Allah
Teâlâ Zulme Gücü Yetmekle Vasıflanmaz
115
Allah,
Kula Gücünün Yetmediğini Teklif Etmez :
117
Taklitçinin
İmanı Sahihtir
119
Allah'ın
Rahmetinden Ümit Kesmek Küfürdür
121
Kâhinlerin
Haberlerine İnanmak:
121
Kur'an,
Söz Ve Mânaya Birlikte Verilen İsimdir
124
Kötülüğü
Helal Kabul Etmek :
124
Tövbeleri
Kabul Etmek Allah’n Bir Lüttudur
126
Dedikodu
Ve İftiranın Tevbesî :
130
Bütün
Günahlardan Tevbe Etmek
131
İstikamet
Kerametten Üstündür
131
Kıble
Ehlinin Tekfiri Caiz Değildir
131
Kendi
İsteği İle Küfür Kelimesini
Söylemek Küfürdür
132
Hz.
Ebu Bekir'in Hilafetini Ve Sahabîlîğini İnkâr
132
Bîdatçılar
Birbirine Kâfir, Derler
133
Mürted
Kişiye İslâm'ın Arzedilmesi
133
Küfrü
Gerektiren Düşünceyi Akla Getirmek
134
Zorla
Hz. Peygamber'e Söğmek
135
Kıraat
Ve Namazla İlgili Küfür Sözleri
135
Kur'an
Okumakla Alay Etmek
136
Kur'an'ın
Sözlerini Kendi Sözü İle Karıştırmak
136
Kur'an'dan
Ücret Alma İle İlgili Sözler
137
Haram
İşlerken Bismillah Demek
137
Namazla
İlgili Küfür Sözleri
137
Farzları
İnkâr Etmekle İlgili Sözler
138
Abdestsiz
Olarak Kıbleye Yönelmek
138
İlim
Ve Âlimler Hakkındaki Küfür Sözleri
139
Kur'an
Öğretenlerle, Vaizlerle Ve İlim Meclisi İle Alay Etmek
139
Boşanma
Ve Âlimlere Hakaretle İlgili Sözler
140
Allah'ın
Rahmetinden Ümit Kesmekle İlgili Sözler
140
Şeriatla
İlgili Küfür Sözleri
140
Açık
Ve Kapalı Küfür Sözleri
141
Mînhac'ul-Musaün
Adlı Kitaptan Bazı Meseleler
148
Hastalık,
Ölüm Ve Kıyametle İlgili Küfür Sözleri
149
Kıyamet-Cennet
Ve Cehennemle İlgili Küfür Sözleri
149
İbadetlerin temeli sağlam inançlardır. Sağlam inanca dayanmayan ibadetlerin Allah katında hiçbir değeri yoktur. Allah kendilerinden razı olsun, Selefnalimleri tâ İslâm'ın ilk devirlerinde Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in üzerinde bulunduğu inanç yolunu tesbit etmişler ve bozuk inançları reddederek tertemiz ve sağlam bir inanç yolunu, Ehl-i Sünnet vel-Cemaat yolunu bizlere kadar intikal
ettirmişlerdir.
Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in, kurtulduğunu müjdelediği fırka bu Ehl-i Sünnet vel-cemaat inancına bağlı bulunanlardır. İnanç bakımından ehl-i sünnetin dışında kalanlara “Bid'at ehl-i” tâbiri kullanılır. Bid'at ehlini bütünü ile kâfirlik, yahut sapıklıkla itham etmeğe Ehl-i Sünnet vel-cemaat inancı müsaade etmemekle beraber, Hz. Peygamberin izinden yürüyebilmek, inanç sahalarında tehlikeli gediklerle karşılaşmamak ve imanı bir bütün halinde muhafaza edebilmek için bu bid'at ehlinin inançlarından kendimizi korumak zorundayız.
Hanefî Mezhebinin kurucusu olan ve aynı zamanda bugünkü manada İslâm Fıkhı'nın da babası sayılan İmam Âzam Hazretleri, Ehl-i Sünnet vel-cemaat inancının da ilk kurucusu olarak tanınmaktadır,
İmam Âzam, Fıkha intisap etmeden evvel bir müddet mesaisini Bid'at ehline karşı mücadele etmek, kelâma ait meselelerle meşgul olmakla geçirmiş ve muarızlarını deha derecesindeki zekâsı, aklî muhakemesi, kuvvetli mantığı ve cedelci üslûbu ile her yerde takip ederek reddetmiş, hatta bu sebeple İran ve Irak'da bazı seyahatler tertip etmiş; Mutezile, Hariciler ve Şiîlerle yaptığı münazaralarda onları susturmayı başarmıştır. Aynı zamanda devrinin dinsizlik propagandasını yaparak İslâm inançlarını sarsmak isteyen Dehrilerle de münazara ederek kendilerini susturmuş ve müslümanların inançlarını sarsılmaktan kurtarmıştır. Bu münazaraları meşhurdur.
Başlangıcında inançların korunması için kelâm meseleleri ile meşgul olan İmam Âzam Hazretleri tehlikeyi bertaraf ettikten sonra Selef âlimlerinin ve Sahabenin yolundan yürümeğe karar vermiş; O’nun bu bid'at ehli ile mücadelesi yerini Hadis ve Fıkıh çalışmalarına terk etmiştir. Böylece inançları sağlam temellere oturttuktan sonra İmam Âzam Fıkıh ve Hadîs ilmine yönelmiş, bu meşguliyetin devrinde ve devrini tâkibeden asırlardaki müslümanlar için zaruret derecesinde lüzumlu olduğuna inanarak kendine has üslûbu ile ve zengin kültürü ile çalışmalarına aralıksız devam etmiştir. Kendine has metodu ile hadislerin sağlamını zayıfından ayırmış ve buna “Hadîs Fıkhı” adını vermiştir. Fıkıhta ise dünya çapında rey ve içtihad metodunu geniş çapta kullanarak kendinden sonrakilere içtihadın kapısını açmıştır. Bu sebeple kendisine Fıkhın babası adı da verilmiştir. Eğer İmam Âzam'ın açtığı bu çığırla ortaya koyduğu binlerce içtihadı olmasa müslümanlar nasıl davranacaklarını bilemezler, sapmaktan kurtulamazlardı. O'nun en büyük eserleri açtığı bu çığır ile yetiştirdiği talebeleri ve kendinden sonra gelen müçtehitlere tesirleridir. O, kitap yazmakla meşgul olamamış, ancak bazı risalelerin yazarı olmakla bilinmektedir. O, bilgilerini; ve içtihatlarını talebelerinin kafalarına yazmayı başarmış, böylece asırlardan beri ilmin canlı olarak yaşamasını sağlamıştır. Daha sonra talebeleri tarafından onun tüm içtihatları ve kendinden rivayet edilen bütün bilgiler kitaplara aktarılmıştır.
İmam Âzam, gerek kendi yaşadığı devirde, gerekse kendinden sonraki devirlerde yaşayan Fıkıh âlimleri üzerinde büyük çapta tesir icra etmiş olup, Kitap ve Sünnette bulunmayan hükümler hakkında büyük bir cesaretle kendi reyini ortaya koyabilmiş, içtihad konusunda büyük bir çığır açmıştır. İmam Âzam sadece olmuş olaylar hakkında değil olmamış, yahut olması ihtimal içinde bulunan ve asırlarca sonra lâzım olan meseleler hakkında da fikir yürüterek içtihadda bulunmuştur. İslâm Dünyası gücünü bu içtihatlardan almıştır. Günümüze kadar yaşamış bulunan İslâm devletlerinin güçlerini İmam Âzam'ın ilmî faaliyetlerine ve içtihadlarına borçlu bulunduklarını, fikri yapılarını O'nun ictihadlarından aldıklarını söyleyebiliriz. Ve eğer İslâm dünyası bundan sonra da hukukî, iktisadî, içtimaî ve idarî sahalarda bir varlık gösterecekse, bunun tek şartının mazide olduğu gibi günümüz şartlarına göre, o büyük önderin metodunun kullanılmasına, ilmî faaliyetlerinin devam ettirilmesine bağlı bulunduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Yine imam Âzam'ın düşünce tarihi açısından, düşünce sisteminin gereğince araştırılmadığını, bugünün insanına gereği gibi tanıtılmadığını da burada kaydetmek isterim.
Burada yeri gelmişken önemli bir noktaya da değinmek istiyorum. Son zamanlarda maalesef İmam Âzam'ın ilmi ve fikri çalışmaları yanında O'nun kurduğu Ehl-i Sünnet yolu da büsbütün unutulmuş, inançlar bozulmuş, düşünceler sapmıştır. İşin en garibi dinî sahada yetki sahibi olmayan bazı kimseler, meslekleri askerlik, gazetecilik, idarecilik de olsa büyük önder İmam Âzam'ın kurduğu Ehl-i Sünnet yolundan habersiz oldukları halde, onun inanç ve düşünce yoluna karşı bilerek veya bilmeyerek ihanette bulunuyorlar, kendilerini tanımadıkları bu yolun yani Ehl-i Sünnet yolunun himayecisi, kurtarıcısı ve idarecisi sanıyorlar; İmam Âzam'ın düşünceleri yerine kendi kafalarındaki düşünceleri Ehl-i Sünnet inancı olarak takdim ediyorlar; üstelik bu düşüncelerine itiraz edenleri küfürle, sapıklıkla ve türlü kulplar takarak itham ediyorlar; dolayısıyla Ehl-i Sünneti inhisarları altına almak istiyorlar. Böylece bu temiz inanç yolunu da bir ticaret metaı haline getirip istismara kalkışıyorlar. Fakat bunu yapmaya asla müsaade edilmeyeceklerdir.
İşte elinizdeki bu kitap, İmam Âzam Hazretlerinin “Fıkh-ı Ekber” adlı kitabının şerhidir. Nâ ehillerin kendilerini kurtarıcı ilân ettiği devrimizde Ehl-i Sünnet vel-cemaat inancını yeni baştan öğrenmek istiyenler için büyük bir kaynak teşkil ediyor. Bu kitap istismarcılara, tefrikacılara ve kendini bilmezlere haddini bildirecektir.
“Fıkh-ı Ekber”in metni ( ) içindeki siyah büyük yazılardır. Bu yazılar konuların başında bulunmaktadır. Kitabı değerli ilim adamı AIiyyul-Kârî şerh etmiş olup İmam Âzam'ın “el-Vasıyye” adlı kitabı ile diğer kitaplarda bulunan İmam Âzam'a ait düşünceleri bir araya getirerek ve Razî, Taftazani, Konevî, gibi Ehl-i Sünnetçe tanınmış âlimlerin fikirlerinden de istifade ederek şerh etmiştir.
Tercümede elden geldiği kadar sade bir dil kullanmaya çalıştım. Sarihin söyledikleri dışında kendimden bir ilâvede bulunmadım. Ancak âyetlerin numaraları ile Hadîslerin kaynaklarını bularak dipnotlar halinde gösterdim.
Aliyyül-Karî, kitabın sonunda inanç esaslarına ilâve edilen diğer görüşleri de zikretmiş ve küfür sözleri ile ilgili bütün fetvaları bir araya getirerek bugün müslümanlar için inanç bakımından tehlike arzeden söz, düşünce ve davranışları kaynaklarından naklederek bir araya getirmiştir.
İtikatların korunması bir ölçüde ahlâkî diyebileceğimiz bu esaslara da bağlı bulunmaktadır. Ahlakın inançlarla ilgisini bu bölümü okuduktan sonra daha güzel anlamak mümkün olacaktır. Günümüzde bunun misallerini bol miktarda bulabiliriz. Maksadımız müslüman kardeşlerimize faydalı olmak, hem ahlâkî bakımdan, hem de inanç yönünden sağlam bir yol tutup müslümanlarm birlik ve beraberliğini devam ettirmek, tefrikaya meydan vermemek, müslümanları ayırmak isteyenleri uyarmaktır.
İlmî değeri çok büyük olan bu inanç kitabını Ehl-i Sünnet yolunu sağlam olarak yeni baştan öğrenmek isteyenlere faydalı olması, kısır çekişmelerin, tefrikacilık ve istismarcılığın kapısına kilid vurması ümidi ile okuyuculara takdim eder, bizleri Ehl-i Sünnet vel-cemaat inancından ayırmamasını Yüce Allah'ın katından niyaz ederim. 12.4.1978.
Y. Vehbi Yavuz
Muradiye - Bursa
Üzerinde değişik görüşler belirtilmiş olmakla beraber tarihçilerin çoğunluğunun ittifak ettiği nokta şudur: İmam Âzam Hazretleri Kûfe'de doğup büyümüş ve hayatının çoğunu bu şehirde geçirmiştir.
Yine tarihçilerin çoğunluğunun birleştiğine göre, İmam Âzam, hicrî (80) senesinde dünyaya gelmiş olup (150) senesinde 70 yaşında olduğu halde Bağdat'da dünyaya gözlerini kapamıştır. Halen kabr-i şerifleri burada bulunmakta ve üzerinde akıl almaz zinetlerle süslenmiş bir türbe yaptırılmış bulunmaktadır. Buna göre İmam Âzam hayatının son zamanlarını Bağdat'ta geçirmiş olduğu anlaşılmaktadır.
İmam Âzam'ın nesebi hakkında da değişik görüşler ileri sürülmüştür. Fakat bunlar arasında en sağlam olanı şöyledir. Nûman b. Sabit b. Zûta b. Mâh. İmam Âzam'ın babası Sabit, olup dedesi Zûta islâm ordularının İran, Horasan ve Irak'ı fethettikleri sırada esir düşmüş ve Teym kabilesine mensup Teymullah b. Sâlebe'nin kölesi olmuştu. Fakat sonradan azad edilerek hürriyetine kavuşmuş olan Zûta, ikamet etmekte olduğu Kabil (Babil)'den Kûfe'ye hicret etmiştir. İmam Âzam'ın torunu Hammad'dan nakledildiğine göre İmam Âzam'ın babası Sabit müslüman olarak dünyaya gelmiş ve Hz. Ali kerremellahu vecheh ile müşerref olmuş bir zattı. Hz. Ali'nin Sâbit'e ve zürriyetine hayır ve bereket duasinda bulunduğu rivayet edilmektedir.
İmam Âzam Ebû Hanife küçük yaşta pederi Sâbit'i kaybetmişti. Pederinin vefatından sonra annesi Câfer-i Sadık ile evlenmiş, dolayısıyla Ebû Hanîfe ilk terbiyesini ve ilk bilgilerini Cafer-i Sadık’tan alarak ilerideki ilmi hayatını sağlam temellere oturtmuştu.
Ebû Hanîfe küçük yaşta önce Kur'an-ı Kerîm'i ezberledi. Kur'an sonra onu en çok okuyanlardan biri oldu. Kıraat ve hıfzını Kıraat imamlarından İmam Âsim'dan tamamladı.
Ebû Hanîfe'nin mensup olduğu aile Kûfe'de ticaretle meşguldü. İpekli kumaş ticareti ile uğraşan bu aile kârlı bir ticaret yolu olan bu işe onu da teşvik ediyorlardı. Kendisinde ticarete karşı büyük bir meyil bulunmakla beraber dehâ derecesindeki zekâsı onu ilmî ve aklî araştırmalara da sevk ediyor, dolayısıyla ticaretten artan zamanlarında bir kültür ve medeniyet merkezi oln Kûfe'de ilim adamlarının derslerine ve sohbetlerine devam ediyordu. İmam Âzam'ın yaşadığı devirde hayatta kalan tabiîler de vardı. İmam Âzam bunların sohbetinde bulunma şerefine de nail olmuştu.
İmanı Âzam ticarete karşı olan kabiliyet ve temayülüne rağmen Irak'ın, dolayısıyla Kûfe'nin ilim çevrelerine de intisab etmiş, dikkatini Sahabîlerin eserlerine çevirerek kısa zamanda ilmî çalışmalara yönelmiş dolayısıyla fikrî bakımdan inkişaf etmeye başlamıştı. İmam Âzam'ın devrinde Kûfe'de ve Irak'ta Mûtezilîler, Haricîler ve Şiîler faaliyet göstermekteydiler. Bu sebeple Hz. Ebû Hanîfe bunlara karşı mücadele etmek zorunda kalmış ve önceleri yani gençliğinin başlangıcında bu kimselerle mücadele etmek için aklî ilimlerle daha çok uğraşmış ve bir yandan da ticarî faaliyetlerini devam ettirmiştir. Dolayısıyla bir yandan ticaretten bir yandan da ilimden nasibini alıyordu.
İlim adamlarının sohbetlerine devamı sırasında Ebu Hanîfe'nin üstün zekâsı hocalarının dikkatini çekmiş, bu sebeple hocaları onu ticaretten kurtarıp ilme intisab etmeye teşvik etmişlerdir. Bu durumu kendisi şöyle anlatır:
“Bir gün İmam Şâbî ile karşılaştım. Kendisi oturuyordu. Beni çağırdı ve nereye gittiğimi sordu. Ben de: çarşıya gidiyorum, dedim. Bunun üzerine; ben senin çarşıya değil, âlimlerin meclislerine gitmeni isterim, dedi. Ben ise: âlimlerin meclisine çok az uğradığımı söyledim. Bunun üzerine Şâbî bana: Sen ticaretle uğraşma. Zira senin ilimle uğraşman ve âlimlerin meclisinden ayrılmaman gerekir. Çünkü ben sende üstün bir zekâ ve kaabiliyet görüyorum, dedi. İşte Şâbi'nin bu sözü bende büyük bir tesir meydana getirerek ticareti bıraktım ve ilim tahsiline kendimi adadım. Şâbi'nin bu sözü benim için çok faydalı oldu.”
Şâbî ile karşılaştıktan sonra Ebû Hanîfe vaktinin çoğunu ilme hasretmiş, fakat bir taraftan da ortağı aracılığı ile ticari işlerini fikren yürütüyor, ortağının hesaplarını kontrol ediyor, böylece geçimini başkalarına muhtaç olmadan temin ediyordu.
İlk zamanlar Mutezile, Haririler, Dehrîler ve Şiilerle cedelleşerek kendini akaid meselelerine veren ve böylece tatmin olan Ebû Hanîfe'nin, sonradan fıkıh halkaları dikkatini çekmeye başlamış bu şekilde ilimlerin en faydalısı olan ve sonradan babası olmakla vasıflandığı Fıkıh ilmine intisab etmiştir.
Önceleri itikada ait meselelerle ilmî çalışmalarına başlayan Ebü Hanîfe, sonradan sahabe ve Tabiun'u örnek alarak kelâm münazaralarından sarf-ı nazar etmiştir.
Ebû Hanîfe fıkıh ilmine intisab ettiği sırada kelâm ilmine vakıf olmuş, akaid meselelerini ve Tevhid'e ait incelikleri aklî delillerle isbat edecek güce sahip idi. Daha sonra sarf, nahiv ve Arap Edebiyatını öğrenmiş, hadîsleri ezberlemeye başlamış ve böylece büyük bir kültüre sahip olmuştu. Fıkıh ilmine ve Hâdise yöneldiği zaman her bakımdan tam bir yetkiye sahip idi.
Ebû Hanîfe ilim hayatının başlangıç dönemlerinde kelâm ilmi ile meşgul olduğu halde sonraları oğlu Hammad'ı ve diğer talebelerini bu ilimle meşgul olmaktan menetmiştir. Bunun üzerine oğlu Hammad bir defasında kendisine şöyle demiştir:
“Bizi kelâm ilmi ile ilgili münazaralarla meşgul olmaktan menediyorsunuz, halbuki siz kelâm'a ait meselelerle meşgul oluyordunuz.” Buna karşılık Ebû Hanîfe şöyle cevap vermiştir.
“Evet biz kelâm meseleleri hakkında münakaşa ediyorduk, fakat başımızın üstünde bir kuş varmış gibi aklımızın başımızdan uçmasından korkan kimsede olduğu gibi arkadaşımızın yanılmasından korkardık. Halbuki sizler kelâm münakaşalarına giriyor ve arkadaşınızın yanılmasını, ayağının kaymasını istiyorsunuz. Arkadaşının yanılmasını isteyen kişi, onun kâfir ve sapık olmasını istiyor demektir. Arkadaşının kâfir olmasını istemek ise küfürdür.”
İmam Âzam birçok âlimle karşılaşmış ve bu âlimlerin gerek metodlarından gerekse ilimlerinden faydalanmıştır. Fakat kendisinden faydalandığı hocaları arasında en önemlisi, çağının fıkıh ilminin reisi diyebileceğimiz İmam Hammad b. Ebî Süleyman'dır. İmam Hammad da İbrahim en-Nahaî ile İmam Şâbî'den fıkıh ilmi tahsil etmiştir. Ebû Hanife Kadı Şurayh ve Alkame'ye ait fıkhı da bu hocasından öğrenmiştir. Bu iki zat da İbn-i Mes'ud ile Hz. Ali'nin fıkhını bilen zatlardı. İmam Hammad bu iki tabiînin fıkhını öğrenmekle beraber ibrahim en-Nahaî ve Alkame'nin fıkhına daha çok önem vermiştir.
Ebû Hanife (28) yıl gibi uzun bir zaman hocası Haramad'a talebelik etmiş olup ölümüne kadar kendisinden ayrılmamıştır. Hocası Hammad vefat edince onun yerine geçerek ders kürsisini kendisinden sonra o işgal etmiştir.
Hicri (120) yılında İmam Hammad vefat edince, onun yerini en seçkin talebesi Ebû Hanife almış, dolayısıyla bütün gözler kendisine çevrilmişti. İmam Âzam, büyük tecrübeleri ve engin zekâsı, kuvvetli akılcılığı ve hazırcevaplığı sayesinde hocasının ders halkalarını başarı ile devam ettirmişti. İmam Âzam ticaretle de meşgul bulunduğu için zamanın ihtiyaçlarını daha iyi tanıyabilmiş, örf ve âdetleri herkesten daha mükemmel kavrayabilmişti. Onun ticarî hayatı bilhassa örf ve âdetlere müstenid düşünceleri ve içtihatları üzerinde etkili olmuştur. Hatta bu konuda bir söz açıldığı zaman arkadaşları susar ve sadece onu dinlemek zorunda kalırlardı. Talebesi İmam Muhammed b, Hasan eş-Şeybanî onun hakkında şöyle diyor:
Ebû Hanîfe kıyasla ilgili meseleler hakkında talebeleri ile tartışırdı. Talebeleri bazan kendisine uyarlar, bazan da itirazda bulunurlardı. Fakat İmam Âzam Ebû Hanîfe istihsana başvurunca, yani ictihad edince ona hiç kimse itiraz etmezdi. Çünkü o istihsan konusunda ileri sürdüğü meseleleri kuvvetle müdafaa eder ve herkes kendisine bu konuda hak verirdi.”
İmam Âzam'ın Fıkıh ilminde diğer nıüctehidlere nazaran dehâ derecesinde başarılı olması, onun halkı yakından tanıması, halk ile münasebetlerinin devam etmesi ve bilhassa ticarî hayatında toplumun meselelerini çok yakından tanıma fırsatı bulması ve bu ilişkiyi sonuna kadar devanı ettirmesi sayesinde olmuştur, desek yanılmış olmayız. Çünkü onun dayandığı istihsan metodu, halkın ihtiyaçları ile şeriatın kaynaklarını karşılaştırarak bir neticeye varmaktan ibarettir. Bu da şüphesiz halkı ve halkın meselelerini yakından tanımadan mümkün değildir. Bu şekilde meselelerin bütün inceliklerini keskin görüşleri ile kavrayan Ebû Hanîfe, Fıkıh ilminin meyvesini ilmî tartışmalarda görüyor, sahip olduğu kuvvetli mantık ve akılcı görüş sayesinde hasımlarının bütün düşüncelerini alt edebiliyordu. Fıkıh ilmindeki ictihadları üzerinde, önceden sahip olduğu cedelciliğin, mantık ve akılcılığın tesiri büyük olmuştur.
Harun b. Sa'd'ın naklettiğine göre imam Şafiî şöyle demiştir.
“Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh hazretlerinden daha fakîh bir âlim görmedim. Fakîh olmak isteyen kimse Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının söz ve kitaplarına müracaat etsin, onların sözlerini kabul edip ezberlesin. Zira bütün insanlar kıyas hususunda Ebû Hanîfe'nin ayalidir, (çocuklarıdır).” Zumayri'nin rivayetine göre ise İmam Şafiî şöyle demiştir:
“İnsanlar kıyas ve istihsanda Ebû Hanîfe'nin ayalidir (çocuklarıdır).” Yani bu sözlerden maksadı, imam Âzam'ın fıkhın babası olduğunu anlatmaktadır, imam Vâludî'nin söylediğine göre, imam Mâlik, Ebu Hanife'nin birçok sözlerini, kabul eder, fakat bunu açıklamazdı.
Yine îmam Şafiî'den şu sözün nakledildiği rivayet edilmiştir:
“Bütün insanlar fıkıhta Ebû Hanîfe'nin, siyer ye Meğazî'de Muhammed b. İshak'ın, tefsirde Mukâtilin, nahivde Kisâî'nin ayalidirler, İmam Âzam'ın kitaplarına bakmayan fıkhı anlayamaz ve bilemez,
maksadına nail olamaz.”
İmam Mâlik'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Ebû Hanife islâm'da altmış bin mesele çıkarıp ortaya koymuştur.” İmam Ebû Bekir b. Atîk'in rivayetine göre ise, İmam Âzam İslâmda beşyüzbin mesele çıkarıp ortaya koymuştur.
Hatîb-i Harezmî'nin rivayetine göre ise, 63.000 mesele ortaya koymuş olup bunların 32.000'i ibadetlere dair, geride kalan 31.000'i de muamelâta dairdir. Eğer İmam Âzam bu meseleleri ortaya koyup ictihadda bulunmasaydı bütün insanlar sapıklıkta kalırdı.
İmam Âzam'm inançtaki mezhebi kurucusu bulunduğu Ehl-i Sünnet vel-cemaat Mezhebidir. Ancak Mutezile'den bir taife İmam Âzam'm Mütezîli olduğunu iddia edecek kadar işi azıtmışlardı.
İmam Âzam'a Ehl-i Sünnet inancının alâmetlerinden sorulunca şöyle cevap vermiştir.
1- Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'i diğer sahabîler üzerine üstün tutarız,
2- Hasan ile Hüseyin'e sevgi besleriz.
3- Hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanırız.
4- Mestler üzerine mesh etmeyi caiz görürüz.
5- Kuvvet şurubu gayesiyle hurma suyundan yapılmış şiranın içilmesini caiz görürüz.
6- Günahı sebebiyle hiçbir mü'mine kâfir demeyiz.
7- Allah'ın sıfatları hakkında konuşmayız.
8- Ehl-i Sünnet'e göre Allah'ın sıfatları tevkifidir.
9- Bütün sahabîler hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiz.
10- Sahabenin en üstünü Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra, Hz. Ozman, sonra Hz. Ali, sonra Aşere-i mübeşşere, sonra Bedir ehli, sonra Uhud savaşına katılanlar, sonra Hudeybiye bulunanlar, sonra Bey'atür Rıdvan'da bulunanlar, sonra Akabe biatında bulunanlardır.
Muhammed b. Mukatil'den nakledildiğine göre bir kimse İmam Azam'a şöyle bir soru sordu:
“Şu kimse hakkında ne dersiniz ki; Allah'tan korkmaz, cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rükû ve secdesiz namaz kılar, görmediği şeye inanır, Hakk'a buğz eder, fitneye sevgi besler..” İmam Âzam'ın meclisinde bulunan arkadaşları bu soruya cevap vermekten aciz kalarak, bu kimsenin durumu müşkildir, dediler, İmam Âzam Hazretleri ise bu soruya karşılık şöyle cevap verdi:
“Bu öyle bir kimsedir ki, Allah'ın rızasını ister. Cennet istemez. Allahtan korkup Cehennem ateşinden korkmaz. Rükû ve secdesiz olan cenaze namazı kılar. Allah Teâlâ'yı görmediği halde birliğine iman ve şehadet eder. Ölümün hak olduğuna inanır, fakat onu sevmez. Mal ve evlad fitnedir, fakat bunları sever. Müslüman kardeşini dedikodu ettiği için ölü eti yemiş olur.” Bu cevap karşısında soru soran kişi kalkıp İmam'ın elini öptü ve şahidlik ederim ki, sen ilmin hazinesisin, dedi.
Yine rivayet olunduğuna göre, Bağdad'a Rum diyarından bir Dehri gelip insanların inançlarını sarsmak için ilim adamları ile münazaralara girişiyormuş. Bütün Bağdat âlimleri bu dehri karşısında aciz kalıp sorularına cevap veremediler. Yalnız görüşmediği âlim İmam Hammad kalmıştı. İmam Hammad ise, ben de gidip münazarada cevap veremeyip aciz kalırsam cahiller arasında İslâm inancı sarsılır korkusuyla münazara etmekten çekiniyordu. İmam Hammad bu düşünce ile muztarib halde uykuya dalmış, gece rüyasında görmüş ki; bir hınzır gelmiş bir ağacın dallarım ve gövdesini yemiş, sadece kökleri kalmış. Bu esnada o civarda bir arslan yavrusu çıkarak o domuzu parçalayıp öldürmüş. İmam Hammad bir korku içinde uykudan uyanmış, kederli bir durumda düşünmeye başlamış. İmam Âzam Hazretleri o zaman onüç yaşında bulunuyordu. Hocası Hammad'ı kederli halde görünce sebebini sordu. İmam Hammad ona rüyasını anlattı. Bunun üzerine İmam Âzam rüyasını şöyle tevil etti:
“O gördüğünüz ağaç ilimdir. Dalları diğer âlimlerdir. Kökü zat-ı âlinizdir. Arslan yavrusu ise benim, inşallah o domuzu ben öldüreceğim” dedikten sonra hocası Hammad ile beraber camiye gittiler. O sırada dehrî gelip minbere çıktı ve münazaraya başlayarak karşısına çıkacak birini istedi. Bunun üzerine Ebû Hanîfe karşısına dikildi. Dehrî yaşının küçüklüğüne bakarak onu küçümsedi. İmam Azam: “Ne sormak istiyorsan sor” dedi. Bunun üzerine dehrî İmam Âzâm'a şöyle sordu:
“Başlangıcı ve sonu olmayan bir varlığın bulunması mümkün müdür? dedi. İmam Âzam tereddütsüz cevabında:
“Sen sayı bilir misin?” dedi. Dehri de :
“Evet, bilirim, dedi.” İmam Âzam:
“Bir sayısından önce bir sayı var mıdır?” dedi. Dehri:
“Bir sayıların evvelidir, ondan önce sayı yoktur,” cevabını verdi. Bu sözü karşısında İmam şöyle dedi:
“Bir sayısından evvel sayı olmaz da bir olan Allah'tan önce nasıl başka bir varlık bulunabilir?”
Bunun üzerine Dehri ikinci sorusunu sormaya devam etti:
“Allah Teâlâ ne tarafa yönelmiştir?” Bu soruya karşılık İmam Âzam:
“Bir mum yakınca onun ışığı ne tarafa yönelir?” dedi. Dehri:
“Her tarafa yayılır” cevabını verdi. Buna karşılık İmam Âzam:
“Mecazî nur olan bir mumun ışığı her tarafı kaplar da göklerin ve yerin nuru olan Allah Teâlâ her tarafı kaplamaz mı? Bunun doğruluğu güneşten daha açıktır.” dedi.
Dehrî üçüncü sorusunu şöyle sordu:
“Var olan her şeyin bir mekâna ihtiyacı vardır. Buna göre Allah nerededir?” Bunun üzerine İmam Âzam bir kâse içinde süt getirerek:
“Bu sütün içinde yağ var mıdır?” diye sordu. Dehrî:
“Evet, vardır.” cevabını verince İmam Âzam:
“Yağ bu sütün neresindedir?” diye sordu. Dehrî:
“Süt içindeki yağın belli bir yeri yoktur, sütün her tarafında yağ vardır.” dedi. Dehrinin bu cevabı karşısında İmam Âzam:
“Fâni ve zail olan bir varlığın belli bir mekânı olmuyor da Allah Teâlâ için nasıl bir mekân tasavvur edilebilir? Allah Teâlâ vardır ve O'nun varlığı her yeri kaplamıştır.” dedi.
Bundan sonra dehri dördüncü sorusunu şöyle sordu:
“Rabbin şimdi ne iş ile meşguldür?” İmam Âzam:
“Sen birkaç soru sordun, ben ise cevap verdim. Soru soranın yüksekte, cevap verenin aşağıda olması yakışmaz. Sen in de minbere ben çıkayım.” dedi. Bu söz üzerine dehri minberden aşağıya inip yerine İmam Âzam minbere çıktı ve:
“Benim rabbim, senin gibi bir kâfiri minber üzerinde lâyık görmeyip aşağıya indirmekte ve benim gibi bir Tevhid ehlini minber üzerine çıkarmaktadır.” cevabını verince dehrî cevap veremez duruma geldi ve pes dedi. İşte o zaman dehriyi yakalayıp öldürdüler ve İmam Hammad'ın gördüğü o rüya gerçekleşmiş oldu.
İmam Âzam'ın zekâsının üstünlüğüne delâlet eden olaylardan biri de şudur: Hasan b. Ziyad'ın naklettiğine göre, bir kimse bir yerde bir miktar para defnedip sonradan bu malı nerede gömdüğünü unutmuş. Bunu nasıl bulacağını İmam Âzam Hazretlerinden sorunca,
“Gece sabaha kadar namaz kıl, inşallah bulursun.” demiş. Bu tavsiye üzerine o kişi gece namaz kılmaya başlamış ve gecenin dörttebiri olunca parasını nereye gömdüğü hatırına gelmiş. İmam Âzam'dan bunun hikmetini sormuşlar ve şöyle cevap vermiş:
“Şeytan aleyhillâne gece sabaha kadar namaz kılmaya rıza göstermez, onu mutlaka bu işten meneder. Bu sebeple hatırına getirir.”
Yine cimri bir kimse malını bir yerde gömmüş, fakat bir müddet sonra gidince bu parayı yerinde bulamamış, çıkarıp almışlar. Hasis bir kimse olduğu için buna fazla üzülmüş ye nerede ise ölecek duruma gelmiş. Bazı dostlarının tavsiyesiyle İmam Âzam Hazretlerine müracaat edip bir çare bulmasını rica etmişler. Bunun üzerine İmam Âzam Hazretleri:
“Bana yerini gösterin.” demiş ve göstermişler. İmam Âzam başka bir vakitte o yere gelip burada bazı kimselerin mantar devşirdiklerini görmüş. Yanlarına yaklaşıp bunlardan birine:
“Siz burada her zaman mantar devşirir misiniz?”diye sormuş. Adam da:
“Evet, her zaman devşiririz,” cevabını vermiş. İmam Âzam:
“Hepiniz birlikte toplayıp sonra taksim mi edersiniz?” diye soru sorunca:
“Hayır, herbirimiz ayrı ayrı kendi hesabımıza devşiririz.” demiş. İmam Âzam tekrar sordu:
“Hepiniz buradan beraber mi ayrılırsınız?” Adam cevap verdi:
“Hepimiz beraber gideriz, fakat şu adam her zaman geri kalıp bizden sonra gider.” demiş. Bunun üzerine İmam Âzam bir kenarda oturup dağılmalarını beklemiş. Herkes gidip sadece o kimse kalmış. Bu sırada İmam, o zatın yanına yaklaşıp:
“Bu yerde bir adam bir miktar para gömmüş, bu parayı sen çıkarıp almışsın, hem aldığını görmüşler ve şahidlik ediyorlar. Başkaları duymadan harcadığın sana kalsın sahibi onu bağışlar, gerisini ver.” demiş. Adamı bu söz karşısında korkup aldığı parayı getirip İmam Azam’a teslim etmiş. O da sahibine vermiş. Bu olayın sırrını açıklarken İmam Âzam Hazretleri şöyle diyor:
“Görmüşler” sözümden maksadım Allah Teâlâ'dır. Çünkü Allah Teâlâ kullarının yaptığı bütün işleri görür.”
İmam Âzam'ın zekâsı o derece üstün idi ki bir şeye bir defa baksa derhal onun keyfiyetine vakıf olurdu.
Yezîd b. Harun'dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: İmam Âzam gibi takva sahibi olmadıkça bir kimseye fetva vermek helâl olmaz. Çünkü İmam'dan daha âlim, daha zahid ve daha takva bir kimse görmedim. Bir zamanlar İmam Âzam'ın, bir evin civarında güneşin sıcağı altında beklediğini gördüm. Kendisine:
“Niçin duvarın gölgesine girmeyip güneşin sıcağı altında duruyorsun? diye sorunca:
“Bu evin sahibinde bir miktar alacağım vardır, eğer evin gölgesinde gölgelenirsem bir menfaat elde etmek düşüncesi akla gelebilir korkusuyla gölgelenmiyorum, çünkü bunun faiz olmasından korkuyorum.” cevabını verdi.
Yine rivayet edilir ki İmam Âzam bir meselede zorlukla karşılaşıp çözemezse tevbe ve istiğfar edip, bir günah işlemişim ki bu müşkil bana arız oldu, der ve kalkıp iki rekât namaz kıldıktan sonra o mesele kendisine keşfolur ve böylece o müşkil ortadan kalkardı. Fadl b. Iyaz, İmam Âzam'ın bu durumunu duyunca ağlayıp, bu durum onun günahının azlığındandır. Çünkü herkese böyle bir inkişaf olmaz, derdi, İbrahim b. Amr'dan rivayet edildiğine göre, İmam Azam Hazretleri son derece feraset sahibi (ileri görüşlü) idi. Talebelerinden Dâvud-i Taî hakkında demişlerdir ki:
“Bu talebem çok âbid olup insanlardan uzakta yaşayacak ve gece-gündüz ibadette bulunacak.” Gerçekten de öyle oldu. Yine Ebû Yusuf hakkında:
“Buna da dünya ikbal edecek ve kendisinin de dünyaya meyli çok olacak.” dedi. Gerçekten de öyle oldu.
Yine rivayet edilir ki İmam Âzam ticaretle geçinir ve ticari işlerini ortakları yürütürdü. Ortaklarından birinin satışında şüphesi bulunduğu ve sattığı mallar arasında bir tanesi sakat bulunduğu için (30.000) akçelik kârını fukaraya sadaka olarak dağıtmıştır.
Yine rivayet edilir ki, Kufe etrafındaki arapları yağma etmişler ve bunlara ait koyunları çarşı pazarda satmışlar, dolayısıyla bu koyunlar o civarda yayılmış. Bunun üzerine İmam Âzam Hazretleri bir koyunun ömrünü sormuş, ancak yedi sene yaşar, demişler. Bundan sonra İmam Âzam bu koyunlardan birine rastlar korkusuyla yedi sene et yememiştir.
İmam Âzam'ın sabrı ve nezaketini belirten şu vaka da çok dikkat çekici olduğu kadar ilim adamlarına irşad konusunda güzel bir örnek de teşkil etmektedir:
Rivayet edilir ki, İmam Âzam Hazretlerinin bitişik bir komşusu vardı ki içkiye müptelâ olup gece evine sarhoş olarak gelir ve gece yarısına kadar çalgı çalıp şarkı söylerdi. İmam Âzam bu içki müptelâsı komşusunun eziyetine sabr ve tahammül gösterir, komşuluk hakkına riayet etmek için kendisine bir uyanda bulunmazdı. Bir gece bu komşusunun sesi sadası kesilmiş. Bunun üzerine İmam Âzam Hazretleri; acaba hasta mı oldu, yahut bir kazaya mı uğradı, diyerek derhal evine gitti ve hanımına, her gece komşumuzun çalgı ve şarkı seslerine alışmıştık; bu gece ise sesi sadası kesildi. Acaba hasta mıdır, yahut başına bir iş mi geldi diye sormaya geldim, deyince hanımı mahcup bir eda ile:
“Yâ İmam bu gece meyhaneden gelirken polislere rastlamış ve sarhoş olduğu için kendini yakalayıp hapsetmişler,” dedi. Bunun üzerine İmam Âzam o şehrin valisine kadar gitti. Vali İmam'ı görünce karşılayıp saygı ve ikramdan sonra ziyaret sebebini sormuş. O da durumu anlatmış ve hapsedilen bu komşusunun serbest bırakılmasını istediğini belirtmiş. Vali bu ricası üzerine derhal o komşuyu hapisten çıkarıp kendisine teslim etmiş. Beraber dışarıya çıktıklarında bu komşusuna karşı gayet nazik davranarak, senin çalgının sesine alışmıştık, bu gece sesin ve sadan çıkmadı, çoluk çocuğunun nafakasını soramadık, bir yardımda bulunamadık, deyip çok miktarda para verdikten sonra meyhanecide ne kadar borcun varsa ben ödeyeyim, deyince adam İmam Âzam'ın bu nazik muamelesinden son derece mahcup kalarak hemen o anda tevbe ve istiğfar edip İmam Âzam'm ders halkasına devam etti ve kısa zamanda ilim tahsilini tamamlayıp fakihlerden biri oldu.
Yine rivayet edilir ki, İmam Âzam Hazretleri kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazını kılmış. Ve yine rivayet edilir ki: her ayda altmış hatim indirir, bir hatm-i şerif gece, bir hatim-i şerif de gündüz indirirdi. Dünyadan âhiret âlemine göç ettikleri vakit yedibin hatm-i şerifi tamamlamıştı.
İmam Âzam Hazretleri zengin olduğu halde kendi ifadesine göre, dörtbin dirhemden fazla parayı elinde tutmamış, bu kadarını çoluk çocuğunun nafakası için saklarmış, gerisini fukaraya, talebelerine ve Mekke ile Medine'de bulunan Fakîhlerin nafakalarına yardım için harcardı.
İmam Âzam Hazretleri hocasına o derece saygılı idi ki, vefatından beri her namazın peşinde hocası İmam Hammad için, anası babası, diğer hocaları ve kendisinden ilim öğrenen talebeleri için duada bulunurdu. Hocasına karşı saygısından ötürü, yatağında ayaklarını hocasının evine doğru uzattığı vâki olmamıştır.
Hidâye sahibi Mergînanî'nin naklettiğine göre Halife Mansur, İmam Âzam, İmam Sevrî, İmam Cündî İmam Şerik ve İmam Mis'ar'ı kadı nasbetmek için huzuruna çağırmış. İmam Âzam Hazretleri; ben hile yapıp kurtulurum, dedi. İmam Sevrî: ben firar ederim, dedi. İmam Mis'ar: ben de deli numarası yaparım, dedi. Şerik ise: zaten beni kadı yapmak istemez, diyerek yola çıktılar. Devlet sarayına giderken nehrin kenarında bir gemi gidiyormuş. İmam Sevrî kaptana yalvararak: beni bir kimse boğazlamak istiyor, beni gemine koyup kurtar, dedi. Kaptan da onu alıp gizledi. Bu şekilde Bağdat'tan firar etti. Diğerleri ile birlikte halifenin huzuruna vardılar. Mis'ar halifeye: davarların nasıl, çoluk çocuk nasıl diyerek uygunsuz sözler sarfedince onu meclisten dışarıya attılar. İmam Âzam Hazretleri ise: ben elbise tüccarıyım, beni kabul etmezler. Kûfeliler Kureyş ve Ansar-ı Araptandır, ben ise köle neslindenim, dedi. Onu da dışarıya attılar. Şerik: benim görme kuvvetim zayıftır, mührün yazılarını dahi fark edemem, diyerek mazeret belirtince halîfe: ben senin yanma bir kimseyi yardımcı tâyin ederim, o sana yardım eder, dedi. Bu sefer Şerîk: benim hafızam zayıftır, dedi. Buna karşılık: sana bal ile badem yediririm düzelirsin, cevabını verdi. Bununla da mazeretini kabul ettiremeyince; benim kadınlar taifesine fazla meylim vardır, dedi. Halife; ben sana çok maaş veririm, onunla cariyeler satın alırsın, dedi. Bu şekilde ne dedi ise kendini kadılık makamına nasbedilmekten kurtaramayınca, Şeriat nazarında yakın uzak, küçük büyük ayırd etmem, herkese eşit bir şekilde Şeriatın hükümlerini tatbik ederim, deyince halife; ben de olsam, başkası üzerine üstün tutma, deyince kaçınılmaz bir şekilde kadılık görevini kabul etti. Fakat vazifeye başladıktan bir müddet sonra halifenin kölelerinden biri bir gün bir dâva dolayısıyla kadının karşısına gelip diğerlerinden öne geçmek isteyince kadı Şerik buna rıza göstermeyip, ikiniz de şeriat nazarında birsiniz, dedi. Bunun üzerine halife Şerîki bu görevden uzaklaştırdı.
Şerik'in azledilmesinden sonra halife Mansur tekrar İmam Âzam'ı huzuruna çağırdı, ve kadı olmasını teklif etti. Fakat İmam Âzam yine bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine halife Mansur kızarak İmam Âzam'ı hapsedeceğine ve döğdüreceğine yemin etti. Ve memurlarına emir verip her gün on kamçı vurdurdu. Birkaç gün bu şekilde döğülüp hapsedildikten sonra İmam Âzam Hazretleri şiddetli acı çekerek ağlamaya başladı ve aradan çok zaman geçmeden “Allah selâm evine çağırır” davetini kabul ederek Allah'ın rahmetine kavuştu. Bâzıları dövmekten, bâzıları zehirlenmekten vefat ettiğini söylemektedirler. Bu iki rivayeti birleştirmek de mümkündür. Zindanda her gün on kamçı vurup sonra zehir içirdiler.
Bazıları da şöyle demişlerdir. İmam'ı halife'nin huzuruna götürüp kadılık teklifi yapılınca kabul etmedi ve bunun üzerine şerbetine zehir koydurup kendisine içirdiler. İmam Âzam Hazretleri zehrin tesirini hissettikçe Mansur'un meclisinden kalkıp gitti. Mansur; nereye gidiyorsun? diye sorunca; gönderdiğin yere gidiyorum, cevabını verip yine kendisini zindana götürdüler. Zehir bütün azalarına sirayet ettikten sonra onu hapse indirdiler ve bırakıp gittiler. İmam'ın ciğeri zehrin tesirinden parça parça olup ölümü hissettikçe secdeye kapanıp secdede iken ruhunu teslim etmiştir. Allah kendisine gani gani rahmet eylesin ve açtığı çığırı kıyamete dek devam ettirsin. Vefatlarında yaşı 70'i bulmuştu. Hicri 150 senesinde Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.[1]
Başlangıçsız her şeyin evveli, nihayetsiz her şeyin sonu; Kadim, Kerim, fazilet ve cömertlik sahibi, varlığı kendinden olan Allah Teâlâ'ya sonsuz hamd ve senalar olsun. Yüce Allah, kemal sıfatlarından olan Cemal ve Celâl sıfatları ile vasıflanmıştır. Allah Teâlâ, noksan sıfatlardan, yaratılmış olmaktan, zevale uğramaktan beridir.
Kıyâmete dek salat ve selâm, rahmet Nebisi, Ümmet'in şefaatçisi halkın aynasında Hakk'ın kâinattaki tecellilerinin en mükemmeli olan Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'e, O'nun hoş ve temiz olan sahabîlerine, O'na uyanlara, O'nun yolundan giden müminlere olsun.
Allah Teâlâ'ya, hamd, Hz. Peygamber'e salât ve selâmdan sonra yaratıcı Rabbine en çok muhtaç olan Ali b. Sultan Muhammed el-Kari “Allah hem kendisine hem de ana babasına lütuf ve gizli keremiyle muamele etsin” söze başlar:
Bilmiş ol ki; dini kuvvetlendirme binasının temeli olan Tevhid ilmi, uyulması icabeden bilgiler yönünden ilimlerin en şereflisidir. Ancak Kitap, Sünnet ve İcmâ-i Ümmet mefhumlarından dışarıya çıkmamak, bid'at ehlinde olduğu gibi, mücerred aklî delillere ait bilgilere girmemek şartıyla. Zira mücerred akılcı bidatçılar, vakıaya uygun olarak doğru yolun habercisi Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in haber verdiği gibi, Ehl Sünnet vel-Cemaat'm üzerinde yürüdükleri caddeyi terk ettiler. Tirmizî ve diğer Sünen kitaplarında rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“İsrailoğulları yetmişiki fırkaya
ayrıldılar. Benim Ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların hepsi
cehennemdedir. Bir tanesi müstesna.. Ashabı Onlar kimlerdir yâ Resûlellah! diye
sorunca Hz. Peygamber: Ben ve ashabımın yolunda bulunanlardır,”
buyurdu.[2]
Ahmed b. Hanbel ve Ebû Davud'un Hz. Muaviye'den rivayet ettiklerine göre ise şöyle denilmektedir: “Yetmişiki fırka, cehennemde, bir fırka ise cennettedir. Onlar da Ümmet'in çoğunluğunu teşkil eden topluluktur.” Zira Hz. Peygamber'den rivayet edilen başka bir Hadis-i Şerife göre;
“Ümmet-i Muhammed sapık yolda toplanmaz.” Başka bir rivayete göre ise Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Benim Ümmetim sapıklık üzerinde ittifak
etmez.”[3]
Süfyan (R.A.)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Bir müctehid dağ başında da bulunsa, o tek başına bir cemaattır.” Bunun manası şudur: o âlim bulunduğu yerde, cemaatın yolunda devam eder, böylece tek başına bir cemaat gibi olur. Nitekim Hz. İbrahim hakkında Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Muhakkak İbrahim aleyhisselam, Hak dine yönelen, Allah'a itaat eden bir ümmet idi. O müşriklerden değildi.” [4]Bu ayet-i kerîmede Ümmetten kasıt, yalnız başına bir ümmet manasıdır. Bu manada şair bir şiirinde şöyle diyor:
“Bütün dünyayı bir kişide toplamak Allah için muhal değildir.”
İbn-i Abbas (r.a.) da şöyle buyurmuştur:
“Cenabı Allah Kur'an-ı Kerim'i okuyup manası ile amel edenlerin dünyada sapıklığa uğramayacağı âhirette de zahmet ve sıkıntı çekmeyeceğini taahhüt etmiştir.” Bu sözü söyledikten sonra İbn-i Abbas hazretleri delil olarak şu âyet-i kerîmeyi okudu:
“Kim benim hidayetime uyarsa dünyada sapmaz,
âhirette de zahmet çekmez”.[5]
Selef âlimlerinin çoğunluğu ile sonradan gelen âlimlerden bir topluluk Kelâm ilmî ve buna bağlı olarak maksat itibariyle mantık ilmine yakın olan ilimleri çirkin görmüşlerdir. Hatta İmam Ebû Yusuf Bişr elMerîsî'ye şöyle demiştir : “Kelâm ilmini bilmek cehalettir, kelâm ilmini bilmemekse ilimdir.” İmam Ebû Yusuf bu sözü ile, yâni kelâmı bilmemek sözü ile kelâm ilminin sağlam bir bilgi olmadığını itikat etmeyi kasd etmiştir. Kelâm ilmi faydalı bir ilimdir. Yahut bu sözü ile kelâm ilminden yüz çevirmeyi ve çok iltifat etmemeyi kasdetmiştir. Yoksa kelâm ilmi insanın aklını ve bilgisini korur, bu itibarla kelâm, ilimdir.
Yine İmam Ebû Yusuf'tan şöyle bir söz nakledilmiştir: “İlmi, kelâm yolu ile arayan zındıklaşır; malı, kimya yolu ile arayan iflas eder, hadislerin garibini arayan yalan konuşur.”
İmam Şafiî rahmetüllahi aleyh şöyle buyuruyor: “Kelâmcılar hakkındaki hükmüm şudur: Hurma dallarından yapılmış çubuklarla ve nalinlerle dövülmeli, sonra da kabile kabile, aşiret aşiret dolaştirılmalıdırlar.”
İmam Şafiî'nin bu sözünü tevil sadedinde şöyle denilmiştir. Bu türlü ceza, Kitap ve Sünnet'i tetkik edip sırf bidat ehlinin ve sapıkların yapıştığı kelâm ilmine teveccüh gösteren mutaassıplara karşı söylenmiştir.
Şâir bir şiirinde bu konuda şöyle diyor;
Kur'an'dan başka bütün ilimler, bir meşgaleden ibarettir, Hadis ilmi ile dinî bilgilere sahip olmak müstesna. İlm, “Kale” ve “Haddesenâ” sözleri ile başlayan bilgidir. Bunlardan başkası ancak şeytan vesvesesidir. [6]
İmam Şafiî bu konuda yine şöyle diyor: “Kulun, Allah'a, şirkten başka bütün günahlarla kavuşması, onun için, Allah'a ilm-i kelâm bir kısım bilgilerle kavuşmasından çok daha hayırlıdır.” Kelâm ilmini gayeye ulaşmak için bir vasıta değil de maksat edinenler kasdediliyor. Yoksa Kelâm ilmi inançları korumak için bir vasıta kılınırsa buna hiçbir müctehid karşı çıkmaz. (Mütercim.)
İmam Şafii'nin yine şöyle bir sözü vardır: “Kelâmcılardan, bir müslümanın söyleyebileceğine inanmadığım sözler ısıttım.”
Hanefî müctehidleri, fetva kitaplarında şöyle bir fetvayı zikretmişlerdir. Bir kimse, bulunduğu şehrin âlimlerine, bir konuda bulunsa, kelâmcılar bu vasıyyete dahil değildir. Yine bir insan kütüphanesinde bulunan ilmî kitapların vakfedilmesini vasıyyet etse selef âlimlerine göre, orada bulunan kelâm ilmine ait kitaplar vakıf değildir, satılabilirler. Bu söz akıl sahiplerince güzel bir sözdür. Zira Hz. Peygamber'in getirdiği vahye dayanmadan usul ilmine ulaşmak nasıl taleb edilebilir? Bu konuda bir şair ne güzel söylemiş:
“Ey! İlim elde etmek için yola çıkan kişi! Bütün ilimler Hz. Peygamber'in ilminin kölesidir. Esası düzeltmek için bir ilim istiyorsan, asılların aslından nasıl gafil oluyorsun?
Hocalar hocası Celaleddin es-Suyutî, mantık ilmi gibi felsefe ilminin de öğrenilmesinin haram olduğunu söylüyor. Çünkü bu hususta selef âlimleri ile, sonradan gelen güvenilir müfessirlerin ekserisinin icmaı vardır. Bu konuda açıklama yapanlar arasında Îbn-i Salâh, Nevevî ve benzeri sayısız âlimler vardır. Ben ise, felsefe ve mantık ilminin haram olduğu hususunda bir kitap yazdım. Kitapta felsefenin terk edilmesi hususunda müctehidlerin ileri sürdükleri delilleri zikrettim. Hanefî müctehidlerinden Siracuddin el-Kazvinî, felsefenin haram olduğu hususunda telif ettiği bir kitapta zikrettiğine göre, İmam Gazali de “Muntekâ” adlı kitabının baş tarafında önceleri felsefeyi medhetmiş fakat, sonradan felsefenin haram olduğu görüşüne dönmüştür.
Bizim mezhebimizden Selef inancında olanlarla Malikîlerden İbn-i Rüşd, felsefe ilmi ile meşgul olanın rivayetinin kabul edilmeyeceğine hükmetmişlerdir.
Huccet'ül-îslam İmam Gazali “Îhyâul-Ulûm” adlı kitabında bu konuyu açıklayarak şöyle demiştir:
“Eğer cedel ilmî ile kelâm ilmî, astronomi ilmi gibi kötü müdür, yoksa mubah mıdır, yahut sorarsan, bunun cevabı şudur: Bilmiş ol ki insanlar bu konu etrafında aşırı düşünmüşler ve bu hususta israfa dalmışlardır. Felsefe ilmi bidattir diyen vardır, haramdır diyen vardır; şüphesiz bir kulun Allah'ına şirkten başka bütün günahları ile kavuşması, onun için Allah'a kelâm ilmi ile kavuşmasından daha hayırlıdır. Kelâm ilmi için farzdır, diyen vardır; ya farz-ı kifaye, yahut farz-ı ayndır. Bu ilmi elde etmek ibadetlerin en faziletlisi, Allah'a yaklaştıran amellerin en mükemmelidir, şeklinde düşünenler de vardır. Çünkü kelâm ilmî tevhid ilminin gerçekleşmesine yardımcıdır, Allah'ın dinini öğrenmek ve muhafaza etmek isteyenlerin kuvvetli yardımcısıdır.”
İmam Gazali, İmam Şafiî, İmam Mâlik, İmam Muhammed, İmam Ahmed b. Hanbel, Süfyan-i Sevri ve selef inancına bağlı hadis imamlarının hepsi felsefe ilminin haram olduğuna kail olduklarını söyliyerek onların bu konudaki sözlerini nakletmiştir.
Onlar demişlerdir ki; gerçekleri daha iyi bildikleri ve konuşma usulü bakımından diğer insanlardan daha fasih bir anlatışa sahib bulundukları halde kötülük doğuracak hususlarda konuşmayıp sükût etmişlerdir. Bu sebeple Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ;
“Bahsin derinliğine dalarak haddini aşanlar helak olmuştur.” [7] buyuruyor. Felsefenin haram olduğu görüşünü savunan mezkûr ilim adamlarının dayandıkları delillerden biri de şudur: eğer felsefe dinden sayılmış olsaydı onun, Hz. Peygamber'in önemle emrettiği hususlardan biri olması ve felsefenin yolunu da bize öğretmesi, felsefe ile meşgul olanları medhetmesi gerekirdi.
İmam Gazali, sonra bu âlimlerin diğer delillerini, daha sonra da başka bir fırkanın delillerini zikrederek şöyle diyor:
“Şimdi eğer, sana göre en doğru görüş hangisidir? dersen bu soruya şöyle cevap veririm: Felsefede fayda da vardır, zarar da. Kendisinden faydalanmak icabettiği zaman faydası dokunması itibariyle helaldir, yahut menduptur; yahut duruma göre vaciptir. Felsefeden zarar geldiği zaman, zararı dokunması itibariyle de haramdır. Felsefenin zararı şüpheyi yaymak, inançları sarsmak, kesin hükümler karşısında düşünceleri ve inançları sarsmak, imanları samimiyetten uzaklaştırmaktır. Bu da başlangıçta şüpheli delillere dayanmak suretiyle meydana gelen zarardır. Bu hususlar şahıstan şahısa değişir. İşte bu, felsefenin, hak yolda bulunan kişinin inancında meydana getireceği zarardır.
Sapıkların inancını kuvvetlendirmek, bu sapık inançları kalblerinde yerleştirme yönünden felsefenin büyük zararları vardır. Öyle ki felsefe sayesinde dâvaları korunur, batıl inançları üzerinde ısrar etmek ihtirasları kuvvetlenir. Yalnız, bu zarar, münakaşa etmekten doğan taassub vasıtasıyla olur.
Felsefenin faydasına gelince, felsefenin bulunduğu yerde hakikat, olduğu gibi bilinir ve keşfolunur zannedilirdi. Fakat, heyhat! Sözün bu güzel maksada hiç vefası yoktur. Muhakkak ki felsefenin sapıtma ve çarpıtması, hakikatleri açıklama ve tanıtmasından daha fazladır. Bu sözü bir hadis âliminden, yahut bir haşiyeciden duyacak olsan, insanlar bilmediklerinin düşmanı oldukları sözü hatıra gelebilir, dedikten sonra: “Bu sözü kelâmcıların en yüksek mertebesine ulaşıp kelâm ilmi dışında kalan başka ilimlerde de derinleştikten sonra felsefenin içine girerek gerçek bir tecrübeden sonra kelâm ilmini tecrübe eden kimseden işit. Gerçekten ortaya çıkmıştır ki, bilginin hakikatınaa felsefe yolundan ulaşmak için yollar kapalıdır. Ömrüme yemin ederim ki, tarif ve izah sadedinde kelâm ilmine ihtiyaç vardır. Fakat çok az..” diyor.
Yukarıda zikredilen bütün bu sözlerin Selef âlimlerinden sadır olmasının birkaç sebebi vardır:
1- Yukarıda geçen sözden anlaşılan mana. O mana da şudur; Felsefeyi kötülemelerinin sebebi, Felsefe İslam'ın esaslarını anlamaya manidir, bir maksadı ifade ederken manasız işlerle uğraşmaktır.
2- Hak üzerinde de olsa felsefe çekişmeye ve münakaşaya sevkedicidir. Münakaşa ise ekseriya kötü huylara sebep olan hasımlaşmaya götürür. Nitekim İmanı Gazali de “Îhyâul-Ulûm” adlı kitabında bu hususu açıklamaktadır. “Müftiye Yardım Gıyas'ul-Müftî” bahsinde Gazali, İmam Ebû Yusuf'tan naklen şu meseleyi naklediyor:
“Hakkı konuşsa da bidatçı olduğu için kelâmcıların arkasında namaz kılmak caiz değildir. Ben bu meseleyi hocama naklettim. O te'vilini şöyle yaptı: Bundan kasıt, hakkı ortaya koyma düşüncesiyle hareket etmeyen kelâmcılardır. Hocamın yaptığı bu tevili İmam Ez-Zâhidî'nin “Telhis” adlı kitabında gördüm. Zahidi şöyle diyor: “İmam Âzam Ebû Hanife hak yol üzerinde münakaşayı çirkin görüp tasvib etmezdi. Hatta İmam Ebû Yûsuf'tan şöyle bir rivayet nakledilmiştir. Ebû Hanife'nin meclisinde oturuyorduk. Önünde iki kişi bulunan bir topluluk içeriye girdi. Topluluktan biri şöyle dedi: Bu iki adamdan biri, Kur'an yaratılmıştır, diyor; öteki de onunla münakaşa ediyor.
Azam hazretleri: “İkisininde arkasın namaz kılmayın,” buyurdu. Ben de dedim ki: birincisi evet, Kur'an'ın yaratılmamış olduğuna hükmetmiyor, fakat diğerine ne oldu? Bu soruma karşılık İmam Âzam hazretleri buyurdu ki; bunların ikisi de dinde münakaşa ediyorlar, dinde münakaşa etmekse bidattir. “Miftâh'ussaade” adlı kitapta da bu husus zikr edilmiştir. Diğerinin kötülenmesinin sebebi, Kur'an-ı Kerim kalblerimizde mahfuz olduğu, dillerimizde okunduğu ve mushaflanmızda yazılı bulunduğu halde onun indirilmesi hususunda konuşuyor.” [8]
İmam Şafiî buyuruyor ki:
“Bir kimsenin, isim musemmanın (sahibinin) aynıdır, dediğini gördüğün zaman, bil ki o kelâmadır. Onun dini yoktur.” [9]
İmam Şafiî yine şöyle diyor:
“İnsanlar bu kelâm ilminin O günkü anlamı ile felsefenin zararlarını bilselerdi arslandan kaçar gibi ondan kaçarlardı.”
İmam Mâlik şöyle buyuruyor:
“Bidat ehli ile kendi arzularına uyanların şahitliği kabul değildir.” Talebelerinden biri İmam Malikin bu sözünü tevil ederken “İmam Mâlik, kendi arzularına uyanlardan kelâmcıları kasdetmiştir” diyor.
3- Felsefe kişiyi şüphe ve tereddüte sevkeder. Bu sebeple felsefe ile uğraşan kimse başlangıçta sıddık iken zındık olur. Yani başlangıçta iman kuvvetli de olsa felsefe ile uğraşan kişinin imanı sarsılabilir.
İmam Ahmed b. Hanbel'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
“Kelâm âlimleri (Felsefeciler) zındıklardır. Kelâmcı kişi asla düzelmez. Kelâm ilmî ile uğraşan kişinin kalbinde mutlaka bir eksiklik görürsün.”
İmam Ahmed b. Hanbel bu konuda o derece ileri gitmiştir ki, “Bidatçılara Reddiye” adıyla kaleme aldığı bir kitap yüzünden, zühd ve takva, sahibi olmasına rağmen “Haris b. Esed el-Muhasibî” ile arası açılmıştır. Haris'e şöyle diyor.
“Yazıklar olsun! Değil mi ki kelâmcıların düşüncelerini önce hikâye ediyorsun, sonra da reddediyorsun. Değil mi ki bu kitabı yazmakla insanları bidatları mütalâaya ve şüpheyi düşünmeye sevkediyorsun? (Bundan felsefeyi kasdediyor), bu da onları reye, mübaheseye ve bu fitneye sevkediyor?”
“Kitab'ul-Hulâsa” adlı eserde beyan edildiğine göre ihtiyaçtan fazla kelâm ilmi ile meşgul olmak, münazarada bulunmak, öğrenmek, ve onunla meşgul olmak yasaktır. Namaz vakitlerini ve kıbleyi öğrenecek kadar astronomi ilmini öğrenmekte ise bir sakınca yoktur, fazlası haramdır. Ancak hataya düşmeden ve sapmadan insaflı bir ölçüde kelâm ilmi ile uğraşmak mekruh değildir. Hakkı kabul etmemek için konuşup onu atmak isteyen için de kelâm ilmi ile meşgul olmak mekruh değildir. İmam Ahmed b. Hanbel demiştir ki:
”Kadı İmam’dan duydum ki, “Bir kimse (kelâm esnasında) hasmını utandırmak isterse tekfir edilir.” demiştir. Fakat bana göre, kâfir olmaz, küfür üzerinde bulunmasından korkulur.” “Hulâsa” sahibinin sözü burada sona ermiştir.
Yukarıdanberi söylenenleri hulâsa etmek gerekirse şöyle diyebiliriz: Sağlam inançlar ve bu inançları kuvvetlendirmek için ortaya konan deliller, dindar kimselerin kalblerine tesir ettiği, yakın ve kemâl derecesinde kesin iman meyvesi verdiği gibi, batıl inançlar da kalblere tesir eder, kalbleri katılaştırır, karartır; Allah'ın huzurundan uzaklaştırır, kalbin kuvvetini zayıflaştırır, dini sarsar, belki batıl inançlar kötü bir akıbetle nefes tüketmeğe sebep olur. Allah Teâlâ'dan af ve afiyet dileriz.
Görmüyor musun ki şeytan bir kimsenin imanını yoketmek isteyince ancak batıl inançları kalbine sokmak suretiyle imanını yok edebiliyor.
4- Felsefe'nin zararlarından biri de kelâm ilminin derinliklerine dalmak, Kitap, Sünnet ve îcma-i Ümmet'ten istifade edilen İslâmî hükümleri öğrenmeyi terketmektir. Öyle ki bazıları kelâmcı olmak için otuz sene çalışır, sonra öğrendiklerini okutur, kelâm ilmine uygun sözler söyler, kelâm ilmine uymayan sözleri reddeder. Taharet, namaz, oruç gibi furua tâalluk eden fıkhı meselelerden herhangi bir meseleden, bir âyetten, bir hadisten sorulunca onu bilmez, sükût eder. Halbuki yerleşen bütün inançlar Kitapta (Kur'an'da) katı, Sünnette zannî delillerle sabittir. Bu sebeple Cenabı Allah Kur'an-i Kerîm hakkında:
“Bu Kitap, insanlara yeter,” [10] buyuruyor.
Yani Kur'an-ı Kerîm dünyadaki yaşayışla ilgili hususlarda da, âhiretteki yaşayışla ilgili hususlarda da bir vaaz kitabı olarak, bir hidayet kitabı olarak yeter. Bu konuda Cenabı Hak başka bir âyette şöyle buyuruyor:
“Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz
onlara yetmez mi?”
[11]
Yani senin ümmî olduğunu, okuma yazma bilmediğini bildikleri halde her yerde her zaman Kur'an'ı Kerîm’in okunması devam ediyor.
5- Kelâm ilminin zararlarından biri de kelâm ve cedel ilminin neticesi olarak halde hayrete düşmek, istikbalde sapıklığa ve şüpheye düşmektir.
Felsefecilerin mezhebini, sözlerini en iyi bilen İbn-i Ruşd el-Hafîd “Tehâfüt'üt-Tehâfüt” adlı kitabında şöyle diyor:
“Felsefecilerden, ilahiyat konusunda itibar edilecek bir söz kim söylemiştir?”
Âmidî de zamanının önemli meselelerine vakıf olduğu halde bu konuda hayret içindedir, Gazali de böyledir. Gazalî'nin kelâma ait meselelerde vardığı netice duraklama ve hayret olmuştur. Gazali sonradan tuttuğu bu yoldan yüz çevirerek Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in hadislerine yönelmiştir. Vefatında “Buharı” kitabı göğsünün üstünde idi. Fahreddin er-Râzi de böyle.”Zâtın Kısımları” konusunda yazdığı bir kitapta şu şiirleri kaydediyor:
“Akılların sahası sınırlıdır.
Akılla uğraşan âlimlerin sonu sapıklıktır.
Ruhlarımız, cesedlerimizden ürkmektedir,
Dünyamızın neticesi eziyet ve vebaldir.
Ömrümüz boyunca bahislerimizden,
Dedikodu toplamaktan başka bir şey istifade etmedik.”
Kelâm ve felsefe bahislerini düşündüm, bunları bir hastalığa şifa verecek, susuzluğu giderecek güçte görmedim. Allah'a ulaştıran yolların en yakını olarak Kur'an yolunu gördüm. Allah'ı ispat konusunda:
“Allah Arş'ın üstündedir.”
[12]
“Hoş sözler Allah'a çıkar.”
[13]
Âyetlerini okurum. Allah'tan nefy edilen sıfatlar konusunda da:
“Allah gibi hiçbir şey yoktur.”
[14]
“Allah (insanların) bilgilerine sığmaz.” [15] ayetlerini okurum.
Fahreddin er-Râzî daha sonra şöyle diyor:
“Benim gibi tecrübeye sahib olan kişi benim bildiklerimi bilir.”
Şehristani rahmetüllahi aleyh de öyle. O da felsefe ve kelâmcılar hakkında hayret ve pişmanlıktan başka bir netice bulmamış, sonunda şöyle demiştir:
“Yemin ederim ki bütün üniversiteleri dolaştım, o ilim yuvalarına göz gezdirdim. Hayretten elini çenesi üzerine tutan, yahut pişmanlıktan dişini kıranlardan başkasını görmedim.”
Eb'ul-Maâlı el-Cüveyni de bu konuda şöyle diyor:
“Arkadaşlar! Kelâm ilmi ile uğraşmayınız. Ben eğer kelâmın beni ulaştıracağı noktayı bilseydim, onunla hiç uğraşmazdım.” Eb'ul-Maâlî vefat ederken şöyle diyor:
“Çok büyük denizlere daldım. İslâm âlimlerinden ve ilimlerinden boş kaldım, onların beni menettikleri sahaya girdim. Eğer Cenabı Allah rahmetiyle kurtarmazsa, İbn-i Cüveyni'nin vay haline! İşte ben ölüyorum. Şimdi anamın itikadı üzerinde ölüyorum.” Yahut, “Nisaburlu kocakarıların itikadları üzerinde ölüyorum.”
Husrevşâhî de şöyle demiştir:
“Husrevşâhî Fahreddin er-Râzi'nin en büyük tabelerinden biri idi. Fazilet sahibi zatlardan biri bir gün Husrevşâhî'nin huzuruna giderek:
“Neye inanıyorsun?” Dedi. Husrevşâhî cevap verdi:
“Müslümanların inandıkları şeylere.” Bundan sonra aralarında şöyle bir muhavere geçti:
“Müslümanların inandıklarına açık gönüllülükle ve kesin olarak inanıyor musun?
“Evet, bu nimetten ötürü Allah'a şükrediyorum. Fakat ben vallahi neye inanacağımı bilemiyorum.” deyip ağladı. Ve gözünden akan yaşlar sakallarını ıslattı.
Hûncî de vefatı esnasında şöyle demiştir:
“Elde ettiğim bilgiler içinde, mümkün olanın muraccih olana, yani yaratıkların yaratana muhtaç bulunduğundan başka bir şey öğrenmedim.” Hûncî bu sözü söyledikten sonra şöyle devam etmiştir: “Muhtaç olmak olumsuzluk sıfatıdır. İşte ölüyorum ve hiç bir şey bilmiyorum.”
Bir başkası da şöyle diyor:
“Yatağıma yatıp yorganımı başıma çekiyorum, sabaha kadar onun bunun delillerini karşılaştırarak düşünüyorum, bir tercih yapamıyorum, Bu dereceye gelmiş bir kişiyi eğer Allah rahmeti ile, teveccühü ile kurtarmazsa zmdıklaşır ve kötü bir akıbetle karşılaşır. Bu hastalığa fayda verecek olan ilâç, kalblerin doktoru, gaybları bilen Allah'a karşı yapılan şu duadır: “Ey kalbleri çeviren Allahım! Benim kalbimi senin dinin üzerinde sabit kıl. Yer ile gökleri yaratan, gizli açık her şeyi bilen Allahım! Senin izninle ihtilâf ettikleri hakikat noktasında bana, doğru yolu göster. Şüphesiz sen dilediğini doğru yola iletirsin. Lahavle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil-azim.”
6- Fıkıhta ve Şeriat hususunda rey ile ve mücerred akıl ile hüküm vermek bid'at ve sapıklıktır. Tevhid ve sıfat ilminde yalnız akıl ile hükmetmek ise daha büyük bir bid'at ve sapıklıktır.
Fahr'ul-îslam Ali El-Pezdevi “Usûl-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor:
“Şeriatta aklın Mûcib olması (bir şeyin yapılması yahut yapılmamasını gerekli kılması) hakkında bir delil mevcut değildir. Ve aklın mûcib olması caiz de değildir. Şeriata dayanmayan bir illet ise makbul ve caiz değildir. Zira illetler şeriatın konusudur. Kulun bu konulara girmeye hakkı yoktur. Çünkü bu, ortaklığa sevkeder. Bir delile dayanmadan kim aklı mûcib kılarsa, kulluk sınırını aşarak inatçılıkla şeriatın sınırına girmiş olur.
7- Selef âlimlerinin kelâm ilmine karşı çıkmalarının bir sebebi de kelâmcıların, filozofların sözlerine kulak asmaları ve bunlardan bazı sefih kişilere uymalarıdır. Bu sebeple gökten inen âyetlerden yüz çevirip akıllı ve âlim oldukları zannedilen cahillerle beraber felsefeye daldılar. Halbuki Cenabı Allah kitabında bu hususta uyarıda bulunuyor. Şöyle buyuruyor:
“Âyetlerimiz hakkında yanlış tevillerle söz
edenleri gördüğün zaman kendilerinden yüz çevir, yanlarında oturma; tâ ki
Kur'an'dan başka bir söze dalalar.”
[16]
Bu âyetin manası felsefecilere dayanan kelâmcılara da hususi sebeple değil, fakat umumî hatları ile şamildir. Bazen küfür, bazen fasıklık, bazen isyan, bazen hata derecesine varan bâtıl te'vüler ve tahrifler, Kur'an'ın manasında ileri gitmek, yanlış te'villerde bulunmak bu mananın içine giriyor. Bu bapta hata affedilmez. Dinin furuna taallûk eden meselelerde durum böyle değildir. Furu ile ilgili meselelerde hata vâki olsa günah yoktur, belki yanıldığı için de bir sevap vardır. İhtilaf halindeki bid'at ehlinin içtihatları ile ittifak halinde bulunan Ehl-i Sünnet'in içtihatları arasında fark burada ortaya çıkıyor. Cenabı Hakk'm şu buyruğu da bu noktaya işaret ediyor:
“Muhakkak ki Cenabı Allah sivrisinek ve daha
büyüğü ile misal vermeyi terketmez. Artık iman edenler, bu misalin Rablerinden
gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Kâfirler ise: “Allah bu misal ile
neyi murad etmiştir?” derler. Cenabı Allah o misal sebebiyle çoklarını
saptırır, yine o misal ile bir çoklarını doğru yola hidayet eder.”
[17]
“Biz Kur'an'dan müminler için şifa ve rahmet
olan âyetleri indirmekteyiz. Zalimlerin ise Kur'an ancak sapıklığını
artırır.” [18]
Bir hadîs-î şerifte ise şöyle buyuruluyor.
“Kur'an, lehinde yahut aleyhinde sana bir
delildir?”
Kur'an-ı Kerîm nil nehri gibidir. Nil nehri, kendisinden istifade edenler (kendisine yakın olanlar) için sudur, ondan mahrum olanlar için ise kandır. Bütün müslümanlara vacib olan, diğer peygamberlerin de getirdiği inançlara uygun olarak gönderilen Peygamberlerin Efendisi Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vesellem'e uymaktır. Cenabı Allah, Hz. Peygamber'in şanını yüceltmiştir, öyle ki kendisine bir yerde yemin ederek şöyle buyurmuştur:
«Rabbin hakkı için, onlar, aralarında
çekişme konusu olan hususlarda seni hakem yapıp verdiğin hükümden,
nefisleri hiçbir darlık çekmeden tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman
etmiş olmazlar.”
[19]
Cenabı Allah bu âyette haber vermiştir ki, münafıklar, çekişmelerinde başkasını hakem kabul etmek isterler. Onlar Allah ve Rasûlüne, yani Allah kitabı ve Rasûlüllah'ın sünnetinin hükmüne sarıldıkları zaman şiddetle yüz çevirirler. Halbuki onlara sorarsan, iyilikten, tevfikten, hakikat ve yakinî imandan başka bir şey istemiyorlar. Nitekim kelâm, felsefe ve diğer ilimlere mensup âlimler de böyle söylüyor. Biz ancak peygamberlerin sözleri ile filozofların sözlerini bir araya getirmek istiyoruz, diyorlar. Kendini ibadete veren bazı bid'atçılar da öyle söylüyorlar: îman ile ikan, tevfik ile şeriat, tarikat ile hakikat arasını birleştirmek suretiyle biz ancak ihsan derecesine ulaşmayı istiyoruz, derler. Ve bu sözde bâtıl mezheplerinin bâtıl meşreblerinin desiseleri olan hulul, ittihad, infisal, mutlak varlık davasını ve varlıkların bütünü ile, hakkın aynı olduğunu gizlerler ve bu düşünceleri ile birleştirici makamında olduklarını vehmederler. Halbuki onlar tefrikacı zındıkların sapıklık hali üzerindedirler.
Herkim dine ait herhangi bir işte Hz. Peygamber sallelllahu aleyhi vesellem'den sadır olmayan bir hüküm vermek ister ve bu hükmün yakîn babında güzel olduğunu, Peygamberin getirdiği ile ona muhalif düşen aklî meseleleri birleştireceğini zannederse, onun sapıklıktan nasibi vardır. Ve onun için Hz. Peygamber'in getirdiği Sünnet'e yükselmek haramdır. Zira Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in getirdiği kâfidir, şifa vericidir, yeterlidir, orada hak yahut bâtıl olan her şey açıklanmıştır. Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Bâtıla hak libası giydirip bile bile hakkı
gizlemeyin.”
[20]
Hz. Peygamberin Sünneti, Sahabe'nin, Tabiînin, onlardan sonra gelen müctehidlerin, müfessirlerin büyüklerinin, büyük muhaddislerin yoludur ve Dâvud-i Tâî, Muhasıbî, Serüs-Sakatî, Mâ'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî gibi ilk sofilerle, Ebû Necîb es-Sühreverdî, mârifetullah'ta yüksek mertebe sahibi Abdulkadir-i Geylânî, Eb'ul-Kâsım el-Kuşeyri gibi sonradan gelen tasavvufçuların umdesidir.
İmam Âzam Ebû Hanîfe el-Kûfî “Fıkh-ı Ekber” adlı kitabına şu sözleri ile başlamıştır:
(Tevhidin aslı ve itikatta sağlam dayanak mükellefin söylemesi farz olan şu esaslardır: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeğe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, inandım.)
Hişâm, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani'den rivayet etmiştir: Ebû Hanîfe'nin şöyle dediğini duydum: “Allah'ın en büyük ismi “Allah” Lâfza-i Celâlidir.” Tâhâvî ile Ariflerin ekserisi de bu görüştedir. Öyle ki onlara göre, Allah lâfzı ile zikir yapan kimsenin bulunduğu makamdan daha yüksek bir makam yoktur. Allah'a iman, kendisinden alınmış olan esaslara bakılmaksızın müstakil bir ilimdir. Ebû Hanîfe, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, İmam Şâfii, İmam Halîl, İmam Zeccâc, İbn-i Keysân, Halimi, Îmam'ul-Haremeyn, İmam Gazali, İmam Hattâbî ve diğer âlimlerden meydana gelen çoğunluk da bu görüştedirler.
Bu bahis, gerçek Tevhîd inancını en doğru bir şekilde öğrenme bahsidir. İmam Âzam Ebû Hanîfe rahimehullah'tan rivayet edildiğine göre, kelâmcılardan bir topluluk Allah'ın birliğini ispat hususunda kendisi ile konuşarak bahse girmek istediler. İmam Âzam onlara şöyle dedi:
“Konuşmaya başlamadan önce bu konuda vuku bulmuş bir olay hakkında bana cevap verini Dicle'de bir gemi kendi kendine limana gidiyor, kendi kendine doluyor, yiyecek giyecek ve benzeri eşya yükleniyor, kendi kendine dönüyor, demir atıyor; kendi kendine boşalıyor ve tekrar geri dönüyor, böylece çalışmasına kaptansız, tayfasız olarak devam ediyor. Bu olaya ne dersiniz? dedi. Onlar dediler ki; bu mümkün değildir, asla olamaz. Buna karşılık İmam Âzam da şöyle dedi: Bu geminin böylece kendi kendine idaresi mümkün olamazsa ya bu âlem nasıl kendi kendine idare edilir?”
Bu manada Ârif-i Billah İbrahim el-Havas ne güzel söylemiştir:
“Sana giden hak yol'açıktır.Seni bulmak isteyen delil istemez.”
Bir başkası da bu manada şöyle demiştir:
“Sen apaçıksın, kimseye gizli değilsin, Kör olan kimse ancak ayı göremez.”
“Eb'ul-Atâhiye” de aşağıdaki şiirinde ne güzel söylemiştir:
“Vay! Allah'a nasıl isyan edilir?
Yahut Allah nasıl inkâr edilir?
Her harekette ve her duruşta,
Ebediyyen Allah'a şahit vardır.
Her şeyde Allah'ın birliğine delâlet eden,
Bir işaret vardır.”
Ben derim ki; Yüce Allah'ın Fatiha sûresinde sözüne “El-Hamdü lillâhi rabbil-âlemîn” ile başlaması uluhiyetin tevhidine lâzım olan rububiyetin tevhidinin takdir edildiğine işaret ediyor. Yâni Allah Teâlâ, bütün âlemlerin terbiyeci ve idarecisi olan Allah'tır. Allah'ın birliği, onun idare ve terbiyesinde de bir olmasını, eşsizliğini gerektirir. “El-Hamdü lillâhhi rabbil-âlemîn” cümlesinde bu mana gizlidir. Halkın ulûhiyeti birlemesi, kulluğun gerçekleşmesini icab ettirir. Bu da Allah'ı tanımak için ilk önce kul üzerine lâzım olan şeydir.
Hulâsa, ubudiyetin tevhidinden, rububiyetin tevhidi lâzım gelir. Rububiyetin tevhidinden uluhiyetin tevhidi lâzım gelmez. Çünkü Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:
“Onlara: gökleri ve yeri kim yarattı? diye
sorarsan, elbette Allah yarattı, derler.”
[21]
“Biz o putlara, yalnız bizi Allah'a yaklaştırmaları için ibadet ediyoruz.”
[22]
Belki Kur'an-ı Kerîm'in surelerinin ekserisi tevhidin bu iki çeşidini şamildir, belki Kur'an başından sonuna kadar bu iki tevhid çeşidinin açıklaması hakkındadır. Kur'an-ı Kerîm ya Allah'ın zatından, isimlerinden, sıfatlarından ve işlerinden haber verir ki buna Tevhid-i İlmi-i haberi denir. Ya şeriki olmayan yalnız Allah'a ibadet, etmeye ve O'ndan başka ibadet edilen putları terketmeye çağırır ki buna Tevhd-i İradî-i Talebi denilir. Ya emir ve yasaklardan, Allah'a itaatin lüzumundan bahs eder ki, bunlar da Tevhid ile ilgili olup onun tamamlayıcısıdırlar. Ya Tevhid ehline ikramdan, dünyada bunlara yapılanlardan, âhiretteki ikramlardan haber verir ki , bu da Allah'ı birlemenin mükâfatıdır. Ya da Allah'a eş koşanların durumlarından, dünyada kendilerine yapılan azaptan, felâketlerden, âhirette kendilerine inecek olan azaptan, zincir ve bukağılardan haber verir ki bu da Tevhidin hükmünden dışarı çıkanların cezasıdır.
Kur'an'ın bütünü Tevhid'den, tevhid ehlinin haklarından, onların medhinden, Allah'a eş koşmayı kötülemekten, Allah'a eş koşanların isyanından ve müstahak bulundukları cezalardan bahseder.
“El-HamdüliIIahi Rabbil-âlemîn” tevhiddir.
“Errahmanirrahîm” Tevhiddir.
“Mâliki yevmiddin” tevhiddir.
“îyyâke na'budü ve iyya'ke nesteîn” tevhiddir.
“İhdinessırâtel-müstakîm” tevhiddir; tevhid ehlinin yoluna hidayet olmayı istemektir; cehalet inad ve ifsad için tevhid yolundan ayrılan sapıkların ve kendilerine gadap olunanların yoluna değil, Allah'ın nimet verdiği mutlu kimselerin yoluna iletilmeyi istemeye şamildir.
Kur'an gibi Sünnet de Kur'an'ın delâlet ettiği hususları açıklayıcı olarak gelir. Rabbimiz olan Allah Teâlâ, tevhid konusunda bizi falancanın görüşüne ve filancanın zevkine muhtaç kılmamıştır. Bu sebeple tevhid konusunda Kitap ve Sünnet'e muhalefet edenlerin ihtilâfa düştüklerini, birbirleri ile çarpıştıklarını görüyoruz. Halbuki Cenabı Hak Kur'an-ı Kerîmde:
“Bugün size dininizi tamamladım ve İslâm'ı sizin için din olarak seçtim.” [23]
Buyuruyor. Bu sebeple dinin tamamlanmasında Kitap ve Sünnet'in dışında bir şeye ihtiyacımız yoktur. Nitekim Cenabı Allah başka bir âyette şöyle buyuruyor:
“Bu Kur'an-ı Kerîm insanlar için
yeterlidir.”
[24]
“Onlara yetmiyor mu ki, biz sana,
kendilerine okunan bir kitap indirdik.”
[25]
“Hz. Peygamber size neyi getirmişse onu alın,
sizi nerden yasaklamışsa ondan sakının.” [26]
Tahâvî de ilk akidesinde şu sözü ile bu manaya işaret etmiştir;
“Bu konuya (Tevhid konusuna) kendi kendimize tasavvur ederek ve reylerimizle te'vil ederek giremeyiz. Zira dinin esası hakkında Allah'ın kurtardığından başkası selâmet bulmaz.”
İmam Âzam, söze başlarken işe Allah'ın varlığı bahsi ile girmedi. Çünkü Allah'ın varlığı gözle görünür gibi apaçıktır. Kur'an-ı Kerim'de Cenabı Hak şöyle buyuruyor;
“Peygamberleri kendilerine gökleri ve yeri
yaratan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır?” dedi.
[27]
“Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorarsan:
Muhakkak Allah yarattı, derler.”
[28]
Allah'ın yarlığı halkın yaratılışında sabittir. Nitekim Cenabı Hak bu noktaya şu Âyet-i Kerime ile işaret buyuruyor:
“O halde gerçek bir müslüman olarak kendini dine yönelt.. Allah'ın dinine ki, insanları o din üzerinde yaratmıştır.” [29] Hz. Peygamber'in:
“Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar.” [30] hadis-i şerifi de buna işaret eder.
Bütün peygamberler tevhid inancını açıklamak için gönderilmişlerdir. Bu sebepten “Lâ ilahe illellah”
kelimesi üzerinde sözleri birleşmektedir.
Peygamberler, kendi ümmetlerine, Allah'ın var olduğunu söylemekle emredilmemişler, belki, ümmetlerinin hayal ve vehmettiğini reddetmek için Allah'tan başkasına ibadet edilemiyeceğini açıklamayı kasdetmişlerdir. Onların ümmetleri vehme ve hayale kapılarak sapık bir inançla şöyle diyorlardı:
“Bu putlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdırlar. Biz onlara yalnız bizi Allah'a yaklaştırmaları için tapıyoruz.” Tevhid inancı ise, te'kitli olarak Allah'ın varlığını ifade eder.
Sonra inançlar, aklın serbest olduğu hususlardan olsa da aslolan bunların şeriattan alınması gerekir. Yoksa, Allah'ın varlığını, ilmini, kudretini isbat etmek haddi zatında Kitap ve Sünnete tevakkuf etmez. Ancak kendilerine itibar etme yönünden Kitap ve Sünnete tevakkuf eder. Zira bu bahislerin Kitap ve Sünnete uygun olup olmadıklarına itibar edilmezse, felsefecilerin bahsettikleri ilahiyat ilmi gibi olur ki, o takdirde buna itibar edilmez. Şu âyetler aklî olarak Allah'ın varlığına delâlet eden âyetlerdendir.
“Şüphesiz yer ile göklerin yaratılmasında,
gece ile gündüzün değişmesinde, denizde insanlara faydalı olacak şekilde yüzen
gemide, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş toprakları diritlmesinde ve
yeryüzünde her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları estirmesinde, yer ile
gök arasında Allah'ın emrine amade bulutlarda, düşünen akıl sahibi kimseler için
Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden birçok alâmetler
vardır.”
Her kim bu zikredilen varlıkların acaib durumuna, yer ve göğün yaratılışına, hayvanların, bitkilerin ve âyetlerde bahsedilen diğer yaratıkların acaib yaratılışlarına dikkatlice bakarsa bu bakış onu yokluktan vareden, belli kanunlar üzerine tertib ederek çeşitli hikmetleri içine koyan bir hikmet sahibinden müstağni olmayacağına hükmetmeye sevkeder. Nitekim Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Biz insanı muhakkak çamurun özünden
yarattık. Sonra insanın neslini sağlam bir yerde (rahimde) bir
nutfe (bir damla su) yaptık. Sonra o suyu
bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir et parçası
yaptık, o et parçasını da kemik haline çevirdik, kemiklere et giydirdik, sonra
ona başka bir şekil vererek ruh verdik. Şekil verenlerin en yücesi olan
Allah'ın şanının ne kadar büyük olduğuna bak!”
[31]
Mekke halkına ileride biz, hem kendi
nefislerinde, hem yeryüzü etrafındaki âyetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini)
göstereceğiz ki, sonunda Peygamber'in söylediğinin hak olduğu kendilerine
apaçık görünecektir. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?” [32]
Her şeyde Allah'ın birliğine ve eşsizliğine delâlet eden delil vardır.
Bütün akıllı kimseler bu yoldan yürüyerek Allah'ın varlığı ve birliğini bulmuşlardır. Ancak Dehriye taifesi gibi kendini büyük gören bazı sefihler bu yoldan yürümediler. Onların bir kısmı Allah'a eş koşmak suretiyle küfre vardılar. Öyle ki puta tapanlar gibi Allah ile birlikte ilâhlara da taptılar. Bazıları da olayların bir kısmını Allah'tan başkasına nisbet ederler. Mecûsiler gibi. Mecûsiler kötülükleri İhremen'in (Şeytan'ın) karanlığına, ki İhremen şeytandır hayrı da Rahman'm nuruna nisbet ederler. Puta tapanlardan bazıları da bazı eserleri putlara nisbet ederler. Bunlardan Cenabı Allah şöyle haber veriyor:
“Onlar dediler ki: ey Hûd! Sen bize açık bir
mucize getirmedin. Biz senin sözünle tanrılarımızı terketmeyiz. Ve biz sana
inanmayız.”
“Ancak şunu söyleriz ki; ilâhlarımıza
sövdüğün için, muhakkak onların bazısı seni bir fenalıkla (cinnetle) çarpmıştır.
Hûd îşte ben Allah'ı şahid tutuyorum, ve siz de şahit olun ki, ben Allah'tan
başka ona koştuğunuz ortaklardan hiçbirine inanmıyorum, onlardan beriyim, dedi.”
[33]
Sâbiîler ve bâzı müneccimler de kendilerine ışık tuttuğu için bâzı olayları yıldızlara nisbet ederler. Allah Teâlâ'yı eş koştukları şeylerden beri kılarım. Onlardan bazıları öldükten sonra dirilmek ve âhirette ölülerin dirilmesi gibi Allah'ın, inkârını küfür saydığı hususları inkâr etmek suretiyle sapmışlardır. Akıl sahipleri için bu kadarı yeterlidir. Görüşlerini müdafaa etmek için munazaracının tertip ettiği aklî mukaddimelere başvurmadık. O mukaddimelerin hulâsası şudur: Âlem hadistir, yâni yoktan var edilmiştir. Onun kıdem sıfatı ile vasıflanan bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. O yaratıcı da Cenabı Allah'tır. Cenabı Allah'ın şu âyeti de bu noktaya işaret ediyor:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey
üzerine vekildir.”
[34]
“Şüphesiz sizin rabbiniz, altı günde yer ile
gökleri yaratan Allah'tır.” [35]
Herkim bu âlemin kadîm (yaratılmamış) olduğuna hükmederse o kâfirdir. Sonra, bütün varlıkların varlığı kendinden olan bir varlıkta son bulduğu sabit olunca, bu varlığın ezelî ve ebedî olması lâzım gelir. Varlığı kendinden olan üzerine yokluk geçmesi ise mümkün değildir. Zira varlığı kendinden olduğu sabit olanın yok olması mümkün değildir. Öyle ise Cenabı Allah kadîmdir, yani varlığının evveli yoktur. Bakîdir, varlığının sonu yoktur. Bu sebeple kıdem ve baka manaları Allah Teâlâ hakkında Selbî sıfatlara döner. Bazıları bu iki sıfatı subûtî sıfatlardan saymaktadır. Zira Allah hakkında bakanın manası, ebed'den sonra gelen yokluğu nefyetmektir. Kadim de ezelden evvel geçen yokluğu nefyetmek olduğu gibi. O halde bu iki kelimenin manası yokluğu nefyetmeye yönelir. Bu sebeple Tûrbiştî kendi inancında şöyle demiştir: “Mevcud ve kadim”» sıfatları Allah'ın zat sıfatlarındandır.
Yukarıda geçmiş imanın şartlarından olan “Allah'a inandım sözünün, imanın yarısı olduğu hususunda ihtilaf bulunmakla beraber, imanda söz ile ikrar etmeye itibar edildiğine işaret vardır. Ancak ikrar bazı zamanlarda düşer, yahut ikrar imanın hükümlerini icra etmek için şarttır. Bu görüş İmam Âzam'dan rivayet edilmiştir. İmam Mâtürîdi de bu görüşe meyletmiştir. Eş'arî'ye göre en doğru görüş de budur. Şu âyet-i kerîme bu görüşü kuvvetlendiriyor:
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir
kavmi, Allah'a ve Peygamber'e karşı gelenlerle sevişir halde bulamazsın; velev
ki o o karşı gelenler, babaları, oğulları, yahut kardeşleri, yahut kendi
kabilelerinden olsun. İşte Allah böyle (zalim) kimseleri sevmiyen bir kavmin
kalblerinde imanı tesbit buyurmuş ve kendilerini yüce katından bir rahmet ile
kuvvetlendirmiştir.”
[36]
Şeyh'ul-İslâm Pezdevî bu konuda şöyle diyor:
“Bir kimse kalbten inanıp özürsüz olarak bu imanını açıklamayı terk ederse, mümin olamaz.” Bu görüş müçtehidlerden Muhakkik olanların görüşüdür. Pezdevî'nin bu sözünde, imanda “Eşhedü” sözünün şart koşulmadığına işaret vardır. Çünkü kişinin, “Allah'a inandım” şeklinde şehadet getirmesi gerekir, dememiştir. Şafiî âlimlerinden bazıları imanda “Kelime-i Şehadet”i şart koşuyorlar ve bunun için de Hz. Peygamber'in şu Hadîsini delil getiriyorlar:
“Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına
şehadet getirinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.”
[37]
Başka bir rivayette ise “(Lâ ilahe illellah deyinceye kadar” ifadesi vardır. Bu kelimenin manası: Allah Teâlâ'nın varlığını, zatında ve sıfatında birliğini itiraf ederek tasdik ettim, demektir.
Allah'ın meleklerine şöyle inanırız: Allah'ın emrine karşı gelmezler, emrini yerine getirirler. Melekler günah işlemekten korunmuşturlar, erkeklik dişilik sıfatlarından beridirler. Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîmde melekleri dişilikle vasıflayarak Allah'ın kızlarıdır, diyenleri reddediyor; şöyle buyuruyor: .
“Onlar, Rahman olan Allah'ın kulları olan
melekleri de dişi yaptılar. Yaratılışlarına şahit mi idiler?
Onların şahitliklerini yazacağız, onlar
Kıyamete kadar sorumlu tutulacaklardır.”
[38]
“Yoksa Allah kızları oğullara tercih mi
etmiş? Ne oluyor size, nasıl böyle hüküm veriyorsunuz.” [39]
“Cevâhir'ul-Usûl” adlı kitapta şöyle zikrediliyor: Melekler için cennet nimetleri ve Allah'ı görme nimetinden nasib yoktur. Konevî'nin “Umdet'ün-Nesefi” Şerhinde de böyle yazılmaktadır. Bu kitaplarda yine meleklerin her şekle girebilen havaî latif bir cisme sahib oldukları, ikişer, üçer, dörder kanatları bulunduğu da zikrediliyor. Meskenleri göklerdir. Müslümanların çoğunluğunun görüşü de böyledir.
Allah'ın kitaplarına iman konusunda Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan gibi adet tayin etmeksizin Allah katından indirilen bütün kitaplara iman etmek gerekir.
Peygamberlere iman ederken Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanmak lâzımdır. Kendine bir kitap veya sayfa verilsin, yahut verilmesin, bütün peygamberleri içine alacak şekilde inanmak şarttır. İmam Âzam yukarıdaki ifadesinde “Resul” kelimesini “Nebi”ye eş anlamlı olarak kullanmıştır. Feth'ul-Kadîr sahibi İbn-i Humam da bu görüşü benimsemiştir. Ancak Cumhura göre, Resul kelimesi Nebi kelimesinden daha hususî bir manâ taşır, Peygamberlere iman ederken belli bir sayı tâyin etmeyiz. Zira sayı tayin edince peygamber olmayanı peygamber yapmak ihtimali olabilir. Yahut peygamber olduğu halde sayıdan çıkarılarak peygamberliğine inanılmayanlar da bulunabilir. İman esaslarındaki tertib, meleklerin kitapları Peygamberlere getiren kişiler olmaları itibariyledir. Yoksa kitaplar ve peygamberler, meleklerden daha faziletlidirler.
Öldükten sonra dirilmekten maksat, başlangıçtaki şekil ve varlık yok olduktan sonra yeniden var olmaktır. Öldükten sonra dirilmenin delili şu âyet-i kerimelerdir:
“Sonra sizler, şüphesiz Kıyamet gününde
diriltileceksiniz.”
[40]
“O (inkarcı) insan görmedi mi ki biz onu bir damla
sudan nasıl yarattık. Şimdi de aşikâr bir mücadeleci
kesildi”.
“Bir damla sudan yaratılışını unutarak bize
bir de misal getirdi: Bu kemikleri dağılıp çürümüşken kim diriltir?
dedi.”
“Ey Resulüm! De kii onları ilk defa yaratan
diriltir ve o, her yaratılanı tamamiyle bilir.”
[41]
“El-Makâsıd” adlı kitapta şöyle deniliyor: Öldükten sonra dirilmeye inanmak dinin zarurî saydığı inanç esaslarındandir, inkârı ise kesinlikle küfürdür.
Öldükten sonra dirilme hâdisesine şöyle itiraz edilebilir: Öldükten sonra dirilmeye inanmak, tenasuh'a, yani ruhun bir bedenden başka bir bedene intikaline hükmetmektir. Çünkü ikinci beden ilk beden değildir. Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
“Cennet ehli tüysüz, sakalsızdır. Gençleri
ihtiyarlamaz, elbiseleri eskimez.”
[42]
“Cehennemlik birinin sırtı Uhud dağı
gibidir.”
[43]
Öldükten sonra dirilme ve cesetlerin haşri ile hükmetmek üzerine Celâleddin er-Rûmî rahimehullah şöyle diyor:
“Tenasüh inancının yerleşmediği hiçbir mezhep yoktur.”
Bu itiraza şöyle cevap veririz : İkinci beden, ilk bedenin aslî cüzlerinden yaratılmış olmasaydı o zaman belki tenasüh olabilirdi. Eğer bu inanca yâni cesetlerin haşri inancına tenasüh adı verilecek olursa, bu yalnız isim üzerine bir münakaşa olur. Esas tenasühün tarifi, Tenasuha inananlara göre şöyledir: Tenasüh, ruhların âhirette değil dünyada şahıslara iadesidir. Zira Tenasüh inancına sahib olanlar Cennet ve Cehennemi ve âhirete ait diğer işleri inkâr ediyorlar. Bu sebepten bu inançta olanlar tekfir edilmişlerdir. Cenabı Hak'kın:
“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri
yarın ateşe atacağız. Onların derileri piştikçe, azabı duysunlar diye
kendilerine, derilerinden başka deriler vereceğiz. Çünkü Allah, gerçekten
Azizdir, Hakimdir.”
[44]
Buyruğunun, hissî lezzetlerle mükâfatlandırılacak, cismanî ızdırap ve acılarla cezalandırılacak olan kimsenin, Allah'a itaat eden ve kötülüğü irtikap edenlerden başkası olduğunu ifade ettiği söylenemez. Zira biz deriz ki: öldükten sonra dirilmede cismanî ve hissi olarak tat ve acıları duymada itibar edilen husus bu işi anlamaktır. Acı yahut lezzet tatmak ise ancak ruhun tâalluku ile olabilir. Ve lev ki alet vasıtasiyle olsun. Vücudun aletleri ise aynen bakidir, bedenin diğer asli parçaları da öyle. Bu sebeple çocukluk çağında görülen ve bir çocuk için ihtiyarlık anında şekil ve görünüşü hatta birçok azası ve aleti değişse de, çocukluktaki insanın aynı olduğu rahatlıkla söylenir. Gençlik çağında cinayet işleyip yaşlanınca cezaya çarptırılan bir kimse için, gençliğinde suçu işleyen kimse değildir, denilemez. İşte Hadis-i şerifte belirtilen: “Kâfirin sırtının Uhud dağı kadar büyümesi”, azalarından bir şişme meydana gelmesi gibidir. Parçalar aynı parçalardır.
“Şerh'ül-Mevâkıf”ta şöyle deniliyor: insandaki asıl parçalar, ömrün başından sonuna kadar devam eden parçalardır. Bâzı âlimler de demişlerdir ki: insan vücudunun asıl cüzleri, yaratılışın başlangıcında hâsıl olan cüzlerdir. Yaratılışın başlangıcı, ruhların cesetlere tâalluk etmeğe başladığı zamandır.
Öldükten sonra dirilmede bedenin asıl cüzlerine itibar edildiği hususunda zikrettiğimiz görüş ile cesedlerin bütün cüzleri ile öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin öldükten sonra haşri inkar sadedinde söyledikleri söz itibardan düşmüştür. Haşir ise ancak her şeyden evvel ömrün evvelinden sonuna kadar cesetlerin bütün cüzleri ile olur. Hatta öyle ki, iade mânasını gerçekleştirmek için Cenabı Allah sünnet yerinden kesilen et parçası ile tırnaklardan, saçlardan kesilenler, dişlerden çıkarılanlar ve benzeri vücudun ilk yaratılışında var olan bütün cüzleri iade edecektir. Sonra Cenabı Allah kemmiyet, keyfiyet ve şekil bakımından iradesinin taallûk ettiğince dilediğini bırakacak, dilediğini yok edecektir. Sonra bilmiş ol ki Cenabı Allah akıllıları dirilteceği gibi, delileri, çocukları, cin ve şeytanları, hayvanları, haşereleri ve kuşları da diriltecektir. Çünkü bu hususta hadîs-i şerif vardır. Azası henüz tamamlanmamış bulunan düşük çocuklar diriltilecek mi? İmam Âzam Ebû Hanife'den rivayet edildiğine göre, düşük çocuğa ruh verilmişse diriltilecektir, ruh verilmeden düşmüşse diriltilmeyecektir. Doğru olan görüş de budur. Zira Allah'a yakın olan muttaki âlimlerin mezhebi, haşrin ruh ve cesedden meydana geleceğidir. Konevi'nin görüşü ise şöyledir: Kendisi şöyle diyor: bizim âlimlerimizin mezhebinin gereği şudur. Çocuğun azalarından bir kısmı belli olmuşsa dirilecektir. Bu görüş Şâbî ve İbn-i Şîrin'in görüşü olup reddedilmiştir. Zira bu hüküm fıkhî bir hükümdür. Bu hüküm üzerine dünyevî bazı hükümler terettüp eder. (Miras gibi). Âhirete ait haller buna kıyas edilemez.
Kadere inanmak iman esaslarındandır. Hayrın faydasının, şerrin zararının Allah’tan olduğuna inanmak da kadere imana dahildir. Acının acılığı, tatlının tatlılığı, hayrın faydası, şerrin zararı hep Allah'tandır. Kader değişmez. Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermek gerekir. Kader, fayda, zarar, güzellik, çirkinlik ve bunları kaplayan zaman ve mekânla bunlar üzerine terettüp eden sevap ve azab cinsinden yaratıkların hepsini bulunduğu durumda tayin etmektir, İmam Âzam, Hz. Peygamber'e uyarak Kelime-i Şehadetin şamil bulunduğu icmali, imanı anlatmamış olsa gerektir. Peygamber'e Cebrail aleyhisselam, imandan sorunca bu kadar (yani altı iman esası) ile cevap vermişti. imam Âzam da Hz. Peygamber'e uyarak aynı esasları kabul etmiştir. Ancak İmam Âzam yukarıdaki metinde âhiret gününe iman sözü yerine “öldükten sonra dirilmek” ifadesini kullanmıştır. Bu ifade ile kabirdeki hayatı da içine almıştır. Sonra ben başka bir nüshada “Âhiret günü” ifadesi ile “öldükten sonra dirilmek” ifadesini birleştirdiğini gördüm. İmam Âzam'm bu iki ifadeyi birleştirmesi ile, öldükten sonra dirilmekten, kabirde dirilmek mânası kasd edildiği, yahut “âhiret günü” ile Kıyamete ait bütün halleri, ölümden sonraki sevap ve azap hallerini kasdettiği ortaya çıkmıştır.
Sonra İmam Âzam âhirete ait hallerden haşir neşir için dirilmeyi tahsis etmiştir. Çünkü bu bahis, kâfirlerin ilk münakaşaya girdik konudur. Tafsili imanın esaslarını ihtiva etmektedir. Bu şekilde İmam Azam kitabının başında, sonradan tafsilatlı olarak açılayacağı hususları kısaca sana tenbih etmeyi istemiştir.
Hesab, amellerin tartılması Cennet ve cehennemin varlığı haktır. Kametin, duraklarından olan Sırat, havuz ve diğerlerinin varlığı da haktır.
İmanı Âzam buraya kadar imanın esaslarını açıkladıktan sonra esas Tevhid'in mânasını bütün açıklığı ile izah etti ve şöyle dedi.
“Allahu Teâlâ zatında birdir. Fakat bu birliği sayı cihetinden değil, ortağı bulunmamak yönündendir.”
Birliğinin sayı cihetine inhisar etmemesi, kendinden sonra bir varedicinin bulunduğu vehmini ortadan kaldırmak içindir. Zira adet mânası üzerinde düşünülünce, başka sayılar da akla gelir. Halbuki Cenabı Allah zatında, sıfatında eşi, benzeri ve ortağı yoktur, Allah'ın varlığı ve birliğine Kur'an-ı Kerîm'den delil İhlâs süresidir. Cenabı Allah İhlâs sûresinde şöyle buyuruyor:
“De ki: Allah birdir. Allah kimseye
muhtaç değildir. Doğmamıştır. Doğurmamıştır. Kendisine hiç kimse emsal
olmamıştır.”
[45]
Yâni Allah Zatında ve sıfatında tektir, herkes ona muhtaçtır. O, kimseye muhtaç değildir, sonradan var olan yaratıkların mahalli değildir, sonradan yaratılmış da değildir. Hiç bir varlık kendisine denk olamaz. Burada Mekke kâfirlerine reddiye vardır. Onlar şöyle demişlerdi: “Melekler Allah'ın kızlarıdır”. “Allah doğurmamıştır,” ifadesiyle bu inanç yıkılmıştır. Yahudilere de reddiye vardır. Yahudiler de şöyle demişlerdi:
“Uzeyr, Allah'ın oğludur.” Yani Allah'ın oğlu da yoktur, kızı da. “O doğmamıştır, doğurmamıştır.” Hıristiyanlara da reddiye vardır. Hıristiyanlar:
“Mesih, Allah'ın oğludur, anası da eşidir,” demişlerdi. Kur'an-ı Kerim'de cinlerin müminlerinden hikâyeten şöyle buyuruluyor:
“Doğrusu rabbimizin şanı çok yücedir; ne eş
edinmiştir, ne de çocuk.”
[46]
Yâni eş ve çocuk edinmek mecaz yolu ile de olsa, Allah hakkında düşünülemez. Gerçekten olması ise zaten mümkün değildir.
Hâsılı bu âlemin yaratıcısı birdir, eşsizdir. Zira Vâcib'ul-Vücûd'un mânasının ancak çeşitli kemal sıfatları ile vasıflanan tek ve eşsiz bir zat üzerinde tasdik edilmesi ile mümkün olabilir. Nitekim Cenabı Allah da şöyle buyuruyor:
“Yerde, gökte Allah'tan başka farz edilen
başka ilâhlar bulunsa, yer ile gök düzeni bozulurdu.” [47]
Bu âyetten istifade edilerek Burhan-i Temânü diye adlandırılan bir delil ortaya çıkmıştır. Bunun takriri şöyledir:
Eğer iki ilahın varlığı mümkün görülürse, aralarında çekişme ve çatışma da mümkün olur. Şöyle ki, biri meselâ: Zeyd'in hareket etmesini, diğeri ise hıareket etmemesini, durmasını isteyebilirdi. Zira bu iki durumdan her biri de mümkün olan şeylerdir. Yine iradenin bu iki işten birine taalluk etmesi de haddizatında yine mümkündür. Çünkü bu iki irade arasında bir tezat yoktur. Belki tezat istenilen iki ayrı şeydedir. O takdirde ya istenilen iki iş de olacaktır, ki o zaman iki zıddın toplanması lâzım gelir. Yahut ikisi de olmayacak, belki biri vuku' bulacaktır. O zaman da iki ilahtan birinin âciz olması gerekecektir. Acizlik ise yaratıcı olmamanın, sonradan yaratılmış olmanın işaretidir. Çünkü acizlikte ihtiyaç şaibesi vardır. İlahların birkaç tane olması, muhali gerektiren çatışmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla ilahların birkaç tane olması da mümkün değildir. Bu açıklama aşağıda söylenen sözün de tefsiridir: Varlığı farz edilen ilahlardan biri eğer diğerine karşı gelmeğe gücü yetmezse, ötekinin âciz olması lâzımgelir; gücü yeterse diğerinin ilah olamaması ve âciz olması gerekir. Yukarıda zikrettiğimiz açıklamalarla, iki ilâhın çatışmadan ittifak etmelerinin mümkün olduğu yolunda söylenen söz de reddedilmiş oluyor.
Allâme Tafazânî'nin: “Mezkûr âyet, iknaî bir delildir” sözü şu demektir: yâni ilk bakışta iknai delil olduğu zannedilir, demektir. Bu zan, bilgi hasıl olduktan sonra zail olur. Âyetin hükmünün gereği olan mulâzemet, yâni iki ilahın var olduğunun farzedilmesinden yer ile göğün fesada uğramasının lâzımgelmesi, zannî delillere lâyık olduğu vech ile adettir. Zira hakimler birkaç tane olunca, çekişme ve galebenin varlığı adeti geçerlidir. Nitekim Cenabı Allah buna bir âyette işaret ederek şöyle buyuruyor:
“Allah hiç bir evlât edinmemiştir, ona ortak
hiç bir ilâh da yoktur. Eğer böyle olsaydı her ilâh kendi yarattığını
götürür, bazısı üzerine üstün gelirdi. Allah Teâlâ, onların vasıfladıkları
şirkten münezzehtir
[48]
Gazali, İbn-i Humam ve Beydavi gibi araştırıcı alimler mezkur Temanü' âyetinin iknaî olması ile yetinmeyerek onu kesin hakikatlerden saydılar. Belki, bu ayetin iknaî delil olduğunu söyleyenin kâfir olacağını bile söyleyenler vardır. Bu mesele hakkında kelam kitaplarında yeterince bilgi verilmiştir.
Sonra bil ki, âyetteki “lev” kelimesi “lintifaissani Iintifâil-evvel” kaidesince, birinci kısım olan şartın bulunmayışından dolayı ikinci kısım olan cevabın bulunmamasını ifade etmez. Yâni yer ile gök fesada uğramadığına göre, Allah Teâlâ birdir. Belki burada lev kelimesi zaman tâyinine delâlet etmeksizin şartın bulunmaması üzerine cezanın da bulunmamasını gerektirir. Yâni Allah bir olduğu için yer ile gök bozulmamıştır. Çünkü lev harfi bazı yerlerde bu mânada da kullanılır.(Cenabı Allah yarattığı şeylerden hiç birine benzemez.)
Çünkü Cenabı Allah'ın varlığı kendindendir. Allah'dan başka her şeyin varlığı ise mümkün olup kendinden değildir. Varlığı kendinden olan Samed’dir, yâni kimseye muhtaç değildir, her şey O’nun yaratmasına ve yardımına muhtaçtır. Bu konuda Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Allah kimseye muhtaç değildir, sizler ise
muhtaçsınız.”
[49]
O halde Allah'ın varlığı zatının aynıdır. Allah'ın sıfatları ise zatının aynı değildir, gayrı da değildir. Filozoflara göre bu görüşe muhalefet vardır. Onlara göre, Allah'ın sıfatları zatının aynıdır. Mutezileye göre de Allah'ın sıfatları zatının gayrıdır.
Kerrâmiye mezhebine mensub olanların inandıkları gibi, Allah'ın sıfatları da sonradan yaratılmış değildir. Yaratılmışların sıfatları böyle değildir. Zira yaratılmışların sıfatları bütün ilim adamlarına göre, zatlarının gayrıdır.
Hâsılı Filozoflarla Mutezile, kadîm olan varlıkların birkaç tane olmasından sakınarak Allah'ın sıfatlarını kabul etmediler. Eş'arîler de Allah'ın sıfatları zatının ne aynıdır, ne de gayrıdır, diyerek görüşlerini belirttiler.
(Allah'ın yarattığı şeylerden hiçbir varlık ona benzemez.)
Bu ifade yukarıdaki metinde geçen ifadeyi takviye için gelmiş olup Cenabı Hakkın şu âyetinden istifade edilmiştir:
“Allah gibi hiç bir şey yoktur.”
[50]
Yâni Allah'ın zatı ve sıfatı gibi hiçbir şey yoktur. Yahut bu âyette mislinin mislini nefyetmek, ileri gelen bazı âlimlerin araştırdığı gibi, Burhan yolu ile mislinin yok olmasını gerektirir. Burada “Kemislihî” sözündeki “kâf”ın zaide, olduğu ile hüküm vermiyoruz, misil kelimesinin zaide olduğu ile de hükmetmiyoruz. Zira mutlak misil, bütün yönlerden eşit olandır.
Konevî Şerh”inde zikredildiğine göre, Nuaym b. Hammad şöyle demiştir:
“Kim Allah'ı, yarattığı varlıklardan herhangi birine benzetirse kâfir olur. Kim, Allah'ın kendini vasıflandırdığı sıfatı inkâr ederse o da kâfir olur.”
İshak b. Raheveyh de şöyle demiştir:
“Kim Allah'ı bir vasıf ile vasıflandırıp O'nun sıfatlarını Allah'ın yarattıklarından birinin sıfatına benzetirse, o kimse kâfir-i bülah'il-azîmdir.”
Allame Cehm ve arkadaşları :
Allâme Cehm, Cehmiye taifesinin reisidir. Bunlar Allah'ın sıfatları konusunda Ehl-i Sünnet'e karşı çıkmışlar ve yalan isnad ederek Ehi-i Sünnet'e “Müsebbibe: Allah'ı yaratıklara benzeten” adını vermişlerdir. Oysa Ehl-i Sünnet Müşebbîh değil, Muattıledir. Bu sebeple Selef âlimlerinin çoğu demişlerdir ki:
“Cehmiye taifesinin alâmeti, Ehl-i Sünnet'e Müşebbih adını takmalarıdır. Halbuki Cumhur'a göre, Ehl-i Sünnet'in meşhur olan görüşü, Allah'ın yaratıklara benzemesini nefyetmekle Allah'ın sıfatlarını nefyetmeyi kasdetmedikleri, belki bununla Allah'ın isimlerinde, sıfatlarında ve işlerinde yaratıklardan hiçbirine benzemediğini kasdettikleri yolundadır.”
(Cenabı Allah geçmişte ve gelecekte Zatî ve Fi’lî sıfatlar ile vasıflanmıştır.)
Zatî sıfatları ilim, hayat ve kelâm gibi sıfatlar olup ittifakla bu sıfatlar kadîmdir. Yaratmak, rızık vermek ve benzeri sıfatlar da fili sıfatları teşkil etmekte olup bu sıfatların kadim olduğunda ihtilâf vardır. Mâtüridîlerin mezhebi ise bu sıfatların kadîm olduğudur. Eş'arîlerin mezhebine göre filî sıfatlar kadîm değil hadistir, yâni sonradan yaratılmıştır. Buradaki ihtilâf, araştırıldığı takdirde, araştırıcılarca anlaşılacağı üzere görünüşte bir ihtilâftır. Bunun açıklaması şöyledir:
Kendi zatı için varlığı vacib olan isim ve sıfatları gibi bütün yönleri ile varlığı vacibtir, yani kendiliğinden var olmuştur. Bunun mânası şudur: Allah Teâlâ'nın beklenen bir sıfatı yahut tehir edilmiş bir hali yoktur. Zira Allah'ın zatı arazların mahalli değildir. Yâni varlığının devamı başka bir varlığa muhtaç şeylerin mahalli değildir. Çünkü Allah'ın zatı, arazları tamamlayacak bütün durumlarla kendisine ait bütün sıfatların meydana gelmesinde kâfidir. Eğer Allah'ın zatı buna yeterli olmasa bunu meydana getirecek başka birine muhtaç olması gerekirdi. Başkasına muhtaç olan her şey ise varlığı kendinden olmayıp başkası tarafından yaratılmıştır. Halbuki Allah'ın varlığının vacib olduğu, varlığı kendinden olduğu sabit olmuştur. Bu konuda Cenabı Allah şöyle buyuruyor;
“Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah
ise hiç bir şeye muhtaç değildir.”
[51]
Yâni Allah zatı ve sıfatı ile yarattıklarının zuhurundan müstağnidir. Şu demek: Allah yarattığı kâinatı yaratmaya muhtaç değildir. Allah isimleri ve sıfatları ile öğülmüştür. İster öğen olsun, ister olmasın bu birdir. Allah Teâlâ, değişiklikten ve intikalden de beridir.
Belki fi'lî sıfatlarında zevalden, zatî sıfatlarda kendini tamamlamaktan müstağni olmakta devam eder. Allah'ın bu kemal sıfatlarının ilgili bulunduğu yaratıkların hadis olmasından sıfatların da yaratılmış olması gerekmez. Meselâ; Allah rızık veren, gören, işitendir. Bu sıfatlar yaratılmış değildir. Allah'ın gördüğü, rızık verdiği ve işittiği şeylerin yaratılmış olmasından, Allah'ın bu sıfatlarının da yaratılmış olması gerekmez.
(Allah'ın Zatî sıfatları şunlardır: Hayat, Kudret, İlim, Kelâm, Semi', Basar, İrade).
Hayat: Allah Teâlâ'nın yaşaması demektir. Allah Teâlâ'nın ezelî bir hayatı vardır. Mevsufu olan Allah'a ait sıhhatli bir bilgiyi gerektirir.
Kudret: Gücü yetmek demektir. Yaratıklara tâalluk ettiği zaman tesir eden ezelî bir sıfattır. Bunun mânası şudur: Şüphesiz Cenabı Allah, ezeli ebedî olan hayatı ile yaşamaktadır ve sermedi sıfatı olan kudreti ile her istediğini yapmaya gücü yetendir. Yâni Allah bir şeye gücü yettiği zaman bu olay kadîm olan (yaratılmamış olan) kudreti ile gücü ile meydana gelir. Yaratılmış varlıklarda olduğu gibi hadis olan bir kudret ile değil.
Cenabı Allah Hayyul - Kayyûm'dur: Yâni kendi zatı ile kaim olup yaratıkların varlığını da devam ettirmektedir. Allah ilk önce yoktan var ettiği varlıkları öldürdükten sonra tekrar diriltir. Allah her şeye gücü yetendir. Allah yaratıkları yaratmış, onlara hayat vermiş, kudretinden kudret vermiş ve rızık vermiştir. Allah'ın her şeye gücü yeter olmasının mânası Allah'ın bu âlemi yaratması ile yaratmaması ona göre eşittir, demektir.
İlim: Allah'ın zatı sıfatlarından biri de ilimdir. İlim sıfatı, yaratıklara tâalluk ettiği zaman bilgi meydana getiren ezeli bir sıfattır. Allah Teâlâ, bütün yaratıkları bilir, yükseklerde ve aşağılarda bulunanlar içinde zerre kadar hiç bir şey O'nun bilgisinden gizli değildir. Cenabı Allah, gizli ve aşikâre her şeyin gizliden, de daha gizlisini, gayba ait olan şeyleri bilir. Belki O'nun ilmi, ister parça olsun, ister tüm olsun, ister var olsun, ister yok olsun, ister mümkün olsun, ister mümkün olmasın, Allah'ın bilgisi her şeyi kaplamıştır. Cenabı Allah her şeyin zat ve sıfatını, kemâl tariki ile vasıflamış bulunduğu kadîm ilmi ile bilir, intikal, değişme, infial ve kabul yolu ile hasıl olan sonradan olma bilgi ile değil. Allah'ın şanı sonradan olma bilgilerden münezzehtir.
İmam Şafiî'nin arkadaşlarından İmam Abdülaziz el-Mekkî, Halife Memun'un huzurunda Allah'ın ilminden sorduğu zaman Bişr el-Merîsi ile yaptığı münazarayı hikâye ettiği kitabında şöyle diyor:
“Bişr el-Merisî demiştir ki: Allah cahil değildir, derim. Mermin soruyu tekrarlayarak ilmin sıfatından sordu. Bunun üzerine İmam Abdülaziz el-Mekkı demiştir ki: Cehaleti nefyetmek bir övme sıfatı değildir. Zira bu direk de cahil değildir. Halbuki Cenabı Allah Kur'a-n-ı Kerimde Peygamberlerle melekleri ve inananları cehaletlerini nefyederek değil, ilim ile medhetmiştir. İlmi ispat eden, cehaleti nefyetmiş olur. Aksine cehaleti nefyeden ilmi ispat etmiş olmaz. Halka düşen görev, Allah'ın kendisi için ispat ettiğini ispat edip, nefyettiğini nefyetmek, terkettiğini terketmektir. Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Yaratan bilmez mi? O, lâtifdir, her şeyden
haberdardır.”
[52]
“Gaybın anahtarları Allah katındadır. Onları
ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini o bilir. O'nun bilgisi
dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek bir dane, yaş ve
kuru her şey Allah'ın emridir. O Allah'tır ki sizleri geceleyin uyutarak
ölü gibi yapıyor, gündüz de yaptığınız işleri biliyor. Nihayet dönüşünüz
O'nadır.”
[53]
Bu âyetlerde yaratıklardan da ilim sahipleri olduğuna işaret[54]
“Eğer Allah ezelî bilgisinde onlarda bir
hayır takdir etseydi, elbette onlara duyururdu, (bu durumlarında)
Allah kulaklarına soksa bile yine onlar,
muhakkak ki (Haktan) yüz çevirerek döner giderlerdi. (İmandan çıkarlardı.”
[55]
“Hayır, evvelce gizleyip durdukları işleri
karşılarına çıktı da ondan böyle söylüyorlar. Yoksa (dünyaya) geri
çevrilselerdi, o ahkonmak istendikleri fenalığa yine döneceklerdi. Şüphesiz ki
onlar yine yalancıdırlar.”
[56]
Cenabı Allah, kötülük işleyenlerin yeniden dünyaya döndürülmeyeceklerini bilmesine rağmen, geri döndürüldükleri takdirde, kendilerine yasaklanan şeyleri yine yapacaklarını ezelî bilgisi ile haber veriyor. İşte bu âyet-i kerîme'de Rafızî ve Kaderiye inancına mensup olan kişilere reddiye vardır. Çünkü onlar, Allah'ın, bir şeyi yaratmadan önce bilmeyeceği inancındadırlar.
Kelâm: Allah'ın zatına ait sıfatlardandır. Zira Cenabı Allah, ezelî sıfatı olan kelâm sıfatı aracılığı ile konuşur. Bu kelâm sıfatının tezahürü harflerden teşekkül eden ve Kur'an diye isimlendirilen nazm-ı ilâhîdir. Yâni Kelâm-ı nefsî'nin tezahürü kelâm-i lafzî'dir. Zira bir emir vermek, bir şeyi yasaklamak, bir şeyden haber vermek isteyen kimse içinde bu hususta bir mâna bulur; sonra bu mânayı yazı, ifade, yahut işaretle anlatır. Kelâm, yani konuşma sıfatı ilim değildir. Zira insan bilmediği bir şeyden de haber verir, belki haber verdiği şeyin hilafını bilir. Kelâm iradeden de başkadır. Zira insan, yapılmasını istemeden bir emir de verebilir. Meselâ; hizmetçisinin emirlerine uymadığını ve kendisine âsi olduğunu duyurmak için ona bir emir verir, fakat yapmasını murad etmez. İşte bu türlü kelâm'a Kelâm-i Nefsi denilir. Nitekim Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîmede bundan bahsederken münafıklar ve Yahudilerden hikâyeten şöyle buyuruyor:
“Onlar kendi aralarında: Allah bizi söylediklerimiz sebebiyle azaplandırsa ya! derler.” [57]
Şâir Ahtal bir şiirinde şöyle diyor:
“Şüphesiz söz, kalpte olandır.”
Lisan ancak kalbtekine bir delil kılınmıştır.
Hz. Ömer (r.a.) ise şöyle buyurmuştur:
“Ben kendi içimde bir makale dizdim.”
Cenabı Hakk'ın kelâm sıfatının varlığına delil İcmâ-i Ümmetle peygamberlerden bizlere kadar intikal ettiği üzere yüce Allah'ın kendilerine hükümlerini açıklamayı vahyetmesidir. Ancak şu var ki Cenab-ı Allah'ın kelâmı harf ve ses cinsinden değildir. Allah Teâlâ konuşur, emreder, yasaklar, haber verir denildiği zaman şu mânadadır. Allah Teâlâ'nm kelâmı bir tek sıfattır. Kelâm sıfatını emir, yasak ve haberlere göre çoğaltmak, ilim, kudret ve diğer sıfatlarla ilgisinin muhtelif olması iledir. Zira bu sıfatlar birdir. Çokluk ve hudûs ise ancak nisbetlerde olur. Emredenin bilgisinde emredilenin var olması kâfidir. Hâsılı bu ses ve harflerden meydana gelen ve mahalleri ile kaim olan sonradan olma kelâm-i lafzî'ye Allah'ın kelâmı ve Kur'an adı verilir.
Konevî “Umde” şerhinde diyor ki:
“Ehl-i Sünnet, eşyanın varlığının Allah Teâlâ'nın “Kün” emrine taalluk ettiğine inanmazlar. Onların inancına göre belki eşyanın varlığı Allah'ın icad ve yaratmasına tâalluk eder. Allah'ın icad ve yaratması ise O'nun ezeli sıfatıdır. Bu söz, Allah'ın yaratması ile maksadın süratle meydana gelmesinden ibarettir.
Eş'arilere göre ise eşyanın varlığı Allah'ın ezelî kelâmına taalluk eder. “Te'vîlat” şerhinde de böyle kaydediliyor. “Tefsir'ul-Teysîr”de Cenabı Allah'ın:
“Allah Teâlâ bir işe hüküm verdiği zaman
yalnız ol, der olur.”[58]
Âyeti tefsir edilirken şöyle deniliyor: Cenabı Allah bu ayette eşyayı “ol” emri ile muhatap kıldı, bu hitap sebebiyle var olur, mânasını kasdetmemiştir. Zira bu emir gerçekten eşyaya hitap kılnırsa o takdirde ya yokta olan şeye hitap yapılmış olacak ve bu hitap sebebiyle var olmuş olacak, yahut da var olan bir şeye var olduktan sonra hitap olacak. Yok olan bir şeye hitap olması caiz değildir. Çünkü herhangi bir şey ortada yoktur, yok olan bir şey nasıl muhatap olur? Var olan bir şeye hitap vaki olması da caiz değildir. Çünkü var olan şey vardır. Ona nasıl var ol denilebilir?
Âyetteki ifade şu noktayı beyan ediyor: Cenabı Allah bir şeyi yaratmak isteyince o şey var olur.
Eğer denilirse ki: Allah'ın icadı ile vücud meydana geldiği zaman bu “ol” emrinin faydası nedir? Deriz ki: bu emrin faydası Allah'ın büyüklüğünü ve kudretini göstermektir. Nitekim Cenabı Allah kabirde bulunan ölüleri diriltecek, lâkin sûra üflemek suretiyle diriltecek. Yahut denilebilir ki aklî deliller eşyanın varlığının icat ile var olduğuna delâlet eder. Kesin nakli deliller de o icadın bu emir vasıtasıyla olduğunu beyan ediyor. Bu sebeple faydasını aramakla meşgul olmadan âyetlerin hükmünün gereği ile amel etmek vacib olmuştur. Müteşâbih âyetlerde olduğu gibi. Bu âyetlerin tevili ile meşgul olmadan onlara iman etmek vaciptir.
Fahr'ul-İslâm Pezdevî “Usûl” adlı kitabında Allah'ın “Kün” emrinden maksadın, Eş'arî mezhebine uygun olarak icad mânasında mecaz olan bu kelime konuşmanın hakikati olduğuna işaret etmiştir. Zira bu söz üzerine istenilen şeyi ispat etmek için âyete dayanmak daha kuvvetlidir. Çünkü âyet, bundan, konuşmanın hakikati kaydedildiğine daha çok delâlet eder. Çünkü burada emir mükerrerdir. Diğer âyetler ise böyle değildir.
Pezdevî'ye şöyle cevap verilmiştir. O'nun mezhebi Eş'arîlerin mezhebinden ayrı değildir. Zira Eş'arî'ye göre eşyanın varlığı “Kün-Ol” hitabı iledir, başka türlü değildir. Ehl-i Sünnet'e göre ise Allah'ın icadı iledir, başka bir şey ile değildir. Pezdevî'ye göre ise eşyanın varlığı Allah'ın icadı ve hitabı ile vücut bulmuştur. Böylece Pezdevî'nin görüşü üçüncü bir mezheb olmuştur. Doğrusunu Allah Teâlâ bilir.
Cenabı Allah yarattığı mahlûkattan biri ile konuşacağı zaman Allah'ın emri ile Levh-i Mahfuz'da yazılan Kadîm kelâmına delâlet eden kelime ve harflerle yazılmış bulunan kelâmı ile konuşur, hadis olan kelâm ile konuşmaz. Zira hadis olan kelâm, O'nun kelâmına delâlet eden harfler ve kelimeler olup Allah'ın zatı ile kâim olan kelâmın hakikati değildir. Zira Allah kelâmı diğer sıfatlarda olduğu gibi yaratıkların kelâmına benzemez. Cenabı Hak bir âyette şöyle buyuruyor:
“Hiçbir insan yoktur ki, Allah onunla
(doğrudan doğruya) konuşmuş olsun; ancak vahyile, yahut perde arkasından,
yahut bir peygamber gönderip de kendi izniyle dilediğini vahyetmesi
suretiyle olur.”
[59]
Yâni Cenab-ı Allah peygamberlere yaptığı gibi, rüyada da kuluna vahyeder, yahut Allah velilerinde olduğu gibi ilham eder.
“Allah Ömer'in lisanı üzre konuşur” mealindeki hadîs-i şerif de bu mânada söylenmiştir. Perde arkasından konuşma, Musa Aleyhisselâm'da olduğu gibi Allah'ı görmeden kelâmını işitmek suretiyle olur. Yahut Cebrail Aleyhisselâm gibi bir melek göndererek bu melek vasıtasıyla vahyeder. Yâni elçi olan melek kul ile konuşarak rabbinin emrini tebliğ eder.
Allah'ın kelâmı kendi zatı ile kâimdir. Mûtezile'ye göre ise durum böyle değildir. Mutezile Allah'ın, başkası ile kaim olan bir kelâm sıfatı ile muttasıf bulunduğu ve Allah'ın böyle bir sıfatı bulunmadığı görüşünü benimseyerek, şöyle demişlerdir: Allah'ın kelâmı harfler ve seslerden meydana gelir ve Allah bu kelâmı Cebrail aleyhisselâm'da, Hz. Peygamber'de ve Levh-i Mahfuz'da olduğu gibi başkalarının ağzında yaratır.
Hanbelilerin sapıkları da şöyle demişlerdir; Allah'ın kelâmı harf ve seslerden ibarettir. Bu harfler ve sesler Allah'ın zatı ile kâimdir. Allah'ın zatı ise kadîmdir. Onların bir kısmı cehaletlerinde mübalağa ederek şöyle demişlerdir: Mushaf'ın cilt ve kâğıdı dahi kadîmdir. Nerde kaldı ki sayfaları. Bu söz bizzarure batıl bir sözdür ve hissi bir davranış icabı olarak inatlaşmadır. Çünkü “Bismillah”taki “ba”nin “sin”den önce olduğu gözle görülüyor.
Semi ve Basar sıfatları Allah'ın zatî sıfatlarındandır. Zira Cenabı Allah harfler, sesler ve kelimeleri ezelde kendisine ait sıfatı olan işitme sıfatı ile işitir. Şekil ve renkleri de ezelde kadîm sıfatı olan görme sıfatı ile görür. İşitilenin ve görülenin yaratılmış olmasından işitme ve görme sıfatlarının da Yaratılmış olması gerekmez. Allah her şeyi işiten ve görendir. Ne kadar gizli olursa olsun, O'nun işitmesinden hiç bir ses, kaçmaz; göze göre de ne kadar küçük olursa olsun, hiç bir şey onun görmesinden kaybolmaz. Cenabı Allah Karanlık gecede siyah karıncanın sert kaya üzerindeki sessiz yürüyüşünü görür ve işitir. İşitme sıfatı işitilen varlıklarla ilgili bir sıfattır, görme sıfatı da görülen şeylerle ilgili bir sıfattır. Bu sıfatla Cenabı Allah bir organ tesiri olmadan, hava ulaşmadan; vehim ve tahayyül yolu ile de olmaksızın tam bir idrâk ile idrâk eder. İşitme sıfatı ile görme sıfatının kadîm oluşundan işitilen ve görülenlerin kadim olması lâzım gelmez. İlim ve kudret sıfatının kadîm oluşundan bilinen ve kudret tesiri altına giren eşyanın kadîm olması lâzım gelmediği gibi. Çünkü bunlar kadim sıfatlardır. Âlem-i şuhûdda (Bu dünyada) eşyaya gıyabî olarak tâalluk ettikleri gibi, eşya var olunca hadis olan (sonradan var olan) bu şeylere de zahiri olarak taalluk ederler, işitme ve görme sıfatlarının her biri ilim sıfatından daha özeldir. “Suyûtî Nikâye” adlı kitabında şöyle der: “Semi” ile “Basar” sıfatı öyle sıfatlardır ki, bunlarla meydana gelen inkişaf (bilgi), ilim sıfatı ile meydana gelen inkişaftan daha fazladır. Bu söz ancak bize nisbetle doğru olur. Çünkü bize göre işitme ve görme sıfatları ile de bilgi hasıl olur. Fakat Allah'a nisbet edildiği zaman Allah zatında kâmil olduğu gibi O'nun bütün sıfatları da kâmildir. Allah'ın sıfatları artış kabul etmezler.
İrade sıfatı: Allah'ın zati sıfatlarındandır. İrade, meşiet gibi bütün varlıklara karşı kudret nisbeti eşit olmakla beraber herhangi bir vakitte vukubulmak suretiyle bir şeyin yapma ve yapmama gibi iki tarafından birini tahsis eden bir sıfattır. Bu zikredilen tarifte şu iki inanç reddedilmektedir. İnançlardan biri şudur. Allah'ın Meşiet sıfatı kadîmdir, irade sıfatı ise hadistir ve Allah'ın zatı ile kâimdir. Diğer inanç da, Allah'ın kendi işini yapmayı dilemesinin mânası şudur: Allah cebredilemez, yanılmaz ve mağlûb olmaz. Başkasının işini murad etmesinin mânası da onu emreder, demektir. Allah Teâlâ kadim olan irade sıfatı ile olmuş ve olacak şeyleri diler. Dünyada ve âhirette küçük büyük, az çok, hayır yahut şer, fayda yahut zarar, tatlı yahut acı, iman yahut küfür, bilinen yahut bilinmeyen, kurtuluş yahut ziyan, ziyade yahut noksan, tâat yahut isyan ne varsa hepsi ancak O'nun iradesi ile ve hikmetine uygun olarak, takdirine ve yaratıkları içindeki hükmüne mutabık olarak meydana gelir. Allah'ın dilediği şey olur, dilemediği şey olmaz. Allah dilediğini istediği gibi mübalâğa ile yapandır. Allah'ın dilediğini geri çeviren yoktur, kulları arasında verdiği hükmü tâkîb eden yoktur. Allah'ın iradesi ve yardımı olmadan O'na isayandan kaçış yoktur; O'nun muvaffak kılması ve dilemesi olmadan hiçbir kul için taâtnı kazanmak mümkün değildir. Kötülükten kaçış, itaata muvaffak oluş, ancak Allah'ın yardımı iledir. Kurtuluş ve sığınış ancak Allah'adır. Bütün yaratıklar bu âlemde bir zerreyi Allah'ın iradesi dışında bir kerre hareket ettirmek, yahut durdurmak isteseler buna güç yetiremezler, belki Allah'ın iradesi hilâfına bir, iradeye sahip olamazlar. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Sizler ancak Allah'ın dilediklerini
dileyebilirsiniz.”
[60]
Allah ezelde tayin ettiği vakitlerde eşyanın varlığını dilemiştir ve irade sıfatı ile vasıflanmıştır. Böylece eşya tâyin edilen vakitlerde Allah'ın bildirdiği ve dilediği şekilde takdim ve tehirsiz bir değişikliğe uğramadan var olmuştur. Eşyanın Allah'ın iradesi gereğince var olması kulun bir iradeye sahib olmasına aykırı değildir. Çünkü Cenabı Allah bir âyette:[61]
“Dilediğinizi yapın.”Buyuruyor. Sonra Allah'ın irade ve meşîet sıfatına şu âyetler, de delâlet etmektedir:
“Allah dilediğini yapar.”
[62]
“Şüphesiz Cenabı Allah dilediğine hükmeder.”
[63]
Bu ayetlerdeki meşiet ile irade bize göre, Allah hakkında düşünüldüğü zaman aynı şeylerdir. Fakat kullar yönünden düşünüldüğü takdirde manaları değişir. Meselâ bir kimse karısına irade sığasıyle “seni boşamak istedim” dese karısı boş olmaz. Fakat meşiet sığası ile, “seni boşamak istedim” dese, karısı boş olur. Çünkü irade kelimesi revede kökünden alınmıştır. Bu kelimenin mânası taleb etmektir. Meşîet kelimesi ise icad etmekten ibarettir. Meşîet kelimesi ile boşadım deyince, sanki senin talakını icad ettim demiş olur ki bununla boşama vaki olur.
Konevî, bu görüşte ihtilâf vardır, diyor. Çünkü eğer böyle olsaydı o zaman niyyete ihtiyaç görülürdü.
Netice olarak meşiet, iş ve iradenin kendisinden ayrılmadığı tam bir dilemeden ibarettir. Tam dilemeğe de, eksik dilemeğe de söylenir. Birinci mana Allah hakkında, ikinci mana ise kullar hakkında kasdedilir.
Bu görüşte de ihtilâf vardır. Çünkü buna göre irade sıfatının de meşîet sıfatının Allah sıfatları arasında zikredilmesi gerekirdi.
Söyle bir soru sorulabilir: Allah Teâlâ, Firavn, Ebû Cehil ve benzeri kâfirlerin iman etmelerini emretmek suretiyle istedi, fakat onlardan iman eden olmadı. Eğer irade ve meşîet sıfatı sizin zannettiriniz gibi, bir olsaydı bunların da iman etmeleri gerekirdi. Çünkü meşîet, icad etmektir.
Bu soruya karşılık deriz ki: Allah'ın istemesi iki şekilde olur. Biri mükelleften ihtiyarî olarak bir işi istemesidir ki buna emir deniliyor. Bu talebten dolayı emredilenin var olması gerekmez. Çünkü bu emir ve taleb, mükellefin ihtiyarı ile değildir. İkincisi ise mükellefin ihtiyarı ile ilgisi bulunmayan istektir ki buna da meşîet ve irade denilir. Emredilen şeyin var olması ise irade ve meşîetin levazımatındandır. Zira böyle olmasa acizlik lâzımgelir. Halbuki Cenabı Allah acizlikten münezzehtir. Kullar ise böyle değildir.
Sonra Hikmet sıfatı, ister ilim manasında olsun ve ister ameli sağlam ve güzel yapmak manasında olsun, bize göre Allah'ın ezelî sıfatıdır. Eş'ariler ise bu görüşe muhaliftirler. İmam Eş'arî şöyle diyor: Eğer hikmet ile ilim kasdedilirse o zaman bu sıfat ezelîdir. Eğer iş kasdedilirse ezelî değildir. Zira Eş'arî'ye göre Tekvin sıfatı hadis (sonradan var olan) bir sıfattır.
Konevî diyor ki; kader mefkud (mevcut olmayan) bir bilgidir. Bu meselede de ilim adamlarının görüşleri değişiktir. Bazıları demişlerdir ki; bütün yaratıklar ve bütün işler Allah'ın muradıdır, deriz; fakat, tafsilâtlı olarak çirkinlikler, kötülükler, masiyetler Allah'tandır, demeyiz. (Yani bu ilim adamları bütün yaratıkların Allah'ın iradesi dahilinde meydana geldiğini söylerler, fakat tafsilâtına girmekten sakınırlar.) Bütün yaratıkları yaratan Allah'tır, deyip de leşleri ve pislikleri yarattı, diyerek tafsilâtına girişmekten sakındığımız gibi.
Bazıları da şöyle demişlerdir: Tafsilâtı ile Allah her şeyi yarattı, deriz; fakat Allah'a yaraşır bir karine ile söyleriz. Meselâ; Allah kâfirin küfrünü onun kendi kazancı olarak, kötülük ve yasaklanmış bir iş olduğu halde murad etmiştir. Müminde ise kendi kazancı, eseri olarak hayır ve güzel bir iş tarzında emredilen imanı murad etmiştir, işte bu görüş İmam Matürîdî'nin kabul ettiği görüştür. İmam Eş'ari ile Ehl-i Sünnet'in araştırıcı âlimleri de bu görüşü benimsemişlerdir. Onlar bu konuda şöyle derler:
Allah'ın kitabında irade iki türlüdür: Biri kaderle ilgili kevni ve hılkî (tabiî) iradedir ki o iradenin sembolü meşîettir. Bütün yaratıklara şamildir. Çünkü Cenabı Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyürüyor:
“Allah kimi hidayete erdirmek isterse onun
kalbini İslâm'a açar, gönlüne de genişlik verir. Her kimi de sapıklığa sevk
etmek isterse, onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki, iman etme teklifi
karşısında göğe çıkacakmış gibi zorlanır.”
[64]
İradenin ikinci türlüsü din, şeriat ve emirlerle ilgili iradedir. Bu türlü irade ise mahabbet ve rızayı gerektirir. Nitekim bu konuda Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah sizin için kolaylık murad eder,
güçlük murad etmez.” [65]
Emir ise bu ikinci çeşit iradeyi gerektirir, birinci tür iradeyi gerektirmez.
İmam Âzam rahmetüllahi aleyh, Allah'ın bu zatî olan yedi sıfatına zikretmiştir. Bunlardan biri zatında bir olmak, diğeri sıfatında bir olmak, üçüncüsü mümkün olan varlıklara muhtaç olmamak, dördüncüsü azamet ve kibriya sıfatı ile muttasıf olmak, sıfatları da bu yedi sıfattandır.
Beydavî; Azîm sıfatı hakir sıfatının zıddıdır, kebîr sıfatı sağîr (küçüklük) sıfatının zıddıdır, demiştir. Ben derim ki; Âlî (yüksek mânasında), Denî'nin (alçak sıfatının) zıddıdır. Bunlar Esmâ-i Hüsnâ içinde mânaları birbirine yakın olan kelimelerdir. Bunların, keyfiyet bildiren hallerden sudur etmiş, mânaları bir, sözleri ayrı kelimeler oldukları konusunda Huccet'ül-İslâm Gazzâlî şöyle diyor.
“İki kelimenin mânaları arasında bir fark gözetmemiz gerekir. Çünkü Allah hakkında iki söz arasında mana bakımından farklılık yönünü ayırdetmek bizim için güçleşir. Fakat biz bununla beraber esasında bir ayrılığın yarlığından şüphe etmiyoruz. Bu sebeple Cenabı Allah Hadîs-i Kudsisinde şöyle buyuruyor:
“Kibriya (büyüklük) benim ridamdır, azamet
de izarımdır.”
[66]
Burada kibriyâ da azamet de büyüklük demektir. Bu iki sözün manası bir, fakat sözleri ayrıdır. Cenabı Allah bu iki söz arasında farklı olduklarına delâlet eden bir ayrılığa işaret etmiştir. Çünkü rida (belden yukarı giyilen elbise), ile izar (belden aşağı giyilen elbise) her ikisi de insan oğlunun zinetidirler. Ancak belden yukarı giyilen ridâ belden aşağı giyilen izardan daha üstün kabul edilir. Bunun için “Allahu Ekber” sözü namazın anahtarı yapılmıştır.
Zikredilen bu yedi sıfat, Allah'ın sübûtî sıfatlarıdır. Baka sıfatının sübûtî sıfatlardan mı, yoksa selbî sıfatlardan mı olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları onu sübûtî sıfatlardan sayarak bir beyitte onları şöyle toplamıştır:
“Hayât, ilim, kudret, irade: Kelâm, ibsar, semi', baka.”
Doğrusu baka sıfatı, selbî sıfatlardandır. Çünkü bu sıfatla kasdedilen mana, geçmiş olan yokluğu ve gelecek olan faniliği nefyetmektir. Zira kadîm olduğu sabit olanın yok olması muhaldir. Yok olması caiz olanın ise kadîm olması mümkün değildir. Mevlâna Ömer en-Nesefi'nin “Metn'ül-Akâid” adlı kitabında yer alan (Hay, kadir, alîm, semi', basîr, Şâî, Mürîd) gibi sıfat isimlerinin sayılması, meşîet ve iradenin birbirinden ayrı manaları taşıyan iki kelime olduğu vehmini akla getirir. Halbuki durum böyle değildir. Bu makamda, yukarıda bunun sözü geçmiştir.
(Allah'ın fi'lî sıfatları ise tahlîk, terzîk, inşâ, ibda', sun', ihya, ifna, inbat, inmâ, gibi iş ile ilgili olan sıfatlardır.)
Tahlîk, yaratmak demektir. Tarzîk, yaratıkları rızıklandırmaktır. İnşâ ilk başta yaratmak, ibda', eşsiz bir şekilde yaratmaktır. Sun', Allah'ın sanatı demektir. İhya diriltmek, ifna yok etmek, inmâ büyütmek, üretmek; tasvir eşyaya şekil vermek demektir. Bu sıfatların hepsi Tekvin sıfatının manası içine girmektedir.
Fi'lî sıfatlar, meydana çıkması yaratıkların varlığına bağlı olan sıfatlardır. Bil ki fi'lî sıfatlarla zatî sıfatlar arasındaki fark ihtilaflıdır.
Sıfatların
İsimlendirilmesi:
Mutezilece göre, müspet veya menfi manalarda kullanılan sıfatlar fi'lî sıfatlardandır. Meselâ; Allah falanca için çocuk yarattı, filanca için yaratmadı; Zeyd'e rızık verdi, Amr'a rızık vermedi misalinde olduğu gibi. Burada yaratmak sıfatı müspet ve menfi olarak kullanıldığı için filî sıfatlardandır. Menfî manada kullanılmayan sıfatlar ise zatî sıfatlardır. ilim, kudret gibi. Allah hakkında şunu bilmiyor, denilemez; bir şeye gücü yetmiyor da denilemez.İrade ve kelâm sıfatları ise müspet ve menfî manada kullanılabilen sıfatlardandır. Cenabı Allah Kur'an-ı Kerînı'de şöyle buyuruyor:
“Allah sizin için kolaylık murad eder,
güçlük murad etmez.”
[67]
“Ve Allah Musa ile konuştu.”
[68]
“Allah Kıyamette onlarla
konuşmayacaktır.”
[69]
Yukarıdaki âyetlerin ilkinde irade sıfatı müspet ve menfî manalarda kullanılmıştır. Kelâm sıfatı da yine iki manada kullanılmıştır. Binaenaleyh bu sıfatlar fi'lî sıfatlara dahildirler ve yazılmıştırlar.
Fakat Eş'arî'lere göre, fi'li ve zatî sıfatlar arasında fark şudur: Nefyedilmesi sebebiyle zıddı sabit olan sıfatlar zatî sıfatlardır. Zira sen hayat sıfatını nefyedersen bundan ölmek Iâzımgelir. Yani diri değildir, dersen ölüdür, manası çıkar. Kudret sıfatı için de durum bu şekildedir. Gücü yetmez, dersen, bundan acizlik lâzım gelir. Cehalet karşısında ilim sıfatı da böyledir. Bilmiyor dersen, bundan cahil olmak sıfatı sabit olur. Nefyedilmesinden zıddı bir mana sabit olmayan sıfatlar ise fi'lî sıfatlardandır. Meselâ; Allah hakkında diriltmek, yaratmak, rızık vermek gibi sıfatları menfî olarak kullanırsan; Allah yaratmadı, diriltmedi, rızık vermedi dersen, bundan dolayı bir noksanlık ve Allah hakkında yaratamamak, rızık verememek, diriltememek gibi manalar sabit olmaz. Bu sebeple bu sıfatlar fi'lî sıfatlardandır. Buna göre, irade sıfatını menfî olarak kullanırsan, bundan dolayı cebir lâzım gelir; kelâm sıfatını nefyedersen, yani Allah konuşmaz, dersen bundan dolayı da dilsiz olmak lâzım gelir. Binaenaleyh bu iki sıfatın da zati sıfatlardan olduğu sabit olmuştur.
Bize göre, Allah'ın kendisini vasıfladığı ve zıddı ile vasıflanması caiz olmayan her sıfat, zatî sıfatlardandır. Kudret, ilim, azamet gibi. Hem kendisi ile hem de zıddı ile Allah'ı vasıflandırmak caiz olan sıfatlar ise fi'lî sıfatlardandır. Şefkat (Re'fet), rahmet, gazab, sanat sıfatları gibi...
Sonra Eş'arilerle Mûtezile'nin bu noktadaki şüpheleri şudur: Eğer tekvin sıfatı ezelî olsaydı, yaratılan varlıklara ezelde taallûk etmesi gerekirdi. Ezelde yaratıkların varlığına taallûk edince sonradan yaratılanın ezelde var olması ve ezelî olması gerekirdi. Zira yaratılanlar meydanda olmadan Yaratma sıfatının varlığı ile hükmetmek, dövülen bulunmadan dövmekten bahsetmek gibidir. Bu ise muhaldir. Binaenaleyh Tekvin (yaratma) sıfatının hadis yani ezeli olmaması gerekir.
Mutezile ve Eş'arîlerin bu görüşüne verilen cevap şöyledir: Yaratma sıfatının eğer, yaratmakla hadis (yaratılmış) olması gerekecek olursa bu sıfat, başka bir yaratma sıfatının varlığına muhtaç demektir. Böyle olursa teselsül lâzım gelir. Teselsül ise batıldır. Yahut, hadis olan yaratma sıfatı kadîm olan bir başka yaratma sıfatına dayanır. İşte bizim iddia ettiğimiz hadis olmayan ve kadîm olan yaratma sıfatı budur. Yahut Allah'ın yaratma sıfatı bulunmaması gerekir ki Allah'ın hiçbir kimseyi yaratmadığım kabul etmek hem mümkün değildir, mümkün olsa da o takdirde yaratıcı olan Allah'ı tatil etmek gerekir. Halbuki Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:
“Allah her an bir iştedir.”
[70]
Hulâsa biz diyoruz ki, Tekvin (yaratma) sıfatı kadîm bir sıfattır. Bu sıfatın taallûk ettiği yaratıklar ise hadistir. Nitekim ilim sıfatı da kadim ve ezelidir, fakat bu sıfatın taallûk ettiği yaratıklar, bilinen varlıklar ise hadistir. Binaenaleyh Tekvin sıfatı; kendisi sebebiyle bu âlemin ezelde yaratılmasına tahsis edilmiş değildir, belki var olacağı zamanda yaratılsın için Allah’ın sıfatları arasında ezeli bir sıfat olarak bulunmaktadır. Allah'ın bu yaratma sıfatı ebediyyen bakidir. Her yaratılanın varlığı Allah'ın ezelî olan yaratma sıfatına taalluk eder. Fakat dövmek böyle değildir. Zira dövmek arızî bir iştir. Dövülen kişinin var olacağı zamana kadar kalması düşünülemez. Sonra onlara karşı derizki; bu âlemin varlığı Allah'ın zatına, yahut sıfatlarından bir sıfata taallûk eder mi, etmez mi? Eğer, hayır, derlerse, Allah Teâlâ'yı muattal (iş yapmaz) kılmış olurlar. Eğer evet, derlerse deriz ki; Allah'ın zatına yahut sıfatına taallûk eden şey ezelî midir, yoksa hadis midir? Eğer hadistir, o bu âlemdendir ve bu âlemin hadis oluşu Allah'ın zatına değil de Allah'ın sıfatlarından birine taalluk eder derlerse bu görüşte de Allah Teâlâ'yı tatil (Bir iş yapmıyor kabul etmek) gerekir. Ezelîdir; derlerse deriz ki; bu tâalluk'un ezelî oluşu şu âlemin ezelî olmasını gerektirir mi, gerektirmez mi? Eğer evet, derlerse kâfir olurlar. Eğer hayır, derlerse şüpheleri bâtıl olur. Bize göre ezelî sıfatlar sekizdir. Eş'arîlerin inandığı gibi fi'lî sıfatlar izafi değildir. Mâveraunnnehir âlimlerinden bazılarının inandığı gibi fi'lî sıfatların her biri hakikî ve ezeli birer sıfat değildir. Zira bu düşünceye göre kadîm olan varlıkların birkaç tane olması gerekir. En iyisi bu konuda şöyle demek gerekir: Bu fi'lî sıfatların hepsinin mercii Tekvin sıfatıdır. Zira Tekvin sıfatı hayata tâalluk ederse bu diriltmek olur, ölüme tâalluk ederse öldürmek olur, şekil vermeğe tâalluk ederse Tasvir olur. Bu ve benzerî sıfatların hepsi aslında Tekvindir. Ancak bunun tâalluk ettiği sıfatlarda hususiyet arzeder. Sonra ilk akla gelen şudur. Tahlîk, inşâ, sun' ve fiilin manaları birdir. Bu mana da var olmayan bir şeyi sonradan yaratmaktır. İster geçen misalde olduğu gibi olsun, ister olmasın, bu birdir. Doğrusu bu sıfatların birbirine yakın manaları vardır. Zira ibda', bir şeyi sonradan yoktan var etmektir. Tahlîk böyle değildir. Tahlîk de yaratmaktır, fakat bu sıfat ibdâ'dan daha umumidir, yahut onun karşılığıdır. İnşâ, eşyanın evveline mahsus bir yaratma sıfatıdır. Fiil, hayır ve şer konusunda itibar edilen her amelden kinayedir. Sun' ise, muhkem ve güzel yaratmak, güzel nizam vermek manasını taşır. Nitekim Cenabı Hak bu manaya Kur'an-ı Kerîm'de şöyle işaret ediyor:
“Bu her şeyi muhkem yapan Allah'ın işidir.”
[71]
Terzik, bir şeyin rızkını ihdas etmek, ona azık yaratmaktır. Sonra ki mülk âleminde, gölge âleminde, melekût ve ruhlar âleminde bir yaratık yoktur ki Allah onu, tahlîk, fiil, inşa ve sanatı ile getirmesin Şüphesiz Allah Teâlâ, insanları ve cinleri yarattığı gibi bunların rızıklarını da yaratmıştır. Nitekim Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah sizi önce yarattı, sonra da rızık
verdi.”
[72]
Cenabı Allah kudret ve rahmetini, nimet ve, hikmetini açıklamak yaratıklara marifetini göstermek istediği için bunu yapmıştır. Yüce Alah başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyuruyor:
“Ben insan ve cinleri ancak bana ibadet
etmeleri için yarattım.” [73]
Buradaki ibadet etsinler sözünden maksat, beni bilsinler için demektir. İnsan ve cinlerin özellikle zikredilmesi, cinsleri itibariyle Allah Teâlâ'yı celâl ve cemal sıfatı ile bildikleri için olsa gerektir. Bir Hadîs-i Kudsî'de ise Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek
istedim, beni bilmeleri için de halkı yarattım.”
[74]
Yani Allah bilinmeye muhtaç olduğu için değil, kendileri için dilediği sevabı bu bilmek sebebiyle vermesi için yaratmıştır. Allah ise kimseye muhtaç değildir.
Doğrusu[75] Tekvin sıfatı Allah'ın ezelî sıfatıdır. Çünkü akıl ve nakil Allah Teâlâ'nın bu âlemin yaratıcısı olduğunda ve me'haz-i iştikak bulunmadan bir şeye müştak adı verilemeyeceği hususunda ittifah için ezelde ve ebedde sabit olan bir sıfattır. İlkinin hadis olması sebebiyle yaratılanlar da hadistir, yâni ezelî değildir. İlim, kudret ve kadim olan diğer sıfatlarda olduğu gibi. Bu sıfatların kadîm olmasından, tâalluk ettikleri yaratıkların da kadim olması lâzım gelmediği gibi Tekvin sıfatının tâallukundan dolayı yaratılanların da kadim olması gerekmez.
Sonra İmam Âzam Hazretleri zatî ye fi'lî sıfatlardan bazılarını getirmiştir, diğer illet sıfatlarından bahsetmemiştir. Zira meşhur ve açık olan bu fi'lî ve zatî sıfatlan bilmek, Allahı'n varlığını ve sıfatlarını tanımak için yeterlidir.
Fahr'ul-İslâm Ali el-Pezdevî, “Usül-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor: İman ile İslâm'ın açıklaması, Allah Teâlâ'yı olduğu gibi sıfatları ve isimleri ile ikrar ve tasdik etmektir; hükümlerine boyun eğmek, şeriatlarını kabul etmektir. Bu tasdik ve kabul de iki türlü olur. Biri müslümanlar arasında doğup büyümek ve ana-badadan hangisi nıüslümansa ona bakarak müslümanlığın sabit olmasıdır. İkincisi ise müslümanlığını tasdikini kendi ifadesiyle beyan etmek ve Allah'ı olduğu gibi vasıflandırmak suretiyle sabittir. Ancak bu bir kemal derecesidir. Şartlarını tam olarak yerine getirmek mümkün değil dir. Zira halkı Hakk'ın vasıfları ile bilmek, tefsir ve anlatış bakımından farklıdır. Kemal'in şartı bir güçlük ve muhal'in bulunmamasıdır. Bu da söylediğimiz gibi tasdik ve ikrarın icmali olarak sabit olmasıdır. Her ne kadar icmalen inandıklarını tefsir ve beyan etmekten âciz olsa da, kul icmali olarak tasdik ederse bu iman kemâl olur. Biz bu sebeple deriz ki; tasdikte vacib olan müminden Allah'ın sıfatlarının sorulmalıdır. Meselâ; şöyle denilebilir? Allah şu sıfatla vasıflanmış mıdır? Allah'ın Subûti, selbî, zatî ve fiilî sıfatları var mıdır? Eğer evet, derse o müminin nıüslümanlığının kemal derecede olduğu ortaya çıkar. Bu sıfatlar kendisinden sorulduğu halde Allah'ı kendine lâyık olan sıfatlarla vasıflamayı bilmeyen kişi mü'min değildir. Bu sebepten İmam Muhammed “el- Camiu’l-Kebîr” adlı kitabında, müslüman anababadan olma küçük bir kız çocuğu nikâhlansa bulûğ çağına girince İslâm'ı anlatamasa, kocasından talâk-i bâin ile boş olur.
Allah Teâlâ'nın isimleri ve sıfatları vardır. O'nun hiçbir ismi ve hiçbir sıfatı hadis değildir.
Yâni Allah'ın bütün sıfatları ve isimleri ezelidir, başlangıcı yoktur. Ebedîdir, sonu yoktur. Allah'ın isimlerinden herhangi bir isim, sıfatlarından herhangi bir sıfat yenilenmemiştir. Çünkü Cenabı Allah'ın varlığı kendindendir; zatında ve sıfatında kâmildir, noksansızdır. Onun bir sıfatı yaratılmış olsa, yahut bir sıfatı zail (yok) olsa, o sıfatının yaratılmasından önce ve yok olduktan sonra Allah Teâlâ'nın kemal makamında noksan olması gerekirdi. Bu ise Allah hakkında muhaldir. Allah'ın bütün sıfatları ezelîdir, ebedîdir. Bura da meşhur bir soru bahiskonusudur. O soru da şudur: Allah'ın kelâmı Kur'an-ı Kerîm'de zikredilen haberler çoğunlukla mazi lâfzı ile gelmistir. Meselâ;
“Biz Nuh'u kavmine
gönderdik.”.
Hz. Musa'dan hikâyeten:
“Firavn Allah'a isyan etti.” gibi. Mazi lâfzı ile, bulunmayan bir şeyden haber vermek yalan konuştuktan sonra olur. Allah üzerine yalan ise muhaldir.
Bu sorunun cevabı şöyle yazılıdır. Allah'ın haber vermesi ezelde mazi, hal, yahut istikbal ile vasıflanmaz. Çünkü Allah hakkında zaman yoktur. Allah'ın verdiği haberler, şimdiki zaman, istikbal ve geçmiş ile ancak lâ yezalde gelecekte ezeli olarak tâalluk ettiği eşyaya göre vasıflanır. Bu şekilde Nuh âleyhisselâm'ın peygamberliği ile alâkalı olarak ondan haber vermek mutlak olarak Allah'ın zatı ile kâim olmuştur. Mutlaktan kasıt, zamanla kayıtlı olmadan, demektir. Bu haber verme keyfiyyeti ezelde ebedî olarak bakîdir. Nuh aleyhisselâm'ın gönderilmesinden evvel, Nuh'a delâlet eden ibare var idi, ki o da “Biz peygamber göndereceğiz” ibaresi idi. Nuh Peygamber olarak gönderildikten sonra bu ibare “Biz gönderdik.” oldu. Burada değişiklik. Allah'ın zatı ile kaim olarak verilen haberin şeklindedir yoksa haber vermede bir değişiklik olmamıştır. Bu, Allah'ın ilmi hakkında, Nuh aleyhisselâm'ın peygamber olarak gönderileceğini ezelde bilmesi O'nun zatı ile kâimdir, demen gibidir. Bu ilim ebediyyen bâkidir. Bir görüşe göre de Nuh aleyhisselâm varlığı hakkındaki bilgi var olacak, tarzındadır. Var olduktan sonra bu bilgi ile Allah onun var olduğunu, peygamber olduğunu bilir. Değişiklik bilgide değil, bilinendedir.
Allah Teâlâ'nın ilim sıfatı ile eşyayı bilmesi gerçektir. İlim sıfatı ezelde Allah'ın sıfatıdır.
Allah her şeyi ezelî sıfatı olan bilgisi ile bilir, cehaleti doğuran bilgi ile değil. Allah'ın ilmi ezelidir, ebedîdir, ziyade ve noksanı kabul etmekten münezzehtir. Bilgi sahiplerinin bilgisi böyle değildir. Artma ve eksilme kabul eder.
Kudret sıfatı ile Allah'ın her şeye gücü yeter. Kudret sıfatı Allah'ın ezelî sıfatıdır.)
Allah zatî ve kudsi olan kelâmı ile konuşur. Kelâm sıfatı ezelde Allah'ın sıfatıdır.
Allah, Tahlîk Yaratma sıfatı ile vasıflanmıştır. Yaratma sıfatı ezelde Allah'ın sıfatıdır.
Allah yaptıklarını fiil sıfatı ile yapar, fiil, ezelde Allah'ın sıfatıdır.
Yâni Allah bir şeyi ilk olarak yarattığı ve sonunda yaptığı zaman, onu ancak ezelî sıfatı olan fiil sıfatı ile yaratır. Yaratıldığı zaman sonradan olma bir fiil ile ve sıfat ile değil. Çünkü Allah Teâlâ'nın ilim, kudret, halk ve fiili, bilinen, yaratılan, güç yetirilen ve yapılanların hadis olması ile hadis olmaz.
İşi yapan Allah Teâlâ'dır.İşinde, sanatında ve hükmünde O'na kimse ortak olamaz.
Fiil sıfatı ezelde Allah'ın sıfatıdır. Yapılan işler ise yaratıktır. Allah'ın işi ise yaratık değildir.
Yâni Allah'ın işi sonradan olma değildir, belki sahibi gibi kadîmdir. Zira yapılan işin yaratılmış olmasından, iş yapmanın yaratılmış olması gerekmez. İmam Âzam'ın kelâmında şu noktaya işaret vardır. Eğer Allah'ın işi yaratılmış olsaydı, yaratanların da birkaç tane olması lâzım gelirdi. Halbuki Allah Teâlâ'nın, her şeyin yaratıcısı olduğu sabittir. Allah zatında, sıfatında ye işlerinde hirdir, eşsizdir. Ne gariptir ki İbn-i Humam bu kelâmdan gafil olarak şöyle demiştir:
Ebû Hanîfe'nin sözünde Tekvin sıfatının kadim ve önce geçen sıfatlar üzerine zaid olduğu hususunda bir açıklama yoktur. Ancak müteahhir âlimlerinin (sonradan gelen âlimlerin) kabul ettikleri şu sözü vardır: Allah Teâlâ, yaratmadan evvel de yaratıcı idi, rızık vermeden evvelde rızık verici idi.
Eş'ariler diyorlar ki; özel bir yere tâalluk etmesi itibariyle Tekvin sıfatı, kudret sıfatından ayrı değildir. Tahlîk (yaratma) sıfatı, yaratılana tâalluku itibariyle kudrettir. Tarzik (rızık verme) sıfatı da böyledir. Eş'ariler diyorlar ki; Allah'ın ef'al (işler) ile ilgili sıfatı sonradan meydana gelir. Çünkü bu sıfatlar, kudretin tâallukundan ibarettir. Tâalluk ise sonradan olmadır.
İbn-i Humam rahimehullah diyor ki; Hanefîlerin, Tekvin sıfatını açıklarken bu sıfatın tesire delâlet eden sıfatlar olduğunu zikretmeleri Eş'arilerin sözünü nefyetmez ve Tekvin sıfatının beraberinde tâalluk eden kudret ve iradeye raci olmayan başka sıfatların bulunmasını da gerektirmez. Belki Ebû Hanîfe'nin kelâmı, Tahavî'nin naklettiğine göre, Eş'arilerin bu sıfatlardan anladıkları şeyi ifade ediyor, şöyle diyor: Allah Teâlâ sıfatı ile ezelî olduğu gibi, bu sıfatlarla vasıflanmasında ebedîdir. Mahlûkatı yarattığından bu yana, Hâlık ismini almış değildir. Allah, berâyayı (yaratıkları) yarattığından beri Bari adım almış da değildir. Belki Allah terbiye edilen yokken Rab, yaratılan yokken Hâlık ismi ile sıfatlanmıştır. Nitekim Cenabı Hak, ölüleri dirilticidir. Allah Teâlâ, bu ismi ölüleri diriltmeden evvel almıştır. Halık Yaratıcı ismi de böyledir. Allah mahlûkatı yaratmadan önce bu ismi almıştır. Şüphesiz Cenabı Hak, her şeye gücü yetendir.
Allah'ın sıfatları, ezelde yaratılmış değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış olduğunu söyleyen, yahut bu konuda duraklama gösteren, yahut şüpheye düşen kimse kâfir-i billâhtır.
Zira kul, Allah'ın zatını ve bütün sıfatlarını şanına yakışır şekilde tanımak zorundadır. Ancak küfrü gerektiren, bilmemek ve şüphe etmek, yukarıda yazılı meşhur sıfatlara mahsustur. Bu sıfatlar da hayat, ilim, kudret, kelâm, semi', basar, irade, tahlîk, tarzîk sıfatlarıdır.
Kur'an-ı Kerîm, mushaflarda yazılıdır, kalblerde mahfuzdur, lisanlarda okunan kelâmdır.
Burada Kur'an'dan maksat, Allah Teâlâ'nın kelâm-ı nefsîsidir. Mushaflarda yazılan, kalblerde mahfuz bulunan ve lisanlarda okunan kelâm bu nefsi kelâma delâlet eder. Kelâmullah hakkında şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer Allah kelâmı, kadim olan mana için hakikat, teşekkül eden nazım ve lafızlarda mecaz olursa, sûre ve âyetlerden meydana gelen yaratılmış kelâm-ı lâfzı arasında müşterek bir isimdir. Bu kelâmın Allah'a nisbet edilmesi, Allah'ın sıfatı olmasıdır. Nisbetin gerçek manası, yani bu lâfzı kelâm, Allah'ın yaratıklarından olup yaratıkların telinlerinden değildir, demektir. Bu takdirde kelâmı lâfzî'yi Allah'tan nefyetmek sahih olmaz. Oysa münazara ve münakaşalar, yalnız Allah'ın kelâmına karşı yapılmaktadır. Bu icazı taşıyan da kelâm-ı lâfzidir. İşte bu sebeple abdestsiz ve cünüb kimselerle hayız haldeki kadınların kelâm-ı lâfzı olan Kur'an-ı Kerim'e dokunmaları yasaktır.
Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem üzerine indirilmiştir.
Kur'an-ı Kerîm, Hz. Peygamber'e muhtelif durumlarda muhtelif şekillerde tek ve mürekkeb harfler vasıtasıyla indirilmiştir. Buna işareten Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Rablerinden kendilerine gelen ihtarı, hep eğlenerek dinliyor.”
[76]
Burada muhdes kelimesinden maksat, Kur'an âyetlerinin indirilmesidir. Allah'ın nefsi kelâmı intikalden münezzehtir.
Bizim Kur'an'ı telâffuz edişimiz yaratılmıştır. Kur'an'ı yazmamız ve onu okumamız da yaratılmıştır.
Allah'ın Kelâmı Nefsisi olan Kur'an Allah kelâmıdır, yaratılmış değildir.
Zira emretmek, yasaklamak, bir şeyden haber vermek isteyen kişi önce içinden buna dair bir mana bulur, sonra bu manaya ibare ile yazı yahut işaret ile delâlet eder.
Sonra bil ki Eş'arî'nin mezhebi şudur: Allah’ın nefsi kelamının harikulade olarak işitilmesi caizdir. Nitekim Bâkıllânî de bu noktaya tenbih etmiştir, fakat bu görüşü Ebû İshak el-İsfirayinî reddetmiştir. Şeyh Ebû Mansur el-Mâtürîdi'nin tercih ettiği görüş budur. Cenab-ı Allah'ın:
“Eğer (taarruza uğrayan) müşriklerden biri
aman dilerse, ona aman ver, tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin.”
[77]
Burada Allah kelâmını dinlesin sözünden maksat, Allah'ın nefsi kelâmına delâlet eden sözler demektir. Musa âleyhisselam, Allah'ın nefsi kelâmına delâlet eden ses işitmiştir. Fakat bir melek aracılığı olmaksızın ve yazılı bir vasıta bulunmaksızın harikulade bir şekilde meydana geldiği için, Musa aleyhisselâm “Kelîmullah Allah ile konuşan”adına tahsis edilmiştir. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın şu kavli de buna delâlet etmektedir.
“Nihayet oraya varınca, bereketli yerdeki vadinin sağ
kıyısından, ağaç tarafından şöyle nida edildi: Ey Musa! Gerçekten ben
âlemlerîn rabbi olan Allah'ım.”
[78]
İmam Âzam'in kelâmında bu konuda geniş bilgi verilecektir. İmam Âzam “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor: “Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın kelâmı, sıfatı, vahyi ve O'nun indirmesi olduğunu, zatının ne aynı ne de gayrı olduğunu ikrar ederiz. Belki Kur'an-ı Kerîm gerçekten mushaflarda yazılan, lisanlarda okunan, kalblerde mahfuz bulunan, fakat buralara hulul etmeyen bir sıfatıdır. Harfler, harekeler, kâğıt, yazı bunların hepsi yaratılmıştır. Çünkü bunlar, kulların işleridir. Allah'ın kelâmı ise yaratılmış değildir. Çünkü yazı, harfler, kelimeler ve âyetlerin hepsi kulların ihtiyacına binaen Kur'an okumaya birer alettir. Allah'ın kelâmı ise kendi zatı ile kâimdir. Ancak Allah'ın kelâmının manası ise bu ayetler vasıtasıyla anlaşılır. “Allah'ın kelâmı yaratılmıştır” diyen kimse kâfir-i billâh'tır. Allah Teâlâ, mâbuddur. Yâni kendisine ibadet edilendir, Allah'ın kelâmı ise okunur, yazılır, Allah'ın zatından ayrılmadan ezberlenir.
Fahr'ul İslâm demiştir ki; İmam Ebû Yusuf'un şöyle dediği sahih rivayetle sabittir: Kur'ân'ın yaratılması meselesinde İmam Âzam Ebu Hanife ile münazara ettim, sonunda ikimizin görüşü şu noktada birleşti: “Kur'an'ın yaratılmış olduğuna hükmeden kâfirdir.” Bu söz, İmam Muhammed'den de sahih bir rivayet olarak sabit olmuştur. İlim adamları kelâmullah konusunda ancak şöyle söylenebileceğini zikretmişlerdir: “Kur'an, Allah'ın kelâmıdır, yaratılmış değildir.” Bu şekilde söylenebilir, fakat sadece Kur'an yaratılmış değildir, denilemez. O takdirde ses ve harflerden teşekkül eden kitabın kadim olduğu düşüncesi akla gelir. Nitekim Hanbelîlerin bazı cahilleri de bu görüşe meyletmişlerdir. “Şerh'ul Akâid” adlı kitapta zikredildiği üzre: Hz. Peygamber buyurmuştur ki;
“Kur'an Allah'ın kelâmıdır, yaratılmış değildir, kim yaratılmıştır, derse kâfir-i billâh'tır.” mealindeki hadis'in aslı yoktur. Şerh'ul-Akâid'in hadislerini tahric ederken bu hususu da beyan etmiştim.
Bizimle Mutezile arasındaki ihtilâf, Allah'ın kelâm-i nefsisinin nefyi veya isbatı konusuna dönüyor. Yoksa biz, Kelâmullah'ın sözlerinin ve harflerinin kadîm olmasına hükmetmiyoruz. Onlar da Nefsi kelâmın yaratılmış olduğuna hükmetmiyorlar. Bizim delilimiz daha önce geçtiği üzere; “Peygamberlerden tevatür yolu ile ve icma ile Allah'ın kelâm sahibi olduğu sabit olmuştur. Bunun mânası; Allah Teâlâ'nın kelâm sıfatı ile vasıflanmasından başka bir şey değildir. Yaratılmış olan Kelimullah'a ait sözlerin Allah'ın zatı ile kâim olması mümkün değildir. Öyle ise Allah'ın, kadîm olan nefsi kelâmı sabit olmuştur.
Mûtezîle'nin, Kur'an, Yaratılmışların sıfatı ile vasıflanmıştır; diyerek telifi, tanzimi, inmesi, indirilmesi, arapça olması, işitilmesi, fasih ve mûciz olması gibi yaratılmış varlıkların sıfatları ile vasıflanmış olmasını ileri sürmeleri yukarıda belirtilen Hanbeliler aleyhine delil olur; bizi hiç ilgilendirmez. Çünkü biz Kur'ân'ın nazmının hadis (yaratılmış) olduğu ile hükmediyoruz. Esas söz, kadîm'in mânasındadır. Mutezile için Allah'ın konuşucu olduğunu inkâr etmek mümkün olmayınca, ses ve harfleri mahallinde kitabet şekillerini Levh-i Mahfuz'da yaratıcı mânasında konuşur olduğuna meyletmişlerdir. Halbuki sen, hareketi yaratanın değil de hareket kendisi ile kaim olan kişinin müteharrik (hareket eden) olduğunu bilirsin.
Ancak bir âyette iki çeşit kıraat bulunsa, her bir okunuşun diğerinden farklı mânası varsa, Allah Teâlâ, iki mânanın her ikisi ile de konuşandır. O iki kıraat, iki âyet yerine geçer. Eğer iki karaatın mânaları,bir ise, o takdirde Cenabı Allah bu iki mânadan biri ile konuşmuştur, fakat iki türlü okunmasını caiz görmüştür. Bu görüşü fakîh Eb'ul-Leys es-Semerkandî de zikretmiştir.
Bil ki, şüphesiz Sahabe ve Tâbiûn ve diğer müctehitler (Allah onlardan razı olsun), Allah'ın sıfatlarından her birinin, zatının ne aynı ne de gayrı olduğunda ittifak etmişlerdir. Şârih de bunu bu şekilde zikretmiştir. Bunun mânası şudur: Allah'ın sıfatları, zihindeki mefhum itibariyle Allah'ın aynı değildir; haricî varlık itibariyle de Allah'ın zatının gayrı değildir. Zira sıfatın mânası zatın mânasının başkası değildir. Ancak, sıfatlar, kâinattaki tezahürleri itibariyle Allah'ın zatına mugayir değildir.
Hülâsa, Allah'ın kelâmı, O'nun sıfatlarındandır. Allah da zatı ve sıfatları ile kadîmdir. Kadîm oluş, bakî kalmayı gerektirir. Zira kadîm olduğu sabit olanın yok olması muhal olur. Nitekim bu mâna Allah Teâlâ'nın şu kavlinden de istifade edilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“O, evveldir, âhirdir, zahirdir, batındır.
O, her şeyi bilendir.”
[79]
“Ay için seyir menzilleri tâyin ettik. Öyle
ki, kurumuş eski hurma dalında olduğu gibi yay şeklîni almıştır.”
[80]
Bu âyette “Urcûn el-Kadîm” yani eski hurma dalı şeklinden maksat, ikinci yay biçimindeki şeklini alınca evvelki eski oluyor, demektir. Yenisi bulununca eskisine kadîm deniliyor. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Bir de kâfirler, iman edenler hakkında
şöyle dediler: Eğer o peygamber hayırlı olsaydı, bizden evvel (fakir ve
bîçâreler) ona koşmazlardı demekle maksatlarına erişemeyince de şöyle
diyecekler: Bu Kur'an eski bir yalandır.” [81]
Yâni zaman bakımından evveldir. Sonra şüphe yoktur ki, kadîm, önce gelen mânasında kullanıldığı zaman, yaratılmışlardan önce olan her şeyin başkalarından önce olması gerekir. Lâkin Allah Teâlâ'nın isimleri, Allah'ı medheden hususî bir mânaya delale't eden Esmâ-i hüsnasıdır. Tekaddüm sözü lügat mânasında mutlaktır, bütün yaratılmışlardan önce gelmek mânasına tahsis, edilmiş değildir. O zaman Allah'ın Esmâ-i Hüsnasından olamaz. İşte bu sebeple Şeriat, Evvel, ismini zikretmiştir ki bu isim, kadîm isminden daha güzeldir. Çünkü evvel ismi, sonradan gelenlerin ona döndüğünü, tabi olduğunu bildirir. Kadîm sözü bunun aksidir. Ancak şu var ki. Cenabı Allah, evvel mânasını şamil olan kadim mânasında ekmel ve tek olunca, kelâm âlimleri kadim ismini Allah'a ad olarak vermişlerdir. Bu noktada düşün.
Sonra Kayyûm sıfatı ezelî ve ebedî mânasına delâlet eder. Kadim sözü ise bu mânaya delâlet etmez. Kayyûm sıfatı, yine Allah Teâlâ'nın kendi kendine var olduğuna da delâlet eder. İşte bu, Allah Teâlâ'nın Vacib'ul-vücûd olduğunun mânâsıdır. Bu ince mânaları taşıdığı için “Hayyül-Kayyûm” isminin îsm-i Âzam olduğu söyleniyor. Hz. Peygamber'den sahih olarak rivayet edilen şu hadîs-i şerif de bu mânayı takviye eder. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Cenab-ı Hakk'ın (Allahu Lâ ilahe illâ
huvel-hayyül-kayyûm) sözü Kur'an'daki âyetlerin en
büyüğüdür”
Bu iki ismin Esmâ-i hüsnâ'nın medarı oldukları da ism-i âzam olduklarını yine takviye eder. Bütün esmâ-i hüsnâ'nın mânaları bu iki kelimeye dayanır. Zira hayat sıfatı, bütün kemal sıfatlarının varlığını gerektiriridir. Esmâ-i hüsnâ'dan hiçbiri Kemal sıfatının dışında kalmaz. Kalacak olsa bu ancak hayat sıfatının zayıflığı sebebiyle olması gerekir. Allah Teâlâ'nın hayatı, hayatların en mükemmel ve tamamı olunca, onu ispat ederken bütün kemal sıfatlarını ispat etmek gerektir.
Kayyûm ismi, Allah Teâlâ'nın tam zengin olmasını, tam kudret sahibi bulunmasını ve gerek zatında, gerek sıfatında yaratma ve yardım etme bakımından bir isimdir. Şüphesiz Cenabı Allah, kendi zatı ile kâimdir, hiçbir suretle başkalarına benzemez. Başkalarını da ayakta tutan odur. Allah'ın kudreti olmadan hiçbir şey ayakta duramaz. İşte bu sebeple bu iki sıfat, en mükemmel bir tarzda kemal sıfatı olarak sayılmıştır. Bunların ikisinin İsm-i Âzam olmaları uzak ihtimal değildir. Allah Teâlâ en iyi bilendir.
Cenabı Allah'ın Kur'an'da, Musa aleyhisselâm'dan, diğer peygamberlerden, Firavun'dan ve şeytan'dan bahsettiği hususların hepsi Allah Teâlâ'nın kelâmıdır. Onlardan haber vermektedir.
Burada Musa aleyhisselâm'ın tahsis edilmesinde, kelimullah olduğuna işaret vardır. Firavn'ın iblis üzerine takdim edilmesinde de şeytanlık makamının şeytandan daha kuvvetli olduğuna işaret vardır. Aynı zamanda bu ifadede İbn-i Arabi'ye ve Celâlüddin ed-Devvânî gibi ona tabi olanlara reddiye vardır. Bu meselenin araştırılması konusunda müstakil bir risale yazdım, müşkil yerlerde düştükleri vehimleri açıkladım ve Kitap ile Sünnetten açık deliller getirdim.
Allah Teâlâ'nın Kur'an'da yukarıda sayılan hususlardan haber vermesi, Levh-i Mahfuz'da, yerlsr, gökler ve ruhlar yaratılmadan bu mânalara delâlet eden kelimeler uygun olarak yapılmıştır. Musa, îsa ve diğer peygamberlerle, Fravn, İblis, Hâman, Kârûn ve sair düşmanlardan işitildiği zaman meydana gelen ilimden sonra yaratılmış bulunan kelâm ile konuşmuş değildir. Böyle olsa o takdirde Allah Teâlâ'nın, Tebbet Sûresi, muharebe âyetleri ve benzeri kıssalar gibi hallerden ve esrardan bahsetmesi, haber vermesi ile kendi zatının sıfatlarından, kendi işlerinden, ve mahlûkatı yaratmasından bahseden Âyet-el-Kürsî, İhlâs süresi ve benzeri âyetlerle kâinatın yaratılışlarından ve nefislerin yaratılışından bahseden âyetler arasında her birinin kendi kelâmı ve mukaddes sıfatı olması arasında bir fark kalmazdı.
Allah Teâlâ'nın kelâmı yaratılmış değildir. Mûsa aleyhisselâm ve diğer yaratıkların sözleri ise yaratılmıştır. Kur'an, Allah Teâlâ'nın Kelâmıdır, onların sözü değildir.
Mahlûkatın sözleri, kendileri gibi yaratılmıştır. Zira sıfat mevsûfuna, yâni sahibine tâbidir. Ancak şöyle denilebilir. İbranîce tanzim edilen sözler Tevrat'tır. Arapça sözlerle tanzim edilen nazım da Kur'an'dır. Kur'an Allah Teâlâ'nın kelâmıdır. Çünkü Kur'an'ın kelimeleri, âyetleri Allah'ın kelâmının delilleri ve maksadının alâmetleridir. Ve Kur'an'ın ibaresinin başlangıcı Allah Teâlâ'ya dayanır. Görmüyor musun ki sen bir hadîs-i şerif okuduğun zaman bu okuduğun hadîs benim sözüm değildir, diyorsun. Belki Rasûlullah sallellahu aleyhi vesellem'in sözüdür, diyorsun. Çünkü bu sözün başlangıcı Hz. Peygambere dayanıyor. Onu ilk söyleyen Hz. Peygamberdir. Aşağıdaki âyet-i kerîmeler de bu mânaya delâlet etmektedir:
“Ey müminler! Yahudilerin size inanacaklarını
mı umuyorsunuz? Halbuki onlardan bir zümre vardır ki, Allah kelâmını
(Tevratı) dinlerlerdi de gerçeği anladıktan sonra onu bile bile
değiştirirlerdir.”
[82]
“Eğer müşriklerden biri aman dilerse ona
aman ver, tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere
kadar ulaştır.”
[83]
Bil ki İmam Âzam ve diğer âlimlerin sözlerinde geçen, Kur'an'ın yaratılmış olduğuna hükmedenin kâfir olacağı fetvası küfrân-i nimet mânasına hamledilmiştir. İslâm milletinden, dinden ve imandan çıkmak mânasında kâfir demek değildir. Mutezile bu meselede ise değişik düşünüyor. Belki doğrusu bu meselede bir çekişme bahiskonusu değildir. Zira kelâm-ı lâfzi'nin yaratılmış olduğunda Ehl-i Sünnet'in ihtilâfı yoktur. Kesin delil ile sabit olsa Kelâm-ı Nefsî'nin kadim olduğunda da Mûtezile'nin ihtilâfı yoktur. Kur'anı yaratılmıştır, diyen kâfir olur, sözü sabit değildir. Bu söz âhâd yolu ile intikal etmiştir ve maksadını açıklamakta tevile ihtiyacı olan bir sözdür. Kur'an mahlûktur diyen kâfir olur, ifadesinde mahlûk sözünden maksat, iftira, yalan mânası kasdedildiğini söylesek de bununla beraber hiç bir kimse için, Kelâm-i lâfzi mahlûktur, demek caiz değildir. Zira bu sözde küfrü gerektiren bir düşünce vardır. Kur'an-ı Kerime ait bazı tâbirler itibarı ile hadd-i zatında bu söz her ne kadar doğru olsa da, küfre sebep olacak vehim ve düşünceyi bulundurduğu için, bir kimsenin, Kur'an'ın lâfzı yaratılmıştır, demesi caiz değildir. Zira Kur'an sözü Kıraat için de söylenir. Meselâ Sabah Kur'an'ı demek olan “Kur'an'ul-Fecr” sözünde olduğu gibi. Mushaf içinde söylenir. “Kur'an'la düşman topraklarına sefer etmeyin” sözünde olduğu gibi. Bazen okunan kelâma da söylenir, ki bu okunan, kelâm O Allah'ın kadim olan kelâmıdır. Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Kur'an okuduğun zaman, Allah'ın rahmetinden
kovulmuş bulunan şeytan'dan Allah'a sığın.”
[84]
Allah kelâmı, hadis (Yaratılmış) olmaya delâlet edecek bir karine ile zikredildiği zaman, Meselâ, abdestsiz adamın Kur'an'a yapışmasının haram olması gibi bu söz mushafa dokunmak ve kıraat mânasına hamledilir. Mutlak olarak zikredildiği zaman ezelî sıfat olan kelâm mânasına hamledilir. Mutlak olarak Kur'an yaratılmıştır, demek caiz değildir.
Musa âleyhisselâm, Allah Teâlâ'nın kelâmını işitmiştir. Bu konuda Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Ve Allah Musa ile vasıtasız konuştu.”
[85]
Kelâmı mecazî mânaya hamletmek için bu ayette mastar olan Teklim kelimesini tekitli olarak getirdi. Yâni Allah Musa ile muhakkak konuştu ve ona kelâmım musaddak (doğrulanmış) olarak işittirdi. Bu âyetin mânası şöyledir. Musa âleyhisselâm, Rabbu'l-Âlemin olan Allah Teâlâ'nın kelâmını vasıtasız olarak işitti. Ancak bu işitme olayı bir perde arkasından oldu. Bu sebepten Musa Âleyhisselâm:
“Mûsa, kendisiyle konuşacağımızı vaad
ettiğimiz vakitte gelince, rabbi ona kelâmını söyledi. Mûsa şöyle dedi:
Rabbim! Cemalini bana göster, sana bakayım.” [86]
Bu konuda şöyle bir açıklama yapılmıştır: Mûsa âleyhisselâm, Allah kelâmını bir bulut içinden işitiyordu. Bu bulut direk gibi idi. Bu. bulut, Mûsa aleyhisselâm'ı kaplıyordu. Mûsa âleyhisselâm, çok kerre Allah kelâmım ateşin içinden işitirdi. Yahut Cebrail aleyhisselâm ve meleklerden başka elçiler göndermek suretiyle konuşurdu.
Son iki görüşte bozukluk vardır. Çünkü bu iki tarzda Allah kelamını dinlemekle Mûsa âleyhisselâm için bir hususiyet hasıl olmamakta, diğer peygamberlere nazaran bir meziyete sahip bulunmamaktadır, Allah Teâlâ, Mûsa âleyhisselâm ile vasıtasız konuşmadan evvel, muhtelif vakitlerde, değişik durumlarda Allah Teâlâ ile aralarında konuşma vaki olmuştur. Yoksa ilk vaki olan konuşma ancak Allah Teâlâ'nın haber verdiği gibi, Hz. Musa'nın ateş zannettiği mübarek ağaçtan kendisine nida edilmiş değildir, O ağaç yalnız, nurların kaynağı, sırların menbaı, ağaçlardaki meyvelerin neticesi idi. Musa aleyhisselâm var olmadan evvel de Allah Teâlâ, ezelde konuşma sıfatına sahib idi. Mahluûkatı yaratmadan evvel de Cenabı Allah yaratıcı idi.
Mânası şudur: Gerçekten Allah Teâlâ, mahlûkatı yaratmadan evvel de yaratıcı idi. Bir nüshada da şöyle yazılıdır: Allah Teâlâ, mahlûkatı yaratmadan evvel de gerçekten bizim yaratıcımız idi. Bu sıfat, yani yaratma sıfatı Allah Teâlâ'da mecazî olarak değil hakikat olarak var idi demektir. İbn-i Ebî Şerif Allah Teâlâ'nın ezelde yaratıcılığının bilkuvve var olduğuna kail olanlardandı. Bu görüş, Allahı Teâlâ'nın yaratmasının imkân dahilinde olduğunu, zamanlar içinde vuku' bulma, yahut bulmama ihtimali içinde bulunduğunu hatıra getirir. Halbuki durum böyle değildir. Zira Cenabı Allah, yaratmaya başlamayı murad ettiği vakitte vukuu gerçekleşir. İlim adamlarına göre Kelâm ve yaratılma işinin Musa'dan ve diğer yaratıklardan, sonraya kalışı kelâmın sıhhatini ve yaratmanın Allah'tan nefyedilmesini gerektirmez. Zira her şey önce bil-kuvve olur, sonra kuvveden fiile çıkar. Fiil ise sonradan var olduğu için hadistir. Çünkü varlığı mümkün olan, kendi kendine var olmayan her varlık yaratılmıştır.
Yine yazı yazmaya gücü yettiği halde bu gücünü, yazmak istediği zamana kadar tehir eden kişi ile bilkuvve yazabildiği halde şimdiki halde yazmaktan âciz olan ve gelecek zamanlarda ise yazması muhtemel olan kişi arasında açık bir fark, görünen bir mesafe vardır.
Hulâsa, İmanı Tahavi'nin de dediği gibi, Cenabı Allah, yaratıkları yarattığı zamandan beri yaratıcı, berâyayı (mahlûkatı) yarattığından beri Bârî adını almış değildir. Merbûb (Terbiye edilen yaratıklar) var olmadan Allah Rab, mahlûk (Yaratılanlar) var olmadan Hâlık (Yaratıcı) idi. Allah ölüleri dirilttikten sonra Mûhyî (Diriltici) adıyla isimlendiği gibi, ölüleri diriltmeden evvel de bu ad ile adlanmıştı. Bunun gibi yaratıkları yaratmadan evvel Allah Teâlâ, Yaratıcı ismini almıştır. Çünkü Yüce Allah her şeye gücü yetendir, her şey Allah Teâlâ'ya muhtaçtır ve her şey Allah için kolaydır.
Allah Teâlâ'ya benzeyen hiçbir şey yoktur. Allah, işitici ve görücüdür.
Bu metinde “hiçbir şeye benzemez” sözü, Allah Tealâ'yı yaratıklara benzeten Müşebbihe taifesini red için söylenmiştir. İşitici vs görücüdür, sözü de Allah Tealâ'yı bir iş yapmamakla tatil eden “Muattıla” taifesine reddiye vardır.
Buhari'nin hocası Nuaym b. Hammad el-Huzai şöyle diyor: “Zat veya sıfat bakımından herkim Allah Tealâ'yı yaratıklardan herhangi birine benzetirse kâfirdir. Kim Allah Teâlâ'nın kendisine vasfettiği sıfatlarını inkar ederse, yani Allah Teâlâ'nın zati ve fili sıfatlarını inkâr ederse yine kâfirdir.” Bu konuda İmam Tahavi de şöyle diyor: “Kim sıfatları reddetme ve Allah'ı yaratıklara benzetme hastalığından korunmazsa doğru yoldan kayar ve Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmede isabet etmez.”
Sonra Cenabı Allah'ın:
“Hiçbir şey Allah gibi değildir.” [87] buyuruğunun tefsiri konusunda ilim adamlarının söylediklerinin hulâsası şudur: Bu âyetle mübalâğa kasdedilmiş değildir. Yâni benzeri farz edilecek olsa Allah Teâlâ'nın misli gibi bir misil yoktur. Nerde kaldı ki kendi benzeri olsun. Sonradan olma varlıkların AllahTeâlâ'nın ezelî ve ebedi olan zatı ile kâim olmasının muhal oluşu akli ve şer'î delillerle bilinmektedir. İşte bu sebeple Allah Teâlâ'nın Kelâm sıfatı kadîmdir. Yaratma sıfatı da yine kadimdir. Fakat bu sıfatların taalluk ettikleri yaratıklar ise hadistir, kadim değildir. Bir nüshada “Allah mütekellim idi” sözü, “Allah Yaratıcı idi” sözünden sonradır. Yaratmaya tâalluk eden cümle itiraziyedir. Musa aleyhisselâmın yaratılmasının mahlûkatı yaratma esnasında meydana geldiğini bildirmek içindir. Durum böyle olunca söz konusu durum nasıldır?
Cenabı Allah; Musa aleyhisselâm ile konuşunca, ezelde kendisinin sıfatı olan Kelâm ile konuşmuştur!
Yâni Allah Teâlâ, Musa aleyhisselâm ile kadim, ezelî ve akdes olan kelâmının mazmunu ile konuşmuştur. Nitekim buna dair kelimeleri Levh-i Mahfuz-i Enfes'te yerleri, gölderi ve canlıları yaratmadan evvel nakş etmiştir. Sonradan bu kelimelere uygun olarak onunla konuşmuştur. İşte sonradan meydana gelen bu yazılmış kelimeler ve Musa aleyhisselâm'ın o meşhur ağaçtan işittiği sözler ise yaratılmıştır. Ancak bu sözler, Allah Teâlâ'nın hakiki, ezelî sıfatı olan kelâmının delilleridir.
“Akîdet'üt-Tahavî” adlı kitabın sârini şöyle diyor: İmam Âzam:
“Musa, kendisiyle konuşacağımızı vaad
ettiğimiz zamanda gelince Râbbi ona kelâmını söyledi.”
[88]
İmam Âzam'ın yukarıdaki sözü, Allah'ın kelâm sıfatının kendisi ile kâim bir mâna olduğunu, Allah kelâmının işitilmesinin tasavvur edilemiyeceği, Ebû Mansur el-Mâtüridi'nin de dediği gibi, Allah Teâlâ ancak sesi havada yaratır, diyen arkadaşlarına red olduğu anlaşılmaktadır.
Yine imam Âzam'ın: “Kelâm sıfatı Allah Teâlâ'nın sıfatlarındandır.” sözü Allah Teâlâ, mütekellim sıfatı ile vasıflanmış değilken sonradan bu sıfat kendisi için meydana gelmiştir, diyenlere bir red cevabıdır.
Hülâsa, Mûtezile'nin delil olarak ileri sürdüğü Allah Teâlâ'nm meşiet ve kudreti ilgili kelâm üzerine delâlet eden ve Allah dilediği zaman konuşur, zaman zaman konuşur, tarzında ileriye sürdüğü delil doğrudur; kabul edilmesi lâzımdır; onunla hükmetmek gerekir. İşte her iki taifenin doğru olan ve şeriata da akla da uygun olan sözlerini kabul etmek lâzımdır. Bu gerçek sözdür. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle duada bulunmuştur:
“Allah'ın tam olan kelimelerine sığınının.” Halbuki Hz. Peygamber yaratılmış bir şeye sığınmamıştır. Belki o söz: “Senin rızana sığınırım, Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım.” sözü gibidir. Hanefilere ait muteehhirin'in (sonradan gelen âlimlerin) çoğunluğu, Kelâm sıfatının tek bir mâna olduğu, çoğunluğu, parçalanma ancak delâletlerde meydana geldiği, medlûlda (mânada) meydana gelmediği düşüncesindedirler. Bu ibareler yaratılmıştır. Bu ibarelere Allah kelâmı adı verilmesinin sebebi, Allah kelâmına delâlet ettiği içindir. Allah kelâmına delâlet eden ibareler eğer Arapça ile ifade edilirse Kur'an'dır. ibrânice ile anlatılırsa Tevrat'tır, ihtilâf ibarelerdedir, kelâmın kendisinde değildir. Adı geçen âlimler, bu ibarelere mecazî olarak Allah kelâmı söylenir, demişlerdir. Bu söz ise yanlıştır. Çünkü bu sözün gereği şudur: Allah Teâlâ'nın:
“Zinaya yaklaşmayın.” sözünün manası “Namazı dosdoğru kılın.” âyetinin mânası olur; Âyet'el Kürsî'nin mânası da Müdâyene âyetinin mânası, İhlâs süresinin mânası ise Tebbet Yedâ suresinin mânası olması lâzımgelir.
İmam Âzam hazretleri sonra şöyle demiştir: “Bir kimse, Mushaflarda yazılı olan sözlerin Allah kelâmından ibaret olduğunu, yahut Allah kelâmını hikâye ettiğini söyleyip Allah kelâmı olmadığını söylerse Kitaba, Sünnet'e ve Selefe aykırı hareket etmiş olur. Tahâvi'nin sözü, “Allah kelâmı bir mânadır, onu. Allah'tan işitmek tasavvur edilemez, işitilen, okunan ve yazılan sözler ise Allah kelâmı değildir, ancak bir mânadan ibarettir.” diyenlere reddiyedir. Zira Tahâvî diyor ki: “Allah'ın kelâmı kendindendir, keyfiyetsiz başlamıştır. Yani Allah'ın nasıl konuştuğunu biz bilemeyiz. Tahâvî'nin dışındaki selefîlerden bu şekilde söyleyenler de vardır: Allah kelâmı kendinden başlamıştır, kendine döner. Kendinden başlar tâbirini kullanmalarının sebebi şudur: Mutezile taifesinden Cehmiye ve diğerleri şöyle diyorlar: “Allah Teâlâ, kelâmı bir yerde yaratmış, onu yine bu yerde takdir etmiştir. İşte bu sebeple Selef âlimleri: “Kelâm sıfatı Allah'dan başlamıştır” demişlerdir. Yani Allah Teâlâ kelâmı ile konuşur, kelâmı kendinden başlamıştır, bazı yaratıklardan başlamış değildir. Nitekim Cenabı Hak bu konuda şöyle buyuruyor:
“Bu Kur'an, Rahman ve Rahim olan Allah
tarafından indirilmiştir.”
[89]
Kur'an Allah'a dönecektir, sözlerinin mânası hadis-i şeriflerde de beyan buyurulduğu gibi, kalblerden ve mushaflardan kaldırılacaktır. Bana göre, doğrusu, Kur'an Allah'a dönecektir, sözünün mânası şudur: Kelâmının keyfiyyetinin tafsilatı ile ilgili bilgi ona dönecektir; maksadının hakikatinin künhü de ona dönecektir. Musa aleyhisselâm; Allah'ın kelâmını işitmişse, O'nun hepsini, yahut bir kısmını duymuştur, şeklinde tasavvur edilemez.
Allah'ın bütün sıfatları ezelde vardır. Yaratıkların sıfatları böyle değildir. Allah bilir, fakat bizim bilgimiz gibi değil. Allah'ın gücü yeter, fakat bizim gücümüz gibi değil. Allah görür, fakat bizim gördüğümüz gibi değil. Allah, konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil. Bizler âletler, uzuvlar ve harfler yardımı ile konuşuruz. Allah Teâlâ ise aletsiz ve harfsiz olarak konuşur. Harfler yaratılmıştır. Allah Kelâmı ise yaratılmış değildir.
Allah Teâlâ'nın bilgisi bizim bilgimiz gibi değildir. Bizler eşyayı aletler yardımıyla ve anladığımız kadarıyla zihinlerimizde meydana gelen şekilleri tasavvur etmek suretiyle biliriz. Allah Teâlâ ise, eşyanın hakikatlerini bütünü ile, parçası ile, açığı ve gizlisi ile, zatî olan samedî ve ebedî olan ilmi ile bilir. Allah Teâlâ'nın kudreti bizim gücümüz gibi değildir. Çünkü Allah'ın kudreti kadîmdir. Alet yardımı ve bir şeyin ortaklığı ile değildir. O, her şeye gücü yetendir. Bizler ise ancak bazı eşya üzerine muayyen bir ölçüde güç yetirebiliriz. Bu da yine aletler ve yardımcılar aracılığı ile oluyor. Amma Allah Teâlâ, fâil-i muhtardır (dilediğini yapandır.) Kadirdir, hakimdir, kudret ve ihtiyarı ile her şeyi yerli yerinde idare edendir.
Allah'ın görmesi bizim, görmemiz gibi değildir. İşitmesi de bizim işitmemiz gibi değildir. Zira bizler, muhtelif şekilleri ve renkleri, değişik kelimeleri, kendi fiilimiz olmaksızın, Allah'ın göstermesine uygun biçimde teşekkül ettirilmiş bulunan azalarda yaratılmış âletler aracılığı ile görürüz. O'nun göstermesi ile görürüz, işittirmesi ile işitiriz. Nitekim bir duada da şöyle deniliyor: “Allahım! Bizi yaşattığın müddet, gözlerimizden ve kulaklarımızdan faydalandır.” Cenabı Allah, şekil ve renkleri, muhtelif heyetleri kendi sıfatı olan görme kuvveti ile iktidar sıfatı füzerine görür; sesleri, gerek tek, gerekse mürekkeb kelimeleri kendi sıfatı olan işitmesi ile görür. Allah’ın görmesi herhangi bir âlet yardımı ile, yahut kâinattan başka bir varlığın ortaklığı ile değildir. Her ne kadar görülenler ve işitilenler yaratılmış ise de, Allah Teâlâ'nın görülecekleri görmesi, işitilecekleri duyması bizzat kadimdir. Yukarıda da geçtiği üzere, sonradan yaratılan mütâallakın (yani sıfatın tâalluk ettiği varlığın) sonradan meydana gelmesi kadîm olan mûtâallikin (sıfatın) önceden var olmasına aykırı değildir. Görmüyor musun ki; sen rüyanda dimağının kuvve-i bâtınesi ile çeşitli şekiller ve renkler görürsün, çeşitli sesler işitirsin! Halbuki esasta ne renk vardır, ne de şekil. Sonradan uyanık halde iken aradan zaman geçer. O renkleri ve şekilleri görürsün, işittiğin o sesleri işitirsin.
Sonra uykuda gördüğün ve işittiğin o ses ve renkleri aynen uyanıklık halinde de eksiksiz olarak, gelecekte görürsün. Bununla beraber, kemal sıfatları ile vasıflanmış, melik-i müteâl olan Allah Teâlâ'nın eşyayı yaratmadan, renk ve şekillerini nasıl gördüğü, seslerini nasıl işittiğini acayib karşılıyorsun; kelime ve sesleri nasıl işitir? diyorsun. Halbuki Allah uyku halinde iken sana o şekil ve renkleri gösteren, vukuundan önce o kelime ve sesleri işittiren yüce Allah'tır. Allah Teâlâ'nın konuşması, boğaz, dil, dudak ve dişler yardımı ile değildir. Kelimeler ve sesler, harflerin mahreçlerine muhtaç değil.
Harfler ve sesler yaratılmıştır. Allah Teâlâ'nın kelâmı ise yaratılmış değildir, belki bizzat kadîmdir.
İmam Tahavî diyor ki: “Kim Allah kelâmını işitir de onun beşer sözü olduğuna inanırsa kâfir olur. Allah Teâlâ böylelerini Cehennem ateşi ile korkutmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Ben muhakkak onu Cehennem'e sokacağım.”
[90]
Cenabı Allah, “Bu Kur'an, ancak bir beşer sözüdür.”[91] diyeni cehennem ateşi ile korkutunca, kesinlikle bildik ki Kur'an, beşerin yaratıcısının sözüdür. Dolayısıyla beşer sözüne benzemez.”
Tahâvî'nin şârihi şöyle diyor: “İnsanlar bu meselede (kelâm meselesinde) dokuz guruba ayrıldılar. Bunlardan biri şudur: Şüphesiz Allah kelâmı insanlar üzerine mânaları akıtan sözdür. Bazılarına göre bu sözler ya faal olan akıldandır, yahut başkasındandır. Bu görüş Sâbiîlerle (Yıldıza tapanlarla) felsefecilerin sözüdür.
İkincisi: Kur'an yaratılmıştır, onu Allah Teâlâ yaratmıştır, fakat kendisinden ayrı olarak yaratmıştır, derler. Bu söz de Mûtezile'nin sözüdür.
Üçüncüsü: Allah kelâmı tek bir mânadır, Allah Teâlâ'nın zatı ile kaimdir, O da emir, yasak, haber ve haber alma tarzındadır. Eğer bu emir ve yasakları, haber ve istihbarları ibranî dili ile ifade buyurursa Tevrat, Arapça ile ifade buyurursa Kur'an olur, derler. Bu söz de İbn Küllâb ve Eş'ari gibi ona uyan zatların görüşüdür.
Dördüncüsü: Allah kelâmı ezelde toplanmış ezelî sesler ve harflerden ibarettir, derler. Bu görüş de Kelâmcı ve Hadisçilerden bir taifenin görüşüdür.
Beşincisi; Allah kelâmı sesler ve harflerden ibarettir. Allah Tealâ sonradan bunlarla konuşmuştur, derler. Bu görüş de Kerrâmiye taifesi ile diğer âlimlerin görüşüdür.
Altıncısı: Allah kelâmı, zatı ile kaim olan ilmi ve iradesi ile yarattığı varlıklara döner, derler. Bu görüşü Muteber adlı kitabın sahibi kabul etmiştir. “El-Metâlib'ul-Âliye” adlı kitabında Fahreddin er-Râzi de bu görüşe meyi eder.
Yedincisi: Allah'ın kelâmı, kendi zatı ile kaim bir mânayı tazammun eder, Allah o mânayı başkasında yaratmamıştır, derler. Bu görüş de Ebû Mansûr el-Mâtüridî'nin görüşüdür.
Sekizincisi: Allah kelâmı, kendi zatı ile kaim olan kadim mâna ile başkalarında yarattığı sesler arasında müşterektir. Bu söz, Eb'ul-Meâli ve ona uyanların sözüdür. Ben de derim ki; birinci mâna hakikat, ikinci mâna ise mecazdır.
Dokuzuncusu: Cenabı Allah geçmişte ve gelecekte dilediği zaman, dilediği şekilde konuşmakta devam eder. Allah Teâlâ işitilen bir ses ile konuşur. Kelâmın nevi ise kadîmdir. Ses her ne kadar kadim değilse de, konuşmanın nevi kadîmdir. Bu söz, daha evvel söylediğimiz Hadîs ve Sünnet ashabından tercih edilen sözü takviye ediyor. Bu meselenin, İmam Âzam hazretlerinin telifinde tekrar edilmesinin sebebi, maksad bakımından öneminin büyüklüğünü göstermektedir.
Sonra bil ki; buzağıya tapanlar, Allah'a karşı küfür içinde olmalarına rağmen, Mutezileden daha çok söz anlamaktadırlar. Zira Musa aleyhisselâm onlara:
“Görmüyorlar mı ki; o (buzağı) onlarla
konuşmuyor ve kendilerine yol göstermiyor.”[92]
Buzağıya tapanlar, Musa aleyhisselâm'a bu ifade karşısında, senin rabbin de konuşmuyor, tarzında bir cevap vermediler, itirazda bulunmadılar. Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, konuşmayı nefy etmek bir noksanlıktır, bu noksanlık, buzağının ilâh olamıyacağına delil kabul ediliyor. Mutezilenin şüphesi son haddine vararak şöyle derler: Allah'ın konuşmasından dolayı, yaratıklara benzemesi ve cisim olması gerekir. Onlara şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ, kendine yakışır şekilde konuşur, dediğimiz zaman şüpheleri yok olur. Mûtezile'den biri, yedi Kıraat İmamından biri olan Ebû Amr b. Alâ'ya; Cenabı Hak'kın ;
“Musa, kendisi ile konuşacağımızı va’dettiğimiz vakitte gelince, Rabbi ona kelâmını söyledi.[93] âyetindeki “Allah Musa ile konuştu sözüne ne diyeceksin?” deyince Mûtezîlî olan bu şahıs bir cevap veremedi.
Sonra Cennet nimetlerinin en üstünü, Allah Tealâ'nın cemalini görmek, O'nun kelâmım işitmektir. Bunu inkâr etmek, Cennet'in ruhunu inkâr etmektir. Çünkü Cennet, Cennete girecekler için, ancak bu iki şey ile hoştur. Nitekim kâfirler için Cehennem azabının en şiddetlisi, Allah'ın cemalinin onlara perdelenmesi, gösterilmemesi ve onların Allah kelâmını işitmemeleridir. Allah Teâlâ bu hususu şöyle haber veriyor:
“Kıyamet gününde Başka bir âyette de: Allah
Teâlâ, onlarla konuşmayacaktır.”
[94]
“Orada ses çıkarmayın, bana bir şey
söylemeyin.” [95]
“Hayır onlar, Kıyamet günü, rablerinin
rahmetinden menedilmişlerdir.” [96]
Mutezile,
“Güneşi, ayı, yıldızları Allah, kendi emrine
bağlı olarak yarattı. Dikkat edin, hem yaratmak, hem de emr etmek O'na aittir.”
[97]
Bu âyette Allah Teâlâ, yaratmakla, emr etmeyi birbirinden ayırmıştır. Dolayısıyla mutezilenin, Allah'ın sıfatları, ilim, kudret ve benzer bütün sıfatlarının yaratılmış olduğu yolundaki batıl inançlarını reddetmiştir. Bu, apaçık küfürdür. Zira Allah'ın ilmi bir şeydir, kudreti bir şeydir, hayatı bir şeydir: Bu sebeple bu şeyler “Her şeyi yarattı” âyetinin şümulü içine girer. Dolayısıyla Allah'ın sıfatlarının yaratılmış olması lâzım gelir Cenabı Allah, bu taifenin söylediklerinden münezzehtir. Cenabı Allah, başkası ile kaim olan bir kelâm ile nasıl konuşabilir? Bu doğru olacak olsa, Allah'ın cansızlarda ve hayvanlarda meydana getirdiği seslerin de Allah kelâmı olması gerekirdi. “Konuştu” sözü ile, “Allah konuşturdu” sözü arasında bir fark olmazdı. Kıyamette kâfirlerin derileri konuşturulacaktır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“O kâfirler, derilerine niçin aleyhimizde şahitlik yaptınız? derler. Onlar (deriler), her şeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu, derler.” [98]
Bu âyette “bizi Allah konuşturdu” ifadesi vardır. “Allah konuştu” buyurulmuyor. Belki, Allah Teâlâ, başkalarında yarattığı her söz ile konuşmuş olması gerekir, ister doğru, ister yalan olsun, ister küfür olsun, ister hezeyan olsun. Cenabı Allah bunlardan münezzehtir.
Konevi'nin naklettiğine göre, Allah'ın zatı ile sıfatını birleştiren bu “İttihadiye” taifesini red için İbn-i Arabi şöyle diyor;
“Varlık alemindeki bütün sözler, Allah'ın kelâmıdır, Bizim için nazmı da, nesri de birdir.”
Bunun gibi Abdülaziz el-Mekki Halife Me'mun'un huzurunda Bişr el-Merisi'yi ilzam etmiştir. Önce, Kur'an nassı dışına çıkmamayı şart koşmuş, sonra Halifenin huzurunda aralarında şöyle bir karşılıklı konuşma olmuştur: Söze önce Bişr el-Merîysî başlayarak şöyle demiştir:
“Ey Mü'minlerin halifesi! Benim muarızım, Kur'an naslarını bıraksın da Kur'an nasları dışında benimle münazara etsin, o zaman eğer sözünden ve görüşünden dönmez ve Kur'an'ın yaratılmış olduğuna hükmetmezse benim kanım helâldir. Bunun üzerine Abdülaziz:
“Ben mi soru sorayım, yoksa sen mi soru soracaksın?” diyerek söze başladı. Bişr; sen sor, dedi. Ben de ona şöyle bir soru sordum:
“Üç görüşten birini mutlaka kabul etmeniz gerekir. Yâ Allah Teâlâ Kur'an'ı kendi zatında yaratmıştır, yahut onu kendi zatı ile kaim olarak yaratmıştır, yahut onu başkalarında yaratmıştır, demen gerekir.” Bişr:
“Allah Teâlâ, eşyayı yarattığı gibi Kur'an'ı da yaratmıştır,” diyerek cevap vermekten kaçındı. Bunun üzerine halife Me'mun Abdülaziz'e:
“Bişr'i bırak da bu meseleyi sen açıkla,”dedi, Abdülaziz de şöyle dedi:
Eğer Bişr derse ki, Allah kelâmını kendi zatında yaratmıştır, bu mümkün değildir. Zira Allah Teâlâ, yaratıklara mahal olamaz. Allah'ın zatından bir şey yaratılmış olamaz. Eğer, başkasında kelâmını yarattı, derse, akla ve kıyasa göre, Allah'ın başkasında yarattığı her kelâmın, kendi kelâmı olması gerekir. Eğer, kendi zatı ile kaim olarak Allah kelâmını yaratmıştır, derse, bu da mümkün değildir. Zira, irade, ancak murad edenden, ilim de âlimden sudur ettiği gibi, kelâm da ancak konuşandan sudur eder. Allah'ın zatı ile kaim olup zatı ile konuştuğu bir kelâm tasavvur edilemez. Bu yönlerden Allah kelâmının yaratılmış olması mümkün olmayınca, Kelâm sıfatının Allah Teâlâ'mn sıfatı olduğu bilinmektedir. Bu sözler, İmam Abdülaziz'in “el-Ceyyide” adlı kitaptan kısaltılmış olan sözleridir. Konevi, Mutezilenin, düşüncelerine delil olarak aşağıdaki âyeti ileri sürmelerini acayip karşılayarak, “ne bozuk bir delil getirme” diye vasıflandırıyor. Mutezilenin, ileri sürdüğü delil şu âyet-i kerîmedir:
“Nihayet oraya varınca, bereketli yerdeki
vadinin sağ kıyısından, ağaç tarafından şöyle nida edildi: Ey Musa! Gerçekten
ben âlemlerin rabbi olan Allah'ım.”
[99]
Burada âyetten anlaşıldığına göre, Allah Teâlâ, Musa ile olan kelamını ağaçta yaratmıştır. Musa aleyhisselâm da Allah kelâmını bu ağaçtan işitmiştir.Bu âyetteki nîdâ edildi sözü, bundan sonraki sözdür. Musa aleyhisselâm vadinin kıyısından nidayı işitmiştir. Bereketli yerdeki ağaçtan, ifadesinden de anlaşılacağı üzere, nida, ağaçtan olmuştur. Nitekim “Zeyd'in konuşmasını evden duydum” dediğin zaman ev, konuşmanın başladığı sınırı belirtir. Evin, konuştuğunu ifade etmez. Eğer Allah kelâmı ağaçta yaratılmış olsaydı, ağacın konuşması ve
“Yâ Musa şüphesiz ben Allah'ım” [100]sözünü ağacın söylemesi gerekirdi. Eğer bu söz, Allah'tan başkasın sudur etseydi, Fir'avn'ın :
“Muhakkak ben sizin rabbinizim”[101] sözünün de doğru olması gerekirdi. Zira Mutezileye göre, her iki söz de yaratılmıştır, ve bu sözleri Allah'tan başkası söylemiştir. Oysa onlar, bozuk olan inanç temellerine göre beşer kelâmı ile Allah kelâmı arasında fark gözetiyorlar, Musa âleyhisselâm'a nida edilen kelâmın, Allah'ın ağaçta yarattığı söz olduğunu kabul ediyorlar. Halbuki Firavn'ın sözü kendisinin yarattığı sözdür. Bu şekilde Mutezile, tahrif ve tebdil yapmak suretiyle Allah’tan başka bir yaratıcıya inanmış oluyorlar. Halbuki Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Allah'tan başka bir yaratıcı varmıdır?” [102]
Şöyle bir soru ortaya atılabilir: Cenabı Allah bir âyette ;
“Kur'an, şüphesiz kerem sahibi bir peygamberin sözüdür.” [103]
buyuruyor. Bu âyet-i kerime, Kur'an'ı, bir elçinin, ya Cebrail aleyhisselâm'ın, yahut Muhammed aleyhisselâm'ın icadettiğine delalet eder. Buna şöyle cevap verilir:
Bu âyette Resul kelimesinin mârife olarak zikredilmesi, Kur'an, gönderildiği elçi tarafından tebliğ edildiği içindir. Zira Cenabı Allah: Bu Kur'an bir meleğin yahut bir peygamberin sözüdür, buyurmuyor. Dolayısıyla, Allah Teâlâ'nın Kur'an'ı, gönderdiği kişi vasıtasıyla tebliğ ettiği biliniyor, anlaşılıyor. Bu sözden, o elçinin bu sözü kendisi ihdas ettiği manası anlaşılmaz. Âyetlerden birinde elçi Cebrail aleyhisselâm, diğerinde ise Muhammed aleyhisselâm'dır. Kur'an'ın her ikisine de nisbet edilmesi, bu izafetin tebliği için olduğunu ortaya koyar. Zira Kur'an'ı ikisinden birinin yarattığı kabul edilirse, diğerinin yaratması mümkün olmaz. Yine Allah Teâlâ, başka bir âyette de Kur'an'a beşer sözü diyenlerin kâfir olduğunu beyan buyuruyor. Dolayısıyla Kur'an'ın, Hz. Muhammed'in sözü olduğunu, onu kendisinin icadettiğini söyleyen kişi kâfirdir. Kur'an beşer sözü yahut melek sözüdür, demek arasında bir fark yoktur. Zira söz söyleyene aittir. Onu tebliğ edene ait değildir.
“Durun, sevgiliyi ve sevgilinin yaşadığı yeri hatırlayıp ağlayalım.”
şiirini başkasından işitsek de bu şiiri söyleyen şairin İmreil-Kays olduğuna hükmederiz. Çünkü bu sözü ilk söyleyen odur. Bir kimsenin “Ameller niyetlere göredir.” hadisini söylediğini işitirsek, bu söz Peygamberin sözüdür, deriz. Eğer “Elhamdü Iillâhi rabbil, âlemin” dediğini duyarsak, yahut: “Kul huvellahu ehad” sûresini okuduğunu işitirsek bu sözün Allah kelâmı olduğunu söyleriz.
Hulâsa, dört mezhebe bağlı Ehl-i Sünnet, selef ve halef âlimleri Kur'an'ın yaratılmış olmadığında ittifak halindedirler. Ancak, sonradan gelen âlimler Kur'an, Allah'ın zatı ile kaim olan bir mana mı, sonradan konuştuğu ses ve harfler mi, yahut dilediği zaman dilediği şekilde konuştuğu bir kelâm mı olduğu hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Fakat, şüphe yok ki Allah'ın kelâmı kadîmdir. İmam Tahavi’nin tercih ettiği görüş de budur. Kıble ehli arasındaki münakaşa ise, Allah'ın yarattığı bir yaratık mı, yoksa Allah'ın konuştuğu ve kendi zatı ile kaim olan kelâmı mı olduğudur.
Cenabı Allah bir şeydir, fakat diğer şeyler gibi değildir. Burada Allah bir şeydir, sözünden kasdedilen, yani Allah zatı ile ve sıfatı ile vardır. Ancak Allah Teâlâ, zat ve sıfat bakımından yaratılmış eşya gibi değildir. Nitekim Cenabı Hakk'ın şu sözü de buna işaret ediyor:
“Allah gibi hiçbir şey yoktur.”
[104]
Bu âyette geçen “mislihi” kelimesindeki kâf ister Arapların sözlerinde olduğu gibi ve tekit için olsun, ister “kâf-i” sabite olsun, mıslihî kelime kasdedilen Allah Teâlâ'nın zatı ve sıfatıdır. Araplar “Senin gibisi cimri olmaz sözü ile cimriliği muhatabın nefsinden nefyeder. Mislinden nefyedince, kendi zatından daha mübalâğalı bir biçim nefyetmiş olurlar. Çünkü kinayeli ifadeler, açık ifadelerden daha hulâsa bir arif ve kâmilin dediği gibi, hatırına ne gelirse Allah Tealâ ondan başkasıdır. Cenabı Hak da kendi zatı hakkında şöyle buyuruyor.
“İnsanlar bilgi bakımından Allah Teâlâ’yı
ihata edemezler.”
[105]
Yâni kullar, Allah'ın zatının künhü ile ilgili bilgiye tahammül edemezler. Anladığım anlamaktan âciz olmak da anlamaktır. Hz. Peygamber'in şöyle dua ettiği sahih bir rivayet olarak zikredilmiştir;
“Senin kendini medhettîğin gibi bir sena
(medih) bilmiyorum.”
[106]
İmam Âzam'ın “Allah Teâlâ, bir şeydir, fakat diğer eşya gibi değildir.” sözünden, Allah Teâlâ'nın zamanlardan bir zaman, mekânlardan bir mekân içinde olmadığı öğrenilmektedir: Çünkü zaman ve mekân yaratılmışlar cümlesindendir. Allah Teâlâ ise hiçbir varlık yok iken ezelde var idi. Sonra bil ki, şey sözü aslında mastardır, fakat bazen mef'ul manasında da kullanılır. Nitekim Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Allah, her şeye kadirdir.” [107]
Bu manası ile, yani meful manasında şey kelimesini Allah hakkında zikretmek Allah için söylemek caiz değildir. Şey kelimesi fail manasında da kullanılır. Bu manada Cenabı Hak şöyle buyuruyor :
“De ki, şahidlik bakımından hangi şey daha
büyüktür. De ki, Allah benimle sizin aranızda şahittir.”
[108]
Bu takdirde, yani şey kelimesini fail manasına aldığımız takdirde onu Allah hakkında zikretmemiz caizdir. Bazen şey kelimesinden mutlak varlık manası da kasdedilir. Ancak o takdirde varlığı kendinden olma vasfı ile vasıflanan mâbud ile, varlığı ve yokluğu bir olan mümkin varlıklar arasında fark vardır. Bu itibarla Allah hakkında şey sözünü kullanmak, başkası hakkında istimal etmekten daha lâyıktır.
Allah Teâlâ'nın diğer eşyaya benzemeyen bir şey olduğunu ifade etmenin manası, cisimsiz, cevhersiz ve arazsız olarak varlığını ispat etmektir.
Zira cisim bazı maddelerin birleşmesinden meydana gelen bir mürekkeptir, ayni zamanda bir mekâna da ihtiyacı vardır. Mürekkep olmak ve bir mekâna ihtiyacı olmaksa yaratılmışlık işaretidir. Allah cevher de değildir, demiştir. Cevher mekânı olan bir varlıktır. Cevher, aynı zamanda cismin bölünemiyen en küçük parçasıdır. Allah araz da değildir, demiştir. Araz, cisim ve cevherlerde sonradan meydana gelen arızî varlıklardır. Bu varlıklar, kendi başına var olamaz, varlıkları başkalarının varlığı ile kaimdir. Cisimler üzerindeki boya, oluştaki toplanma, ayrılma, hareket etme, durma, tad, koku gibi varlıklara araz denir. Allah Teâlâ ise bunlardan münezzehtir.
Hulâsa, bu âlem ayan ve a'razdan ibarettir. Ayan, kendi başına var olabilen, daha başka bir ifade ile varlığı için başkalarının varlığına ihtiyacı olmayan şeydir. Bu da ya mürekkeb olur. Mürekkeb de cisimdir. Ayan ya mürekkeb olmaz, bu da cevherdir. Cevher, cisimlerin bölünemeyen en küçük parçasıdır. Cenabı Allah ise bunların hepsinden beridir.
Fahreddin er-Râzî ne güzel söylemiştir:
“Mücessime taifesine mensup olan kişi asla Allah'a ibadet edemez. Çünkü o, kendi vehminde tasavvur ettiği surete tapar, Allah Teâlâ ise suretten münezzehtir.Mücessime, Allah Teâlâ'yı bir cisim olarak kabul eden müşriklere verilen addır.
İmam Âzam Ebû Hanîfe’den rivayet edildiğine göre, araz ve cisimler hakkında şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ, Amr b. Ubeyd'e lanet etsin çünkü o insanlığa bu konudaki bahsi ilk açan kimsedir.”
“Allah Teâlâ'nm sınırı yoktur. Zıddı yoktur. Benzeri yoktur. Onun gibisi yoktur.
Allah'ın balangıç ve sonu yoktur. Ne başlangıçta, ne de sonuçta ona karşı gelecek, engel olacak, onunla çekişecek kimse yoktur. Allah'ın ortağı yoktur. Nitekim Cenabı Allah bir âyette şöyle buyuruyor:
“Artık Allah'ın eşi ve benzeri olmadığını
bildiğiniz halde O'na eş koşmayınız.”
[109]
Allah'ın sıfatları konusunda iki taife çatışmıştır. Bir gurup Allah' ın sıfatlarını nefyetme hususunda çok ileri gitmiştir, diğer taife de Allah'ın sıfatlarını ispat hususunda ileri gitmiştir. Biz ise orta bir yol tâkib ettik. Ve Allah için kemal sıfatlarını ispat ettik; bütün yönleriyle başka varlıkların Allah'a benzemesini, ona eş olmasını nefyettik. Geride şöyle bir vehim kalmıştır. Allah Teâlâ'nın ;
“Allah gibi hiç bir şey yoktur.”
[110]
âyetinde, bu sıfat yalnız Allah'ın zatına mahsus bir sıfattır. Çünkü tahsis yoklukla bozulur. Zira yokluk, haddizatında benzersizliğin olmamasıdır. Cenabı Hakk'ın:
“Allah gören ve işitendir.” [111] âyeti bu vehim, hayal ve müşkülü defediyor. Zira âdemin, (yokluğun) işiten ve gören sıfatlara sahip olması muhaldir. Bu gibi sözlere ihtiras denilir.
Sözün kısası, varlığı kendinden olan, varlığı başkasından olana benzemez. Varlığı başkasından olan da varlığı kendinden olana benzemez. Öyle ise Allah Teâlâ, sınırlı değildir, sayılmış değildir, şekillenmiş değildir, parça değildir, bir mekânda yerleşmiş değildir, mürekkep değildir, sonlu değildir. Maiyet, mâhiyet, keyfiyet, renk, tad koku, hararet, soğukluk, yaşlık, kuruluk ve benzeri beşeri vasıflarla vasıflanmaz. Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir (O her yerdedir). Allah Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir.
Allah Teâlâ'nın zatına ve sıfatına lâyık bir şekilde eli vardır, yüzü vardır, nefsi vardır. Allah'ın Kur'an'da zikrettiği yüz, el, ve nefs kelimeleri bunların hepsi keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatlarıdır.
Bunların hepsi nas ile sabittir. Cenabı Hak Kur'an-ı Kerimde şöyle buyuruyor:
“Allah'ın yüzünden başka her şey yok
olacaktır.”
[112]
“Celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü
kalacaktır.” [113]
“O takva sahibi ancak malını yüce Rabbinin
yüzünü talebetme için verir.”
[114]
“Allah'ın eli kulların ellerinden
üstündür.”[115]
elimle yarattığım varlığa secde etmekten seni meneden[116]
“Her şeyin idaresi kendi elinde olan yüce
Allah'ı tesbih ederim.”
[117]
İsa aleyhisselâm'dan hikâyeten:
“Sen benim nefsimdekini bilirsin fakat ben
senin nefsinde olanı bilemem.”
[118]
“Ne tarafa dönerseniz Allah'ın yüzü
oradadır.”
[119]
Son âyette İsa aleyhisselâm'dan hikâyeten Allah Teâlâ'ya nefis itlak etmek, müşabehet babından olduğu hususunda ileri sürülen görüş reddedilmiştir. Zira Allah Teâlâ'ya nefis itlâkı karşılıklı olmadan da naslarda geçmiştir. Hz. Peygamber'in münacatında buyuruluyor:
“Sen nefsini (kendini) sena ettiğin gibi ben seni medhetmeğe muktedir olamam.”
Gerçekten nefis kelimesi harekeli olarak “nefes”ten alınması itibariyle Allah için söylenmesi sahih değildir. Amma “nefis” kökünden alınması itibarıyla Allah Teâla için söylenmesi caizdir. Zira Cenabı Hak, varlıkların en nefisi ve en azizidir.
Kur'an-ı Kerimde beyan buyurulduğu üzre müfred ve cemi olarak gelen ayn kelimesi, sağ taraf manasındaki yemin kelimesi ve Allah arş üzerindedir, sözü de böyledir. Allah Teâlâ bu konularda şöyle buyuruyor:
“Bir de benim gözüm üzerine yetiştirilmen
için, üzerine tarafımdan bir sevgi bıraktım.”[120]
Yukarıdaki âyet-i kerime Musa aleyhisselâm'ın Allah tarafından, ileride kendisine en büyük düşman olan Firavn elinde himaye edilmesi ile ilgili olarak buyurulmuştur. Göz manasına gelen ayn kelimesinin çoğul olarak kullanıldığı diğer bir âyet de şöyledir: [121]
“O kâfirler Allah'ı gerektiği gibi takdir
edemediler. Halbuki Kıyamet günü gökler onun sağındadır.
[122]
“O Rahman olan Allah Arş üzerinde
duruyor.”
[123]
(Bu ve benzeri âyetlerde geçen bütün sıfatlar keyfiyetsiz meçhul sıfatlar olup Allah'a aittir.)
Bu âyetlerin tevilinde: elden maksat Allah'ın kudreti, yahut nimetidir, denilemez. Zira bu türlü tevillerde Allah'ın sıfatlarını iptal vardır. Allah'ın sıfatlarını iptal ise Kaderiye ve Mutezile taifesinin sözleridir. Lâkin Allah'ın eli, keyfiyetsiz olarak sıfatıdır. Allah'ın gazap ve rızası da yine keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatlarıdır. Yâni bu sıfatların nasıl olduğunu biz bilemeyiz, ancak Allah kendisi bilir.
“El” sözü için olduğu gibi Allah'a izafe edilen “yüz sıfatı için de Allah Teâlâ'nın zatıdır, ayn sözünden maksat, görmesidir. Arş üzerinde durmasından maksat da Arş'ı istilâ etmesidir, (kaplamasıdır) denilemez, Bu âyetler tevil edilemez. Çünkü Cenabı Allah özellikle bu kelimeleri kullanmış, bunların yerine; kudret, nimet, görme ve istilâ kelimelerini zikretmemiştir. Doğrusu Cenabı Allah “el” kelimesinden nimet ve kudret gibi iki manadan başkasını kasdetmiştir. Bu sıfatlar Allah hakkında müteşabih sıfatlardandır. İmam Âzam da Cumhur-ı Selefe uyarak aynı görüşe katılmıştır. Ondan sonra gelen ilim adamları da ona uymuşlardır. Allah Teâlâ'nın gadap ve rıza sıfatlarından gazabı ile intikamı dilemek, rızası ile nimet vermeyi dilemek kasdedilmiştir, tarzında bir tevil yapılamaz. Bunlardan maksat, esas konuluş gayeleri olan nimet ve azaptır.
Fahr'ul-İslâm demiştir ki: Allah içine el ve yüz isnat etmek bize göre haktır. Bu el ve yüz aslı ile bilinen ve vasfı ile müteşabih olan sıfatlardır. Vasfını yapmaktan âciz olduğumuzdan dolayı bu sıfatların aslını Allah hakkında iptal etmek caiz değildir. İşte Mutezile bu yönden sapmıştır: Zira onlar, mâkul bir şekilde sıfatların vasfını bilemedikleri için bu sıfatların asıllarını da reddetmişlerdir. Bu şekilde onlar da Allah'ın sıfatlarını inkâr ve tatil edenlerden oldular.
Şemsül-Eimme Serahsî de bu noktayı zikrettikten sonra şöyle diyor:
“Ehl-i Sünnet vel-cemaat nasla, yani kati âyetler ve kesin delâletlerle bilinen aslı ispat ettiler, sıfatların aslını ispat ettiler, fakat müteşabih olan keyfiyeti üzerinde ise bir şey söylemeyip sustular. Bununla beraber sıfatların keyfiyetini aramakla meşgul olmayı caiz görmediler. Nitekim Yüce Allah, gerçek bilgi sahiplerini şu şekilde vasıflamaktadır:
«İşte kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne
aramak ve teviline gitmek için Kur'an'ın müteşâbih âyetlerine uyarlar.
Halbuki o müteşabih'in tevilini yalnız Allah bilir. Kökleşmiş ilim sahipleri
ise: biz ona inandık? açık ve kapalı bütün âyetler rabbimiz tarafmdandır,
derler. Bunları ancak aklı tam olanlar iyice düşünür.”
[124]
İmanı Serahsi'nin sözü burada sona ermiştir. Râmuz'ul-Ahâdîs'de de rivayet edilen müteşâbih ibareli hadisler bulunmaktadır. Bu hadislerden bazıları şunlardır.
“Allah Teâlâ, Âdem aleyhîsselâm'ı, yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yarattı. Toprağı muhtelif sularla yoğurdu, tesviye etti, ruh üfledi ve böylece cansız bir varlık iken hassas bir hayat sahibi varlık haline getirdi.” [125]
Müslim'de rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
“Âdemoğullarının kalbleri Cebbar olan
Allah'ın iki parmağı arasında tek bir kalb gibidir. Allah onu dilediği
tarafa çevirir.”[126]
“Kıyamet gününde Cehennem, daha var mıdır?
diyecek. Öyle ki Rab Teâlâ ayağını Cehennem üzerine koyacak ve ateşler
büzülecek. Sonra Cehennem: Aslâ, aslâ, diyecek.”
[127]
“Allah Teâlâ, gündüzün günah işleyenlerin
tevbe etmeleri için, gece vakti elini açar; gece günah işleyenlerin tevbe
etmesi, için de gündüzün elini açar. Tâ güneş batısından doğuncaya kadar.”
[128]
“Hacer'ul-Esved Allah'ın yeryüzündeki sağ
elidir. Onun vasıtasıyla Allah Teâlâ, kulları ile tokalaşır.”
[129]
Ebû Hureyre'den merfu olarak rivayet edilen bir hadîs-i şerifte de:
“Kim Hacer'ul-Esved'e yaklaşırsa, Allah'ın
eline yaklaşmış gibidir.”
[130]
İmam Âzam Ebû Hanîfe'den:
“Allah Teâlâ gökten iner” şeklinde rivayet edilen hadîs-i şeriften sorulunca, “keyfiyetsin olarak iner” cevabını verdi.
Başka bir hadis-i şerifte de Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Cenabı Allah Âdem aleyhisselâm'ı
kendi sureti üzerine yaratmıştır, yahut Rahman’ın
suretinde yaratmıştır.”
[131]
Bu ve buna benzer hadis-i şeriflerin zahirî manası üzerinde bırakılması gerekir. Bunların durumu, tevili, söyleyene bırakılır. Allah Teâlâ ise azalardan ve yaratılmışların sıfatlarına benzemekten beridir.
İmam Âzam Ebû Hanîfe, “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“Biz ikrar ederiz ki Allah Teâlâ ihtiyaç olmaksızın Arş üzerinde durmaktadır. O'nun istikrarı Arş üzerindedir. Arş'ı ve Arş'tan başka her şeyi koruyan da Allah Teâlâ'dır. Allah Teâlâ, başkasına muhtaç olsaydı yaratılmışlar gibi, bu âlemi yaratmaya ve idare etmeye kadir olamazdı. Allah eğer oturmaya ve bir yerde kararlaşmaya muhtaç olsaydı, o takdirde Arş'ı yaratmadan evvel nerede idi? Öyle ise Allah Teâlâ, oturmaktan ve karar kılmaktan münezzehtir.”
İmam Mâlik hazretleri Arş üzerinde istiva'dan sorulunca ne güzel söylemiştir,
“Allah'ın Arş üzerinde istivası malûmdur, keyfiyet meçhuldür. Bundan sormak bidattir. Bu âyete inanmak ise vaciptir.” Bu inanç selefin yoludur. Ve en doğru bir yoldur. Allah Teâlâ ise daha iyi bilir. Bazı halef âlemlerinin yukarıda geçen âyet ve hadisleri tevil şekilleri geçmiştir. Bu âyetleri tevil etmenin daha sağlam bir yol olduğu söylenmiştir. Fakat Şâfiîlerden biri Îmam'ul-Haremeyn'in önce bu âyetleri tevil ettiği, ancak ömrünün sonuna doğru bundan vazgeçtiği, bu âyetleri tevil etmeyi yasakladığı ve Selefin müteşabih âyetlerin tevilini yasakladıkları hususundaki icmaını naklettiği rivayet edilmiştir. tmam'ul-Haremeyn “Risâle-i Nizamiye” adlı kitabında da bu görüşünü açıklamaktadır. Bu görüş Mâtüridî Mezhebine mensup olan âlimlerimizin inancına da uygundur.
İbn-i Dakik el-İd bu konuda orta bir yol tâkib ederek şöyle diyor.
“Eğer tevil edilen mana, Arapların konuşmalarından anlaşılan manaya yakın ise tevil kabul edilir. Eğer bu manaya uzak ise kabul edilmez.”
İbn-i Humam, halkın anlamasında güçlük bulunduğu için tevile ihtiyaç bulunması ile, makam iktizası tevile hacet kalmaması arasında orta bir yol tâkîb etmiştir.
“El-Akîdet'ül-Tahavîyye” adlı kitabın şârihi de şöyle diyor.
“Allah'ın rızası iyilik yapmayı murad etmek, gazabı da intikam almayı dilemektir, denilemez. Çünkü bu sözde Allah'ın sıfatlarını inkâr etmek vardır. Ehl-i Sünnet âlimleri ise dilemese de Allah'ın, sevdiği ve razı olduğu işleri emrettiği; olmasını dilese de sevmediği işleri yasakladığı ve faillerine gadap ettiği hususunda ittifak halindedirler. Şu halde Cenabı Allah kulun iradesine bağlı olarak yapılmasına iradesinin tâalluk etmediği işleri sever ve razı olur; kulun iradesini sarf etmesi sonucu murad ettiği kötü şeylerden de hoşlanmaz ve gadap eder.
Gadabi, intikam almayı dilemek, rızası da nimet verme ve ikram etmeyi istemek tarzında tevil eden kişiye: Niçin bu kelâmı tevil eltin? diye sorarız. Ya, gazab kalbin galeyana gelmesi, rıza, meyil ve şehvettir diyecek. Bunlar ise Cenabı Allah'a yakışmaz. O zaman kendisine: irade ve meşiet sıfatları da böyledir. Bize göre bu sıfatlar, hayat sahibi bir varlığın bir şeye meyletmesi, yahut münasip olana meyletmesidir. Bizlerden bir canlı kendisine menfaat getiren, ve zararı defeden şeye meyyaldir ve dilediğini yapmaya muhtaçtır. Bir şeyin var olması ile üstünlük kazanır, yokluğu ile de noksanlık kazanır bir mânaya çekilmesi ile bir mânadan uzaklaştırılması birdir. Eğer bu caiz olursa o da caiz olur.
Eğer: Her ne kadar bunlardan herbiri gerçek ise de; Allah Teâlâ’nın vasıflandırdığı irade, kulun vasıflandığı iradeye muhaliftir, denilirse şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ'nın vasıflandığı gadap ve rıza, her ne kadar bunlardan herbiri hakikat ise de, kulun sıfatı olan gadâp ve rızaya muhaliftir, irade hakkında söylediği söz gerçek olursa, bu sıfatlar hakkında tevil tayin edilmemiştir, belki onu terk etmek gerekir. Zira böyle düşününce sen tenakuzdan kurtulursun ve Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarının manalarını gereksiz olarak iptal etmekten de selâmet bulursun. Zira Kur'an'ı gereksiz olarak zahiri, ve hakikî manasından döndürmek, tevil etmek haramdır. Bu söz, Allah'ın sıfatlarından herhangi birini inkâr eden kimse için de söylenir. Çünkü bu sıfatın müsemması mahlûkat için caiz değildir. Zira bu tevili yapan bildiğinin hilâfına bir şeyi Allah için ispat etmesi gerekiyor. Hatta vücud sıfatında bile. Zira kulun varlığı kendine yaraşan şekildedir. Allah'ın varlığı da kendine lâyık olan tarzdadır. Allah'ın varlığı üzerine yokluk gelmesi mümkün değildir. Kulun varlığı üzerine ise yokluk gelebilir. Hay, Kayyûm, Alîm, Kadir gibi Allah Teâlâ’nın zatının ve kullarının adları yahut kullarından bazı sıfatları ile isimlendiği sıfatlar için biz Allah Teâlâ hakkında kalblerimizle bu isimlerin manalarını düşünür ve Allah, haktır, sabittir, vardır, deriz. Yine bu isimlerin manalarını yaratıklar hakkında düşünür ve bu iki mana arasında müşterek nokta buluruz. Fakat bu mana dışarda müşterek olarak bulunmaz. Zira müşterek külli mana ancak zihinlerde bulunur, dışarda varlık âleminde ancak muayyen ve özel olarak bulunur, dolayısıyla her iki varlık kendine yakışan tarzda var olur.
Allah Teâlâ, eşyayı, hiçbir şey olmaksızın maddesiz olarak yaratmıştır.
Allah Teâlâ zat, durum, hareket, sükûn, ışık, karanlık, şer, haya, yüksek, alçak ne varsa hepsini, yaratmadan evvel, var olan bir madde olmaksızın yaratmıştır. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Gökleri ve yeri yaratıp melekleri ikeşer,
üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamd olsun.”
[132]
Bu âyette ifade buyurulduğuna göre, başlangıcında herhangi bir madde bulunmaksızın Allah gökleri ve yeri yaratmıştır. Bazı şeylerin bazı maddelerden yaratılmış olması, ilk önce eşyanın maddesiz yaratılmış olmasına aykırı değildir. Çünkü bu maddelerin esası da oluş ve yokoluş âleminde hiçbir şey olmadan yaratılmıştır. Ondan önce başka bir maddenin var olduğu düşünülemez. O, yaratıcının yaratması ile vücud bulmuştur. Zira Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah her şeyi yaratandır, o her şeye vekildir.” [133]
Allah Teâlâ var iken onunla beraber var olan hiçbir şey yoktu. Allah'ı tanıyanlar nazarında o şimdi olduğu gibi idi. Allah Teâlâ, kendi için bir ortak bulunmasından, yaratmada, işte ve maddede, hatta bir zerrenin icadında, yahut ona hareket ve sükûn ile imdad etmek hususunda bir ortak bulunmasından münezzehtir.
Eşya var olmadan evvel Allah Teâlâ, ezelde eşyayı biliyordu. Bu metin,
“Allah her şeyi bilicidir.” [134] mealindeki âyetin manasıdır. Kadimliği sabit olanın yok olması mümkün değildir.
Eşyayı takdir eden ve takdirine göre hüküm veren Cenabı Allah'tır.
Cenabı Allah her şeyi iradesine uygun olarak takdir eder; yaratırken de hikmetine uygun olarak hüküm verir. Bu sözde Allah Teâlâ'nın şu âyetinin manasına işaret vardır. Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Bilmez mi o yaratan.. O lâtîfdir, her
şeyden haberdardır.”[135]
Yâni eşyayı yaratan, onu yaratmadan önce bilmez mi?Yaratanın bilgisi kadîmdir, fakat bilgisinin tâalluk ettiği bazı varlıklar ise yaratılmıştır. Bu konuda Cenabı Hale şöyle buyuruyor:
“Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığında hiç bir şey rabblnden gizli kalmaz; ne bundan daha büyük ne de küçüğü.. Bunların hepsi ancak Levh-i Mahfuz'da yazılıdır.” [136] Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem de söyle buyuruyor:
“Allah'ın ilk yarattığı varlık kalemdir.
Allah Teâlâ, kaleme, yaz dedi. Kalem de: ne yazayım, dedi. Allah Teâlâ:
Kıyamete kadar olacak işleri yaz, buyurdu.”
[137]
Bu gerçek, Hak ehlinin “Eşyanın hakikati sabittir” sözlerine delâlet etmektedir.
İmam Âzam rahimehullah “El-Vasıyye” adlı kitabında diyor ki
“Sonra biz bütün hayırların ve kötülüklerin Allah tarafından takdir edildiğini ikrar ederiz. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah'ın şanı, bir şeyin olmasını istediği
zaman ona yalnız “ol” demektir; o olur.”
[138]
“Bununla beraber onlara bir iyilik gelse bu
Allah’tandır, derler. Bir musibet geldiği zaman ise bu senin uğursuzluğundandır
derler. De ki: hepsi (iyilik ve kötülük) Allah'tandır.”
[139]
“Her kim hayır ve şerrin Allah'tan başkası tarafından takdir edildiğine inanırsa Allah'ı inkâr etmiş bir kâfir olur ve Tevhidi bâtıl olur.” İmam Âzam’ın sözü burada son bulmuştur.
Fahrul-İslâm Pezdevî, “Usul” adlı kitabında yukarıdaki âyetten kasdedilen mananın, süratle yaratmak olduğunu söyleyenleri reddetmiştir. Âyetteki ifadeye göre Allah'ın muradını incelediğimiz zaman, bizim kanaatimize göre, bu âyetten bu kelimeyi yâni “Kün ol” kelimesini süratli yaratmak şeklinde gerçekten söyleyerek konuşmak kasdedildiğine hamledilmiştir. Mecazî bir mana kasdedilmemiştir. Belki bu ifade, Allah'ın sıfatında tatil ve teşbih (benzetme) olmaksızın hakikati üzerine gelmiştir. Şems'ül-Eimme esSerahsî de “Usul” adlı kitabında bu meseleyi bu şekilde zikretmiştir. Bu sözün Tekvin kökünden yaratmak manasında mecaz olduğunu söyleyenlere cevap olmak üzere şöyle diyor: Kitaptan delilimiz şu âyet-i kerimedir:
“Yine göğün ve yerin, O'nun emriyle durması,
kudretine delâlet eden alâmetlerdendir.”
[140]
Bu âyette kasdedilen, bize göre, bu kelimenin hakikatidir, yaratmak manasında mecaz değildir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve müfessirlerin çoğu ise bu inançtadır. Biz bu âyeti, Allah kelâmının yaratılmış olmadığına delil getiriyoruz. Zira Allah kelâmı bütün yaratılmışlardan öncedir. “Kün” emrinden sonra feyekûn'deki “fâ” tâkîbiye'dir. Manası, ol, emriyle emrettikten sonra Allah Teâlâ dilediği şeyi yaratır, demektir. Bu ol, emri Allah Teâlâ'nm kadîm olan kelâm-ı nefsîsidir. Kuıdsî ve kerîm olan sıfatıdır. Cenabı Hak, eşyayı, ondan evvel geçen bir yaratıktan yaratmış olmadığı tahakkuk etmiştir. Allah Teâlâ’nın eşyayı, aletsiz,, hazırlıksız, kaynaksız olarak yaratması, onu “ol” emri ile yaratmış olmasına aykırı değildir. Zira ol emri, Allah Teâlâ’nın
“Allah her şeyin yaratıcısıdır.” [141] mealîndekiâyette geçen şey mefhumuna dahil değildir. Allah Teâlâ'nın kelâmı, zatının ne aynıdır ne gayrıdır. Sonra eşyanın hakikatinin gerçekleşmesinde, yerde ve gökte gördüğümüz bunca eşyanın hakikatinin gerçekleşmesinde Sûfestâ iyye taifesine ve onlara uyanhavailere reddiye vardır. Onlar eşyanın hakikatini inkâr ediyorlar ve eşyanın hakikatinin rüya gibi vehim ve hayalden ibaret olduğuna inanıyorlar. Bunlara, sofilerin cahillerden hulûliye îlhadiye ve Vücudiye (Vahdet-i vücutçu) taifesi yakındır.
Dünyada ve âhirette Allah'ın dilemesi, kaderi, kazası, bilgisi yazgısı ve Levh-i Mahfuz'da yazısı olmaksızın hiçbir şey var olmaz. Ancak, Allah'ın yazması, o şeyi vasf etme şeklinde olup hükmetmek suretiyle değildir.
Yani Allah Teâlâ, her şey hakkında, böyle böyle olacak, diye yazmıştır; fakat, şöyle şöyle olmalıdır, diye yazmamıştır. Bunun daha geniş açıklaması şöyledir: Varlıklar, Allah yazdığı zaman var değildi. Levh-i Mahfuz'da Allah Teâlâ, var olacak eşyayı vasfetmek suretiyle kazasına uygun olarak, olacak, diye yazmıştır; bunu bir emir tarzında yazmamıştır. Yâni bu iş olacak, demiştir; olmalıdır, dememiştir. Çünkü Allah olacak bir iş için olsun, derse, o anda eşyanın var olması gerekir. Çünkü yaratılanın, yaratanın yaratma ile ilgili emirden sonraya kalmasını tasavvur mümkün değildir.
İmam Âzam “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“Allah Teâlâ kaleme yazmasını, emretmiş, yahut yaz demiştir, kalem de: neyi yazayım, demiştir. Allah Teâlâ da: Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz, demiştir.” Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor.
“Bununla beraber işledikleri bütün işler
defterlerdedir. Küçük ve büyük hepsi (Levh-i Mahfuzda) yazılıdır.”
[142]
Yâni yukarıdaki hadis, Kur'an'dan iktibas edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in sözleri, Allah'ın kelâmını açıklama durumundadır. Sözün kısası, Kader: ezelde takdir edilen hayır, şer, tatlı, acı ne varsa kuldan sudur etmesi; Allah Teâlâ'nın iradesi ve yaratması ile olmaktadır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz.
rıaza, kader ve meşîet sıfatlan keyfiyetsiz olarak Allah Teâlâ'nın ezeldeki sıfatlarıdır.
Kazadan kasdedilen icmali hükümdür. Kaderden kasdedilen da tafsili hükümdür. Mûtezile'nin: “Eğer küfür Allah'ın kazası ile olsaydı Allah'ın ona razı olması gerekirdi; zira kazaya razı olmak lâzımdır Lâzım ise batıldır. Çünkü küfre razı olmak küfürdür. Öyle ise, küfrün, Allah'ın kazası ile meydana gelmediği sabit olmuştur. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet'in de meylettiği gibi kulların bütün işleri Allah'ın kazası ile değildir.” sözleri şu şekilde reddedilmiştir: Küfür makzîdir, yani hükmedilen olaydır, kaza değildir. Hükmedilene değil, hükme, yani kazaya razı olmak gerekir. Bunun izahı şöyledir: Küfrün bir Allah Teâlâ'ya nisbet ciheti vardır. O da Allah'ın küfrü hikmeti gereği olarak yaratmasıdır. Allah'ın dilemesinde bu nokta üzerine bir itirazımız yoktur. Çünkü Allah Mâlikül-Mülktür. Dilediği gibi hareket etmekte serbesttir. Hiçbir şeyden faydalanmadığı gibi, hiçbir şeyden zarar da görmez. Küfrün bir mükellefe nisbet edilme ciheti vardır ki o da küfrün kendi kazancı, ihtiyar ve iradesiyle kulda bir sıfat olarak vuku' bulmasıdır. İşte itiraz buraya yapılmaktadır. Zira kul, kendi ihtiyarı ile küfrü kazanmakla Mevlâsını kızdırmış ve âhirette devamlı bir azaba müstahak olmuştur. Kendi küfrüne razı olanın küfründü ittifak vardır. Başkasının küfrüne razı olanın küfründe ise ihtilâf vardır. En sağlam olan görüş, eğer küfrü sevmiyorsa başkasının küfrüne razı olmakla bir kimse kâfir olmaz. Lâkin, Allah'ın ondan imanı selbetmesini temenni eder ki, yaptığı zulüm ve eziyetlerden dolayı maruz kalacağı azap dolayısıyla ondan intikam alsın. Tatarhaniye adlı kitapta da aynen böyle yazılmıştır. Musa aleyhisselâm'dan hikâye olarak Cenab-ı Hakk'ın şu sözü de bunu takviye etmektedir:
“Musa şöyle dua etti: Ey rabbimiz! Sen
Fir'avn'a ve etrafındakilere dünya hayatında giyecek bir süs eşyası ve
mallar verdin. Ey rabbimiz! Mallarını mahvet ve kalblerini şiddetle sık ki, o
acıklı azab görmedikçe iman etmesinler.”
[143]
Meşîet sıfatı, kaza ve kadere tâalluk eden Allah'ın sıfatıdır. Bu üçü Allah Teâlâ'nın Kitâb ve Sünnetle sabit olan ezelî sıfatlandır. Ancak diğer sıfatları gibi bunlar keyfiyeti meçhul olan müteşabih sıfatlardandır. Öyle ki bunların hakikati yaratıklar için gizlidir. Her mü'minin bunlara inanması ve bunları vasfetmekte aklın gereğinin bâtıl olduğuna inanması gerekir. Çünkü bu sıfatlar vasfı ile bilmek yalnız başına aklın işi değildir, ilimde derinleşen gerçek âlimlerin hepsi bu konuda aynı hükmü kabul eder.
Şems'ül-Eimme es-Serahsî şöyle diyor:
“Müminler bu konuda iki fırkaya ayrılır. Birincisi, bir nevi cehaletten dolayı Allah'ın sıfatlarının keyfiyetini ve vasfını araştırmaya müptelâdır. Bir kısmı da ilim ile bir nevi ikram edildiği için bu konuda bir araştırma yapmak hususunda duraklama halindedir. Bu yönden ibtilâya uğramak, çok kerre birinci yönden mütelâ olmaktan daha iyidir. Zira yalnız, maksadı talep etmekte tevekkuf ederek sadece inanmakla müptelâ olmak, akim bir şeyi gerektirmediğini ve bir şeyi defetmediğini açıklamaktır. Böylesine, hüküm Allah'a ait olduğu ve dilediğini yapıp dilediği gibi hükmeder olduğu bilinsin için aklın hiç bir mecali olmadığı yerde gerçeğe inanmak gerekir.”
Hulâsa, ikinci vecih daha kuvvetlidir. Zira o, aklın hazzı, tab'in lezzeti bulunmayan şüphesiz bir gayb emrine imandır. Belki Şeriat tarafından işitilen hakka yalnızca uymaktır. Evvelkisi böyle değildir. O aklına itimad eder, düşünce ve anlayışına dayanır. Bununla şu husus ortaya çıkıyor: Kulluğa ait konularda boyun eğmek daha faziletlidir, daha kâmildir. Çünkü bunda nefsin bir hazzı yoktur. Belki Hakkı elde etmede halisane bir şekilde emirlere uymak vardır. Bu sebepten Cenabı Hak şöyle buyuruyor.
“Bir de sana ruhtan soruyorlar. De ki, ruh
Rabbimin bildiği bir iştir. Ve size
ilimden az bir şey verilmiştir.”
[144]
Bir Hadîs'te, ruh hakkında yan bilgiye de sahip değilim, buyuruluyor. Nitekim, anlamaktan âciz olduğunu anlamak da anlamaktır. Hz. Ali bir gün Minberde iken kendisine bir soru da bilmiyorum, cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ali'ye nurlu makama çıkıp da nasıl bilmiyorum, diyorsun? denilince övle cevap verdi: Bu makama bildiğim nisbetinde çıktım. Bilmediğim nisbetinde çıkacak olsaydım, göklere çıkardım. İmam Ebû Yusuf için de böyle bir soru olayı vukubulmuştur, ve aynı cevabı vermiştir. İmam Ebû Yusuf'a:
“Sen devlet bütçesinden şu kadar maaş alıyorsunda bu durumu tahkik etmekten âciz kalıyorsun, denilince: “Evet, ben bütçeden bildiğim nisbetinde para alıyorum. Eğer bilmediğim nisbetinde para alacak olsaydım, tüm devlet bütçesi bana yetmezdi.” cevabını verdi.
İmam Âzam Ebû Hanife, yukarıdaki metinde, Allah Teâlâ'nın kadîm bir sıfatının var olduğunu gerçekleştirmek, bir yönde değil, başka bir yönde, bir vakitte değil başka bir vakitte tahsis eden Allah'ın kadim bir sıfatının var olduğunu gerçekleştirmek ve Kerramiye taifesi ile Mutezileyi reddetmek için irade sıfatını tekrar zikretmiştir. Mutezileden bazıları, irade sıfatının hadis olduğunu söylüyor, fakat büyük bir çoğunluğu Allah'ın kötülükleri ve çirkinlikleri murad etmesini inkâr ediyorlar. Hatta şöyle diyorlar: Şüphesiz Allah Teâlâ kâfirin imanını, fasıkın tâatını murad eder, küfür ve mâsiyetini istemez ve dilemez. Çünkü çirkini murad etmek çirkindir, çirkini yaratmak da çirkindir. Mutezile ve Kerramiye taifesinin bu görüşleri reddedilmiştir. Zira çirkin, çirkin olan işi yapmak ve onunla vasıflanmaktır. Onlara göre, mahlûkatın yaptığı işlerin çoğu Allah Teâlâ'nm iradesinin hilâfına vukubulmaktadir. Bu düşünce ise cidden çok kötüdür. Öyle ki bir köy halkının reisi bile bu düşünceye tahammül edemez. Buna göre, kulların ihtiyari işleri vardır. Eğer yaptıkları işler ibadet ise ondan dolayı sevap kazanırlar. Eğer isyankârlık ise bundan dolayı da cezalandırılırlar. Durum, Cebriyye mezhebine mensup kişilerin inandıkları gibi kulun ne kazanma, ne de yaratma bakımından bir iş yapma yetkisi yoktur, sözü doğru değildir. Onlara göre, kulun hareketleri cansız varlıkların hareketleri gibidir. Kulun, kendi işinde ne kasıd, ne iradeye itibar etme makamında müessir kudreti ve ne de kazanma yönünden bir kudreti yoktur.
Kulun kendi fiilinde itibar edilecek bir müessir kudreti, kazanma kudreti, kasdı, irade ve ihtiyarı yoktur, diyorlar. Bu düşünce isa batıldır. Zira bizler, elini hareket ettiren ile, eli titreyenin hareketleri arasında büyük bir fark görüyoruz. Birincisi kendi ihtiyar ve iradesi ile oluyor, ikincisi ise mecburî oluyor. Yâni istemese de eli titriyor.
Eğer denilirse ki; Allah'ın ilim ve iradesi tâalluk ettikten sonra kulun işi üzerinde cebir ve baskı lâzım gelir. Çünkü Allah'ın ilim ve iradesi ya işin varlığına tâalluk ederler, bu şekilde o işin varlığı vacip olur; yahut ilim ve irade o işin yokluğuna tâalluk ederler, o zaman da o işin olması mümkün olmaz. Çünkü Allah'ın ilminin cehalete inkılâp etmesi ve Allah'ın muradının iradesinden geri kalması lâzım gelir. O takdirde bu vücub ve imkânsızlık ile birlikte ihtiyar kalmaz.
Bu soruya karşılık verilecek cevabımız şöyledir. Allah Teâlâ, kulun o işi kendi ihtiyarı ile yapıp yapmayacağını bilir, ona göre murad eder, o zaman bir müşkül bahiskonusu olmaz. Daha da incelersek şu cevabı da ilâve edebiliriz: Kulun, kudret ve iradesini iş için sarfetmesi kesib yani kazanmadır. Allah Teâlâ'nın o işi icad etmesi ise yaratmadır. Allah Teâlâ yaratıcı, kul ise kazanıcıdır. Allah Teâlâ kâfirin imanını, fasıkın tâatını diledi; kâfir ise küfrü, fasık da fışkı istedi. Kâfir ile fasıkın dilemeleri Allah'ın iradesine galib geldiğine inanan kimseden daha sapığı var mıdır? Buna göre, Allah Teâlâ'nın aşağıda zikredilen âyetleri ile sahih hadislerin durumu buna göre müşkül hale gelir, denilebilir. Bu âyetler şunlardır:
“Allah'a ortak koşanlar şöyle diyecekler:
Eğer Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk, ne de babalarımız, ne de bir şeyi
haram yapabilirdik Bunlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı.”
[145]
“Bir de Allah'a ortak koşanlar, şöyle
derler: Eğer Allah dileseydi de atalarımız, kendisinden başka hiçbir varlığa
tapmazdık, onun emri dışında hiçbir şeyi haram yapmazdık. Kendilerinden
evvelkiler de böyle yaptılar. Buna karşı peygamberlerin vazifesi ancak açık bir
tebliğdir.”
[146]
“Bir de şöyle dediler: Rahman dileseydi, biz
o meleklere tapmazdık. Onların bu hususta hiçbir bilgisi yoktur. Onlar ancak
yalan söylüyorlar.”
[147]
“İblis şöyle dedi: Rabbim! Beni azdırmana
yemin ederim ki, muhakkak ben yeryüzünde kullara kötülükleri süsleyeceğim
ve elbette onların hepsini azdıracağım.”
[148]
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa
hepsi toptan iman ederlerdi. O halde mümin olsunlar diye, insanları sen mi
zorlayacaksın?”
[149]
“Eğer Allah dileseydi, peygamberlerden sonra
gelen müminler kendilerini hidayete ulaştırıcı apaçık mucizeler geldikten sonra
birbirini öldürmezlerdi. Lâkin Allah dilediğini yapar.”[150]
Üzerinde Selef ve Halef âlimlerinin ittifak ettiği sahih Hadîs de şudur:
“Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz.”
Bir şair bu konuda ne güzel söylemiştir:
“Ben istemesem de, senin dilediğin olur,
Sen dilemesen, benim dilediğim olmaz.”
Yukarıdaki âyetlerle adı geçen Hadîs-i Şerif ileri sürülerek yapılan itiraza şöyle cevap verilir: Kerramiye ve Mûtezile'nin, Allah'ın dilemesinin, kulun işini emrettiğine delil olduğuna inanmaları Allah'ın şeriatı ile, peygamberlerine gönderdiği emirlerinin, kaza ve kaderi ile kitaplarını gönderdiği peygamberlerinin birbirine karşı çıkması gerekirdi. Bu ise onları bu düşünceden yasaklamaktadır. Onlar Meşîet-i âmme sıfatını emr-i dâfia olarak yaptılar. Meîşeti tevhid yönü ile zikretme diler. Onu, Allah'ın emrine muhalif,
şeriatına karşı olarak zikrettiler. Onlar zındıklar ve cahil inkarcılarda olduğu gibi yaptılar. Zındıklar ve inkarcılar bir emir ile emredilip bir işten yasaklanınca kaderi delil olarak ileri sürüyorlar. Bir hırsız Hz. Ömer'e kaderi ileri sürerek mazeret beyan ettiği zaman Hz. Ömer kendisine:
“Ben de senin elini Allah'ın kaderi ile kesiyorum,” cevabını verdi. Şu âyet de buna delâlet etmektedir:
“Bunlardan öncekiler böylece tekzib
etmişlerdi. Sonunda azabımızı taddılar. Onlara de ki: Sizde kitap ve
hüccetten bir şey varsa onu bize çıkarın, getirin. Siz, yalnız kendi zannınıza
uyarak yalan söylüyorsunuz.”
[151]
Hülâsa, Mûtezile'nin sözü, kendisi ile batıl kasd edilen hak bir sözdür, İblis'in “Yâ rabbi! Beni rahmetinden uzaklaştırman sebebiyle sözü, kaderi delil getirdiği için zemmedilmiştir. Böylece kaderi itiraf etmiş ve ispat etmiştir. Bu sebeple iblis, Mutelizi’lerden daha çok Allah’ı tanımıştır, denilmiştir. İblisin sözü, Cenabı Allah’ın şu sözüne mutabık düştüğü için kaderi kabul etmiş olduğu söylenmiştir. Cenabı Hak buyuruyor:
“Biz, her gönderdiğimiz peygamberi, ancak
içinde bulunduğu kavminin dili ile gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın. Artık,
Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de hidayet verir. O, her şeye
galibtir, hükmünde hikmet sahibidir.”[152]
“Allah kimi hidayete ulaştırırsa, o, hak
yola ulaşandır ve kimi de adaleti ile saptırırsa, işte bunlar ziyana
uğrayanlardır.”
[153]
Âdem aleyhisselâm'ın, Musa aleyhisselâm'a:
“Beni yaratmadan kırk sene önce yapacağımı yazdığı bir işten dolayı beni kötülüyor musun?” sözü, isyanda bulunan kişinin tevbe ettikten sonra itiraz hakkı olmadığına mebnidir. Âsi, Allah Teâlâ'nın tâatına döndükten sonra Allah'ın kaza ve kaderine sarılmalıdır. Belki, isyanının yaratılışından önce mukadder bulunduğuna, tevbe etmeden evvel o işe başlayınca, hükmünde ve kazasında Allah'ın kaza ve kaderine sarılması gerekir. Zira böyle olmazsa, o zaman Allah'a karşı gelmiş gibi olur. Çünkü Cenabı Allah kendisine isyan edilmesini yasaklamış, emrine uyulmasını emretmiştir. Allah'ın kazasını kimse geri döndüremez Allah'ın hükmünü tâkib eden yoktur, işine galib olan da yoktur. Vehb b. Münebbih'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kadere baktım, hayretler içinde kaldım. Sonra tekrar baktım, yine hayretler içinde kaldım ve kaderi en iyi bilenlerin, ondan en çok sakınanlar olduğunu buldum. İnsanlar içinde kaderi en çok bilmeyenler, o hususta en çok konuşanlardır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in:
“Kader bahsi açıldığı zaman dilinizi tutun.” mealindeki hadisi de bu sözümüzü takviye eder. Yani kaderin hakikatini beyandan dilinizi tutun, kadere ve kaderin hakikatına imandan değil. Cenabı Hakk'ın:
Her nerede olursanız ölüm size erişir. Velev
ki tahkim edilmiş yüksek kalelerde olun. Bununla beraber onlara bir iyilik
gelse, bu Allah'tandır, derler. Bir musibet de gelince: bu, senin
uğursuzluğundandır, derler. De ki, hepsi Allah'tandır.”
[154]
âyetinde doğrusu, haseneden kasd edilen nimet, seyyieden kasd edilen de belâdır. Burada lehimizde ve aleyhimizde bir delil yoktur. Bir kavle göre hasene, Allah'a itaattir, seyyie ise Allah'a isyandır. Bununla beraber kaderiye mezhebine mensup olanlar şu âyeti delil olarak ileri süremezler:
“Sana gelen her iyilik Allah'tandır ve sana
gelen her kötülük de kendi nefsindendir.”
[155]
Çünkü kaderiyeye göre, ister iyilik olsun, ister kötülük olsun, kulun bütün işleri Allah'tandır. Kur'an ise iyilik ile kötülüğü birbirinden ayırd ettiği halde onlar bir ayırım yapmadan kulun bütün işlerini Allah Teâlâ'ya nisbet etmektedirler. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“De ki, hepsi Allah'tandır.” [156] Allah Teâlâ bu âyette kötülüklerin Allah'tan olduğunu açıkladığı gibi, iyiliklerin de Allah'tan olduğunu beyan buyurmuştur. Onlar ise bununla ameller hususunda hükmetmemektedirler. Ancak cezalar hakkında böyle düşünmektedirler. Fakat birinci mâna üzerine Cenab-ı Hak nimet olan hasenat ile, musibet ve belâlardan ibaret bulunan kötülükleri birbirinden ayırd etmiştir. Ve birinin Allah'tan, diğerinin de insanın kendinden olduğunu beyan buyurmuştur. Zira iyilik Allah'a nisbet edilir, çünkü Allah Teâlâ her yönden buna lâyıktır. Kötülükleri ise Allah Teâlâ, bir hikmet icabı yaratır. Bu kötülükler de hikmeti itibariyle kullarına bir ihsanıdır. Zira Allah Teâlâ, asla kötülük yapmaz. O'nun bütün işleri güzeldir ve hayırdır. Bu konuda rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“Hayrın hepsi senin elindedir. Şer ise sana ait değildir.” Yâni sen, halis bir kötülük yaratamazsın, belki bütün yarattıklarında bir hikmet vardır, bu hikmet itibarıyla yarattığın işler de hayır olur. Lâkin bu işler bazı insanlar için kötülük olur ki buna cüz'î izafî kötülük denilir. Yahut külli ve mutlak şer olur ki Cenabı Allah bundan münezzehtir.
Bu sebepten Allah Teâlâ'ya şer tek olarak asla nisbet edilemez Belki şer ve yaratıkların umumuna dahil olur.
“Allah her şeyin yaratıcısıdır.” mealindeki âyet-i kerime ile;
“De ki hepsi Allah'tandır.” mealindeki âyetlerde olduğu gibi. Yahut da
“Yarattıklarının şerrinden falakım rabbine sığınırım.”[157] mealindeki âyette olduğu gibi şer sebebe nisbet edilir. Yahut:
“Doğrusu biz bilmeyiz; o yeryüzündeki
kimselerle bir kötülük mü murad edilmiştir, yoksa rableri onlar için bir iyilik
yapmak mı dilemiştir?”
[158]
“Başınıza gelen her musibet, kendi
ellerinizin kazandığı yüzündendir. Allah ise günahların birçoğunu bağışlıyor.”
[159]
Bu, dayanılan ilk mânaya göredir. İkinci mânaya göre ise, tâat Allah Teâlâ'ya nisbet edilir. Zira Allah'a itaat, halis bir hayırdır. Terbiye icabı, kötülük Allah Teâlâ'ya nisbet edilmez. Çünkü kötülük, şer suretindedir. Yaratma yönündense hep Allah Teâlâ'dandır. Tâati yaratmak fazilettir, kötülüğü yaratmak adalettir. Allah Teâlâ, yaptığı işten dolayı sorguya çekilemez. Kullar ise yaptıklarından dolayı sorumludurlar.
Sonra Allah Teâlâ'nın
“Sana isabet eden kötülük nefsindendir.” mealindeki âyetinde birçok hikmetler vardır. Zira kul, kendi nefsinin, kazandığı kötülükten dolayı tatmin olmaz ve yaptığı kötülükten ötürü kalbi rahat olmaz. Çünkü orada şer vardır. Şer ancak nefisten gelir. Kul, insanların sözleri ile meşgul olmadığı gibi, kendine kötülük yaptıkları zaman insanları kötülemekle meşgul olmaz. Zira bu, kendisine isabet eden kötülüklerdendir. Kötülük ise kendine ancak günahı sebebiyle isabet etmiştir. Kul, bu sebeple Allah'a dönerek nefsinin şerrinden ve amelinin kötülüğünden ona sığınır. Ve Allah'tan kendisine itaat hususunda yardım ister, böylece kendisi için bütünü ile hayır meydana gelir, her türlü kötülük def olur. Bu sebepten duaların en faydalısı, Allah'tan hidayeti istemektir. Zira hidayet, kötülüğü terk edip Allah'a itaat etmek hususunda Allah'tan yardım istemektir.
Hülâsa, Allah'ın meşîet ve irâdesinin tâalluk ettiği şeye kudreti de tâalluk eder. İradesi tâalluk etmezse, kudreti de tâalluk etmez. Allah Teâlâ, muhal olan şeyleri yapmaya kadirdir, denilemez. Zira muhalin vaki olması mümkün değildir. Allah Teâlâ, muhale kadir değildir de denilemez.
Allah Teâlâ, yok olan şeyi yokluk halinde yok olarak bilir. Ve o şeyi var ettiği zaman nasıl olacağını da bilir. Var olan şeyi, varlık halinde mevcut olarak bilir. Yine Allah Teâlâ, var olan şeyin nasıl yok olacağını bilir. Allah Teâlâ, ayakta olanı ayakta bilir, oturduğu zaman oturma halinde bilir. Allah'ın bilgisinde bir değişiklik olmaz. Allah için sonradan bir bilgi de hasıl olmaz, ancak sonradan kulların durumlarında değişiklik meydana gelir.
Allah Teâlâ, yaratıkları, küfür ve imandan boş olarak yarattı, sonra onları emir ve yasaklar ile muhatap kıldı. Kâfir olan kendi işiyle ve inkârıyla kâfir oldu, Allah, yardımını ondan esirgeyerek kâfir oldu. İman eden de kendi fiili, ikrar ve tasdiki ile iman eder. Allah ona yardım edip imanda muvaffak kılar.
Cenabı Hak insanları, kendisine itaat etmeğe de isyan etmeye de kabiliyetli kılmıştır. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Sizi yaratan Allah'tır. Sizden kâfir olan
da vardır, mümin olan da.”
[160]
Allah'ı inkâr eden kendi inadı ve iradesi ile inkâr eder, Allah da o küfrü yaratır. Allah Teâlâ, kâfirin küfrüne yardımcı olmaz, rıza da göstermez. Bu Allah'ın adaletinin gereğidir. Nitekim Cenabı Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Cenabı Allah insanlara zerre kadar
zulm etmez, lâkin insanlar kendilerine zulm ederler.”
[161]
Allah Teâlâ, fazileti icabı, kendine iman eden ve iyi amellerde bulunan kişilere yardımcı olur, onları başarıya ulaştırır. Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Allah Teâlâ, insanlar üzerine
fazilet sahibidir, lâkin insanların çoğu buna şükretmezler.”
[162]
Allah Teâlâ'nın insanlara karşı fazlu keremi, Allah'ın bilgisinde kâfirin küfrüne, müminin imanına aykırı değildir. Bu görüş, aşağıdaki hadis-i kudsi'ye dayanmaktadır:
“Onları cennet için yarattım; aldırmam.
Bunları da cehennem için yarattım ona da aldırmam.”
[163]
Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyuruyor:
“Sizin rabbiniz kulların yaratılmasını tamamladı. Bir fırka cennette, diğer bir fırka da cehennemdedir.” [164]
Bu hadîs şerifler, Hz. Peygamber'in:
“Çalışın, herkes ne için yaratılmışsa onu yapar.” [165] sözünü takviye ediyor.
Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ın zürriyetini, küçük karınca üzerinde, Âdem aleyhisselam'ın neslinden yaratmış, onlara akıl vererek hitab etmiş, emir ve yasaklarda bulunmuştur. Kullar da, O’nun Rableri olduğunu ikrar etmişlerdir. Kulların bu ikrarları iman olmuştur. Bu sebeple bütün kullar, bu iman fıtratı üzerine doğarlar. Fıtrat konusunda Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“O halde gerçek müslüman olarak kendini dine
doğrult; Allah'ın dinine ki, insanları onun üzerinde yarattı.”
[166]
Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem de şöyle buyuruyor:
“Her doğan, İslâm yaratılışı üzerinde doğar.
Sonra anası babası onu Yahudîleştirir, yahut hıristiyanlaştırırlar, yahut
mecûsîleştirirler. Nihayet bunu dili ile açıklar. Ya şükr edenlerden, yahut küfr
edenlerden olur.”
[167]
Bu hadis-i şerif,
“Doğrusu biz insana, gerçek yolu gösterdik; ister şükr etsin, ister nankörlük etsin.” [168]
âyetini açıklamaktadır.
Hülâsa, Allah Teâlâ'nın, kullarından ezelde söz alması Kitapla sabittir. Cenabı Hak şöyle buyuruyor.
Hatırla ki, Rabbin, Âdem oğullarının
sulbünden zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şahit tutarak: Ben
sizin rabbiniz değil miyim? diye buyurduğu vakit, onlar da: Evet, sen bizim
rabbimizsin, şahid olduk, dediler.”
[169]
Sünnetten delil, Mişkât'ül-Mesâbîh ve diğer kitaplarda rivayet edilen, hadîs ve tefsir kitaplarında araştırılan, mahallinde de zikrettiğimize göre hadîs şerhlerinde rivayet edilen hadis-i şeriftir. Mutezile ise buna muhalefet ediyor. Onlar yukarıda geçen âyeti mecazî mânada tevil ediyorlar.
Bir şârih demiştir ki, bu mesele ve buna tâalluk eden delillerden ortaya çıkmıştır ki, müşriklerin çocuklarının cehennemde olduğu görüşü reddedilmiştir. Nasıl terk edilmesin, Şeriat, kendisine İslâm daveti ulaşmadığı halde Allah'ı tanımayan cahil fakat akıllı ve ergin kişiyi şu âyet-i kerîme ile mazur kabul ediyor:
“Biz, peygamber göndermedikçe (hiçbir kavme)
azab etmedik.”
[170]
Bu konudaki hadisler birbiri ile çelişmektedir. Mişkât şerhinde, doğruyu gördüğümüz kadar aralarını birleştirmeğe çalıştık. Fahr'ul İslâm Pezdevî demiştir ki: Kendisine İslâm daveti ulaşmayan cahil-i billah kimse hakkında yalnız akıl ile, mükellef tutulamaz diyoruz. Zira İslâm daveti ulaşmayan kimse iman yahut küfrü tanıyamazsa ve imana aykırı isyana muvafık bir şeye inanmıyorsa özürlü kabul edilir. Fakat küfre inanıp onu tanıtabilirse, yahut küfre inanıp anlatamazsa mazur sayılmaz, cehennem ehlinden olur.
İmandan sonra her kim Allah'a olan sözünü bozarak küfreder fıtri olan imanını değiştirmiş olur. Kim imanını açıklarsa ve bu açıklamasını kalbi ile tasdik ederse, İslâm dini üzere sabit olur ve devam eder.
Konevî, misak âyetinin tefsirinde iki kavil vardır diyor: Birincisi tefsircilerin sözüdür ki, müctehidlerin büyüklerinden bir toplulukla Ehl-i Sünnet vel-Cemaat âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedirler. Bu birinci söz, şu rivayete dayanıyor: Hz. Ömer bu âyetten sorulunca, Resûlullah sallellahu aleyhi vesellem'in şöyle dediğini duydum:
“Cenabı Allah Âdem aleyhisselâm'ı
yarattıktan sonra sağ eli ile sırtını sıvazladı ve buradan bir zürriyet çıktı.
Bu zürriyet için, Allah Teâlâ buyurdu ki: Bunlar cennet için yaratılmışlardır ve
cennet ehlinin amelini yapacaklardır. Sonra sol eli ile yine sırtını
sıvazladı, bundan da başka bir zürriyet çıktı. Onlar hakkında: Bunlar
cehennem ehlidirler ve cehennem ehlinin amelini yapacaklar, buyurdu.
Bir adam :
“Yâ Resûlâllah! Amel nerde kaldı?” diye sual sorunca Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“Şüphesiz Allah Teâlâ, bir kulu cennet için yarattığı zaman, ölünceye kadar onu cennet ehlinin ameli ile meşgul eder, öyle ki cennet ehlinin amelinden herhangi bir amel üzerine ölür. Dolayısıyla bu amel sebebiyle onu cennete kor. Yine Cenabı Allah bir kulu cehennem için yarattığı zaman, onu cehennem ehlinin ameli üzere bulundurur, nihayet cehennem ehlinin amellerinden biri üzerinde ölür, dolayısıyla cehenneme girer.” [171]
Cebriyye Mezhebi bu hadisin zahirine dayanarak şöyle diyor: Allah Teâlâ, müminleri mümin olarak, kâfirleri de kâfir olarak yaratmıştır. İblis de kâfir olarak kalacaktır. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer İslâm'dan önce de mümin idiler. Bütün peygamberler vahiyden önce de peygamber idiler. Yusuf aleyhisselâm'ın kardeşleri de öyle büyük günah işledikleri vakit peygamber idiler.
Ehl-i Sünnet vel-Cemaat âlimleri demişlerdir ki: peygamberler, vahiy geldikten sonra peygamber olmuşlardır, îblis de sonradan kâfir olmuştur. Bu görüş İblis'in kendi ameli ile kâfir olacağına dair bilgisinin tâalluku itibarıyla Allah katında kâfir olmasına aykırı değildir. Eğer halis bir zorlama olacak olsaydı îblis'den daha önce taat, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'den de kötülük çıkmaması gerekirdi. Bu görüş ile, Cebriyecilerin: Kâfirler küfür ve mâsıyyet üzerinde, müminler de iman ve tâat üzerinde bulunmaya mecburdurlar, sözleri batıl olmuştur. Belki şöyle diyebiliriz: Kul, serbesttir, itaat, yahut isyan etme yetkisine sahiptir, fakat bunlardan birini yapmaya zorlanmış değildir. Başarı Allah Teâlâ'dandır. Cenabı Hakkın şu âyeti de buna delâlet ediyor:
“Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne iman
edin.”
[172]
Eğer kullar, ezelde mümin olsalardı Allah Teâlâ, onlara iman etmelerini emretmezdi ve Cenabı Allah kullara ezelde:
“Ben sizin rabbiniz değil miyim?” [173] hitabını yapıp:
Onlar da “Evet” demezlerdi. Saîd b. Cübeyr'in, İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem bu âyetin tefsirinde şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ın sırtından söz aldı. Sırtından zürriyetini çıkararak hepsini önünde yaydı ve onlara şekil verdi, akıl verdi ki bu akılları sebebi ile her şeyi bilsinler, lisan verdi ki konuşsunlar Sonra Allah Teâlâ, Âdem'in gözleri önünde onlarla konuşarak ben sizin rabbiniz değil miyim? dedi. Onlar da evet, sen bizim Rabbimizsin şahidlik ederiz, dediler.” [174] Hz. Peygamber bu sözlerinden sonra âyet-i kerimeyi “Mubtılûn”a kadar okudu.
Bu âyet-i kerîme hangi yönden delil olarak ileri sürülüyor? Halbuki bizler, bu misâktan söz etmiyoruz. Bu konudaki düşüncemiz, gayretimiz, sizinkinin aynıdır. Bunda ittifak halindeyiz. Bu itiraza karşılık şöyle cevap verilir: Cenabı Allah bize bunu unutturdu. Zira dünya imtihan evidir. Bizim ilk önce gayba inanmamız lâzımdır. Bunu düşünürsek, o zaman imtihan mânası zail olur peygamberlerin gönderilmesine ihtiyacımız olmazdı. Bir kerre unutulan her şey delil kabul edilmez ve mazeret olarak ileri sürülemez. Allah Teâlâ, bizim amellerimiz hakkında şöyle buyuruyor:
“Allah onların (dünyada yaptıkları bütün
amelleri aleyhlerine muhafaza edip) saymış onlarsa bunu unutmuşlardır.” [175]
İkincisi, akıl sahiplerinin görüşüdür. Bu görüş şudur: Allah Teâlâ, zürriyeti çıkardı. Zürriyet, babalarının sulbünden gelen çocuklardır. Bu çıkarma da şöyle olmuştur: Kullar yaratılmadan önce bir damla su idiler. Allah Teâlâ, bu damla suyu, erkeklerden, anaların rahimlerine çıkarmıştır, sonra bu damla suyu bir kan pıhtısı haline getirmiştir, sonra et parçası yapmıştır. Sonra da bir insan haline getirerek tam bir insan yapmıştır. Bundan sonra Allah Teâlâ, o insanları kendileri üzerinde Allah'ın terkib ettiği birlik mucizelerine şahitlik yaptırmıştır. Delâleten şahid getirmek suretiyle kullar “Evet” demiş gibi oldular. Bu ikinci söz, yukarıda birinci görüşü belirten müfessir ve hadis âlimlerinin beyan ettikleri görüşe muhalif değildir. Çünkü bu ikisini de birleştirmek mümkündür.
Mutezile taifesi ise, yukarıda geçen sözkonusu misak âyetinin birinci şekilde tefsir edilmesinin caiz olmadığı üzerinde mutabık kalmışlar ve ikinci görüşe meylederek bunu bir temsil kabilinden kabul etmişlerdir. Bu onların şu görüşüne dayanıyor: Aklın anlayamadığı her şey ile hüküm vermek caiz değildir.Zira onların temel inançları, aklı nakil üzerine tercihtir.Sonra ayet, Allah Teala’nın ruhları cesetlerle beraber, yahut daha evvel yarattığına delalet eder.Doğrusu da budur.Çünkü, Allah Teala’nın ruhları cesedlerden beşyüzbin sene evvel yarattığı hakkında Hadis-i Şerif vardır.Hitab ve cevab ikisi de hem ruhlara hem de cesedleredir.Nitekim öldükten sonra da insanlar hem ruhları, hem de cesetleri ile beraber diriltilecektir.
Allah Teâlâ, yarattıklarından hiçbirini küfür, yahut iman üzerine zorlamamıştir.
Bunun mânası şudur: Allah Teâlâ, kulun kalbinde itaat ve kötülüğü cebir ve zorlama yolu ile yaratmaz. Belki bu iki şeyi kulun kalbinde kulun istek ve kazancına, çalışmasına göre yaratır. Zira bir kimseyi her hangi bir işi yapmaya zorlayan o işi yapandır. Ancak istemeyerek yapar. Zorlanan kişi, zorlayan yanında alçak düşmüş değildir. Meselâ bir mü'min gibi. Bir mü'min küfür kelimesini söylemeye zorlanırsa ve zorla bu kelimeyi yalnız dili ile söyleyip kalbi iman ile tatmin olursa, bir de bir münafık ki, dilinde iman vardır, fakat kalbi küfür ile doludur. İşte bu misallerde de görüleceği üzere kâfir küfründen dolayı mazur değil, mü'min de imanında cebr edilmiş değildir. Belki iman müminler için sevilir. Küfür de kâfirler için istenen bir şeydir. Kâfirler de küfrü isterler. Bu söz şu âyetin mânâsıdır :
“Her fırka, kendi inancından dolayı
hoşnuttur.”
[176]
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Allah Teâlâ, fazlı ve ihsanı ile bizle imam sevdirdi ve bizim kalblerimizde iyilikleri süsledi, güzelleştirdi; küfür, fasıklık ve isyanı bizlere çirkin gösterdi. Bizi bu iman ve hidayet yoluna sevk ettiği için Allah Teâlâ'ya hamd olsun. Allah bize lütf etmeseydi hidayete ulaşamayacaktık. Allah Teâlâ, adaleti ile ehl-i küfrü hidayet etmeyi terk etmiştir. Ve onlara isyanı sevdirmiş, imanı çirkin göstermiştir. Allah'ı tekrar be tekrar noksan sıfatlardan beri kılarım. Allah Teâlâ, dilediğini doğru yola sevk eder, dilediğini de doğru yoldan sapıtır. Allah kimi, doğru yoldan saptırırsa, onu doğru yola sevk eden yoktur. Kimi doğru yola iletirse, onu da saptıran olmaz. Bu nokta kaza ve kaderin sırlarındandır, ezelin hükmü iledir. Allah yaptığından sorulmaz, kullar ise yaptıklarından sorumludur.
Allah Teâlâ, kulların hiç birini mümin, yahut kâfir olmaya zorlamadığı gibi, yaratırken mümin, yahut kâfir olmaya zorlayarak yaratmamıştır. Belki Allah kullarını şahıslar olarak yaratmıştır. İman ile küfür, kulun kendi işleridir. Allah Teâlâ, kâfir olanı küfür halinde iken kâfir olarak bilir. Küfrü irtikab ettikten sonra iman ederse, ilminde ve sıfatında bir değişiklik olmaksızın iman halinde mümin olarak bilir.
Yâni Allah Teâlâ, küfre razı değildir, imana razıdır. Bunda bir değişiklik olmaz. Değişiklik ancak, zaman değişikliği dolayısıyla iman ve küfrün mütaallaklarında, yani kişilerde olur. Allah Teâlâ muhakkak kullarından bazılarının imanını, diğerlerinin de küfrünü daha kendilerini yaratmadan evvel bilir. Ancak Allah Teâlâ, fazlı ve keremi icabı yalnız bilgisinin tâalluku ile hüküm vermez. Belki kulun, bu iş hususunda kendi irade ve ihtiyarını açıklaması ve böylece o iş üzerine hesap terettüp ederek sevap ve azabın tâyin edilebilmesi için irade ye ihtiyarını açıklaması lâzımdır. Doğrusunu Allah bilir.
Kulların, hareket ve durma gibi bütün işleri hakikaten kendi kazançları mahsulü olan işlerdir. Allah Teâlâ ise o işlerin yaratıcısıdır.
Kulların kendi işlerinin kendi kazançları eseri olması mecazî mânada olmadığı gibi, cebir ve galebe yolu ile de değildir. Belki arzu ve meyillerinin ihtilâfı sebebiyle işlerinde serbest bulunmaları gereği iledir. Kazandığı iyilik kulun kendi lehine, kazandığı kötülük de aleyhinedir. Mûtezile'nin inandığı gibi, kul, dövmek, sövmek ve benzeri ihtiyari işlerinin yaratıcısı değildir. Cebriye Mezhebine mensup olanların inandıkları gibi, kulun tamamen çalışıp işi kazanma yetkisi bulunmadığı ve irade sahibi olmadığı yolundaki görüş de doğru değildir, zira Cenab Hakk'ın :
“Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden
yardım dileriz.”
[177]
kavl-i şerifi her iki taifenin görüşünü reddetmektedir. Hülâsa kulun, kendi işini kendisinin kazanması ile kendisinin yaratması arasında fark vardır. O fark da şudur: Kesb, yani bir işi yapmak için çalışmak çalışanın istiklâl sahibi olduğu bir iş değildir. Yaratmak ise sırf Yaratıcıya mahsus bir iştir. Herkes çalışıp bir işi başarabilir, fakat herkes yaratamaz. Bir görüşe göre de, bir âlet yardımı ile vâki olan kesib, bir âlet yardımı olmaksızın vuku bulana da yaratma denir. Sonra, Allah Teâlâ'nın kudreti kulun irade ve kudretine yakın olmaksızın yarattığı şey Allah'a sıfat olur, Allah'ın işi olmaz? Eli titreyen adamın hareketi gibi. Kendi kudreti, irade ve ihtiyarı ile yaratma arzusuna yakın olarak icad ettiği şey ile Allah Teâlâ, sıfat olarak da, iş olarak da, kesib olarak da vasıflanır? Kulun ihtiyarî hareketlerinde olduğu gibi. Sonra, dövülen kimsede ağrının hâsıl olması, cam tabağın kırılması gibi sonradan bir tesir ile meydana gelen olaylar da Allah Teâlâ'nın yaratması iledir. Mûtezile'ye göre ise, bunlar kulun yaratması ile olur.
Yukarıda Allah Teâlâ, kulların işlerinin yaratıcısıdır, demek, yani iradesine uygun olarak Allah Teâlâ, kulların işlerini yaratır. Allah Teâlâ, istemese kullar hiçbir iş yapamazlar. Bir âyette Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor:
“Allah, her şeyin yaratıcısıdır.”
[178]
Yâni varlığı başkasından olan her şeyin yaratıcısıdır. Kulun işi de şey mefhumuna dahil olduğuna göre, Allah tarafından yaratılmıştır. Başka bir âyette de şöyle buyuruyor:
“Yaratan, yaratmayanla eşit midir?” [179]Yâni kendisinden yaratmanın hakikati sâdır olan, hiçbir hususta bu kudret kendisinden sadır olmayan gibi değildir. Bu âyet-i kerime, yaratıcılıkla ve ibadete lâyık olmaya sebep olmakla öğünmedir. Başka bir âyette de Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor:
“Allah, sizi ve amellerinizi yaratmıştır.”
[180]
“Allah Teâlâ, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır” [181]Bu sebepten Allah Teala, kullarını,
“Kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” [182] Yani putlara mı tapıyorsunuz? buyuruyor.
Eğer kul, kendisinin yaratıcısı kendisi olsa, bu işlerin bütün tafsilâtını bilmesi gerekirdi. Nitekim Cenabı Hak buna işareten şöyle buyuruyor:
“Yaratan hiç bilmez mi?” [183] Hz. Ali de bu konuda şöyle diyor
“Azmi fesh ederek Allah'ı tanıdım.” Mutezile, “Allah her şeyin yaratıcısıdır” mealindeki âyeti, Allah'ın sıfatı mânasına hamlederek: “Allah'ın kelâmı yaratılmıştır,” deyip gârib bir düşünce içine düştüler. Âyette geçen işleri Allah'ın sıfatı yaparak kulun sıfatı yapmadılar ve kulların işleri yaratılmış değildir, dediler.
Allah Teâlâ'nın:
“Sen Bedir'de o kâfirlere ok atmadın, lâkin Allah attı.” [184] âyetinin mânası, ey Habibim! Bedir'de sen attığın zaman attığını sen yaratmadın, belki o işi sen kazandın, Allah da senin kazanman karşılığında o işi yarattı, yani kâfirleri öldürdü.
İmam Âzam hazretleri “El-Vasiyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“İkrar ederiz ki, kul bütün işleri ile bilgisi ve ikrarı ile tüm olarak yaratılmıştır. İşi yapan yaratılmış olursa, bu kulun işinin yaratılmış iması daha evlâdır.” Bunun açıklaması şöyledir: Eşyanın var olması için yaratmaya ihtiyacı olmasının sebebi varlığının kendinden olmayışıdır. İster cevher olsun, ister araz olsun, varlık mefhumuna olan her şey bu dünya âleminde mümkün bir varlıktır. Kendi zatı ile kaim olan kul, mümkün varlıklı olduğu için, varlığında Allah'a muhtaç olunca, kendisi ile kaim olan bütün işlerinin, varlığını Allah Teâlâ'dan alması daha mâkul bir düşüncedir. Allah Teâlâ'nın
“Allah zengindir, kimseye muhtaç değildir, sizler ise muhtaçsınız.” [185] âyetinin mânası budur. Yâni sizler zâtınız, amelleriniz, halleriniz ve sıfatınızla Allah Teâlâ'ya muhtaçsınız. Yâni Allah'ın yaratmasına muhtaçsınız.
Sonra bil ki; işi yaparken kulun sahib olduğu kudret ve fiile yakın olan irade sıfatı, yani kulun iş anındaki kudret ve iradesi ikisi de yaratılmışlardır. Fiilden evvel değil, iş ile beraber yaratılmışlardır.
İmam Âzam, “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“Kulun kudret ve iradesinin fiilden önce ve sonra değil, fiil ile beraber olduğunu ikrar ederiz. Zira kudret ve irade fiilden evvel olsa, kulun Allah Telâ'ya muhtaç olmaması gerekirdi. Bu da naslara aykırıdır. Çünkü Cenabı Hak yukarıda da geçtiği üzre “Allah zengindir, sizler ise muhtaçsınız.” buyuruyor. Eğer istitaat, yani iş yapma gücü işten sonra var olursa, bu işin, güçsüz, kuvvetsiz, kendi başına yaratılması ve meydana gelmesinin muhal olması gerekirdi. Bunun mânası da şudur. İşin istitaatsız meydana gelmesi ancak Allah tarafından vâki olur. İlâhî yardım ve kudrete yakın olmaksızın kulun hiçbir şeye gücü yetmediği meydandadır. Çünkü kul beşerdir, zayıftır. Allah Teâlâ ise kuvvetlidir, çünkü Rab’tır. Bu da Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in:
“Kötülükten korunmakta Allah koruması olmaksızın kimsede güç yoktur; Allah Teâlâ'ya itaat etmede de onun yardımı olmaksızın kimsede bir güç yoktur,” demektir.
Yine İmam Azam “EI-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor.
“Sonra yine ikrar ederiz ki: Allah Teâlâ, yaratıkları yaratan, onlara kendi güçleri olmadığı halde rızık verendir. Kulların buna güçleri yetmez. Zira kullar zayıf, âciz ve sonradan var olmuşlardır. Allah Teâlâ onları da rızıklarını da yaratmıştır. Çünkü Cenabı Hak bu şöyle buyuruyor;
“Allah, öyle Allah'tır ki, sizleri önce
yarattı, sonra rızık verdi, sonra öldürecek, sonra da diriltecek.”
[186]
Helâl yoldan kazanmak helâldir. Haram yollardan mal toplamaksa haramdır. Halk üç sınıftır: İmanında ihlas sahibi olan mümin kişi, küfürde inad sahibi olan kâfir ve iki yüzlü münafık. Allah Teâlâ, mümine amel etmeyi, kâfire imanı, münafıka da ihlaslı olmayı farz kılmıştır. Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyuruyor:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri
yaratan rabbinize ibadet edin.”
[187]
Bu âyetin mânası şudur:
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, ey kâfirler! Allah'a iman edin! Ey münafıklar! İmanda ihlas sahibi olun” Allah Teâlâ'nın yaratıkları yarattığı tahakkuk edince, kullar için gerekli olan hiçbir şeyin Allah Teâlâ üzerine vacip olmadığı bilindi: Zira Cenabı Hak, yaptıklarından sorulmaz, kullar ise yaptıklarından sorumludurlar. Esas kaideye göre şöyle demek gerekirdi: Kulun kendi işlerini yarattığına hükmeden Allah'ı birleyenlerden değil, müşriklerden olur. Nitekim bu ümmetin Mecûsîleri olan Kaderiyye taifesinin sözleri de buna delâlet etmektedir. Kaderiye taifesi, bu âlemin iki yaratıcısı olduğuna inanmaktadırlar. Bunlardan biri Allah Teâlâ'dır ki, hayırların yaratıcısıdır. Diğeri şeytandır ki o, kötülüklerin yapıcısıdır. İşte bu sebeple Mâverâunnehir âlimleri Mûtezile'yi sapıklığa nisbet etmekle mübalâğa ederek demişlerdir ki; Mutezile Mecûsilerden de daha çirkin ve kötüdür. Zira Mecûsîler Allah Teâlâ'ya bir tek ortak ispat ettiler, Mutezile ise Allah'a sayılmayacak kadar çok ortak ispat ettiler.
Fakat, işin gerçeğini araştıran âlimler, Mutezilenin İslâm tâifesinden olduğuna hükmetmişler; zikredilen görüşlerini halk için tedbir mânasına hamletmişlerdir. Zira Mutezile, kulu kendi başına bir yaratıcı kılmamışlardır, belki: “Allah Teâlâ bizzat yaratır, kul ise Allah'ın yarattığı âletler ve sebepler vasıtasıyla yaratır.” diyerek gerçekten Allah'a eş ispat etmemişlerdir. Çünkü Allah'a eş koşmak, Mecûsilerde olduğu gibi Ailahlıkta O'na ortak ispat etmektir. Onların düşünceleri, putlara tapanlarda olduğu gibi kulluğa lâyık olmak mânasında da değildir.
Mûtezile'nin ileri sürdüğü gerekçe şudur :
“Eğer Allah Tâelâ, kulun kendi işlerini yaratsaydı, ayakta duran, oturan, yiyen, içen, zina eden, çalanın Allah Teâlâ olması gerekecekti.” Bu düşünce ise büyük bir cahilliktir, reddedilmiştir. Çünkü, bir şey ile vasıflanan o şey ile kaim olandır, onu yaratan değildir. Zira Mutezile, siyahlığı, beyazlığı ve cisimlerdeki diğer sıfatları yaratanın Allah Teâlâ olduğuna inanmıyorlar. İcad Allah'ın işidir. Var olan hareket ise kulun işidir. Kul ise bu iş ile vasıflanmaktadır. Hattâ bu sebepten kul için “hareket eden” ismi doğuyor. Allah Teâlâ ise bununla vasıflanmıyor. Allah Teâlâ'nın:
“Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne kadar yüce dir.” [188] âyetinde cemi' sığası ile,
“Çamurdan benim iznimle kuş şekli yapıyordun, ona üflüyordun da benim iznimle kuş oluveriyordu.” [189] âyetlerindeki yaratma kelimesi, şekil vermek, takdir etmek mânasındadır. Zira kul, eğer Allah'ın takdirine uygun düşerse, beşerî takati ile bâzı tedbirler alır.
Sonra bil ki; bu meselenin gerçeği, bu makamda İbn-i Human’ın söylediği şu sözdür:
“Eğer denilirse ki, Allah Teâlâ, kulda iş yapmak üzerinde kudret yaratmıştır. Bu sebeple ihtiyarî hareket ile zarurî ve irade dışı hareketler arasında fark görüyoruz. Kudretin özelliği tesir, yâni tâalluk ettiği şeyin icadıdır. Zira kudret, iradeye uygun biçimde tesir gösteren bir sıfattır. Bir olayda müstakil iki kudretin toplanması mümkün değildir. Öyle ise, nasların umumiliğini tahsis ederek, kulların ihtiyari işlerinden başkası kaydını koymak lâzımdır. Bu kayıt konulunca kullar kendi irade ve ihtiyarlarına bağlı işlerinde Allah'ın yaratması sonucu hadis olan kudretleri ile müstakil olurlar. Mûtezile'nin görüşü de budur. Eğer böyle olmazsa halis bir cebir lâzımgelir. Dolayısıyla emir ve yasaklar batıl olur.”
Bu soruya karşı verilen cevap şudur: Meselâ, hareket, kulun sıfatı ve yaratıcının yaratması olduğu gibi, kulun kendi kudretine de nisbet edilir. Kulun kendi kudretine nisbet edilmesi sebebiyle o hareket kulun kazancı mânasında kesib kazanç olarak isimlendirilir. Dolayısıyla cebir lâzımgelmez. Zira kulun kudretinin tâalluk ettiği şey kendi ihtiyarına dahildir. Bu tâalluk bize göre kesib olarak isimlendirilmiştir.
Bir işte iki müessirin toplanmasının muhal olması, şeklinde geçen söze cevap ise şudur. Bir işin, iki kudret altına, biri yaratma kudreti, diğeri kazanma kudretinin altına girmesi caizdir. Muhal olan, bir eser üzerinde müstakil iki müessirin toplanmasıdır. “Akâid şerhinde” kulda hadis olan kudretin tarifi şöyle yapılıyor:
“Allah'ın kulda yarattığı hadis bir sıfattır. Kul, sebep ve âletler bakımından sağlam olduğu zaman Allah Teâlâ, işi yapacağı zaman bu kudreti onda yaratır. Bununla şu husus ortaya çıkıyor: “Kul için ihtiyar ve irade yarattıktan sonra teklifin illeti, ister itaat olsun, ister kötülük olsun, kulun işi yapmayı kesin bir kararla kasd etmesidir.”
Bu sebepten İbn-i Humâm demiştir ki; cebrin lüzumu, naslar tahsis etmek ve kalbe ait kesin bir azim olan bir işi fiile çıkarmak suretiyle defedilir. Lâkin burada bir husus daha vardır. Bu kesin azim de umumî hükme dahildir. Allah Teâlâ, her şeyi daha iyi bilir.
Ehl-i Sünnet âlimlerinden Bakıllânî'nin tercih ettiği söz şudur.
“Allah Teâlâ'nın kudreti, taat, yahut mâsıyet gibi işin vasfına tâalluk eder. İki kudretin tesir sahaları ayrı ayrıdır. Bu mesele şuna benzer. Yetime vurulan tokat, terbiye için de olur, eziyet için de olur. Zira tokadın kendisi Allah'ın kudreti ve tesiri ile olmaktadır. Çünkü Allah kudret vermese kimse tokat vuramaz. Terbiye için vurulduğu zaman tokadın itaat, eziyet için vurulduğunda ise, kötülük kulun kendi kudret ve tesiri ile olmaktadır. Çünkü bu kudretin tâalluku, kulun kendi azmi ve gayreti ile olmaktadır.
İmam Fahreddin er-Râzî “Tefsîr-i Kebîr” inde bu konuda insaflı davranarak şöyle demiştir:
İnsan, muhtar görünümünde mecbur bir varlıktır. Bu da beşer aklının varması mümkün olan en son noktadır.” Buna karşılık derim ki: Bu kulun işi, kendi kudretine yakın olan Allah'ın kudretinin tesiri olmaksızın Allah'ın ihtiyarına uygun olarak vuku' bulduğu içindir. Şu âyet-i kerîme de bu noktavı teyid eder:
“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.
(Dilemede) serbestlik onların değil Allah'ındır. Allah'ı noksan sıfatlardan beri
kılarım. Allah Teâlâ, O'na eş koştukları şeylerden uzaktır.”
[190]
Ariflerden biri bu âyet-i kerîmeye dayanarak şöyle demiştir: “Sen bir şeyi dileme. Eğer mutlaka dileyeceksen, dilememeyi dile.”
Kulların bütün işleri Allah'ın dilemesi, bilgisi, kazası ve kaderi ile meydana gelir. Tâat ve ibadetlerin hepsi Allah'ın emri, mahabbeti rızası, bilgisi, dilemesi, kazası ve kaderi ile sabit olur. Bütün kötülükler de Allah'ın bilgisi, kazası, takdiri ve dilemesiyle olur. Fakat, Allah Teâlâ bunlara razı değildir, bu işleri istemez.
Kendisine yapılan itaatlara razıdır. Çünkü Cenabı Allah:
“Allah'a ve Resulüne itaat edin.” [191] buyuruyor. İtaatlara Allah'ın mahabbeti vardır. Zira bu konuda da şöyle buyuruyor:
“Allah kendinden korkanları sever.”
[192]
“Allah iyilik yapanları sever.”[193]
“Allah, tevbe edenleri temizlenenleri sever.” [194] buyuruyor.
Allah kötülüklere rıza göstermez. Çünkü bu konuda şöyle buyuruyor.
“Allah kâfirleri sevmez.”
[195]
“Allah zalimleri sevmez.”
[196]
“Allah kullarının küfrüne razı olmaz.”
[197]
“Şüphesiz Allah adaletle, iyilikle,
yakınlara vermekle emreder ve zinadan, kötülüklerden zulüm yapmaktan yasaklar.”
[198]
Yasaklama emrin zıddıdır. Bu sebeple küfrün Allah emri ile düşünülemez. Bu, selef âlimlerinden nakledilen meşhur sözdür.
Selef her işin toplu olarak Allah Teâlâ'ya nisbet edilmesinin caiz olması hususunda ittifak etmişlerdir. Şöyle denilir: Bütün kâinat, Allah’ın muradıdır. Selef âlimlerinden bazıları, tafsilâta girmeyi menederek şöyle demişlerdir:
“Yukarıdaki sözün açıklamasında, Allah Teâlâ küfrü, zulmü ve fıskı murad etmiştir, denilemez. Çünkü bu söz küfrü hatıra getirir ve Allah'a karşı terbiyeye riayet etmek gerekir. Nitekim “Allah bütün eşyayı yaratmıştır.” denilir, fakat “pisliklerin yaratıcısıdır” denilmez.
Sonra bil ki; bir âlim İmam Âzam'ın ibaresini şöyle açıklıyor: Tâat ve kötülükler, yaratılması için yapılırlar. En iyisi bizim takrir ettiğimiz husustur. O da şudur: Allah'ın emri umumîdir. Bu mesele İmam Âzam'ın “el-Vasıyye” adlı kitabında açıklanmıştır. İmam Azam o kitapta şöyle diyor:
“Biz ikrar ediyoruz ki, ameller üç türlüdür. Biri hem amel, hem de itikad yönünden farz, diğeri itikat yönünden değil yalnız amel yönünden farzdır. İkincisi fazilettir, yani sünnet, yahut müstahap, yahut nafiledir. Üçüncüsü haram, yahut mekruhtur. Allah'ın farz kıldığı ameller, O'nun emri, iradesi, meşîeti, kazası, takdiri, rızası, muvaffak kılması ve yaratması iledir. Yani kulun işini yaratması, hükmüne uygun olarak olmaktadır.
İmam Âzam'ın metinde “Bunlar Allah'ın, kavli, hükmü, ilmi ve Levh-i Mahfuz'daki yazısı iledir,” sözü açıktır, izaha ihtiyacı yoktur. Bu, meşîet ile irade arasındaki farktır. Meşîet şuhûdiyet mertebesinde olup ezelîdir. İrade meşietin, var olma anında işe tâalluk etmesidir. Bu makamda benim kalbime doğan düşünce budur. Doğrusunu Allah bilir. Yine “Allah'ın hükmü iledir” sözü de açıktır. Zira bununla ya özel olan hüküm kasdedilir. Bu da birinci kaza manasındadır. Yahut bu âlemdeki oluş dünyasına ait emir kasdedilir. Bu manada emrin bahsi geçmiştir.
Faziletler kısmına dahil olan ameller ise Allah'ın emri değildir. Yani fazilet, kafi yahut zannî bir hükmü gerektiren emir ile değildir. Ancak istihsan yolu ile o emrin mefhumuna dahil edilmiştir. Fazilet cinsinden olan ameller de İmam Âzam'ın:
“Lâkin bu ameller, Allah'ın meşîeti, mahabbeti, rızası, kazası, takdiri, muvaffak kılması, yaratması, iradesi, hükmü, ilmi ve “Levh-i Mahfuz”daki yazısı iledir.”sözünün mefhumuna dâhildir. Bizler Levh-i Mahfuz'a, kaleme ve Levh-i Mahfuz'da bulunan bütün yazılara inanırız. Günah, Allah'ın emri ile değildir, lâkin meşieti, iledir, mahabbeti ile değildir. Kazası iledir, rızası ile değildir. Takdiri ve yaratması iledir. Tevfiki ile değildir. Allah'ın kulu muvaffak kılması Levh-i Mahfuz'da onu yazması iledir.
İbn-i Humam'ın “Müsâyere”de zikrettiğine göre, Ebû Hanîfe'den iradeyi rıza ve mahabbet, cinsinden kabul edip meşieti böyle kabul etmediği rivayet edilmiştir. Çünkü İmam'dan şöyle bir fetva rivayet ediliyor: bir kimse karısına seni boşamak istedim (şi'tü lâfzı ile) derse ve boşamayı niyet ederse karısı boş olur. Boşamayı murad ettim, yahut sevdim, yahut razı oldum, ifadeleri ile söyler de boşamayı niyet ederse karısı boş olmaz. Çünkü meşîet, rıza, mahabbet ve irade sıfatları kullarda farklı manalara gelmektedir. İbn-i Humam'ın rivayet ettiği bu söz, dediği gibi değildir. Ehl-i Sünnet'in çoğunluğunun görüşüne muhaliftir. Peygamber aleyhisselâm'dan, selef âlimlerinin ittifak ettikleri:
“Allah'ın dilediği olur, Allah'ın dilemediği olmaz.” sözü rivayet yolu ile sabit olmuştur.
Mutezile bu iki esasta Ehl-i Sünnet'e muhalefet ederek Allah Teâlâ'nın kötülükleri murad etmesini inkâr etmişlerdir. Delilleri de kendi inançlarınca
“Allah kullarına zulmetmeyi murad etmez.”
“Allah kullarının küfrüne rıza göstermez.”
“Şüphesiz Allah kötülükleri emretmez.”
“Allah fesadı sevmez.” mealindeki âyet-i kerîmelerdir. Onların bu görüşleri, irade, mahabbet, rıza ve emrin birbirinden ayrılmaz mefhumlar olduğu inancına dayanmaktadır, Mutezile taifesi derler ki; Allah Teâlâ, kâfirin iman etmesini murad etmiştir, küfretmesini değil. Yine isyanda bulunan kişinin kötülük yapmasını değil itaat etmesini istemiştir. Zira onlara göre, çirkin olan bir işi murad etmek de çirkindir. Buna göre, Mutezilenin inancında kulun işlerinin çoğu Allah iradesinin hilâfına olmaktadır. Halbuki Allah'ın âyetleri açıkça onların söyledikleri hilâfına delâlet etmektedir. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü
İsâm'a açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklığa bırakmak isterse,
onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki, iman teklifi karşısında göğe
çıkacakmış gibi olur.”[199]
“Eğer Allah dileseydi bütün insanlara
hidayet verirdi.”
[200]
“Eğer dileseydik heskese hidayetini
verirdik.” [201]
“Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz.”
[202]
“Allah dilediğini hükmeder.”
[203]
“Allah, yaptıklarından sorumlu değildir,
fakat kullar sorumlu darlar.”
[204]
Rivayet edildiğine göre, Mutezilenin ileri gelenlerinden biri olan Kadı Abdul-Cebbar el-Hemedânî Sahıb b. Abbad'ın huzuruna gitmiş. Ehl-i Sünnet imamlarından biri olan Ebû İshak el-İsferayîni de Sahibin yanında bulunuyordu. Abdül-Cebbar, Ebû İshak'ı görünce:
“Kötülüklerden münezzeh olan Allah'ı noksan sıfatlardan beri kılarım.” dedi. Buna karşılık Üstaz Ebû İshak da:
“Mülkünde dilediğinden başkası bulunmayan Allah Teâlâ'yı tenzih ederim.” şeklinde mukabele etti. Kadı Abdül-Cebbar bunun üzerine:
“Rabbimiz, kendisine isyanda bulunulmasını diler mi?” deyince: Üstaz Ebû İshak:
“Rabbimize zorla isyan yapılabilir mi?” dedi. Kadı Abdül-Cebbar:
“Allah beni hidayetten meneder ve benim üzerime kötülükle hükmederse ne olacak söyle? Bana iyilik mi, kötülük mü etmiş olur?” Üstaz:
“Eğer Allah seni, lehinde olan şeylerden menederse kötülük etmiş olur, fakat kendi hakkından menederse Allah'tır, rahmetini dilediğine tahsis eder.” dedi. Bunun üzerine Kadı Abdül-Cebbar mars oldu.
Sözün kısası, güzellik kulun kendi işidir. Dünyada öğülmeyi âhirette ise sevaba nail olmayı gerektirir. Çirkin işler de yine kulun işlerinden olup dünyada kötülenmeyi, âhirette ise azabı gerektirir. Şu var ki kötülükler Allah'ın rızası ile meydana gelmez. Ancak kazası ve iradesi ile meydana gelir. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuru:
“Allah kulunun küfrüne razı değildir.”[205]
İrade, meşiet ve takdir kulların bütün işlerine tâalluk eder. Rıza, mahabbet ve emir ancak güzel işlere tâalluk eder, çirkin işlere tâalluk etmez. Meselâ; Allah Teâlâ kullarından bazılarının kâfir olacakIarını bildiği halde onlara iman etmeyi emretmiştir.
Sonra bil ki; kulun taatı, takati ölçüsündedir. Nitekim Cenabı Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor.
“Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden
başkasını teklif etmez.”
[206]
Kulun, itaat teklifine ehil olacağı kudret, bilgi ve ibadet yönünden üzerine gerekli olan vecibeyi yerine getireceği âletlerin sağlam olmasıdır. (Meselâ, akıl ve sıhhat gibi.) Bu sebepten teklif çağına gelmemiş çocuklar ve deliler iman etmekle mükellef değildirler. Dilsiz, diliyle imanını ikrar etme yükümlülüğünde değildir. Namazda ayakta durmaktan âciz olan hasta da kıyam ile mükellef değildir. Ebû Cehil, akılsız değildi. Allah'ın varlığı ve birliğini tasdik etmeğe ve itiraf etmeğe gücüm yetmiyordu, diyemez. Sıhhat bakımından sağlam olduğu halde namazını kılmayı terkeden kimse de: namaz kılmaya gücüm yetmiyor, diyemez. Hulâsa, kul, işi kaza ve kadere bırakarak kendi kudreti dahilinde bulunan işlerinden dolayı mazeret dileyemez. Bu meselede meşhur bir müşkil vardır. Onu :
“Kâfirleri korkutsan da, korkutmasan da birdir. Onlar iman etmez” âyetinin tefsirinde zikrettik. Bu âyet, Allah Teâlâ'nm iman etmeyeceklerini bildiği Ebû Cehil, Ebû Leheb ve diğer muannid kâfirler [207] hakkında inmiştir. Buradaki müşkilin işkâl yönü açıktır. Çünkü Allah Teâlâ, o kâfirlerin, iman etmeyeceklerini ve küfür üzerinde öleceklerini bildiği halde onlara iman teklifinde bulunmuştur. Bunun cevabı şöyledir: haddizatında o kâfirlerin iman etmeleri imkânsız değildi. Zira Allah Teâlâ'nın ilmi, onların iman etmemelerine tâalluk etmiştir. Onlar iman etmemekle bir taraftan Allah'a karşı isyanda bulunmuşlardır. Bir yandan da Allah'ın emrine boyun eğmişlerdir. Bu mana şu âyetten de istifade edilir:
“Halbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi
ister istemez O'na boyun eğmiştir ve âhirette ona döneceklerdir.”
[208]
Yâni göklerde ve yerde ne varsa, kulların Rabbinin iradesine boyun eğmiştir. Dünyada kaderin sırrı beşer üzerine gizlidir. Belki âhirette de gizlidir. Bunu düşün Yüce Allah bir âyette şöyle buyuruyor:
“De ki tam hüccet Allah'ındır. O dileseydi
hepinizi hidayete erdirirdi.”
[209]
Hulâsa istitaat (iş yapma kudreti), kuldaki sebep ve âletler sağlam olduğu zaman işin yapılması anında Allah Teâlâ'nın yarattığı bir sıfattır. Kul eğer hayır yapmak isterse Allah Teâlâ, onun için hayır yapma gücünü yaratır. Eğer kul iradesini kötüye kullanarak kötülük yapmak isterse, Allah Teâlâ, kulda kötülük işini yapma kudretini yaratır. (Daha başka bir deyiş ile hayır yapmak üzere kula verdiği gücü Cenabı Allah kötülük yapacağı zaman elinden almaz. Çünkü bu güç dünyada yaşadığı müddet kulun kendinden ayrılmaz bir güçtür. Bu kudret alınınca kulun ölmesi gerekir. Cenabı Allah kula, dünya hayatında belli bir zaman kalma fırsatı verdiğine göre, kul bu kudretini dilediği gibi sarf etme yetkisine sahiptir, “mütercim.”) İşte böylece hayır yapma kudretini zayi etmiş oluyor. Dolayısıyla kötülenmeye ve azaba müstahak oluyor. Allah Teâlâ, kâfirleri hak sözü duymadıkları için kötülüyor. Yani kâfirler Hz. Peygamberdin sözlerini düşünerek ve gerçeği arayarak hakikatla ilgili sözleri dinlemek istemedikleri için onları kötülüyor. Amel etmek, hakkı kabul etmek için bu sözleri dinlemiyorlar, belki inkâr tariki ile dinliyorlar.
İstitaat sözü sebepler, âletler ve azaların sağlamlığı manasında da kullanılır. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah'ın insanlar üzerinde yoluna gücü
yetenler için Beytullah'ı ziyaret etme hakkı vardır.”[210]
Teklifin sıhhati, ilk manadaki istitaata göre değil de sebep ve aletlerin sağlamlığı manasındaki istitaata dayanır. Düşün ki, Ebû Hanîfe'ye göre, kudret, iki zıd manaya da yetkilidir. Yani ayni güç ile kul, iyilik de kötülük de yapabilir. Öyle ki, küfre sarfedilen kudret aynen imana sarfedilen kudrettir. Bunda bir ihtilâf yoktur. İhtilâf, kudretin tâallukundadır. Kudretin iyilik ve kötülüğe tâalluk etmesi, kudretin kendinin de iki tane olmasını gerektirmez. Kâfir, mükellef bulunduğu imana gücü yeter. Fakat, kendi ihtiyarı ile bu kudretini imana sarfetmeyip küfre sarfederek zayi etmiştir. Bu sebeple kâfir kötülenmeye ve azaba lâyık olmuştur. Yukarıdaki âyetin tefsiri sadedinde kâfirin haddizatında iman etmesinin imkânsız olmadığının izahı budur.
Başka sebeplerle imanın imkânsız olduğu istifhamına gelince, bu konuda şöyle iddia ediliyor: Allah, emrettiğinin hilafını bilmiştir, yahut murad etmiştir. Meselâ, kâfirin imanını, isyan eden kişinin itaatini istemiştir, fakat, itaat ve imanın olmayacığını bilmiştir. Bu ise kulun dış sebeplerle iman etmesinin imkânsız olduğunu gösteriyor. Bu iddiaya verilen cevap şudur: Kâfire, kendine nazaran gücü yettiği şey teklif edildiği için teklif yapıldığında bir münakaşa yoktur. Yâni kâfir kimselere de gücünün yettiği iman teklifi vukubulmuştur. Kula yapılan bu teklif, beşerin gücünün yetmeyeceği bir teklif de değildir. Bu teklifin, güç dahilinde olmayan bir şeyi teklif etmek olduğunu söyliyen kimse Allah'ın bilgisi ve iradesinin, yapılan teklifin hilâfına tâalluk ettiğini ileri sürmüştür. Hasılı kul, eğer iman ile teklif edilmeseydi, Allah'ın emrini terkettiğinden dolayı günahkâr olmayacaktı. Allah'ın ilmi ve iradesi tâalluk ettiği için kâfirin imanı ve fasıkın itaati imkânsız gibi kabul edilmiştir. Bu durum ise bize göre kulun gücünün yetmediği bir iştir. Çünkü sonunda bulunmasa da haddizatında hadis olan kudret, sağlam bir şekilde fiile tâalluk etmiştir. Bu işin esasını araştıran ilim adamlarınca görünüşte sathî bir münakaşadır. Allah muvaffak etsin. Sonra bil ki; beşerin gücü dahilinde bulunmayan işler üç mertebededir: Bunların birincisi, manası itibariyle işin mümkün olmamasıdır. Meselâ iki zıddı toplamak, eşyanın hakikatini değiştirmek, varlığı kadim olanı yok etmek gibi. Bu mefhum itibariyle imkânsızlık kadim olan kudretin sahasına girmez, nerde kaldı ki yaratılmış olan kudretin sahasına girsin. İmkânsız olan şeylerin orta derecelisi, yaratılmış olan beşer kudretinin işlere asla tâalluk etmemesidir. Cisimleri yaratmak gibi kulun kudretinin bir şeyi yaratmaya tâalluk etmesi imkânsızdır. Yahut adette imkânsız olur. Bir dağı yüklenmek, yahut göklere vasıtasız olarak çıkmak gibi. Kudretin tâallukunun imkânsız olduğu işlerin en aşağı derecede olanı, Allah'ın ilmi ve iradesi, o işin hilâfına tâalluk ettiği için o işin netice itibariyle imkânsız olmasıdır. Bu üçüncü mertebedeki durumda kula teklif yapmanın cevazı hususunda tereddüt vardır. Fakat, böyle bir işin vaki olamayacağı hususunda ihtilâf yoktur. İkinci mertebedeki işin cevazı ise ihtilaflıdır. Fakat, vaki olmayacağı hususunda ihtilâf yoktur. Üçüncüsünün vukuunun caiz olmadığı ittifakla kabul edilmiştir.
Bütün Peygamberler küçük ve büyük günah işlemekten, küfürden ve çirkin işlerden korunmuşlardır.
Peygamberlerin evveli Hz. Âdem, Âhiri Hz. Muhammed Mustafa sallellâhu aleyhi vesellem'dir. Hz. Âdem için, peygamber değildi, demekse küfürdür. Çünkü peygamberlerin peygamberliği Kitap, Sünnet ve İcma-i Ümmetle sabittir. Hz. Peygamber'den peygamberlerin sayısı sorulunca şöyle cevap verdiği rivayet edilmiştir:
“Yüzyirmi dörtbin, bir rivayette de, ikiyüz yirmidört bin” buyurdu. Fakat, en iyisi, peygamberleri sayı ile sınırlamamaktır.
Peygamberler, bütün kötülüklerden ve hususiyle küfürden korunmuşlardır. Günah işlemezler, küfür halinde bulunamazlar. Zira küfür en büyük günahtır. Çirkin işlerden maksat: adam öldürmek, zina etmek, sihir yapmak, çalmak, iftira etmek, yalan konuşmak, söz gezdirmek, yetim malı yemek, kullara zulmetmek, ülkede fesad çıkarmak, gibi hallerdir.
Said b. Cübeyr’den nakledildiğine göre, bir adam İbn-i Abbas’a :
“Büyük günahlar kaçtır, yedi midir? Diye sordu.” İbn-i Abbas bu adama şöyle cevab verdi.
“Yediyüze, yediden daha yakındır.O kadar var ki, ısrar edince küçük günah kalmaz hepsi büyük olur, istiğfar edince de büyük günah kalmaz, hepsi silinir.”
İlim adamları büyük günahın sınırı konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. İbni Şirin’e göre, Allah Teala’nın yasakladığı işler büyük günahtır. Allah Teala’nın :
“Yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız kötülüklerinizi örteriz.”[211]sözü bu fikri kuvvetlendiriyor.
İmam Hasan ile Said b. Cübeyr, Dahhak ve diğerleri şöyle diyorlar.
“Kur'an'da korkutma ve tehdit zikrine yakın olarak gelen işleri yapmak büyük günahtır.” En doğru görüş de budur.
Sonra bil ki; bir kerre de olsa farz ve vacipleri terk etmek büyük bir günah olduğu gibi, haram olan bir işi yapmak da büyük günahtır. Tenbellik sebebiyle bir kerre de olsa sünneti terk etmek ise küçük günahtır. Mekruh olan işleri yapmak, sünneti terk etmekte ısrar etmek ve mekruh olan bir işte ısrar etmek de yine büyük günahtır. Ancak, bu, farzları terk etmek ve yasaldan işlemekten daha aşağı derecede bir günahtır. Zira büyüklük ve küçüklük izafî işlerden ve nisbî hallerdendir. Bu sebeple denilmiştir ki:
“İyilerin yaptıkları iyilikler, mukarrebûnun (Allah'a çok yaklaşmış kişilerin) kötülükleri sayılır.” Yâni mukarrebûn derecesinde olan bir müslüman, eğer muttaki bildiğimiz bir müslümanın yaptığı ameli yaparsa, bu onun için günah sayılır. O'nun daha üstün mertebede bir amel sahibi olması gerekir. “Mütercim”
“Akîdet'üt-Tahavî” adlı kitabın sarihi diyor ki: Burada üzerinde derin bir şekilde düşünülmesi gereken bir nokta vardır. O da şudur: Büyük günahlar, bazen Allah'dan utanma, Allah'dan korkma, durumunu önemseme gibi haller ilâve edilerek küçük günahlar seviyesine iner. Buna karşılık, küçük günahlar da utanmazlık aldırmama Allah'dan korkmama ve durumunu önemsemeyip hakir görme sebebiyle bazen büyük günah olmaya intikal eder. Bu, bir bakıma kalbe bağlı bir iştir, yalnız fiile tâalluk eden bir mesele değildir. İnsan bunu kendinden ve başkalarından bilir. Yine büyük iyilikte bulunan kişilerden bazen iyilikleri hürmetine başkalarından affedilmeyen günahlar affedilir. Sonra en doğru görüşe göre, bu günahlardan korunma işi, peygamberler için, peygamberlikten önce de sonra da sabittir. Peygamberler, açık mucizeler ve âyetlerle takviye edilmişlerdir.
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde şöyle bîr hadîs-i şerif vardır. Hz. Peygamber'e, peygamberlerin sayısından sorulunca:
“Yüzyirmi dörtbindir. Üçyüzonüçü ise
Resuldür. Bunların ilki Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır.”
[212]
Bu hadîs-i şerîf, aşağıdaki âyet-i kerîme'ye aykırı değildir. Cenabı Hak peygamberlerin sayısı hakkında şöyle buyuruyor:
“Onlardan bir kısmını size hikâye ettik, bir
kısmını da zikretmedik.”
[213]
Çünkü bir mesele hakkında icmalin sübutu, ahvalin sübutuna aykırı değildir. Yâni bir şey hakkında umumî bir hüküm zikredilirse, ondan sonra bazı tafsilâtın verilmesine aykırı değildir. Tafsilât verilebilir. Evet, en iyisi peygamberlerin sayısını bir noktaya hasretmemek ve umumî olarak bırakmaktır. Zira sayılar, inançta itimadı ifade etmez. Belki Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi ;
“Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.” [214] Allah'ın sıfatlarının sayısına, meleklerin adedine, kitapların, peygamberlerin ve elçilerin adetlerine dokunmadan kısaca hepsine iman etmek gerekir.
Peygamberlerden bir kısmının bazı kusur ve hataları olmuştur.
Sahip oldukları yüksek hal ve makama nisbetle peygamberlerden bazılarından, gerek peygamberlikten evvel, gerekse peygamberlik menkıbeleri sabit olduktan sonra bazı hatalar zuhur etmiştir. Mesela unutarak, yahut azimeti (evlâyı) terkedip ruhsatla amel ederek Adem aleyhisselam'ın Cennetteki ağaçtan yemesi gibi. Âdem (a.s.) bu ağaca yaklaşmayın mealindeki ayet-i kerime ile kendisine işaret edilen ağaçla muayyen bir ağacın kasdedildiğini o ağacın cinsiyetinin kasdedilmediğini zannederek ağacın kendinden değil de cinsinden yemiştir. Bunda beşerî kuvvetin zaafını beşerin Allah mağfiretine kuvvetle muhtaç bulunduğunu ortaya koymak yönünden ilahî hikmet öyle gerektirmiştir. Bu konuda şöyle buyuruluyor:
“Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin
ederim kî, eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ günah işleyen bir
kavim yaratırdı, dolayısıyla bu kavim günah işlerler, Allah'tan günahlarının
örtülmesini isterler, Allah da onların günahlarını örterdi.”
[215]
Bu konuda söz geniştir. Bu cümleden olarak bir nebze açıklamada bulunacağız. Yukarıdaki inanç âlimlerin çoğunluğunun üzerinde birleşmiş bulunduğu inançtır. Ancak sofilerden ve kelâmcılardan bazıları buna muhalefet etmişler, yanılma, unutma ve gafleti peygamberler hakkında caiz görmemişlerdir. Amma Hz. Peygamber'in :
“Muhakkak benim kalbimi dünyaya ait bazı istekler kaplar ve Ben günde yüz kerre Allah Teâlâ'ya karşı istiğfar ederim.” [216] hadisinin tefsirinde İmam Fahreddin er-Râzî şöyle diyor: “Bil ki “ğayn” kalbi kaplar ve bir kısmını perdeler. Bu ince bulut gibidir, ki havaya arız olur. Havada görülen ince bulut dünyayı kısmen perdelese de güneşin kendini perdeleyemez. Ancak güneşin ışığının tam olarak görünmesine engel olur. Bu hadîs-i şerifin üç türlü tevili vardır. Birincisi şudur: Allah Teâlâ, Peygambere Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vesellem'e, kendisi bu dünyadan ayrıldıktan sonra ümmetinde meydana gelecek ihtilâfları, musibet ve günahları bildirdiği için Hz Peygamber bunu hatırladığı zaman kalbinde bir perde ve ızdırap hisseder, dolayısıyla ümmeti için istiğfar ederdi. Derim ki, Hz. Peygamber büyük ve yüksek bir makamda bulunmakla beraber o makamı devamlı hatırlama yönünden bu görüş akla uzaktır. İkincisi şudur: Hz. Peygamber bir halden, daha üstün bir hale intikal ederdi O'nun istiğfarı bunun içindi. Yani bu halin en yüce bir hal olduğuna inandığı için istiğfar ederdi. Bu mâna Cenabı Hakk'ın ;
“Muhakkak âhiret hayatı senin için dünya hayatından ziyade hayırlıdır.” [217] mealindeki âyete uygundur.
Üçüncüsü: Gayn, Allah'a muhabbet yolunda Hz. Peygamber'e gelen manevi sarhoşluk halinden ibarettir. Öyle ki bu hal onu kendinden geçiriyordu. Sarhoşluk hali gidince bu duruma intikalinden ötürü istiğfar ederdi. Bu tevil, hakikat erbabının tevilidir. Ben derim ki;
“Benim Allah'a yakın öyle bir saatim vardır ki, mukarreb meleklerden herhangi biri benimle beraber olmaya gücü yetmez.” [218]
Ancak şu var ki, Hz. Peygamber'in istiğfarı, Allah aşkı yolunda kendisine gelen sarhoşluk halinin gitmesi ve normale dönmesinden dolayı değildir. Belki mahvolmaktan dolayıdır. Çünkü Hz. Peygamber:
“Muhakkak benim kalbime bir perde gelir, öyle ki, çokluğu teklikten menetmeyen cemul-cem' makamında rabbimle birlikte bulunmaktan beni meneder ve vahdeti kesretten menetmez.”[219] buyuruyor.
Bu hadiste çokluktan maksat kâinattır. Birlik ve teklikten maksat Allah'ın birliğidir. Hususiyle bu durum, risalet makamındadır, davet vazifesini tebliğ makamındadır. Hz. Peygamberi en mükemmel makamdan meneden her şeyden istiğfar etmek daha uygundur.
Gayn'ın, başkalarını düşünmek, alâka kurmaktan ve meşguliyetlerin sıkıntısından kinaye olduğu da söylenmektedir. Lezzetleri kontrol etmek, sıfatları müşahede etmek manasından kinaye olarak da tefsir edilmektedir. Bu, aynen ilim, iman ve amelin süsü ve ihsanıdır. Nitekim İhsan hadisi de buna işaret ediyor. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi veselem şöyle buyuruyor:
“İhsan, her ne kadar görmesen de Allah Teâlâ'yı görür gibi ona ibadet etmendir.” [220]
Burada Allah'ı görür gibi ibadetten maksat, Allah'a kulluk makamında o dereceye varmandır ki, hatırına Allah'tan başkası gelmemelidir. Kalbler düşüncelerden boş olmaz. Hz. Peygamber'in kalbine Allah'tan başka bir düşünce geldikçe bu düşünceden dolayı Allah'a karşı istiğfar ederdi. Nitekim bu manaya hocalar hocası Eb'ul-Hasan el-Bekrî arif îbn-il-Fânz da işaret etmişlerdir. Şöyle diyorlar:
“Sehven de olsa, senden başka bir istek hatırıma gelse, mürted olduğuma hükmederim.”
Bu ibarelerden işaret ehlinin şu sözlerinin manası anlaşılır: “İyilerin iyilikleri, mukarrebûn derecesindeki kulların kötülükleridir.”
Dördüncüsü: Zahir ehlinin tevilidir. O da şudur: Kalb, düşüncelerden, dünyaya ait isteklerden, şehvet düşüncelerinden, çeşitli meyil ve arzulardan boş değildir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem beşeriyet icabı kalbe gelen bu gibi düşüncelerden dolayı onları defetmek için Allah Teâlâ'yı karşı istiğfar ederdi. Ben de zahir âlimlerine uyarak derim ki bu tevilin beşincisi şudur: Hz. Peygamberin istiğfarı ibadetlerin sonunu düşünmekten, yahut taattaki noksanlıklardan yahut nimetler karşısında şükürden aciz olmaktan dolayı idi. Hz. Peygamber bu sebeple namazı tamamladığı zaman istiğfar ederdi. Yine kaza-i hacetten çıktığı zaman bu sebeple duada bulunurdu. Râbiat'ül- Adeviyye'nin şu sözü de bu kabildendir:
“Bizim istiğfarımız, çok istiğfarlara muhtaçtır.” Bunun iki manası vardır: biri diğerinden daha doğrudur, Biz bu makamdan sadede gelelim.
Kadı Ebû Zeyd “Usûl-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor: Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in işleri (an kasdın) dört kısma ayrılır. Vacib, Müstahab, Mubah ve Zelle. Bunlar Hz. Peygamber'den bilerek vaki olur. Uyuyan ve yanılan kişilerde olduğu gibi kendi iradesi dışında vukubulan işlere itibar yoktur. Zira bu işler hitaba dahil değildir. Sonra zelle, yapan kimse tarafından, zelle olduğunu açıklamaya yakın olması lâzımdır. Meselâ; Musa aleyhisselâm, kıptîyi bir yumrukta öldürdüğü zaman: “Bu şeytanın işlerindendir” demek suretiyle zellesini kendi ifadesiyle açıklamıştır. Bu açıklama yahut Allah tarafından yapılır. Nitekim Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'dan bahsederken;
“Âdem, rabbine isyan ederek şaşırdı.” [221] buyuruyor. Bununla beraber Âdem aleyhisselâm'ın bu zellesi, peygamberliğinden önce idi. Çünkü Allah Teâlâ, yukarıdaki âyetin devamında:
“Sonra rabbi onu seçip tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi.” [222] buyuruyor.
Zelle, açıklamadan boş olmayınca, yani açıklamaya muhtaç olunca kendisine uyulmak caiz olmadığı hususunu anlamak kimse için zor değildir. Dolayısıyla diğer üç neve itibar etmek kalıyor. Şemsül Eimme de bunun benzerini söylemiştir.
İbn-i Humam demiştir ki:
“Ehl-i Sünnet'in Cumhuruna göre ihtiyar ve tercih edilen görüş, peygamberlerin sadece büyük günahlardan korunmuş oldukları, küçük günah işlemekten korunmuş olmadıklarıdır. Bu ister hata ile olsun, ister yanılarak olsun aynıdır.
Ehl-i Sünnet âlimlerinden, küçük günahların sehven de olsa mümkün olmadığını söyleyenler de vardır. Doğrusu, peygamberlerin, işlerinde yanılmalarının caiz olduğudur. Hasılı Ehl-i Sünnetten hiçbir âlim, bile bile peygamberlerden yasaklanmış bir işin çıkmayacağını caiz görmemiştir. Ancak yanılma ve unutma yolu ile böyle bir hatanın sudur edebileceğini söylemişlerdir ki buna zelle denilir.
Konevî bu konuda şöyle diyor:
Bazıları demiştir ki İsmet, Allah Teâlâ'nın halis ihsanıdır, kulun bunda bir ihtiyarı yoktur. Bu da şöyle oluyor: ya Allah Teâlâ, peygamberleri, meleklerin yaratılışında olduğu gibi, başkalarına muhalif tabiatta yaratmıştır ki bu tabiat sebebiyle günaha meyletmezler, Allah'a taattan kaçmazlar. Yahut, Allah Teâlâ, kendilerini beşer tabiatında yaratmış fakat, cebren himmetlerini kötülüklerden çevirmiş ve taatlara çekmiştir. Âlimlerden bir kısmı da demişlerdir ki; ismet, Allah Teâlâ'nın bir fazlı ve lûtfudur. Lâkin bu sıfat, peygamberlerin ihtiyarları ismetten sonra taata yönelik, kötülükten sakınacak şekilde bulunmaktadır. Şeyh Ebû Mansûr el-Mâtüridi de bu görüşe meylederek şöyle demiştir: Peygamberlerdeki ismet sıfatı mihneti, yani ibtilâ ve imtihanı yoketmez. Yâni peygamberleri taata mecbur kılmaz ve isyandan da aciz kılmaz. Belki ismet Allah Teâlâ tarafından bir lütuftur. Peygamberi hayır işlemeğe sevkeder, kötülükten meneder. İbtilâ ve ihtiyar manasını gerçekleştirmek için peygamberlerin irade ve ihtiyarları baki kalır.
Hz. Muhammed sallelahu aleyhi vesellem Allah'ın elçisidir. Nebisidir. Kuludur. Seçtiğidir. Mustafa’sıdır.
Hz Peygamberin künyesi şöyledir. Muhammed b. Abdillâh b. Abdil Muttalib b. Hâşim b. Abd-i Menâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ'b b. Lûey b. Gâlib b. Fehr b. Mâlik b. Nadr b. Kinane b. Hazîme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nezzar b. Ma'd b. Adnan. Hz. Peygamber'in buraya kadarki nesebinde hiçbir âlimin ihtilâfı vuku'bulmamıştır.
Hz. Peygamber, Alah Teâlâ'nın elçisi, yani Resulü olup getirdiği şeriat, kendinden önceki dinleri neshetmiştir. Hz. Peygamber sallelIahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde:
“Hristiyanlar İsa aleyhisselâm'ı medhettiği gibi beni medhetmeyin. Allah'ın kulu ve elçisi, deyin.”[223] buyuruyor.
Hz. Peygamber bu hadislerinde varlık bakımından önce olduğu için kulluğu elçilik üzerine takdim etmiştir. Ve kulluk makamından istinkâf etmedeğine delâlet etmesi için böyle söylemiştir. Belki kendisinin bununla iftihar ettiğine işaret olsun diye böyle söylemiştir.
Sonra metinde peygamberliği elçilik üzerine takdim etmekte, görülen âlemdeki varlıklara uygun olduğunu bildirmek ve iki mefhum arasındaki meşhur farka işaret etmek içindir. Nakledildiğine göre Nebi resûl'den daha umumidir. Zira resul, tebliğ ile emredilen kişidir. Nebi ise kendisine vahiy gelen kişidir. Nebî tebliğ ile emredme yahut emredilmeme yönünden daha umumidir. Kadı Iyaz demiştir ki Cumhur'un sahip olduğu sağlam görüş şudur: Her Resul Nebî'dir. fakat her Nebî Resul değildir. Bir görüşe göre de Nebi emredilmeyen peygambere tahsis edilmiştir. Her ikisinin de eş manalı kelimeler olduğu
“Biz senden evvel hiçbir resul ve hiçbir
nebi göndermedik ki, o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna
şüpheler karıştırmış olmasın.”
[224]
Peygamberlerden resul ve nebi olanlar hakkında gelen bazı hadisler de bize bu iki mefhumun birbirinden ayrı manalar taşıdığını ifade etmektedir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ise:
“Ey Nebi, ey Resul!” ifadeleri ile muhatap olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber peygamberlerin bütün sıfatlar ile vasıflanmıştı. Allah Teâlâ'nın:
“Muhammed, sizden hiçbir erkeğin babası
olmamıştır, lâkin Allah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncusu
olmuştur.”
[225]
Âyetinde İsra hadislerinden birinde rivayet edilen şu manaya işaret vardır: İsrâ gecesinde Allah Teâlâ ona şöyle buyurdu:
“Ben seni yaratılış bakımından nebilerin ilki, gönderiliş bakımından ise sonuncusu kıldım,” Bu manadaki hadisi Bezzar da Ebû Hüreyre'den rivayet etmiştir.
İmam Fahreddin er-Râzi bu konuda şöyle diyor:
“Gerçek şu ki Hz. Muhammed sallellahu aleyhi vesellem peygamberliğinden önce hiçbir peygamberin şeriatı üzerinde değildi. Hanefî âlimlerinden araştırıcı olanlar yanında tercih edilen görüş de budur. Çünkü Hz. Peygamber hiç bir Nebî'nin asla ümmeti değildi. Ancak o, risaletinden önce de Nebîlik makamında idi. İbrahim aleyhisselâm ve diğer peygamberlerin şeriatından doğru keşifler ve gizli vahiy ile bu nübüvvet makamında kendisine görünen en doğru bir yolda amel ederdi.
Konevî de bu görüşü “Umdetünnesefî” adlı kitapta nakletmiştir. Bu görüş bir topluluğun dediği gibi Hz. Peygamberin peygamberliğinin kırk yaşından sonrasına hasredilmiş olmadığına delâlet eder. Belki Hz. Peygamber'in doğduğu günden itibaren peygamberlik vasfı ile vasıflanmış bulunduğuna işaret eder. Hatta,
“Âdem su ile çamur arasında iken ben peygamber idim” hadisi, Hz. Peygamber'in, bu gölge âlemi yaratılmadan evvel ruhlar âleminde nebîlik vasfı ile vasıflanmış bulunduğuna delâlet eder. Bu, Hz. Peygamber'e mahsus bir vasıftır. Peygamberlik için yaratıldığı ve risalet için hazırlandığı mânasına hamledilmiş değildir. Huccetül-İslam İmam Gazalî'nin sözlerinden de bu anlaşılmaktadır. Zira bu takdirde Hz. Peygamber'in başkalarından ayrılmaz, hattâ halk arasında bu sıfat ile methedilmesi caiz olurdu. Sonra Hz. Peygamber'in nebilik ve resüllüğü mucizelerle sabittir. Belki Hz. Peygamber'in kendisi zat ve sıfat bakımından başlı başına bir mucizedir. Nitekim Kaside-i Bürde sahibi bu konuda şöyle diyor:
“Cahiliyette ilim, yetimlik durumunda mükemmel terbiye edilme, ümmî olan peygamberde, sana mucize olarak yeter.” Şâir Hassan b. Sabit de şöyle diyor:
“Hz. Peygamber'de açık mucizeler bulunmasa da, sana apaçık hayırla gelirdi.”
Bunun açıklaması şöyledir: Yalancılardan kim peygamberlik iddiasında bulunmuşsa, azıcık aklı olanlar yanında cehaleti ve yalanı ortaya çıkmıştır. Belki şöyle denilmiştir: içinde bir sır gizlenenin sırrını Allah Teâlâ, mutlaka yüzünde meydana çıkarır öyleki lisanında sürçmelerle yalanı meydana çıkar. Şu âyet-i kerime bu hususu takviye etmektedir:
“Allah, gizlediklerinizi açığa çıkarır.”
[226]
Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem dünya ve âhirete ait makamlardaki gerçek kerametleri ile Allah tarafından seçilmiştir.
Nitekim O'nu medih sadedinde imam Busîrî şöyle diyor:
“Allah seni affetti, onlara niçin izin
verdin?”
[227]
“Hiçbir peygamber için yeryüzünde ağır
basmadıkça (düşmana üstün gelmedikçe) esirleri bulunmak (bunlardan fidye almak)
vuku bulmamıştır.” [228]
Âyetleri nail bulundukları en yüksek makama nisbetle evlâyı terk etmek mânasına hamledilmiştir.
Hz. Peygamber'den sonra insanların en faziletlisi Ebû Bekr es Siddîk radıyellahu anh, sonra Ömer b, Hattab, sonra Osman b. Affan, sonra Ali b. Ebû Tâlib radıyalîahu anhum'dur.
Burada Hz. Peygamber'den sonra demek, Hz. Peygamber'in varlığından sonra dünyada bulunduğu halde demektir. İsa aleyhisselâm'ın yeryüzüne inmesi her ne kadar Hz. Peygamberden sonra olacaksa da esas peygamberliği ondan evvel olmuştur, dünyadaki varlığı da öncedir. İmam Âzam'in yukarıdaki söz ile zaman bakımından uzaklığı kasdetmiş olması uzak bir ihtimal değildir.
“Şerh'ul-Makâsid”da büyük âlimlerin şu görüşe sahip bulundukları zikredilmektedir: Peygamberlerden dördü yaşayanlar zümresindendir. Bunlar da Hızır, İlyas, yeryüzünde; İsa ile İdrîs aleyhimesseIâm ise gökyüzünde yaşamaktadırlar. Hasılı peygamberlerden sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekir'dir.
Hz. Ebû Bekr'in cahiliyet devrindeki ismi Abd'ül-Kâbe idi. Resülullah sallellahu aleyhi vesellem kendisine “Abdullah” adını vermiştir. Hz. Ebû Bekr'in babasının ismi “Ebû Kuhâfe Osman b. Âmir b. Kâ'b b. Sa'd b. Teym b. Mürre b. Kâ'b b. Lüey b. Gâlib b. Fehr el-Kureşi es-Sıddîk et-Teymi’dir. Sıddık adını çok doğru olması, hakkı kuvvetle kabul etmesi, inancının ve tasdikinin kuvvetli olması dolayısıyla almıştır. Gelmiş ve gelecek velilerin en üstünüdür. Hz. Ebû Bekr'in velilerin en üstünü olduğu hususunda icma vaki olmuştur. Rafizilerin buna muhalefetlerine itibar yoktur. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem onu, kendi yerine namazı kıldırmak için öne geçirmiştir ve o, gerçek bir halifedir.
Buharî ve Müslim'de Hz. Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber hasta olunca ;
“Ebû Bekr'i ve kardeşini bana çağır ki Ebû Bekir için bir yazı yazdıracağım. Zira ben bir kişinin (hilâfeti temenni ederek) ben Ebû Bekir'den daha liyakatliyim, demesinden korkuyorum, Allah da, müslümanlar da Ebû Bekir'den başkasını kabul etmez.” buyurdu.[229]
Hz. Ömer'in vefatından önce ;
“Eğer benden sonra bir halife seçersem, benden daha hayırlı olan Hz. Ebû Bekir bunu yapmıştır. Eğer bir halife seçmezsem benden daha hayırlı olan Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem de bunu yapmamıştır.” sözünden kasdettiğj mana, şu olsa gerek: Yani Hz. Peygamber, yazılı bir ahid ile halife nasbetmemiştir. Eğer bir ahid yazacak olsa, bunu Hz. Ebu Bekir için yazardı. Belki bunu yazmak istedi, fakat sonradan terketti. Ve “Allah Teâlâ da müslümanlar da Ebû Bekir'den başkasını kabul etmez.” buyurdu. Bu söz, mücerred bir ahid yazmaktan daha mübalâğalı olmuştur. Zira bu söz, müslümanlara Hz. Ebû Bekr'i halife nasbetmeyi hem söz, hem de fiil ile göstermiştir. Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekr'i kendine halife nasbetmek için rızaî bir ihtiyar ile ihtiyar etti ve bunun için bir ahidname yazmak da istedi. Sonra, müslümanların Hz. Ebû Bekir etrafında ittifak edeceklerini bilerek bu ahidnameyi yazmaktan vazgeçip, Allah'ın iradesi ve müslümanların seçmesi ile yetindi. Sonra hastalığının beşinci gününde perşembe günü yine yazmak istedi. Bazılarında, bu söz hastalık yönünden mi, yoksa uyulması gerekli olan hususlardan mı olduğu hususunda şüpheye düşünce yukarıda zikredilen sebeplere dayanarak Hz. Peygamber abidnameyi yazmaktan vazgeçmiştir. Yâni bazılarının kalbine hastalık halinde Hz. Peygamber'in yazdığı yazının muteber olup olmadığı hususunda şüphe girdi. Bu şüphe üzerine Hz. Peygamber yazı yazdırmayı terk etmiştir.
Eğer, bir halifenin tâyini ümmet üzerinde şüphe meydana getirecek işlerden olsaydı, mazeret için kesin bir şekilde onu açıklardı. Ancak, muhtelif sebepler ve deliller Hz. Ebû Bekr'în hilâfet için tâyin edildiğine ve bunu anladıklarına delâlet edince, burada maksat hasıl olmuştur. Sonra Ansar'ın hepsi Hz. Ebû Bekr'e biat etmişlerdir. Ancak halifeliğin kendisine verilmesini isteyen Sâ'd b. Ubade biat etmemiştir. Bu sebepten, Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde ve Ansar'dan orada bulunanlar Hz. Ebû Bekr'e biat edince bir sahabi gelip;
“Sa'd'ı öldürdünüz.” demiştir. Hz. Ömer bunun üzerine:
“Onu Allah öldürmüştür.” cevabını vermiştir. Hem sahabeden hiçbiri Hz. Peygamber'in Ebû Bekir'den başka Hz. Ali, Hz. Abbas ve başka kimseler hakkında birini hilâfet için nasbettiği hususunda açık bir şekilde beyanda bulunduğu rivayet edilmemiştir. Eğer olsaydı Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde'nin bunu açıklamaları gerekirdi.
İbn-i Batta'nın rivayet ettiğine göre, Ömer b. Abdil-Aziz Muhammed b. Züheyr el-Hanzalî'yi Hasan-i Basrî'ye göndererek:
“Hazreti peygamber Hz. Ebû Bekr'i halîfe tayin etmiş midir?” diye sorunca:
“Senin arkadaşın (Yâni Ömer b. Abdil-Aziz) şüphede midir? Evet, kendinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemin ederim ki, Hz. Peygamber Ebû Bekr'i halife nasbetmiştir. Muhakkak Hz. Ebû Bekir, hilâfet makamına oturmakta Allah için en seçkin kişi idi.”
Metinde geçtiği üzere, “Hz. Peygamber'den sonra insanların en hayırlısı” ibaresinde insan kaydını koymanın sebebi, Cebrail, Mîkâil, İsrafil, Azrail, Arş'ı yüklenen meleklerle Mukarrebûn meleklerden Kerûbbiyyûn gibi seçkin melekler insanların avam tabakasından daha üstün olmalarına binaendir. Bu melekler her ne kadar müctehidlerin sözlerinden anlaşılan en doğru görüşe göre nebi ve resullerden daha aşağı mertebede iseler de onlar insanların avam tabakasından daha yukarı mertebededirler. Din işinde bu mesele için kesin bir zaruret yoktur.
Hz. Ebû Bekir'den sonra insanların en üstünü Ömer b. Hattab'tır. Künyesi şöyledir: Ömer b. Hattab b. Nüfeyl b. Abd'il-Uzza b. Rebâh b. Abdillâh b. Kard b. Dırah b. Adîy b. Kâ'b-el-Kureşî el-Adevî. Hz. Ömer'in meşhur olan künyesi Faruk'tur. Yâni hak ile bâtılı birbirinden ayırmak hususunda mübalâğa edici demektir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi veseilem onun hakkında şöyle buyurmuştur :
“Şüphesiz, hak Ömer'in lisanı üzerinde
gelir,”
[230]
Bir görüşe göre, muvafık ile münafıkı birbirinden ayırdettiği için Hz. Ömer bu künyeyi almıştır. Hz. Ömer hakkında şu âyet-i kerime inmiştir:
“Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce
indirilen kitaplara iman ettik, diye boş iddiada bulunanlara bakmaz mısın? O
azgın şeytana karşı muhakeme olmak istiyorlar.”
[231]
Âlimler; Hz. Ömer'in fazileti ve halifeliğinin gerçek olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hz. Ömer'in şehid edilmesi ve Hz. Osman'ın vefatından evvel biat etmesi uzun bir şekilde Buhârî'de zikredilmiştir. Oraya müracaat, edilmelidir.
Hz. Ömer'den sonra insanların en üstünü, üçüncü halîfe Hz. Osman b. Affan'dır. Künyesi şöyledir: Osman b. Affan b. Âs b. Ümeyye b. Abdiş-Şems b. Abd-i Menâf b. Kusay el-Kureşî el-Emevî.
Hz Osman Zün-Nüreyn lâkabı ile meşhurdur. Bu lâkabı almasının sebebi, Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in iki kızı ile evlenmiş bulunmasıdır. Hz. Peygamber'in bir kızı ölünce ikinci kızını ona nikahlamıştır. Ve bu kızının da ölmesi üzerine buyurmuştur ki:
“Başka bir kızım daha bulunsa, onu da Osman'a nikâh ederdim.” Hattâ şöyle denilmektedir;
“Âdem âleyhisselâm'dan beri Kıyamete kadar hiçbir peygamber'in iki kızını Hz. Osman'dan başkasının nikahladığı vâki olmamıştır. Hz. Osman'ın bu künyeyi, Hz. Peygamber Ebü Bekir radıyellahu anh'a bir kerre, Hz. Osman'a ise iki kerre dua ettiği için aldığı da söylenmektedir.
Hz. Osman'dan sonra insanların en üstünü Hz. Ali b. Ebi Talib'tir. Onun da künyesi şöyledir: Ali b. Ebî Tâlib b. Abdil-Muttalib b. Hâşim b. Abd-i Menaf b; Kusay el-Kureşî el-Hâşimî." Hz. Ali'nin meşhur ofan künyesi Murtaza'dır. Hz. Ali, Hz. Peygamber'in kızı Fatımat'üz-Zehrâ'nın kocası, Hz. Peygamber'in amcasının oğludur. Hz.Ali yüksek derecede ilim sahibi idi. Sahabenin büyüklerinin kendisinden sordukları müşkül meseleler karşısında verdiği fetvaları çoktur ve meşhurdur. O'nun bu fetvalarının çokluğu Hz. Peygamber'in kendisi hakkında buyurduğu;
“Ben ilmin şehriyim, Hz. Aîi de kapısıdır.”
[232]
“Sizin en iyi hüküm vereniniz Ali'dir.” sözlerini doğrulamaktadır.
Dört halifenin faziletleri hadis kitaplarında yazılıdır, onların hayat hikâyeleri ile şemailleri ilim adamlarının lisanlarında şöhret bulmuştur. “Mişkât”, şerhi “Mirkât” da bir kısmını açıklamışızdır. Hz. Ebü Bekir'in üstünlüğüne delâlet eden en kuvvetli delil, Hz. Peygamber'in, hastalığı zamanında gece ve gündüz onu halka imamlık yapmaya nasbetmesidir. Bunun için sahabenin büyükleri demişlerdir ki; “Hz. Peygamber'in dini işlerimiz için seçtiği kişiyi dünya işlerimiz için nasbetmeye hiç razı olmaz mıyız?
Sonra Cumhur-i sahabenin, Hz. Ebû Bekr'in hilâfet makamına nasbi ve diğerlerinin de son durumda onlara ittibaı konusunda ittifakları vardır. el-Hulâsa adlı kitapta şöyle bir ibare vardır: “İki kişinin bilgi ve hal gidiş bakımından durumları bir olsa, fakat kıraat bakımından biri diğerinden daha iyi olsa, buna rağmen cemaat diğerini imamlığa geçirse cemaat hataya düşmüş olur. Yine bunun gibi, bilgi ve ahlâk bakımından birbirine denk olan iki kişiden biri muhakeme usullerini bilmek bakımından diğerinden daha üstün olsa, buna rağmen diğerini kadılığa nasbetseler, yine hata işlemiş olurlar.
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in üstünlüğü hakkında Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ittifak edilmiştir. Bu tertip Hz. Osman ile Hz. Ali arasında da aynendir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisinin görüşü de budur. Ancak Küfe ve Basralılardan buna muhalif bir görüş rivayet edilmektedir.
Sonra bil ki, Rafızilerle Mutezilenin çoğunluğu Hz. Ali'yi Hz. Ebû Bekir üzerine üstün tutmaktadırlar. Ebû Hanîfe hazretlerinden de Hz. Alî'yi Hz. Osman'a üstün tuttuğu yolunda bir rivayet nakledilmektedir. En sağlam görüş, Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğunun kabul ettiği kuvvetli görüştür. Ebû Hanife'den rivayet edilen kuvvetli görüş de bu yoldadır. Nitekim metinde de bu görüş üzre halifelerin tertibini yapmıştır.
“Şerh'ul-Akâid”de de selef âlimlerinin görüşlerini bu tertip üzre bulduk. Doğrusu selef âlimleri bunun delilini bulmasalar bu şekilde bir tertip yapmazlardı. Selef âlimleri Hz. Osman'ı, Hz. Alî'den üstün tutmada tereddütlü olsalar gerek ki, sadece Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'i diğerlerine karşı üstün tutmayı ve Hasan ile Hüseyin'i sevmeyi Ehl-i Sünnet'in alâmetlerinden saymışlardır. El insaf! Eğer üstünlükten maksat sevabın çokluğu ise bu noktada tereddüt etmenin bir yönü vardır. Eğer, akıllı kişilerin saydıkları faziletlerin çokluğu kasdedilmişse o zaman bu noktada duraklamanın bir manası yoktur. Buradaki üstünlük sözünden maksat, Hz. Osman'ın Ali üzerine üstünlüğüdür. Hemen öncesinde duraklama sözü geçmesi bir karinedir. Yoksa dört halife arasındaki üstünlük kasdedilmiş değildir.
Muteehhirin âlimlerinden (sonraki âlimlerden) bazılarından nakledilen husus şudur: bu mânada üstünlük hakkında kesin bir hüküm yoktur. Zira bunlardan biri için rivayet edilen bir fazilet yoktur ki, diğerinin bu fazilete ortaklığı bulunmasın. Birinin bu fazilete hakikaten tahsis edilmesi takdirinde diğerinin de başkasına tahsisi gerekir. Zira bu fazilet ya haddizatındaki şerefi, yahut kemiyetinin fazlalığı sebebiyle birçok faziletlerden daha tercihli olabilir.
Başka bir haşiyeci de şöyle demiştir:
“Hz. Osman ile Hz. Ali arasındaki fazilet tercihinde duraklamaya bir sebep yoktur. Belki Hz. Ali’nin daha üstün olduğuna hükmetmek gereklidir. Zira onun hakkında menkıbelerinin yaygınlığı, faziletlerinin çokluğu, kemal sıfatları ile vasıflanmış bulunduğu ve birçok kerametlere tahsis edildiğine delâlet eden rivayetler tevatür derecesinde nakledilmiştir.” Bu haşiyecinin sözünün akışından anlaşılan manadır. Bu sebepten denilmiştir ki bu görüşte bir nevi rafızîlik rayihası vardır. Ancak bu şüphesiz bir uydurmadır. Zira Hz. Ali'nin yüksek kemalâtı ve faziletleri çoktur. Bu konudaki rivayetlerin tevatür derecesine ulaşması inkârı mümkün olmayacak bir mâna taşır. Eğer bu, sünneti terk ve iptal etmekse rivayet ve dirayet ehlinden hiçbir kişi sünnî değildir. Dinde taassubtan, hak ve yakîn olan bilgilerden uzaklaşmaktan sakın.
Hz. Ali'nin, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'den üstün kabul edilmesinin Ehl-i Sünnet mezhebine muhalif olduğunda bir gizlilik yoktur.
Selef âlimlerinin tümü bu görüştedir. Ancak, sonradan gelen âlimlerden bir kısmı Hz. Ali'nin, Hz. Osman'dan üstün olduğuna meyletmişlerdir. Sahabe'den Eb'ut-Tufel bunlardandır. Eb'ut-Tufeyl'in inandığı ve Allah'ın dininde dayandığı görüş şudur: Hz. Ebû Bekr'in diğerlerinden üstün olduğu kesindir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem kendisine, vekâlet yolu ile insanlara, imamlık yapmasını ona emretmiştir. Halbuki İslâm dininde biliniyor ki, imamlığa lâyık olan daha üstündür. Hz. Ali de o zaman Medine'de bulunuyordu. Sahabe'den diğer büyük sahabîler de öyle. Hastalık günlerinde Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekr'i imamlığa üstün olduğunu bildiği için geçirmişti. Hattâ bir keresinde Hz. Ebû Bekir geri çekilerek Hz. Ömer imamlık için öne geçmek üzere iken Hz. Peygamber sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Allah da mü'minler de Ebû Bekir'den başkasını kabul etmez.” Hz. Âişe'nin, babasına karşı gelme kazıyyesi meşhurdur. Hz. Ebû Bekr'in imamlık yapması, hilâfet makamına nasbedileceğine bir işaret idi. Bunun için sahebe, “Hz. Peygamber: O’nu dinî işimiz için seçti, dünyaya ait işlerimiz için biz onu neden seçmeyelim?” diyerek Hz. Ali'nin, kendisini Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer üzerine üstün tutan kimseleri, iftira eden kişiyi döver gibi dövdüğü rivayet edilmiştir.
Geçmişte olduğu gibi bu dört halife hak üzerinde bakîdirler. Hak ile beraber daimdirler. Onların hepsini severiz.
Hallerinde bir değişiklik, kemallerinde bir noksanlık olmaksızın hak üzerinde bakidirler. Bu ibarede Rafızîlere reddiye vardır. Onlar üç halife hakkında şöyle derler. Üç halife Hz. Peygamber zamanındaki hallerini değiştirdiler. Onlar hakkında, faziletlerine delâlet eden ayetler, güzel hayat hikâyelerini bildiren hadisler gelmiştir. Yukarıdaki sözde Haricîlere de reddiye variır. Onlar da Hz. Ali ve ona uyanları kâfir olduklarına hükmediyorlar. Bir mü'minin öldürülmesi günahını irtikâb ettikleri için Hz. Muaviye ve ona uyanların da kâfir olduğuna hükmediyorlar. Zira Hâricilere göre, adam öldürmek, insanı iman sınırından çıkaracak büyük bir günahtır.
Biz bu dört halifeyi severiz, sayarız. Onlardan hiçbirine sövmeyiz. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor.
“Benim ashabıma sövmeyin.” Allah Teâlâ da ilk muhacir müslümanlar hakkında şöyle buyuruyor:
“Muhacir ve Ansar'dan İslâm'a ilk girerek
öne geçen müslümanlar; bir de güzel amellerde bulunmak suretiyle onların izinde
yürüyenler; Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuştur.”
[233]
Bu dört halifenin İslâm'a ilk giren ve Cennet'e ilk girecek olan müslümanlardan oldukları hususunda ittifak vardır. Bunlar, Allah'ın rıza Cennetine ilk olarak gireceklerdir. Bu âyet, onların şanlarının yüceliğine, imanlarının kesinliğine, makamlarının güzelliğine kesinlikle delâlet ediyor, ister aklî olsun, ister naklî olsun bu âyet karşısında kesin bir delilden başkası kabul edilemez. Bunlara karşı terbiyesizlikte bulunan, onlara çamur atan, onlarda var olan Hz. Peygamberle sohbet faziletine saygısızlıkta bulunanların böyle bir kat'î delilleri yoktur. Sahabe, Hz. Ebu Bekr'in Hz. Peygamberle sohbetini, arkadaşlığını inkâr eden kâfir olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü onun sahabîliği hakkında nas vardır. Cenabı Hak Kur'an-ı Kerîm'de söyle buyuruyor:
“Eğer siz peygamber'e yardım etmezseniz,
Allah ona vaktiyle yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani Mekke
müşrikleri onu Mekke'den çıkardıkları zaman ikinin ikincisi (Hz. Ebû Bekir)
ile beraber mağarada idiler. O vakit Hz. Peygamber arkadaşına şöyle diyordu:
Üzülme, çünkü Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.”
[234]
Müfessirler, bu âyetteki Peygamberin arkadaşı ifadesinden, Hz. Ebû Bekr'in kasdedildiğinde ittifak halindedirler. Bunda Hz. Ebû Bekr'in, Hz. Peygamber'in ashabı arasında en kâmil bir ferd olduğuna işaret vardır.
Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in sahabîlerini yalnız hayır ile anarız.
Zira o fesad maksadı ile ısrar ederek yapılmış olmayıp kendi içtihadından doğmuştur. Belki onlar, bu kötülükten hayr-ı meâd'a dönmüşlerdir. Bizim onlara karşı iyi bir zanda bulunmamız gerekir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem de onlar hakkında şöyle buyuruyor:
“En hayırlı nesil benim asrımın neslidir.”
[235]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyuruyor;
“Ashabımdan bahsedildiği zaman dilinizi
tutun.” [236]
Bu hadislere dayanarak ilim adamlarının çoğunluğu, sahabenin hepsinin güvenilir kişiler olduğu görüşündedirler. Bu güvenilir oluş, Hz. Osman ve Hz. Ali devrindeki fitneden evvel de sonra da bakidir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem yine şöyle buyuruyor:
“Benim ashabım, yıldızlar gibidir. Hangisine
uyarsanıız, doğru yolu bulursunuz.»
İbn-i Dakik sinde şöyle diyor:
“Sahabe arasında ihtilâf bulunduğu hususunda nakledilen rivayetlerin bir kısmı bâtıldır, bir kısmı yalandır; onlara iltifat edilmez. Doğru olanlarını güzel bir şekilde tevil ederiz. Zira onlar hakkında Allah Teâlâ'nın medh-u senası geçmiştir. Buna ilâve edilen sözler tevile ihtimali vardır. Şüphe vehimli bulunan sözler gerçek ve bilinen hususları bâtıl kılmaz.
Bu konuda İmam Şafiî şöyle diyor:
“Allah Teâlâ sahabe devrinde akan o kanlardan bizim ellerimizi temizlemiştir, dolayısıyla dillerimizi onunla bulaştırmamalıyız.”
İmam Ahmed b. Hanbel, Hz. Âişe ile Hz. Ali arasında cereyan eden vakadan sorulunca şöyle cevap vermiştir:
“O bir ümmettir ki gelip geçti. Kazandıkları işler kendilerine aittir, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.” mealindeki âyet-i kerimeyi okudu.
İmam Âzam Ebû Hanife de şöyle buyuruyor:
“Hz. Ali olmasaydı Haricîlerin hayat hikâyelerini bilemezdik.”
Ne kadar büyük olursa olsun, helâl olduğuna inanmadıkça hiçbir müslümam, işlediği herhangi bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz, îman ismini onlardan yok etmeyiz.
Haricîler ise büyük günah işleyen bir müslümana kâfir diyorlar. Bize göre, bir müslüman, işlediği günahın helâl olduğunu kabul etmedikçe imandan çıkmaz. Haram olduğu kesin delillerle sabit olan bir işin helâl olduğuna inanan kimse ise kâfirdir. Biz, büyük bir günahı işlemesi sebebiyle bir müslümandan iman vasfını düşürmeyiz.
Mutezile taifesi ise, büyük günah irtikab edenlerin imandan çıkacağına fakat, kâfir de olmayacağına inanmaktadırlar. Onlar, bu yük günah işleyenler için küfür ile iman arasında bir mertebe ispat ediyorlar ve büyük günah işleyen ne mümindir, ne kâfirdir, diyorlar. Halbuki diğer taraftan, büyük günah işleyen bir müminin ebediyyen Cehennemde kalacağına da inanmaktadırlar. İmam Ebû Hanîfe'nin, Cehm'e “Çık ey kâfir!” sözü, bidat ehlinden de olsa, kıble ehli olan günahkâr kişilere kâfir demeyi nefyetmekte sözü genişletmeğe sonra kâfire benzetmeğe hamledilmiştir.
Biz, büyük günah işleyen kimseye gerçekten mümin deriz. Bir kimsenin kâfir olmaksızın fâsık bir mümin olması caizdir.
Çünkü iman dil ile ikrar, kalb ile tasdikten ibarettir. Azalar ile amel etmekse Ehl-i Sünnet'e göre, imanın olgunluk mertebesinden ve ihsanın güzelliğindendir. Haricîlerle mutezileye göre ise, amel imanın bir parçası, yahut yarısıdır. Bu meseledeki ihtilâfın menşeî işte bu noktadır.
Bu münakaşanın aslı şudur: Mutezilenin reisi Vasıl b. Atâ, Hasan-i Basrî'nin talebelerinden olup onun meclisine devam ediyordu. Bir müddet sonra meclisinden ayrıldı. Ayrılmasının sebebi şu vak'adır: Vasıl b. Atâ, büyük günah işleyenin ne mümin ne de kâfir olmadığını kabul ediyor, dolayısıyla iki mertebe arasında bir derece ispat ediyordu. Bu düşüncesi dolayısıyla hocası Hasan-i Basri:
“Vasıl bizden ayrıldı.” dedi. İşte bu sebeple Vasıl b. Atâ'nın düşüncesini takip edenlere Mutezile adı verilmiştir. Yâni Ehl-i Sünnetten ayrılanlar demektir. Mutezile ise kendilerine adalet sahibi ve Tevhîd ehli adını takmışlardır. Çünkü onlar, Allah'a itaat edene sevap vermek, isyan edene azab etmek Allah Teâlâ üzerine vaciptir, dediklerinden ve Allah Teâlâ'nın sıfatlarını nefy ettiklerinden kendilerine adalet sahibi, Tevhid ehli adını takmışlardır. Sonradan onlar, kelâm ilminde ileri giderek inanca ait birçok meselelerde Felsefecilerin eteklerine yapışırlar. Dolayısıyla mezhepleri insanlar arasında da yayılmaya başladı. Bu durum Ehl-i Sünnette İtikad Mezhebi İmamlarından Ebul Hasan el'Eş'âri, hocası Ebû Alî elCübbâî'ye şu soruyu soruncaya kadar devam etmiştir:
“Üç kardeş hakkında ne dersin? Biri Allah’” itaat ederek öldü, diğeri isyan ederek öldü. Üçüncüsü de küçükken öldü.” Eş'âri'nin bu sorusuna karşılık Ebû el-Cübbâî şöyle cevap vermiştir;
“Birincisi Cennetle mükâfatlandırılır. İkincisi Cehennem ateşi ile azab edilir. Üçüncüsü sevap da almaz, azab da.” Bu cevap üzerine Eş'ârî yine sorusunu sormaya devam etti:
“Eğer üçüncüsü, yani küçükken ölen Allah Teâlâ'ya, karşı: Yâ rabbî! Beni neden küçükken öldürdün de büyütmedin. Büyüseydim, sana iman edip itaat ederdim, ben de Cennet'e girerdim?” derse Allah Teâlâ nasıl cevap verecek?”
Cübbâî şöyle dedi:
“Allah ona şöyle cevap verir: Ey kulum Ben biliyordum ki sen büyüseydin bana isyan edecektin, dolayısıyla Cehennem'e girecektin. Senin için faydalı olan küçükken ölmendi.”
Eş'ari yine sordu: .
“İkincisi eğer derse ki: “Yâ rabbî! Niçin beni de küçükken öldürmedin ki, sana âsi olmasaydım, dolayısıyla Cehennem'e girmeseydim?* Allah Teâlâ ne cevap verir:
Bu soru karşısında Cübbâî mars oldu, bir cevap veremedi. Bundan sonra İmam Eb'ul-Hasan el-Eş'arî hocası Cübbâi'nin mezhebini terk ederek kendisi ve ona uyanlarla birlikte Mûtezile'nin görüşlerini iptal etmek, Sünnet'in geldiği şekli ispat ve Müslüman topluluğun devam ve sebat ettiği inancı yerleştirmek için gayret sarf etti. Bu gayreti gösterenler, bundan sonradır ki Ehl-i Sünnet adını aldılar.
Sonra Felsefe arapçaya tercüme edilerek İslâm âlimleri de bu ilim dalında Şeriatla çatışan noktalarda felsefecileri ve tabiatçı filozofları reddetmekle meşgul oldular, dolayısıyla felsefeyi red ve iptal edip maksatlarına ulaşma imkânını bulmak için, kelâm ilmine felsefeden çok şey karıştırdılar. Nihayet o duruma geldi ki, Kelâm ilmine Tabiatla ilgili, ilahiyatla ilgili, müspet ilimlerle ilgili meselelerin büyük bir kısmını soktular. Öyle ki Kelâm ilminde naklî deliller bulunmasa felsefeden ayrılmaz duruma gelirdi. İşte bu sebeple kelâm ilmi, akli ve naklî yönden dinî meselelerde kitap ve Sünnetle yetinen ilim adamları yanında kötülenir oldu.
Sonra bil ki, Konevî şöyle diyor: “
“Büyük günah işleyenin işi Allah'ın meşîet ve iradesine kalmıştır, diyerek durumunu tehir ettiği için, tehir edici mânasında olmak üzere İmam Âzam'a Mürcie adını verenler olmuştur. İmam Âzam bu konuda şöyle derdi;
“Ben büyük ve küçük günah işleyenler için Allah'tan mağfiret umarım, fakat azab edilmelerinden de korkarım. Küçük günah işleyen için yine mağfiret umarım, büyük günah işleyen için de Allah'tan azab gelmesinden korkarım.” Şeyh Âbdulkadir-i Geylânî “El-Ganiyye” adlı kitabında kurtuluşa ermeyen fırkalardan bahsederken:
“Kaderiye taifesi bunlardandır.” dedikten sonra onlardan bazılarını zikrediyor.
“Hanefiler, İmam Âzam Ebü Hanife'nin mezhebine mensub olanlardır.” Hanefîler şöyle inanırlar; İman, Allah ve Resulün Allah tarafından getirdiği hükümleri topluca bilmek ve ikrar etmekten ibarettir” [237]
Berhûninin “Kitab’uş-Şecere”'de zikrettiğine göre, bu inanç, bozuk bir itikat olup, İmam Âzam'ın “Fıkh-î Ekber”deki itikadına muhaliftir. Ebû Hanîfe'nin talebelerinin naklettiği:
“İmanın; ikrar değil, yalnız tasdikten ibaret olduğunu söylediği.” yolandaki rivayete aykırıdır. Zira İmam Âzam'a göre ikrar şeri hükümlerin icrası için şarttır. İmam Âzam'ın bu düşüncesi, Ehl-i Sünnet ile Mutezile ve Bidat ehli arasındaki ihtilâflar için yazılmış akaid kitaplarını da nakz itmektedir. Mutezile ile Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bîd'at arasındaki ihtilaf şuradan doğmaktadır; Ehl-i Sünnet'e göre iman bilmek ve ikrar itmektir. Bu görüş Ehli Sünnetçe tercih edilen görüştür Bu söz, belki. “îman ikrar ve tasdikten ibarettir” demekten daha iyidir. Zira taklidden doğan tasdikin kabul edilmesinde ihtilâf vardır. İkrarla birlikte delilden doğan bilgi böyle değildir. Muhakkak delile dayanan bilgi ittifakla imandır. Sadece bilgi ile yetinip ikrar etmemek yahut ikrar ile yetinip bilmemekse ihtilâf konusudur. Sonra kötülenen bidat, ehli Mürcie taifesi Kaderiye Mezhebine mensup değildir. Belki onlar ayn bir taifedirler. Küfürle birlikte itaat, fayda vermediği gibi, imanla beraber günah da zarar vermez, derler. Onlara göre, müslümanlardan hiçbiri işlediği büyük günahtan ötürü azab edilmez. Bunların inancı nerede, İmam Azamın inancı nerede.
Sonra İmam Âzam'ın sözü Kur'âr’n nasına uygundur. Bu nas da şu âyeti kerîmedir;
“Muhakkak Allah Teâlâ, kendisine
eşkoşulmasını affetmez. Kendisine eş koşmaktan başka dilediği kimseleri mağfiret
eder.”
[238]
Mürcie taifesi böyle değildir. Onlar küfürden başka günahların Allanın dilemesine bırakmadan affedileceğini, bunlardan dolayı bir müminin azab edilmeyeceğini söylüyorlar. Mutezile de İmam Azama muhalif düşünüyor. Onlar büyük günahtan dolayı Allah'ın azab etmesini adalet icabı diyerek Allah'a vacib kılıyorlar, Allah'ın dilemesine yer bırakmıyorlar. Hariciler de ayrı düşünüyorlar; büyük, yahut küçük günah işleyenleri imandan çıkarıyorlar.
Sonra bil ki; Mürcie'nin mezhebi şudur: Cehennem ehli Cehennem ateşine girdikleri zaman, balık suda yaşadığı gibi, bunlar da ateş içinde o şekilde bulunacaklar, ateşten azâb duymayacaklar; ateş onlar için bir hayat haline gelecektir. Ancak kâfir ile mümin arasında şu fark bulunacaktır. Mümin Cennet nimetlerinden faydalanacak yiyip içecek; Cehennem ehli ise bu nimetlerden istifade edemeyecektir. Bu inanç, Kitap, Sünnet ve İcmâ-i Ümmetle, hatta Ehl i Sünnet ve Ehl-i Bid'at âlimlerinin ittifakı ile batıl bir görüştür. Nitekim aşağıdaki âyet-i kerime de buna delâlet etmektedir;
O kâfirlere şöyle denilir
“Şimdi tadın. Artık size, azap artırmaktan başka bir şey yapmayacağız.”
Bunlardan başka konu ile ilgili âyet ve hadisler de vardır. Mürcie Taifesi ise,
“Öyle bir gün gelecek ki: Cehennemin kapılarını rüzgâr kapayacak ve içinde kimse kalmayacak.” hadisinden maksat Cehennemin tabakalarından bir tabaka var ki burada müminlerin âsileri bulunacak ve bir gün cezalarını doldurduktan sonra orada kimse kalmayacak, mânasına tevil edilmekle beraber esasta naslara da aykırı değildir. Mürcie bu hadise dayanarak Cehennemin bir gün kapanacağını söylemektedirler ki bunlar halis muhlis Mürcie taifesidir.
Mestler üzetine mesh etmek sünnettir. Ramazan ayında Teravih namazı kılmak sünnettir.
Mestler üzerine mesh etmenin müddeti misafir için bir gün gece, seferde bulunan kimse için ise üç gün üç gece olup Tevatür derecesine yakın bir Sünnetle sabittir. Mestler üzerine meshin delilini Kitap'tan almak da uzak değildir. Zira Cenabı Hak:
“Ayaklarınızı Ka'b kemiklerinize kadar yıkayın.” [239] buyuruyor. Bu âyet-i kerîmede “Ercül” kelimesi yedi İmama göre de nasb ile okunmuştur. Mest giyerken mesh edilir, mestsiz olunca ayakların yıkanması gerekir.
Ramazan-i Şerif gecelerinde Teravih namazı kılmak aslı itibariyle Sünnettir. Cemaatla kılınması ve Ramazan gecelerinin Teravih ile ihya edilmesinin ne güzel bir iş olduğu manasındadır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyuruyor:
“Benim sünnetime ve raşid halifelerin sünnetine uyun, ayrılmayın.” buyuruyor. Sonra Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in şu sözleri meşhurdur. Benden sonrakilere uyun. Bu söz, Râfızileri reddediyor.
Müminlerden Allah'a itaat eden ve etmeyen herkesin arkasında namaz kılmak caizdir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor.
“Allah'a itaat eden ve itaat etmeyen her müminin arkasında namaz kılın.” [240] Bu hadîs'i Dârekutnî, Ebû Hureyre'den, yine Beyhakî de Ebû Hureyre'den rivayet etmişlerdir. Beyhakî bu hadis'e: “İtaatkâr olan ve olmayan herkes ile beraber cihad edin.” ibaresini de ilâve etmektedir.
Fasık ve facir de olsa imamın arkasında cemaatla ve Cuma namazı kılmayı terk eden kişi ilim adamlarının çoğunluğuna göre, bidat ehlidir. Doğrusu böyle bir kimsenin arkasında namaz kılınır ve iade edilmez İbn-i Mes'ûd ve diğer sahabiler, içki içmesine rağmen Velld b. Ukbe b. Ebî Muît'in arkasında namaz kılmışlardır. Hatta bir kerre onlara sabah namazını dört rekât olarak kıldırmıştı. “Münteka” adlı kitapta zikredildiğine göre, Ebû Hanîfe'ye ehl-i sünnetin bu konudaki görüşü sorulunca şöyle cevap verdi:
“Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'i üstün tutman, Hz. Osman ile Hz. Ali'yi sevmen, mestler üzerine mesh etmeyi caiz görmen ve itaatli itaatsiz her müminin arkasında namaz kılınandır” cevabını verdi.
İmam Âzam yine “El-Vasıyye” adlı kitabında şeyle diyor.
“Sonra ikrar ederiz ki Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'den sonra ümmetin en faziletlisi ve en hayırlısı Hz. Ebû Bekir, sonra Hz.Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali'dir. Çünkü Allah Teâlâ bunun hakkında şöyle buyuruyor:
“Önce geçen ilk müslümanlar bunlar
dereceleri en yüksek olanlardır... Naîm Cennetindedirler.”
[241]
Bu sahabîlerden ilk olarak halifeliğe geçenler daha faziletlidir. Onları Allah'tan korkan her mümin sever, münafıklar ve kötüler ise sevmez.
İmam Âzam bu hususta yine aynı kitapta şöyle diyor: İkrar ederiz ki, seferde bulunmayan kimse için mestler üzerine mesh etmek bir gün bir gece, misafir için üç gün üç gecedir. Zira Hadis öyle gelmiştir.
Yine söylediğimiz gibi, kim mest üzerine mesh etmeyi inkâr ederse küfründen korkulur. Çünkü Mest üzerine mesh etmeyi sünnet kılan hadis, lafzı yönden Tevatür etmiş hadislere yakındır. Bu hadis her ne kadar lafzı bakımından tevatür etmiş değilse de mâna yönünden mütevatirdir.
İmam Âzam, daha sonra o kitapta şöyle diyor:
“Seferde namazları kısaltarak farzlarını iki rekât kılmak ve Ramazan ayında yine sefer halinde iken iftar etmek, Kitabın nassı ile sabit olan bir ruhsattır.Seferde namazların iki rekât kılınması hususunda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Sefere çıktığınız zaman, namazı
kısaltmanızda bir sakınca yoktur.” [242]
Seferde iftar konusunda da şöyle buyuruyor:
“Kim hasta olursa, yahut seferde bulunursa, diğer günlerden sayılı günlerle orucunu kaza etsin.” [243]
Birinci âyette “Namazları kısaltmakta bir sakınca yoktur.” ruhsatı amel bakımından vaciptir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem bu hususta şöyle buyuruyor:
“Seferde namazı kasr etmek, Allah'ın size
verdiği bir sadakadır. Allah'ın sadakasını kabul edin.”
[244]
İşte bu sebepten misafir seferde dört rekât kılarsa günahkâr olur. İkinci âyetteki oruç tutmamakta serbest oluş hakkındaki ruhsat ise delalet bakımından açık değildir. Belki Zahirîler, seferde orucu terk etmenin vacib olduğunu ve seferden sonra da kaza edilmesinin gerekli olduğu görüşünü kabul etmişlerdir.
Ruhsat şu âyetten istifade edilmiştir.
“Oruç tutmanız, sizin için ziyade hayırlıdır.” [245]
Biz, Mümine işlediği günahlar zarar vermez demiyoruz; işlediği günah sebebiyle Cehennem ateşine girmez, demiyoruz; fâsık da olsa dünyadan mümin olarak çıktıktan sonra Cehennemde ebediyyen kalacak, demiyoruz.
Murcie, Melâhide ve İbahiye taifesi ise, müminin işlediği günah sebebiyle Cehennem'e gitmeyeceğini söylüyorlar.
Ehî-i Sünnet vel-Cemaat inancına göre,
“Şüphesiz Allah Teâlâ, kendine eş koşulmasını mağfiret etmez. Şirkten başka günahlar için dilediğini mağfiret eder.” [246] âyetine dayanarak günah işleyen kimsenin Allah'ın meşîeti altında olduğu için tevbesiz olarak da günahları affedilir. Yoksa Allah Teâlâ, zaten vaadi icabı tevbe edildikten sonra şirki de, diğer günahları da mağfiret eder. Mutezile ise Ehl-i Sünnet'in bu görüşüne karşı çıkarak, kötüye azab etmek, itaat edene sevap vermek ve tevbeleri kabul etmek Allah Teâlâ üzerine vaciptir, diyorlar.
İmam Sadüddin et-Taftazaninin “Şerh'uî-Akâid”de “Allah, şirkten başka diğer günahları dilediği için mağfiret eder.” âyetinde şöyle diyor: Yani Allah Teâlâ küçük ve büyük günahları tevbeli tevbesiz affeder. Ancak Mutezile buna muhalefet etmektedir. Burada “Tevbeli” sözü kalem hatasıdır. İki noktadan yerinde bir söz değildir. Çünkü iki taifenin de görüşüne aykırıdır. Zira bu bahis tevbenin mağfiretin ihtilâf konusu olduğu bir yerdir. Tevbeli olarak mağfiret edilmesi hususunda bir ihtilâf bahis konusu değildir. “Şerh'ul-Mekâsıt”da da açıklandığı üzre bütün âlimler, tevbe eden kimsenin affedileceği hususunda ittifak halindedirler. Nitekim:
“Günahından tevbe eden, günahsız gibidir.” [247] hadisinde bu husus doğrulanmaktadır. Yine Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor:
“Allah Teâlâ, kulundan tevbesini kabul eden ve kötülüklerini affedendir.”
[248]
Sonra bazı kötülükleri Allah Teâlâ'nın yalanlama ve inkâr emaresi yaptığı hususunda bir ihtilâf yoktur. Bazı günahların inkâr emaresi olduğu şer'î delillerle de bilinmektedir. Meselâ; putlara secde etmek, mushafı pisliklerin içine atmak, küfür kelimesini telâffuz etmek gibi. Şer'î delillerle küfür olduğu sabit olan sözlerde olduğu gibi. Şüphe ve inkâr tahakkuk etmedikçe, imanın yalnız dil ile ikrar ve kalb ile tasdikten ibaret olduğu gerekçesiyle, dili ile ikrar edip kalbi ile tasdik edenin küfür işleri ve küfür sözlerinden bazıları ile kâfir sayılmayacağı yolundaki inanç reddedilmiştir.
Mûtezile'nin “Ümmet-i Muhammed büyük günah işleyenin fasık olduğunda ihtilâf ettikten sonra; mümin, kâfir, yahut münafık olduğu hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Ehl-i Sünnet'e göre mümindir, Hâricilere göre ise fasıktır. Hasan-i Basrî'ye göre de münafıktır. İşte biz, “ihtilâfı terk ederek ittifak edilen hususu aldık ve büyük günah işleyen ne mümindir, ne de kâfirdir.” dedik sözleri reddedilmiştir. Zira bu düşünce, Selef âlimlerinin iki mertebe arasında bir mertebe bulunmayacağı hususunda ittifak ettikleri düşünceye muhalif olup iki menzile arasında bir menzile ortaya çıkarmaktır. Ki bu düşünce bâtıl olur. “El-Bidâye” adlı kitapta belirtildiğine göre, İmam Hasan-i Basrî'nin bu düşüncesinden döndüğü rivayet edilmektedir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Mutezile ile Haricîler, İcmaın bağlandığı daireden dışarıya çıkmışlardır. Onların sözlerine itibar edilmez.
Murcie taifesinin söylediği gibi, demiyoruz ki, yaptığımız iyilikler kabul edilmiştir, kötülükler de affedilmiştir. Ancak biz şunu söylüyoruz: Mesele uzun bir şekilde açıklanmıştır. Şartlarına uygun bir şekilde açık ayıplardan ve gizli kusurlardan uzak kalarak kim iyi bir amel işlerse ve dünyadan çıkıncaya kadar yaptığı bu ameli iptal etmezse, Allah Teâlâ onun bu amelini zayi etmez, belki fazlı ve Keremi ile bu ameli kabul edip mükâfatlandırır. Allah'a eş koşmaktan başka mümin olarak fakat tevbe edemeden öldüğü kötülükleri ise Allah Teâlâ'nın dileğindedir. İsterse, affeder, dilerse azab eder. Fakat ebedî olarak Cehennem ateşinde bırakmaz. Herhangi bir amelde gösteriş, yahut yaptığı işte kendini beğenmek gibi haller vuku bulursa, o amelin mükâfatını iptal eder.
Amellerin sevabını iptal eden haller, küfür, kendini beğenme ve gösteriş gibi hallerdir. Bu konularda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor.
“Kim imanı inkâr ederse, yaptığı bütün
ameller boşa gider.”
[249]
“Ey iman edenler! Sadakalarınızı, insanlara
gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi
başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın.”
[250]
Sonra hadîs-i şerifte zikredilen:
“Ateş odunu yakıp kül ettiği gibi,
başkalarının elindeki nimeti çekememek, insanların yaptıkları iyiliklerin
mükâfatını yakıp kül eder.”
[251]
Sözü şöyle tevil ediliyor: Çoğu zaman çekememe hali, insanı, hased edilen kişiye nisbetle kötülük işlemeğe sevkeder. Bu sebeple Kıyamet gününde hasedçinin yaptığı iyilikler, hased edilene verilir.
Allah Teâlâ iyilik yapanların mükâfatını zayii etmez. Çünkü bir âyette şöyle buyuruyorlar:
“Şüphesiz Allah Teâlâ, iyilik yapanların
mükâfatını boşa çıkarmaz.” [252]
“Şüphesiz Allah müminlerin mükâfatını zayi
etmez.” [253]
Başkalarına gösteriş yapan, işinde ihlâs olmadığının delilidir. Çünkü gösterişçi, insanlar görüp güzel desin için bir iş yapar. Süm'acı, yani başkalarına işittirmek için bir işi yapan da Allah rızası gayesini taşımamaktadır. Bu sebeple yaptıkları amelin mükâfatı yok olur. Gösteriş ve işittirmek için iş yapmak, bir şeyi lâyık okluğu yere koymamaktır. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Kim rabbine kavuşmak isterse, iyi amel
yapsın ve rabbbıne ibadette kimseyi ortak etmesin.”
[254]
Bu âyette zikredilen, eş koşmak hem açık, hem de gizli olarak Allah'a eş koşmak mânalarına şamil olmaktadır. Açıkça eş koşmak bellidir. Gizli olarak eş koşmaksa başkalarına işittirmek, gösteriş yapmak ve beğendirmek için yapılan taat ve ibadetlerdir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
“Allah için yaptığı bir amelde her kim
Allah'tan başkasını ortak ederse, sevabını Allah'tan başkasından istesin.
Zira Allah ziyadesiyle ortaktan beridir.” [255]
“İçinde zerre kadar gösteriş bulunan bir
ameli Allah Teâlâ kabul etmez.” [256]
İmam Âzam, metinde yapılan iyiliklerin mükâfatını belirtirken sadece gösteriş ve kendi işini beğenme hallerini zikretmekte yetinmiştir. Diğer günahların ve hallerin amellerin sevabını yok etmediğine işaret etmiştir. Çünkü diğer kötülükler, yapılan amellerin mükâfatını yok etmez. Sadece bu iki hal, iyiliklerin sevabını giderir. Belki bunun aksi olmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderirler.”[257]
Bu konuda yine şöyle bir hadisi kudsî bulunmaktadır.
“Benim rahmetim, gadabımı geçmiştir.” [258]
Bir şârih buna karşı çıkarak şöyle demiştir: Gösteriş ve yaptığı işi beğenme, yapılan iyiliklerin mükâfatını yok ettiği gibi, bunlardan başka bazı kötü davranışlar da yapılan iyiliklerin mükâfatını yok eder. Bu âlim şu hadise dayanmaktadır:
“Beş şey vardır ki, oruçlunun orucunu bozar.
Biri dedikodu, diğeri yalan, üçüncüsü söz gezdirmek, dördüncüsü yalan yere
yemin etmek, beşincisi ise şehvetle nâmahreme bakmaktır.”
[259]
Bu hadis-i şerife dayanarak diğer kötü hallerin de yapılan iyiliklerin mükâfatını yok edeceğini kabul eden zat, hadisin tevilini bilememiştir. Tevili şöyledir: Bu hadisten maksat, beş şeyin, orucun kemalini ve cemalini bozar, demektir. Aslını bozar manasında değildir. Çünkü şehvetle bakmak, küçük günahtır. Ehl-i Sünnete göre de, Mûtezile'ye göre de küçük günahtır; yapılan bir amelin sevabını yok etmez.
Bu zatın:
“Kötü ahlâk, sirkenin balı bozduğu gibi, müslümanm amelini bozar.” [260] hadisini delil olarak ileri sürmesi kabul değildir. Zira hadis-i şerif, müslümanın kötü ahlâkı riyasından (gösterişinden) ve kendini beğenmesinden ileri geliyorsa bütün amellerini yok eder, manasında tevil edilmiştir. Ehl-i Sünnet vel Cemaat Mezhebinin inancının gereği de budur.
Peygamberler için mucizeler, veli kullar için de kerametler haktır.
Yâni peygamberlerin mucizeleri ile velilerin kerametleri Kitap ve Sünnetle sabittir. Kerametleri inkârda Mutezile ile Bid'at ehlinin muhalif oluşuna itibar edilmez. Mucize ile keramet arasındaki fark: Mucize, ölüyü diriltmek, bir dağı yok etmek gibi muarazaya uygun şekilde âdete muhalif tarzda bir iştir. Mucize Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin dâvasını doğrulamak için gösterilir. Her gün güneşin, dünyanın doğusundan doğdurulması gibi harika olmayan durumlar, mucize değildir. Bu tarifin dışındadır. Hârika ise böyle değildir. Meselâ; kendisini doğrulamak için bir çocuğun konuşacağını iddia etmek gibi. Çocuk onu yalanlayacak şekilde konuşursa bu hârika değildir. Nitekim Deccalda da böyle haller olacaktır.
Kerametler de harikadır, fakat bu harikalar bir iddiaya ve muarazaya yakın değildir. Bu harika velinin kerameti olup Hz. Peygramber'in dâvasında doğruluğuna alâmettir. Zira tabiîn (ümmetin) kerameti, uyduğu kişinin (Peygamberin) kerametidir. Veli, mümkün olduğu ölçüde taatlara devam eden, kötülüklerden sakınan, dünyevi lezzetlere, şehvetlere, gafletlere, oyun ve eğlencelere dalmaktan yüz çeviren, Allah Teâlâ'yı ve sıfatlarını tanıyan kimsedir. Hz. Ömer'in mektubu ile Nil nehrinin taşması, Medine'de Minber üzerin de iken Nihavend denilen yerde askerlerini görmesi ve İslâm ordusunun kumandanına: Yâ Sâriye, dağdan sakın diyerek onu dağın arkasındaki düşmanın hücumundan sakındırması ve orada bulunan Sâriye'nin mesafe uzak olmasına rağmen Hz. Ömer'in bu sesini işitmesi Halid b. Velid'in zehiri içtiği halde bundan bir zarar görmemesi Sahabe ve diğer Ehl-i Sünnet'e mensup müslumanlardan vaki olmuş birçok kerametlere dair rivayetleri buna bir misal olarak zikredebiliriz:
Mutezile ise Ehl-i Sünnete karşı çıkarak kendi aralarında böyle bir mertebenin bulunduğuna şahid olmamışlardır. Şiîler kerametleri yalnız on iki imama tahsis etmişlerdir.
Sonra İmam Âzam'ın bu makamdaki kelâmının zahiri Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğunun görüşüne uygundur. Bu görüş de şudur: Peygamber için mucize olan her şeyin veli kullar için bir keramet olması caizdir. Aralarında peygamberlik iddiası dışında bir fark yoktur. İmam Kuşeyri ve İbn-i Sübkî gibi ona uyanlar, bu görüşe muhaliftir. Onlar yukarıdaki görüşe ilâveten şöyle demektedirler: Babasız çocuk doğurmak, cansız bir varlığı canlandırmak gibi haller müstesna. Bunlar mucizedir, keramet olmazlar. “Kitap ise Meryem'den ve Süleyman aleyhisselâm'ın arkadaşından keramet zuhur ettiğini söylemektedir. Birinci İsa aleyhisselâm'ın peygamberliğini kuvvetlendirmek içindir, yahut Zekeriyya aleyhisselâm için bir mucizedir; ikincisi ise Süleyman aleyhisselâm için mucizedir, tarzında ileri sürülen görüş şu şekilde reddedilmiştir: Bizler, sadece peygamberlik iddiası bulunmaksızın Allah'ın bazı salih kullarında harika durumların zuhur edebileceğini iddia ediyoruz. Buna, bir peygamber için mucize, yahut takviye adını vermek bizim için zarar vermez. Kıssaların siyakı (akışı) orada peygamberlik iddiası bulunmadığına, belki Zekeriyya aleyhisselâm'ın o kaziyye hakkında bilgi sahibi bulunmadığına, ancak keyfiyetten sorunca bunu öğrendiğine delâlet etmektedir.
Hülâsa, harika işler, Peygambere nisbet edilirse, mucizedir; ister kendisi tarafından gösterilmiş olsun, ister ümmeti tarafından gösterilmiş olsun, peygamberliğinin doğruluğuna delâlet ettiği için, mucizedir. Bu itibarla böyle işler peygamberlere mucize yapılmıştır. Yoksa mucizenin hakikati, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin elinde münakaşaya yakın olmasıdır. Bu mucize, veli'ye nisbetle keramettir.
Ebû Ali el-Cüzcâni bu konuda şöyle demiştir. Sen Allah yolunda doğruluğu ve istikameti iste, keramet arama. Zira senin nefsin keramet aramaya, zorlar, rabbin ise senden istikamet ister.
Şeyh Sühreverdi rahimehullah “Avarif”inde şöyle diyor: Bu konuda bu büyük bir esastır. Zira ibadet yapan müctehitlerden çoğu önce gelen Selef âlimlerinden çok şey işittiler, buna rağmen kendilerine keramet ve harikalar verilmemiştir. Onların nefisleri kerametlerden bir şey bekler ve keramet verilmesini ister. Allah'a ibadet edenlerden biri, kendisinde harika bir iş zuhur etmediği için, kalbi kırılır ve bunu amelinin sahih olmadığına işaret sayar. Eğer, böyleleri bu işin sırrını bilselerdi iş kolaylaşır ve Allah Teâlâ'nın sadık olan bazı mücahitlere bu kerametin kapısını açtığını bilir. Bunun, hikmeti gördüğü harikalar ve kudret-i ilâhî eserleri sebebiyle iman hususunda yakinini artırmak, dünyada zühd ve takva hakkında azmi kuvvetlendirmek ve nefsani arzuları çağıran sebeplerden uzaklaşmaktır Davasında sadık kişinin yolu nefsi için istikamet istemesidir. Esas keramet istikamettir. Yani Allah yolunda dosdoğru olmaktır.
Netice olarak şunu söylemek gerekir: Şeriata ait işlerle ilgili bilginin insana açılması, olacak işler hakkındaki bilginin insana açılmasından daha hayırlıdır. Birincinin, yani şeriat bilgisinin olmaması dine zarar verir. İkincisi, yani olacak ve olmuş olaylar hakkındaki bilginin insana keşfolması ise böyle değildir. Belki çoğu kere bu bilginin olmayışı kişi için daha hayırlı olur. Zira nefsin payı kalmaz, ibadetler sırf Allah rızası için yapılmış olur.
Sonra bil ki, Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Müminin bakışından sakının. Zira o Allah'ın nuru ile bakar.”[261] Bu hadisi Tirmizî Ebû Saîd el-Hudrî rivayetinden nakletmiştîr.
Cenab-ı Hakk da bir âyette :
“Elbette bunda keskin anlayışlılar için alâmetler vardır.” [262]buyuruyor:
Tenbih edilmesi gereken hususlardan biri de şudur: Feraset üç nevidir. Birincisi imana taalluk eden ferasettir. Bunun sebebi nurdur. Allah bu nuru, imanının kuvvetlendiği ölçüsünde kulunun kalbine sokar. İmanı kuvvetli olanın bakışı daha keskindir, anlayışı daha keskindir.
Ebû Selman ed-Dârânî rahimehullah şöyle diyor.
“Feraset, nefsin bir şeye muttali olması ve gaybı görmesidir. Bu ise imanın makamlarından bir makamdır.”
Ferasetin ikincisi, riyazet yolu ile elde edilen ferasettir. O da açlık ye uykusuzlukla ve halvetle (tenhaya çekilmekle) elde edilir. Zira insanın nefsi dünyaya ait meşguliyet ve alâkalardan boş olunca, bu boşluğu ölçüsünde feraset ve keşif kuvveti elde eder. Bu türlü feraset, mümin ile kâfir arasında müşterektir. Bu türlü feraset,ne imana ne de veliliğe delalet etmez. Faydalı bir şekilde Hakk’ı keşfetmez. Belki onların keşfi idarecilerin ve rüya tabircilerinin doktorların ve benzerlerinin keşfi gibidir. Ferasetin üçüncüsü, yaratılıştan var olan ferasettir.Bu tür feraset hakkında tabibler ve diğer alimler bir çok kitablar yazmışlardır.Onlar yaratılışı, huy ve davranışlar hakkında delil kabul etmişlerdir. Zira yaratılış ile davranışlar arasında Allah’ın hikmetinin gerektirdiği hikmetler vardır. Bu başın adetten dışarı çıkacak şekilde küçüklüğünü aklın küçüklüğüne, gögüs genişliğini huyun genişliğine, göğün darlığını huyun darlığına, gözlerin donukluğunu ve bakışın zayıflığını sahibinin tembelliğine ve kalb sıcaklığının zayıflığına delalet etmesi gibidir.
Hadislerde haber verildiği üzere, Firavun, İblis, Deccal gibi Allah düşmanlarında görülen harikalara mucize adını vermeyiz. Bunlara, ihtiyaçlarının giderilmesi ismini veririz.
İblis'e yeryüzünde mesafe katetme yetkisinin verilmesi ve bu sebeple şarkta garpta bulunan kimselere kolayca vesvese vermesi, hâdis-i şerifte belirtildiği üzere insanoğlunun kanına girebilmesi, aslında Allah'ın huzurundan kovulduktan sonra Allah Teâlâ'dan istediği mühletin kendisine verilmesi ile izah edilir. Bu bir harika değildir. Allah Teâlâ'nın, insanları imtihan etmek içn bunda büyük hikmetleri vardır.
Fir'âvn da Nil'e emreder, dilediği tarafa doğru akardı. Nitekim Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'de buna işaret, etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Firavn kavminin içinde bağırıp şöyle dedi:
Ey kavmim! Mısırın mülk ve saltanatı hana ait değil midir?
Bu nehirler benim ayağımın altından akıyor.”
[263]
Hikâye edilir ki, Firavn, sarayına binek olarak çıkmak yahut inmek istediği zaman, atının ayakları arzusuna göre, uzayıp kısaldı.
Deccal'ın da bir insanı öldürüp dirilteceği rivayet edilmektedir, deccal'a ait bu harika istikbal ile ilgilidir. Bunlara mucize ve keramet adını vermiyoruz. Ancak Allah Teâlâ, kendilerine hikmeti icabı fırsat vermiştir.
Zira Allah Teâlâ, azaba sokmak için, bazen düşmanlarının isteklerini yerine getirir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Bizim âyetlerimizi yalanlayanları,
bilmedikleri yönden azar azar azaba yaklaştırırız.”
[264]
Yani iman etmeyenlere, çok nimet ve uzun müddet verilir ki, azar azar Allah'tan bir ihsan ve yaklaşmadır sanarak helake uğrasınlar. Aslında bu, Allah'a yaklaşma değil, Allah'tan uzaklaşmadır; Allah'ın yardımı kesmesidir. Hâdis-i şerifte şöyle buyuruluyor.
“Allah Teâlâ'nın, isyana devam eden kişiye
istediği nimetleri verdiğini gördüğün zaman bu istidraçtır. Yâni onu azaba ve
helake sokmak içindir.” [265]
Bu sözü buyrduktan sonra Hz. Peygamber şu âyeti okudu:
“Böylece ne zaman ki yapılan ihtarları
unuttular, üzerlerine her türlü nimetin kapısını açtık.” [266]
Yani kendilerini imtihan etmek ve sonunda azaba sokmak için her türlü nimetin kapısını kendilerine açtık.
“Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve
serbestlikle tam ferahladıkları sırada, onları ansızın yakaladık.”
[267]
Yani hayretler içinde, her türlü hayırdan ümitlerini keserek onları ansızın, yakaladık. İşte bu sebeple görünüşte kendilerine yerilen nimetin çokluğu, ahirette azaba giriftar olmalarını gerektirir. İstidracın esas manası derece derece yükseltmek ve alçaltmaktır. Yani Allah Teâlâ böyle kişileri bir yükseltir, bir de alçaltır.
Allah'ın düşmanları, kendilerine verilen bu harikalar ve nimetler sebebiyle değişirler ve isyanlarını yahut küfürlerini artırırlar. Bunların hepsi caiz ve mümkündür.
Nitekim İblis'in dâvasında durum böyle olmuştur. İblis Allah Teâlâ'nın huzurundan kovulunca:
“İblis;Yâ Rabbi!Bana Kıyamete kadar mühlet
ver, dedi, Allah da: Sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu.”
[268]
Şeytanın, imtihan için kullan hak yoldan saptırması murad edildiğinden, Allah Teâlâ tarafından duası kabul edilmiştir. Çünkü İblis, sapıklık ehlinin başkanıdır. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ise hidayet ehlinin başkanıdır. Birincisi İblis Celâl sıfatının tecellisidir. İkincisi Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ise Cemal sıfatının tecellisidir. Kemal sıfatının nuru görülmesi için ikisi de lâzımdır. Bu sebepten Şeyh Ebû Medyen el-Mağribi şöyle demiştir:
“Batıl, kendi halinde inkâr edilmez. Zira o, Allah'ın sıfatının, yaratılmışlar aynasındaki tecellilerinden bazısıdır.”
İmam Âzam'm iblis ile Fir'avn'ı bir arada zikretmesi şu hadis-i şerife dayanmaktadır:
“Süddî'den rivayet edildiğine göre, Cebrail
aleyhisselâm, Resulullah sallellahu aleyhi vesellem'e şöyle demiştir: Allah'ın
kulları arasında iki kişiye buğz ettiğim kadar kimseye buğz etmedim.
Bunların biri cinlerden, diğeri ise insanlardandır. Cinlerden olan
İblis'tir. Adem aleyhisselâm'a secde etmekten kaçtığı zaman ona buğz ettim.
İnsanlardan olan Fir'avn'dır ki “Ben sizin en büyük rabbinizim.” dediği zaman
ona buğz ettim.”
[269]
Ben derim ki; belki Firavn, iki yönden İblis'ten daha kötüdür. Birincisi insan neslinden olduğu halde kendisinden bu taşkınlığın zuhur etmesidir. İblis ise cinlerdendir. Cinlerden isyanın görünmesi uzak bir ihtimal değildir. İkincisi, İblis, küçük gördüğü için Allah'tan başkasına secde etmek istememiştir. Firavn ise, kendini büyük görerek Allah’lık iddiasında bulunmuştur. Ne gariptir ki şeytan, Allah'tan başkasına ibadet etmesi için insanoğluna vesvese verir, öğüt verir; fakat kendine ibadet edilmesini öğütlemez. Bu durum insanların kalblerinden tamamen uzaklaştığı ve Allah'ı tanıdığı için olsa gerektir. Ancak sonradan İblis Allah'ın İhsan makamından uzaklaştırılmıştır. Yani insanlar, ondan nefret ettikleri için O'na ibadet etmezler. Yine Allah'ı tanıdığı için kendine ibadeti emretmez.
Bu konudaki latifelerden biri de şudur: Sarayda Fir'avn'dan başka kimsenin bulunmadığı sırada İblis Fir'avn'ın sarayının kapısını çalmış. Fir'avn: Kim o? demiş. Bunun üzerine şeytan gülerek şöyle cevap vermiş: Allah’lık iddia eden adam, çenesinin dibindeki kapısı üzerinde bulunan halkından ve kulluk erbabından birini tanıyamıyor.
Bazen harikalar, isteğin hilâfına da cereyan ederek iddia sahibini alçaltır. Rivayet edildiğine göre, Müseylemetül-Kezzeb, bir gözü kör olan birinin gözünün açılması için dua etmiş, fakat sağlam gözü de kör olmuştu.
Bil ki, Allah’lık iddia edenin elinde, isteğine uygun olarak harikanın meydana gelmesi caizdir, fakat peygamberlik iddia edeninki caiz değildir. Zira, peygamber olmadığı halde yalancı olarak peygamberlik iddia eden kişinin elinde harikanın isteğine uygun olarak meydana gelmesi, gerçek peygamberle yalancı peygamberi birbirinden ayırd etmenin kapısının kapanmasını gerektirir. Fakat Allah’lık iddia edenin elinde bazı harikaların görünmesi Allah Teâlâ'yı tanımanın kapılarının kapanmasını gerektirmez. Zira akıl sahibi her insan, bilir ki, Allah’lık iddia eden kimse yaratılmışlık ve noksanlık işaretlerini taşımaktadır, dolayısıyla yaratılan kişi, bin tane harika da gösterse yine Allah olamaz.
Sonra adete muhalif iş, adetin dışında bir iş olabileceği gibi, mutad olan bir iş yapmaktan aciz bırakmak tarzında da olabilir. Meselâ; Zekeriyya âlehisselâm'ın, üç gün insanlarla konuşmaktan menedilmesi gibi. Mutad olan bir işten menetmek de adeti bozmaktadır. Çünkü bu herhangi bir hastalık sebebiyle olmamıştı. Bu sebeple Zekeriyya aleyhisselâm'ın işaretle konuşmaktan başka sükût ettmesi, Allah'ın kendisine bir çocuk verdiğinin tahakkukuna bir işaret olmuştur. Buna mucize adı verilir.
Allah Teâlâ, hiç bir şeyi yaratmadan evvel de yaratıcı idi. Kimseye rızık vermeden evvel de rızık verendi.
İmam Âzam rahimehullah'ın bu maksadı, halk için ve bilenler için tekrar edilmesi, havas ve avam herkesin inanması gerekli bir inanç olduğunu ifade etmek için olsa gerektir.
Zerkeşi bu konuda şöyle diyor:
“Her ne kadar fiili sıfatlar yaratılmıştır demişsek de vermeden Allah Teâlâ'ya yaratıcı ve rızık verici adını vermek hakikattir. Yine bu isme vermek mecaz olsa nefy edilmesi sahih olurdu. Halbuki Allah Teâlâ'nın ezelde yaratıcı ve rızık verici olmadığını söylemek müstehcen bir iştir. Bunun misli söylenmez.” Yaratıkları ezelde var etti dememiz, şeklinde reddedilmesi doğru değildir. Zira bu, yaratılmışların kadim olmasına sebep olur. Bunların arasındaki fark ise açıktır. Belki; “Yaratıkları sonuna kadar var etti” sözü kendi başına açık bir delildir, eşyanın yaratıldığına işaret ediyor. Ancak bu yaratıklar, mahallinde vaki değildir.
“Muhakkak siz, Bedir gecesinde ayı
gördüğünüz gibi Kıyamet gününde rabbinizi göreceksiniz.”
[270]
Müminlerin Allah Teâlâ'yı dünya gözü ile görmeleri hususunda yine Hz. Peygamber sallalahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Cennet ehli Cennete girdiği zaman Allah
Teâlâ, onlara şöyle diyecek: Bir şey istiyor musunuz? Size daha çok vereyim?
Müminler de şöyle diyecekler: Bizim yüzümüzü ak etmedin mi? Bizi Cennet'e
komadın mı? Cehennem azabından korumadın mı? Bunun üzerine Allah ile aralarında
bulunan perde kalkacak ve müminler Allah Teâlâ'nın yüzünü görecekler. Müminlere
Cennette Allah'ı görmekten daha iyi bir nimet verilmemiştir.”
buyurduktan
sonra Hz.peygamber şu âyeti
okudu:
“İman edip güzel amel işleyenlere Cennet ile
birlikte Allah'ın cemalini görmek var.”
[271]
Selefin çoğunluğunun görüşü de budur.
Müminler Allah Teâlâ'yı gördükleri zaman, yakınlık ve uzaklık bakımından bir sınır içinde bulunmayacak, bitişme ve ayrılma, bir şeye nüfuz etme gibi hallerle vasıflanmayacak. Bir şey ile birleşme durumunda da olmayacak. Vücudiye taifesi ise Allah Teâlâ'nın, başka bir varlık ne birleşerek cemalini göstereceği inancındadırlar. Allah Teâlâ'yı görmek Kitap ve Sünnetle sabittir.
Ancak, cihet keyfiyet ve kemiyet yönünden Allah'ı görme hâdisesi müteşâbihtir. Naklin ispat ettiği hususlar sabittir, aklın tenzih ettiği noktalar nefyedilmiştir. Şu âyet-i kerîme de bu mânaya işaret etmektedir:
“Gözler Allah'ı idrak etmez.” [272] Yâni Allah Teâlâ'yı gözler ihata edemez. Zira idrak görmekten daha hususi bir mâna taşır. Aklın menettiği vasıflarda benzeşme ve müteşabihlik nakle uygun olan asıl bilgiye zarar vermez.
İmam Âzam. “El-Vasıyye” adlı kitabında yine şöyle diyor:
“Cennet ehli için keyfiyetsiz, cihetsiz, teşbihsiz olarak Allah'a kavuşmak haktır.” Bunun mânası şudur: karşılıklı olmaktan, cihetten, keyfiyetten ve heyetten beri olduğu halde göze tam görünecek şekilde Allah'a bakmak olayı meydana gelecektir. Bu, ilim sıfatı üzerine zaid bir iştir. Zira bizler, baş gözümüz ile Aya (Bedir'e) baktığımız zaman, sonra da gözümüzü kapadığımız zaman, her iki halde de bize ayın durumu görünür; fakat gözümüz açıkken görmemiz daha mükemmel ve daha tam olur. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in:
“Haber, görmek gibi değildir.” [273] sözünün mânası budur, İbrahim aleyhisselam'ın Kur'ân-ı Kerîm'de hikâye edilen :
“İnandım, lâkin kalbimin tatmin olması için.” [274] sözü de bu mânadadır. Zira aynen bilmek, bizzat bilmek; mücerred olarak bilmekten daha yüksek bir rütbedir. Bu sebepten Musa aleyhisselâm:
“Rabbim, zatını bana göster, sana bakayım.” [275]dedi.
Hülasa, Kıyamette Allah Teâlâ'yı görmek, karşılıklı olmaya itibar etmeksizin harikulade bir şekilde olacaktır. Nitekim Buharî ve Müslim'in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber sallellahu aleyhi ve sellem:
“Saflarınızı (tamamlayın, zira ben sizi arka taraftan da görürüm.” [276] buyurmuşlardır. Bu hadisi Buharî ile Müslim rivayet etmişlerdir. Yine ittifakla sabittir ki, Allah Teâlâ bizleri görür. Zira görmek gören ile görünen arasında hususî bir nisbettir ve her ikisinin görmesine tâalluk eden bir keyfiyettir.
Fahreddin er-Râzî diyor ki: Bu meselede bizim görüşümüz, şeyh Ebû Mansûr el-Mâtüridfnin tercih ettiği gibi, Mezhebimizi ispat etmekte haklı delillere dayanmaktadır. Zira bu, hasmı daha çabuk ilzam eder ve meseleyi halka daha açık bir şekilde ifade eder. Hasımlar bu nakli deliller üzerine şüphelerini beyan ettikleri zaman, aklî delillerle onları reddederiz.
Allah'ı görmeyi ispat eden bir taife de rüyada Allah'ı görmenin mümkün olmayacağına meyletmişlerdir. Şeyh Ebû Mansur el-Mâtürîdi de bunlardandır. Muhakkikin diye isimlendirilen araştırıcı âlimlerin de bu görüşte olduğu söylenmektedir. Bunların dayandıkları delil şudur: Rüyada görülen, hayal ve gölgedir. Allah Teâlâ ise hayalden beridir.
Rüyada Allah Teâlâ'nın niteliksiz, cihetsiz ve karşılıksız olarak görülmesini bizim mezhebimizin mensubu bazı âlimler caiz görmüşlerdir. Bunlar Seleften rivayet edilen düşüncelere dayanmaktadırlar. Nitekim Ebû Yezîd'den şöyle rivayet edilmiştir:
“Rabbimi rüyada gördüm.” deyince kendisine:
“Bu nasıl olur?” denildi. Bunun üzerine Ebû Yezîd;
“Nefsini bırak ve gel.” cevabını verdi. Ahmed b. Hanbel'in de rüyada Allah'ı gördüğü rivayet edilmiştir.
Rivayete göre Ahmed b. Hanbel, rüyada Allah'ı görmüş ve kendisine :
“Yâ Ahmed! Bütün insanlar benden isterler. Ebû Yezîd başka. O yalnız beni ister.” buyurmuştur. Bunun sebebi de şu olsa gerektir: Ebû Yezîd'e :
“Ne istiyorsun?” denilince :
“İstememek istiyorum.” cevabını vermiş. Hamza ez-Zeyyat, Ebül-Fâris Şah b. Şucâ' el-Kirmani, Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizi ve allâme Şemsül-Eimme el-Kerderi'nin de Allah Teâlâ'yı rüyada gördükleri rivayet edilmiştir. Bir tamamlama şeklinde bu meseleye tâalluk eden hususlar aşağıda gelecektir. Kâdıhan'ın:
“Bu mesele hakkında konuşmayı terk etmek güzeldir.” şeklindeki sözü güzel değildir. Zira sözü terk etmek bir maksat ifade etmez ve bir hüküm ortaya koymaz.
Sonra bil ki; İmam Nureddin el-Sâbunî ile Şeyh Reşidüddin arasında akli delillerin gereği olarak yok olan bir şeyin görülüp görüleni iyeceği konusunda uzun bir münakaşa geçmiştir. Sonunda Şeyh Reşidüddin İmam Nureddin'in görüşüne dönmüştür. Zira İmam Nureddin'in görüşü nakli delillerle de takyiye edilmiştir: Semerkand ve Buhara âlimleri yok olan bir şeyin görülemiyeceğine dair fetva vermişlerdir. İmam Zahid Saffar “Telhis” adlı kitabının sonunda, yok olan bir şeyin görülmesinin mümkün olmadığını zikretmiştir. Yine müfessirler de yok olan bir şeyin Allah tarafından görülmesinin kabil olmadığını söylüyorlar. Eş'arî ve Mâtüridilerden selef âlimleri varlığı muhal olanın, Allah Teâlâ'nın görmesine tâalluk etmeyeceği hususunda ittifak halinde bulunmakla beraber, bir şeyin varlığının, o şeyin görülmesinin illeti olduğu görüşündedirler.
Yok olanın şey olup olmadığı hususunda da ihtilâf vardır. Mütezile, yok olanın şey olduğunu söylemektedir. Çünkü Allah Teâlâ şöyie buyuruyor;
“Şüphesiz ki Allah Teâlâ, her şeye gücü
yetendir.”
[277]
Bu âyette kudretin, her şeye tâalluk ettiği açıklanmaktadır. Kudret var olana asla tâalluk etmez. Zira var olan bir şeyi var etmek mümkün değildir. Bu sebeple âyetteki şeyden kasd edilen mânanın yok olduğu anlaşılmaktadır. Yine Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;
“Şüphesiz Kıyametin zelzelesi büyük bir şeydir.” [278]
Bu âyette de vukuundan önce Kıyamet zelzelesine adı verildi. Bu deliller Mûtezile'ye göredir.
Bize göre yok, bir şey değildir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Sen bir şey değilken ben seni
yarattım.”
[279]
Bu âyette Allah Teâlâ, yokun, bir şey olmadığını haber veriyor. Bu âyetin tevile ihtiyacı yoktur. Yukarıda geçen iki âyette yoklara şey âdının verilmesinin sebebi gelecek zaman itibariyledir. Doğru sunu en iyi bilen Allah'tır. Bu konuda geniş bir araştırma bahsi gelecektir.
Sonra bil ki, şüphesiz
“Parlak yüzler, Kıyamette rabbine bakacaktır.” âyetinde nazar kelimesinin, bakma mahalli olan yüze nisbet edilmesi ve rab kelimesine “ilâ” harfi cerri ile tâaddi etmesi ve sözün, hakikati hilâfına delâlet edecek karinelerden boş bırakılması açık olarak Allah Teâlâ'nın bununla yüzde bulunan gözün Allah Teâlâ'ya bakmasını kasd ettiğine delâlet etmektedir. Zira nazar kelimesi, sılaları itibariyle, tâalluk ettiği kelimeler ve kendi kendine mütâaddi olması itibarları ile değişik şekillerde kullanılır. Eğer kendi başına mütâaddi yapılırsa mânası, durmak ve beklemektir. Bu manada Allah Teâlâ bir ayette şöyle buyuruyor:
“O gün münafık erkeklerle münafık kadınlar
müminlere şöyle diyecekler: Bize bakın nurunuzdan biz de istifade edelim.”
[280]
“Ey iman edenler! Bize “Râina-Gözet” lâfzı ile hitap etmeyin; bize bak
manasına gelen “unzurnâ” deyin. Allah'ın hükmünü dinleyip kabul edin.”
[281]
Eğer nazar kelimesi, “fî” harf-i cerri ile mütâaddi olursa, o zaman manası düşünmek ve ibret almaktır. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Onlar Allah'ın göklerde ve yerdeki mülk ve
tasarrufuna hiç ba kıp düşünmediler mi?” [282]
Nazar kelimesi eğer “ilâ” harf-î cerri ile mütâaddî olursa o zaman mânası gözle görmek olur. Allah Teâlâ bu konuda da şöyle buyuruyor:
“Herbirinin meyvasına bakın. Bir ilk meyva
verdiği zaman, bir de olgunlaştığı vakit.”
[283]
Nazar kelimesi, gözün mahalli olan yüze nisbet edildiği zaman nasıl olur?
Hasan-i Basrî bu konuda şöyle diyor:
“Yüzler rabbine bakarsa rabbinin nuru ile bakar. Allah'ı görmekten, onu idrak etmek ve varlığını ihata etmek lâzımgelmez. Allah'ı görmenin cevazı, “Gözler onu idrak etmez”[284] âyetine aykırı değildir. Zira idrak, bir şeyi ihata etmektir. Bu ise görmekten daha ileride bir şeydir.” Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“İki topluluk birbirini görüp karşılaşınca,
Musa'nın ashabı: “Biz yakalandık, dediler.”
[285]
(Yani idrak edildik.)
Bu âyette Musa aleyhisselâm, görülmeyi nefy etmemiştir. İdraki nefyetmiştir. Allah Teâlâ da görülür, fakat idrak edilemez. Bilinir, fakat bilgi ile ihata edilemez. Allah Teâlâ değil, belki gördüğümüz şu güneş bile görülür, fakat tam olarak idrak edilemez, bilinemez.
Allah'ı görmenin ispatı hakkında mânevi tevatür yolu ile birçok hadisler gelmiştir. Bunları nakil yolu ile kabul etmek ve bid'at ehlinin akıl yolu ile vehim ve şüphelerine iltifat etmemek gerekir. Bu meselede “Akîdet'üt-Tahavî” adlı kitabın şarihi hataya düşmüştür. Şöyle demiştir: “Karşılıklı olmadan hiç görmek düşünülebilir mi? Allah'ın görülmemesinde yaratıkları üzerine üstün olduğuna delil vardır.” Bu şârih, yücelik yönünden Allah'ın görülemeyeceğini söylemektedir. Ehl-i sünnet vel-Cemaat Mezhebi'nin görüşü şudur: Allah Teâlâ, bir yönde görülmez. Hz. Peygamber'in:
“Bedir gecesi ayı gördüğünüz gibi, muhakkak sizler rabbinizi göreceksiniz.” sözü, bir görme olayını diğer bir görme olayına benzetmedir. Her yönü ile görüleni, bir yönü ile görülene benzetmek değildir.
İman, dil ile ikrar, kalb ile tasdikten ibarettir.
İmam Âzam “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“İman dil ikrar edip kalb ile tasdiktir. Yalnız başına ikrar iman olmaz. Zira yalnız ikrar iman olsaydı bütün münafıkların mümin olmaları gerekirdi. Bilmek de yalnız başına iman değildir. Zira bilmek eğer iman olsaydı bütün Ehl-i Kitabın mümin olması gerekirdi.” Allah Teâlâ münafıklar hakkında şöyle buyuruyor:
“Allah biliyor ki, münafıklar yalancıdırlar.” [286] Yâni münafıkların, iman iddialarında yalancı olduklarını biliyor. Çünkü onlar dil ile söylediklerini kalb ile tasdik etmemişlerdir. Allah Teâlâ, Kitap ehlinin bilgisi hakkında da şöyle buyuruyor:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, öz
oğullarını bildikleri gibi, Hz. Peygamber'i bilirler.”
[287]
Bunun mânası şudur: Kitap ehlinin yalnız bilgi sahibi olması yani Allah ve Resulünü bilmesi iman bakımından onlara fayda vermez. Çünkü onlar bildikleri halde Hz. Peygamber'in nübüvvet ve risaletini ikrar etmediler. Onlar Hz. Peygamber'in Araplara gönderildiğine inanıyorlar. Bu yolla yaptıkları ikrar halis değildir. Sonra tasdik, bizatihi güzel bir rükündür. Hiçbir durumda düşmeye ihtimali bulunmaz. Fakat ikrar böyle değildir. İkrar imanın şartı, yahut şatrı, yani yarısıdır ve başkası için güzel bir rükündür. Bu sebepten zorlama hallerinde ikrar düşebilir. Bunun sebebi ise, lisanın, kalbin tercümanı olmasıdır. Dolayısıyla dil, varlık yahut yokluk bakımından tasdikin delilidir. Bir kimse, açıklamasına imkân bulduğu halde herhangi bir zamanda ikrarını değiştirirse kâfir olur. Ancak, zorlamanın tesiri ile imanını açıklama imkânı bulamayıp ikrarı zail olursa kâfir olmaz. Çünkü, kendisinin korkması, kalbinde tasdikin baki olduğunun delilidir. İkrarını değiştirmeğe sevk eden sebep ise, nefsinden ölümü defetmek içindir, inancı defetmek için değildir. Nitekim Allah Teâlâ buna işaret ederek, şöyle buyuruyor:
“Kalbi iman ile dolu olduğu halde inkâra
zorlananlar müstesna. Kim Allah'a küfrederse, onlar için şiddetli bir azab
vardır. Lâkin küfre karşı bağrını açanlar üzerine Allah tarafından bir gazab ve
kendileri için büyük bir azab vardır.”
[288]
Fakat, bir kimse imanını açıklama imkânı bulduğu zaman, ikrarını değiştirmesi, itikadını değiştirdiğinin delilidir. Şems'ül-Eimme Serahsî'nin de açıkladığı gibi, ikrar, tasdikin varlık veya yokluğu bakımından imanın bir rüknü olmuştur. Ancak “El-Umde” sahibi Ebûl-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud enNesefî rahimehullah, dünyevî hükümlerin icrası için imanda ikrarın şart olduğunu açıklamıştır. Eş'ari'lerin tercih ettiği görüş de budur. İmam Matü'ridi de bu düşüncededir.
Sonra İmam Âzam'ın kelâmından, iman edilecek olanın hazf edilmesi, maksadın gerçekleştirilmesinde icmali imanın yeterli olduğunu bildirmek içindir. Gerçekten iman, Allah Teâlâ tarafından gönderildiği, zaruretle bilinen bütün hususlarda kalben Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'i tasdik etmektir. Bu ise, iman mükellefiyetinden çıkmaya kâfidir. Bu şekilde iman edenin iman derecesi, tafsili iman derecesinden aşağıya düşmez. “Akâid Şerhinde” de böyle yazılmıştır. Ancak, iman icmali olarak söylenmişse icmâlen, tafsili olarak söylenmişse tafsîlen demek gerekirdi. Zira tafsilâtlı olarak söylenende tafsilat şarttır. Öyle ki icmali olarak iman eden bir kimse sorulduğunda namazın farz olduğuna, şarabın haram olduğuna inanmazsa kâfir olur. Sonra zaruretle bilinenden maksat, nazar ve istidlale ihtiyaç duymadan halkın bildiği dinî meselelerdir. Allah'ın birliği namazın farz oluşu ve şarabın haram oluşu gibi. Nazar ve istidlal kaydını koymasının sebebi, içtihatla ortaya konan hükümleri inkâr edenin ittifakla kâfir olmayacağına binâendir. Cesedlerin hasrı, âlemin sonradan var oluşu, Allah Teâlâ'nın cüzleri de bildiği konularında naslara dayanan hükümleri inkâr eden kâfir olur. Çünkü bunların zahiri mânada oldukları dinen kesinlikle bilinmektedir. Büyük günah işleyenlerin Cehennemde ebediyyen kalmayacağı hususunda varid olan hadisler böyle değildir. Çünkü büyük günah işleyenler hakkındaki deliller birbiri ile çelişmektedir.
Hülâsa, icmali imanın tafsili derecesinden aşağıya düşmemesi imanın aslı ile vasıflanmaktır. Yoksa icmali iman tam bilgi makamında elbette tafsili gibi değildir. Sonra iman mefhumunda ikrarı itibar etmek bazı ilim adamlarının mezhebidir. Şems'ül-Eimme el-Hulüvanî ile Fahr'ul-İslâm’ın tercih ettikleri husus da budur, ki ikrar imarda bir rükündür. Ancak, cebir halinde ikrarın düşmeye ihtimali vardır.
Cumhur'u Muhakkikin, imanın, kalb ile tasdik olduğuna meyletmişlerdir. İkrar ise dünyadaki hükümlerin icrası için şarttır. Çünkü kalb ile tasdik gizli bir iştir. Buna mutlaka bir alâmet ve nişan bulunmak gerekir. Kalbi ile tasdik edip dili ile ikrar etmeyen dünyaya ait hükümler bakımından mümin sayılmasa da Allah katında mümindir. Dili ile ikrar edip de kalbi ile tasdik etmeyen kimse ise aksine Allah katında kâfir, fakat dünyevî hükümler bakımından mümindir. Miras alır, cenazesi kılınır. Şeyh Ebû Mansûr el Mâtüridi'nin tercih ettiği görüş budur. Naslar da bu görüşe uygundur. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir
kavmi, Allah’a ve Peygamberi’ne muhalefete kalkışan kimselerle sevişir halde
bulamazsın.Velev ki o muhalifler, babaları, yahut oğulları, veya kardeşleri,
hısımları ve hemşireleri olsun.İşte allah, böyle zalim kimseleri sevmeyan bir
kavmin kalblerine imanı tesbit buyurmuş ve kendilerini yüce katından bir
rahmetle kuvvetlendirmiştir.”
“Kalbi imanla tatmin olduğu halde cebr
edilenler müstesna.”
“Bedeviler biz gerçekten iman ettik
dediler.Deki; siz kalblerinizle iman etmediniz. Ancak biz, müslüman göründük
deyiniz.Henüz iman kalblerinize girmemiştir.”
“La ilahe illallah” diyen kişiyi muharebede öldürdüğü zaman Hz.Peygamber’in: Üsame b.Zeyd’e “Kalbini yarıp da doğru mu, yalan mı söylediğine baktın mı?” buyurması da bu deliller arasındadır.Bu hadis-i Şerif Kütübü Sitte’de rivayet edilmiştir.
“Şerh’ul- Makasıt” da şöyle deniliyor.”İkrar, dünyevi hükümlerin icrası için şart koşulunca açık bir şekilde devlet reisine veya diğer müslümanlara ilan edilmesi gerekir. İman için rükün kılınan ikrar ise böyle değildir. Bu ikrarda başkasına göstermese de bir kerre iman sözünü konuşması yeterlidir. Doğrusu, şer’i hükümleri iltizam üzerinde kaimdir.
Sonra kalbi ile tasdik edip dili ile bunu açıklamak istediği halde dilsiz olma ve benzeri engellerin mâni olduğu kişinin iman ettiğinde icma vardır. Bundan da anlaşılıyor ki, Kerramiye'nin inandığı gibi imanın hakikati, yalnız kelime-i şehadetten ibaret değildir.
Gök ve yer ehlinin imanı ne artar, ne eksilir.
Gök ehlinden kasıt, meleklerle cinlerdir. Yer ehlinden maksat, peygamberle, veliler, iyi ve kötü müminlerdir.
İman, iman edilen şeyler açısından artmaz ve eksilmez. Zira tasdik, gerçekleşmiş şekilde olmazsa zan ve tereddüt mertebesinde olur. Zan ise inanç makamında bir şey ifade etmez. Bu konuda Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor:
“Zira zan, gerçeği ifade etmez.” [289]
İşin doğrusu imam Razî'nin de dediği gibi, iman yönünden değil tasdikin aslı yönünden artma ve eksilme kabul etmez. Zira dinin olgunluğunda olduğu gibi yakin ehlinin mertebeleri muhteliftir. Nitekim Allah Teâlâ bu konuya şöyle işaret buyuruyor:
“İbrahim: Rabbim, bana ölüleri nasıl
dirilttiğini göster, demişti. Allah da: İnanmadın mı? buyurdu. İbrahim:
Evet, lâkin kalbimin tatmin olması için, dedi.”
[290]
“Hz. Ebû Bekr'in imanı, bir kefeye konsa,
diğer müminlerin imanı da öbür kefeye konarak tartılsa, Ebû
Bekr'in imanı bütün müminlerin
imanından ağır gelir.”
[291]
Buradaki imanın ağır gelmesi, imanın semereleri bakımından değil, Allah'ı gerçekten tanıması, yakininin üstünlüğü, kalbinin vakarı ve imanının sebatı bakımındandır; İman semereleri ve ihsan bakımından değildir. Çünkü iman ehli insanların fertleri; taatlann çokluğu ve isyanın azlığı bakımından muhteliftir. İkan sıfatında ve iman vasfında imanın aslı baki olmakla beraber noksanlık mertebesinde de durum aksinedir. Bilenler arasında ihtilâf görünüştedir esasta değildir.
Bu sebepten “EI-Hulâsa” adlı kitapta belirtildiğine göre, İmam Muhammad rahimetullah şöyle demiştir: “Bir kimsenin, benim imanım Cebrail aleyhisselâm'm imanı gibidir, demesini çirkin görürüm. Lâkin, Cebrail aleyhisselâm'ın iman ettiklerine ben de iman ettim diyebilir.” Bunun sebebi de, birinci söz, her yönden onun imanının Cebrail aleyhisselâm gibi olduğunu hatıra getirir. Halbuki durum böyle değildir. İki iman arasında fark vardır.
İmam Âzam, “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“Sonra iman, artmaz ve eksilmez. Çünkü imanın artması, ancak küfrün noksanlaşması ile, imanın noksanlaşması da küfrün çoğalması ile tasavvur edilebilir. Bir şahsın bir durumda hem mümin hem de kâfir olması nasıl düşünülebilir? Mümin, gerçek mümindir. Onun imanında şüphe düşünülemez.
“İman edip hicret edenler Allah yolunda
cihad yapanlarla, onları barındırıp kendilerine yardımda bulunanlar var ya,
işte onlar gerçek müminlerdir.”
[292]
“O Kimseler ki Allah'ı ve peygamberini inkâr
ederek kâfir oldular, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler
ve peygamberlerin bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz, derler.
Ve böylece imanla küfür arasında orta bir yol tutmak isterler. İşte bunlar
gerçekten kâfirdirler. “
[293]
“Ümmet-i Muhammed içinde Allah'a karşı isyanda bulunanların hepsi gerçekten mümindirler, kâfir değillerdir.”
İmam Âzam bu sözü ile Allah'a karşı isyanın imana zıd olmadığına işaret etmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet vel-Cemaat mezhebinin görüşü de böyledir. Haricîlerle Mutezile ise bu görüşe muhaliftirler. Onlara göre, Allah'a isyan ile iman bir arada bulunamazlar. Biz ise bu durumu imanın kemaline hamlederek, isyan ile kâmil iman bir arada bulunmaz diyoruz. Zira müminlerden tamamiyle kötülüğü ve Allah'a isyanı söküp atmak mümkün değildir, muhal gibidir. Allah Teâlâ'nın:
“Onlara Allah'ın âyetleri okunduğu zaman,
îmanlarını artırır.”
[294]
âyetinin mânası bize göre, imanları yakîn derecesi bakımından artar, demektir. Yahut, bu âyetten maksat, inanılacak Kur'an âyetleri indikçe imanın arttığı şeklinde tevil edilmiştir. Hz. Peygamber
sallallehü aleyhi vesellem'e imanın artıp eksilmesinden sorulunca;
“Evet, iman artar, öyle ki sahihini Cennet'e sokar. Eksilir, öyle ki sahibini Cehennem'e sokar.” [295]
şeklinde beyan buyurdukları hadisin mânası, iman müminin güzel amelleri sebebiyle artar, tâ ki onu Cennet'e önce götürür. Kötü amelleri irtikâb etmesi sebebiyle noksanlaşır, tâ ki sahibini önce Cehennem'e, sonra da imanı sebebiyle yine Cennet'e götürür, demektir. Nitekim Ehl-i Sünnet vel Cemaat Mezhebinin düşüncesinin gereği budur.Tasdik, insan için kalb işidir. Yakın derecesinde kuvvet ve zaaf itibarıyla artma ve eksilmeyi kabul eder; Sonra taat ve ibadet imanın meyvesi, yakînîn neticesi ve kalbin irfan nuru ile nurlanmasıdır. Allah'a isyan böyle değildir. Zira Allah'a isyan kalbi karartır, Allah'a karşı olan sevgiyi zayıflatır, Allah Teâlâ'dan afiyet ve güzel bir âkibet isteriz.
Bütün müminler iman ve tevhid noktasında eşittirler. Ancak amel bakımından farklıdırlar.
Yani müminler esas bakımından aynı şeylere inanmaktadırlar. Aynı şekilde Allah Teâlâ'yı birlemektedirler. Bu iki kaydın konmasının sebebi, küfür ile iman, kör ile gören gibi birbirine zıd ve birbirinden ayrı oldukları gibi, iman edenlerin kâfirlerden o şekilde farklı olmalarına binaendir. Şüphe yok ki görenler, görme kuvvetinin zaaf ve kuvveti bakımından farklıdırlar. Bir kısmı gece zayıf görür, bir kısmı da gündüz zayıf görür. Bir kısmı kaim yazıları ancak okuyabilir, ince yazıları okuyamaz; diğer bir kısmı uzağı göremez, bir kısmı da yakını göremez. Bir kısmı ancak gözlükle yazı okuyabilir vs. Bu sebepten İmam Muhammed, daha önce de geçtiği gibi, bir müminin benim imanım Cebrail aleyhisselâm'ın imanı gibidir, demesini doğru bulmuyorum, belki: “Cebrail aleyhisselâm'ın iman ettiklerine ben de iman ettim.” demelidir, diyor.
Yine hiçbir müminin, benim imanım, peygamberlerin imanı gibidir, demesi caiz değildir. Hatta, benim imanım Hz. Ebû Bekr'in, Hz. Ömer ve benzeri büyük sahabilerin imanı gibidir, demesi de caiz değildir. Zira Kelime-i Tevhid'in nurunun, Tevhid ehlinin kalbindeki farklılığını Allah'tan başkası bilemez. İnsanlardan bir kısmının kalbinde bu nur güneş gibidir; bir kısmında ay gibidir, bir kısmında büyük bir meşale gibidir; diğer bir kısmında da zayıf bir kandil gibidir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak hususunda mümine metod ve prensip verirken buyurdukları hadisin sonunda kalbi ile buğz edenler için:
“Bu imanın en zayıfıdır.” buyuruyor. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in:
“Kuvvetli mümin, Allah katında, zayıf müminden daha sevimlidir.” [296] hadisi zahirî amellerdeki kuvvete de, batini amellerdeki kuvvete de şamildir. Mümin dünyada bu bahsedilen nurların minvali üzerindedir. Müminlerin ilim ve amellerinin nurları bu şekilde âhirette de meydana çıkacaktır. Kelime-i Tevhid'in bu nuru ne zaman kuvvetli olur ve mertebesi büyük olursa, kuvveti nisbetinde sahibinden, şüpheleri ve şehvetleri yok eder. Çoğu zaman o hale getirir ki mümin bu imanı sayesinde kendinde bir şüphe, şehvet, günah ve kötülükle karşılaşırsa bunları yakar. Belki Cehennem ona şöyle der: Geç, ey mümin! Senin nurun benim alevimi söndürmüştür. Bu noktayı bilen kimse Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in ;
“Allah nzasını isteyerek “Lâ ilahe illellah”
diyene Allah Teâlâ Cehennemi yasaklamıştır.”
[297]
“Lâ îlâhe illallah diyen Cehenneme girmez.” [298]hadisinin ve benzerî hadislerin mânasını anlar. Bu hadislerin mânasını anlamak müşkül olmuştur. Bir kısım insanlar bunların nesh edilmiş olduğunu zannetmişlerdir. Bir kısmı emir ve yasaklar gelmeden evvel bunların bu vurulduğunu zannetmişlerdir. Bir kısmı da bunlarda geçen ateşi Müşriklere mahsus Cehennem ateşi manasına çekmişlerdir. Bazıları da Cehennem'e girmek sözünü ebediyyen orada kalmak mânasına almıştır,
İmam Âzam Ebû Hanîfe “el-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“Sonra amel imandan, iman da amelden başkadır. Çünkü çoğu zaman müminden amel yapma mükellefiyeti kalkar. Amel kalktığı zaman iman da kalkar denilmesi caiz değildir. Zira hayız kadın, bu halde iken namazın hükmü kendisinden kalkar. Böyle bir kadın için, iman da kendisinden kalkar diyemeyiz. Yahut, kendisine imanı da terk etmesi emredilir, denilmez. Çünkü Allah Teâlâ, kendisine: Orucunu terk et, sonra onu kaza et, buyurmuştur. Kendisine imanı da terk et sonra onu kaza et, denilemez. Yine, fakire zekât borcu yoktur, denilir; fakat, fakire iman gerekli değildir, denilemez, Eğer amel imandan bir parça olsaydı, amelin düştüğü hallerde imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir.”
Hülâsa, Ehl-i Sünnet'e göre, amel imandan başkadır. Ondan bir parça değildir, imanın rükünlerinden bir rükün de değildir. Mutezile ise amelin imandan bir parça olduğunu ve rükün olduğunu söylüyor: Kur'an-ı Kerîm'de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“İman edip iyi amel işleyenleri ağaçlarının
altından nehirler akan Cennetle müjdele.”
[299]
Ehl-i Sünnet bu âyette, “amelû” kelimesinin “âmenû” kelimesine vav ile atfedilmesinin imanın amelden başka olduğuna delil getiriyorlar. Çünkü atfedilenle kendine atfedilen arasında bir başkalık bulunması gerekir. Böyle olmazsa atıf yapmak sahih olmaz.
İslâm, içtenlikle Allah'ın emirlerine teslim olmak, görünüşte de boyun eğmektir. Lügatte ise iman ile İslâm arasında fark vardır. Fakat İslâmsız iman olmaz, imansız da İslâm olmaz. Bunlar insanın sırtı ile karnı gibidir.
İman lügatte tasdik etmektir. Nitekim Allah Teâlâ, Yusuf aleyhisselâm'ın kârdeşlerinden hikâyeten şöyle buyuruyor;
“Biz gittik, koşu yapıyorduk. Yusuf'u da
eşyamızın yanında bıraktık. Bu sebeple onu kurd yedi. Şimdi bizler doğru
söylesek de siz bize inanmazsınız.”
[300]
Burada “bize inanmazsın” cümlesi, bizi doğrulamaz, tasdik etmezsin, demektir. Başka bir âyette İslâm kelimesi şöyle kullanılıyor:
“Gökte ve yerde bulunanlar ister istemez
Allah'a boyun eğmiştir.” [301]
İman, içten boyun eğmek İslâm ise dıştan boyun eğmektir. Allah Teâlâ bu hususa da şöyle işaret ediyor.
“Bedeviler, inandık, dediler. De ki, siz
kalbinizle iman etmediniz. Ancak biz, müslüman gözüktük, deyin.”
[302]
Cibril hadisi de bu noktaya işaret ediyor. Orada iman ile İslâm'ı birbirinden ayırmıştır. İmanı, yalnız tasdik, İslâm'ı ise, ikrar ve iyilerin ameli olarak takdim etmiştir.
Hulâsa, iman kalb işidir, dolayısıyla gizlidir. İslâm açıktır, gizli değildir. İmanın yeri kalbtir. İslâm'ın yeri kalıptır, cesettir. İkisi birbirini tamamlar.
Din, iman ile islâmın her ikisine verilen isimdir. Bütün şeriatlara da din denilir.
Din, kelimesi mutlak zikredildiği zaman, ondan kasdedilen tasdîk, ikrar ve Peygamberlerin Allah tarafından getirdikleri hükümleri kabul etmek mânâsıdır. Nitekim aşağıdaki âyetlerden de bu mâna çıkarılmaktadır: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bu
ondan kabul edilmez.”
[303]
“Şüphesiz Allah katında din İslâm'dır.”
[304]
“Allah sizin için dinde bir güçlük
kılmamıştır.” [305]
“Sizin için İslâm'ı din olarak seçtim.”
[306]
Yukarıdaki metinde İmam Âzam'ın maksadı, şeriat, îslâm ve imanın kendi başlarına din adını alacağı mânasında kullanılır, demek değildir. Bu makamda bunun aksini kabul eden bir şârih maksadın dışına çıkmıştır.
“Akîdet'üt-Tahavi”'de şöyle deniliyor: “Allah'ın dini, yerde ve gökte birdir. Din, aşırılıkla noksanlık arası, Allah'ı teşbih ile tatil arası, cebir ile kader arası, emin olmakla ümit kesmek arasında bir haldir.” Sahîh-i Buharî'de Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“Biz peygamberler cemaatiyiz. Dinimizin aslı
birdir.” [307]
Dinlerin ve çeşitli peygamberlerin getirdikleri şeriatların aslı Tevhid inancıdır, tevhid ile ilgili inançlardır. Ancak şeriatlar çeşitlidir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“Her bir peygamber için bir şeriat ve bir
yol tâyin ettik.” [308]
Allah Teâlâ'yı, kendini tanıttığı şekilde, hakkıyle tanırız.
Allah'ın zatının mahiyetini bilmek, sıfatlarını ihata etmek itibariyle değil, belki bütün durumlarda kulun: gücünün yettiği ölçüde bilir ve tanırız. Burada, Allah Teâlâ için “Nefs” sözünü kulanmanın caiz olduğuna delil vardır. Zat kelimesinin kullanılması konusuna gelince, ilim adamlarının çoğunluğu ibarelerde zat ile sıfatı beraber zikr ettikleri görülmektedir. Bu konuda şöyle bir hadis gelmiştir:
“Her şey hakkında düşünün, fakat Allah'ın
zatı hakkında düşünmeyin.”
[309]
Suyuti’nin zikrettiğine göre Buharî'de geçen Hubeyb kıssasındaki “Bu Allah'ın zatı hakkındadır” ibaresi üzerinde iki yönden durmak gerekir. Birincisi bu, bir sahabî sözüdür. İkincisi, iddia edilen hususta bizim için bir nas değildir. Belki açık olan şudur ki, o hadiste murad edilen mâna, Allah yolunda mânâsıdır. Çünkü kâfirler, Hubeyb'i öldürmek için Harem'den dışarıya çıkarınca “Beni bırakın, iki rekât namaz kılayım” dileğinde bulunmuş, namazdan sonra da şöyle demiştir:
“Müslüman olarak öldürülünce hiç aldırmam, Allah yolunda, hangi yanıma düşsem aldırmam. Bu, Allah yolundadır, eğer dilerse, parçalanmış azaların mafsallarına bereket verir.”
Allah hakkında “hakikat” kelimesini zikretmeye gelince lbni Sübki'nin “Cem'ulCevami” adlı kitabında beyan ettiğine göre, Allah Teâlâ'nın hakikati, diğer varlıkların hakikatlerine muhaliftir. İbn-i Zemlekânî bu görüşe karşı çıkarak şöyle demiştir: “Hakikat” sözünü Allah hakkında kullanmak caiz değildir.” İbn-i Cemâa Allah hakkında hakikat kelimesinin zikredilmesinin caiz olmayışının sebebini şöyle açıklıyor: Çünkü Allah'ın kitabında hiçbir yerinde, İhlâs sûresi ve “Allah'ın misli hiçbir şey yoktur” gibi âyetlerden hiçbirinde ve diğer âyetlerde zatının tahakkukuna ve sıfatının mertebelerine delâlet eden bir kârine gelmemiştir. İmam Âzam'ın bu sözü, îkan derecesinin hakikatında iman artmaz ve eksilmez, demek olsa gerektir. İhsan meramında iman-i icmali yeterlidir. Mümin, ben Allah'ı tanıyorum, demelidir, “Seni hakkıyle bilemedik ve tanıyamadık.” sözünü söyleyenin maksadı Allah Teâlâ'nın zatını ve sıfatlarının künhünü anlamanın, yaratıkların gücü dahilinde olmadığına mebnidir. Çünkü Allah Teâlâ;
“Gözler onu görmez.”
“Bilgi bakımından Allah'ı ihata edemezler.” buyuruyor. Sebeplere göre hükümler değişmektedir. Bu sebepten İmam Şafiî şöyle diyor:
“Kim Allah'ı aramaya kalkışır da kendi düşüncesine kadar varan bir varlığa ulaşırsa, bu kimse Allah'ı yaratıklara benzetmiş olur. Eğer bu arama sonunda sırf yokluğa varırsa, Allah Teâlâ'yı muattal kılan kişidir. Eğer bir varlığa dayanır da bu varlığı anlamaktan aciz kalırsa bu kimse Allah'ı birleyen bir muvahhiddir.”
Bu sebepten Hz. Ali'ye: “Tevhid'in mânası nedir?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir:
“Tevhid şudur: Hatırına gelen, yahut hatırına getirdiğin, yahut herhangi bir halde düşündüğün varlıklar Allah'tan başkadır.”, “Yahut Allah onlardan başkadır.”
Cüneyd-i Bağdadî'nin sözü de buraya döner. Cüneyd şöyle di yor:
“Tevhid, kadimliği, hâdislikten ayırmaktır. Çünkü senin hatırına hadis, yani yaratılmıştan başka bir şey gelmez. Kadimliği tecrid etmek Allah'ın ne zatı ve ne de sıfatı hakkında yaratıklardan hiçbirine benzeme hükmünü vermemendir. Zira Allah'ın zatına hiçbir şey benzemez. Sıfatlarına da hiçbir sıfat benzemez.” Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah gibi hiçbir varlık yoktur. O, her
şeyi işiten, her şeyi görendir.”
[310]
Ancak, kadim olan varlıkla yaratılan varlıklar arasında müşterek olan âlim, kadir ve var gibi sözler lâfzî yönden müşterek olmayı ifade eder.
“Hiçbir kimse, Allah Teâlâ'ya lâyık olduğu şekilde ibadet etmeğe güc yetiremez. Ancak emrettiği şekilde O'na ibadet eder.
Çünkü kul, Allah'ı zikretmek ve şükretmeye devam etmekten âcizdir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız, miktarını bilemezsiniz.” [311]Yani saymaya gücünüz yetmez, nerede kaldı ki şükrünü eda edesiniz. Bu sebeple:
“Ey iman edenler, Allah'tan hakkıyla
korkun,”
[312]
ayetinin,
“Gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun.” [313] âyeti ile nesh edil diği söyleniyor. Çünkü hakkıyla Allah'tan korkmaktan Allah'ın saf kulları bile âcizdir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem bu âyeti şöyle tefsir etmiştir:
“İtaat edilmek, hiç isyan edilmemek;
şükredilmek nankörlük edilmemek, zikredilmek,
unutulmamak.”
Meselenin hakikati şudur: Allah'ı bilmek gerçekleşince, kulun bütün hallerinde hükmü devam eder. İbadet böyle değildir. Zira Allah'tan hakkıyla korkmak için her an kul üzerine ibadet vacib olur. Kul ise beşeriyetin zaafı icabı, kulluk görevini ifa etmede bu halin devamından acizdir. Çok az bir zaman da olsa, kuldan Allah'ın huzurundan kayb olma ve gaflet etme hali zuhur eder. Bu hal ise hakikat ve tarikat erbabına göre küfürdür. Şeriat sahibinin diline göre bu vücup halktan rahmet olarak kaldırılmışsa, Allah'ın mağfiret edici olması cihetiyledir. Bu noktaya işaret eden Allah Teâlâ şöyle buyürüyor:
“Koruyacak da odur, bağışlayacak da.”
[314]
Bu sebeple hiç kimse, ben hakkıyle Allah'a kulluk yaptım, diyemez. Ve yine bu sebepten bazı arifler demişlerdir ki:
“Eğer Allah'ın emri olmasa, “Yalnız sana ibadet ederiz, yalnız senden yardım dileriz.” âyetini okumazdım. Çünkü kullukta ihlas, ibadette ve diğer işlerde yardım dilemeyi yalnız Allah'a tahsis etme makamında değilim.” Bu konu ile ilgili olarak Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Sen kendini medh ettiğin gibi ben sana
medih yapamam.”
Yine Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem, ibadeti bitirdikten sonra taatın hakkını yerine getirmekte kusurlu olduğuna işaret olmak üzere Allah'tan mağfiret dilerdi. Nitekim Allah Teâlâ'nın şu kavli buna işaret etmektedir:
“Doğrusu insan, Allah'ın kendisine emr
ettiğini tam olarak hiç yerine getirmemiştir.” [315]
Allah'ı tanımada, din işleri ile ilgili kesin bilgide, Allah'a tevekkülde, Allah ve Rasûlünü sevmede, kaza ve kaderine rıza göstermede, Allah'ın azabından korkmada, rahmetini ummada ve iman hususunda bütün müminler eşittirler. Ancak tasdik ve ikrarın dışında amel, derece ve makam yönünden farklılık gösterirler.
Bil ki, kulun daima Allah'ın azabında korku içinde bulunması ve rahmetini umucu olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor;
“Yoksa âhiretin azabından korkarak ve
rabbinin rahmetini umarak, o gece saatlerinde kalkıp secde ve kıyam halinde
ibadet eden mi?.”[316]
“Yataklarından kalkarlar, rablerine
azabından korkarak ve rahmetinden ümidvar olarak ibadet ederler.”[317]
Doğrusu, ummak, korkmayı gerektirir. Eğer böyle olmasaydı Allah'tan ümid kesmek olurdu. Öğülen korku, sahibi ile Allah'ın yasak kıldığı şeyler arasına giren korkudur. Bu sınırı geçerse, kulun ümidsizliğinden korkulur. Öğülen ümid, Allah'ın nuru ile ona itaat işini yapan ve sevabını Allah'tan isteyen; yahut bir günah işleyip sonra günahından tevbe edince Allah'tan günahının örtülmesini isteyen kimsenin ümididir. Fakat bir kimse tefrit derecesinde hata ve isyan içinde bulunur da amelsiz olarak Allah'ın rahmetini isterse bu bir gururdur, yalancı bir temennidir, yalancı bir ümiddir.
Ebû Ali er-Rûdbarî rahimetullah buyurdu ki;
“Korku ile ümid bir kuşun iki kanadı gibidirler. İkisi de dengeli olurlarsa kuş da dengede olur ve uçar. Kanadlardan biri noksan olursa, uçmada da noksanlık olur. İki kanat da olmazsa, kuş ölüm haddine gider.” Ebû Ali'nin zikrettiği bu görüş, Hz. Ömer'den nakledilen şu rivayete uygundur. Hz. Ömer şöyle demiştir:
“Mahşerde, bir kişi Cennet'e girecek, diye nida edilse, o kişinin kendim olmasını ümid ederim. Yine Mahşer'de, bir kişi cehenneme girecektir, denilse yine o kişinin kendim olmasından korkarım.”